Risale-i Nur'u tahrif edenlere..

Huseyni

Müdavim
Bismillahirrahmanirrahim.

Sadeleştirme hezeyanına malesef ki bir ikincisinin eklenmesi gündemde. Ne var ki bu işi yapanlar gerek Üstad Hazretleri'nin Risale-i Nurdaki beyanlarını, gerekse varislerinin, hayattaki talebelerinin yaptığı beyanları anlamamakta ısrarcı davranıyorlar. Bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir cesaret, nasıl bir rahatlık anlamak zor. Tek bahaneleri şimdinin gençleri 30-40 sene önceki eserleri bile anlamıyormuş gibi sudan bahaneler. Peki o zaman bizim bildiğimiz ve gittiğimiz nur dersanelerinde sürekli risale dersi yapan, anlayan ve anlatan gençlerin, sizin bahsettiğiniz gençlerle ne gibi farklılıkları vardır ?

Üstad Hazretleri bir talebesine, izah halinde, sadeleştirilmiş halde yazma isteğine binaen, "altına da kendi ismini yazarsın" mealinde söylemesine rağmen, siz neden sadeleştirdiğiniz eserin altına imzanızı atmıyorsunuz ? Benim aklıma bi sebeb geliyor tabi. Mesela altına sadeleştiren kişinin imzası konulsa, eserin ismi de Lem'alar değilde "parıltılar" olsa, ya da Sözler değil de "sözlerim" olsa herhalde tahmin ettiğiniz ilgiyi ve umduğunuz talebi bulamayacaksınız. E madem sadeleştiriyorsunuz, her yerini sadeleştirin. Ve üstüne Lem'alar, Sözler, altına da Bediüzzaman yazıp, Onun asla tasvip etmediği birşeyi yapmayın.


Risale-i Nurları sadeleştirmek;

En başta eser sahibine ihanettir, çünkü O r.a. bunu tasvip etmiyor. O yetkiyi de kimseye vermemiş.

Varislerine ihanettir, çünkü onlar da tasvip etmiyor.

O nurlu cümleleri, sönük ve ruhsuz cümleler yığınına çevirmektir. Vesair..


En mühimi de bu cemaatin uhuvvet anlayışını sui istimal ediyorsunuz. Nur camiasının mülayimliğinden fazlasıyla istifade ediyorsunuz.

Ve yapılan iş açık bir şekilde kul hakkına girmektir. Eseri yazan siz değilsiniz, yazarken çekilen zahmetleri siz çekmediniz, ödenen bedellerde bir katkınız yok, sürgün yaşamadınız, asılma tehlikesi yaşamadınız, hapislerde, zindanlarda çürümediniz. Daha bunlar gibi, çekilen binlerce sıkıntı ve musibetlere ortak olmadınız. Şimdi oturduğunuz yerden, hangi hakla, hangi ruhsata binaen, onca zahmetle, en hatarlı dönemlerden, geceleri uykusunu feda eden, malını mülkünü feda eden, mevkiini makamını feda eden, dünyasını feda eden, hatta ahiretini feda eden insanların emekleriyle, zahmetleriyle bugünlere taşınmış eserleri, tahrif edip bozuyorsunuz ?

O kadar insanın hakkını hukunu ödemeye cesaretiniz var mı ? Mashşerde karşı karşıya gelmekten korkmuyor musunuz ? bu hakları çiğnerken vicdanınız sızlamıyor mu ?

Çanakkale imanın zaferiydi, baktılar karşımızdaki insan gücünden ziyade imanın gücüdür. Durumu anladılar, taktik değiştirdiler, imana saldırdılar. Kur'anı elimizden alıp, mealiyle yarım yamalak, fitne fesatlı bilgileriyle, dinimizi hurafeye çevirip, emellerine kavuştular bir nebze. Anladılar ki, müslümanı yenmek için büyük bir orduyla değil, birkaç bozguncuyla cepheye çıkmak lazım.

Sonra 28 Şubat ve diğer darbe dönemlerinde başörtüsü ve dini sembollerin önüne set kurmaya çalıştılar, engelleme çabasına girdiler. İkna odaları, tehditler, okuma hakkını elinden alma gibi yolları denediler. Mukabilinde büyük bir tepki ile karşılaştılar. Anladılar ki bu iş zorla olmıyacak. Moda derken, şal, derken, pantolon, makyaj vs. derken bugün herkesin malumu olan ucube bir tesettür tipine soktular nisaları. (Öyle olmayanları tenzih ederiz.) Böyle bir işi başarmak için, rektörün, siyasetçinin, darbenin ve diğer baskıcı unsurların çözüm olmadığını gördüler. Öyle bir orduya bedel, moda reklamlarıyla, dizilere çıkardıkları model tesettürlülerle, tesettür içinde tesettürsüz cicili bicili görüntülerle, işi bugünkü boyutlarına getirdiler. Demekki zor değilmiş. Tesettürün karşısında olanlar neredeyse tesettürü emredecek hale geldiler.

Bugün aynı şey Risale-i Nurlar üzerinde deneniyor. Yıllarca o kadar zulüm, baskı, tehditlere rağmen bu hizmeti durduramadılar ve bu şekilde durduramayacaklarını anladılar. En nihayetinde masumane görüntü altında, sadeleştirme meselesi çıktı karşımıza. Eğer siz bu işi masumane yapıyorsanız, bundan zevk alan yılanların çirkin arzularına hizmet etmekte olduğunuz defalarca bildirildiği halde, bu işten vazgeçmeniz gerekmez mi ? Yoksa bilinçli bir şekilde mi işi bozgunculuk ve tahrif olanlara yardım etmektesiniz ?

İster bilerek, ister bilmeyerek yapın (ki bunun mazereti yok, çünkü defalarca uyarıldınız) , tahrif için çalışan kalemlerinizi Allaha havale ediyoruz..

İnşaallah hiçbir ücret ödemeden malum kitaplardan temin edebilirsem, onların aslından ne kadar uzak olduğunu, Risale-i Nurla alakası olmadığını örnekleriyle, Cenab-ı Mevlam nasib ederse, elimden geldiğince burada paylaşmaya çalışacağım.

Allah yardımcımız olsun, hakkı hak bilenlerden, batılı da batıl bilenlerden eylesin cümlemizi, amin.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Hüseyni Kardeşim Allah razı olsun, bu konuya kesinlikle duyarsız kalmamak lazım. Ali İhsan ağabeyin dediği gibi eli kalem tutan herkesin bu konuda yazması lazım. Bu yapılan hata Risalelere karşı büyük bir tecavüzdür...

En önce insanın aklına bu konuyu okuduktan sonra şöyle bir soru geliyor? Bu kadar ihtar, ikaz ve şiddetli itirazlara rağmen niçin bu yolda gidiliyor? Evet gerçekten anlamak mümkün değil, çünkü bunu yapanlar hariçten değil dahilden... Acaba öyle mi? Evet zahiren dahilden fakat enaniyetleri okşanmış dahilde bir kaç akılsızın, hariçtekilerin oyununa gelmesinden kaynaklanmaktadır.

Buna dair hazırlayacağım bir yazıyı yakında sunacağım.

Gel gelelim niçin bu kadar ısrarcı olduklarına... Evet burası ehemmiyetle dikkat-i nazara alınması gerekir. Çünkü bu işi koordine eden yani üstlenen şahsın manevi rütbesinden dolayıdır. Bütün mesuliyeti üzerine almıştır. Bildiğimiz gibi bu şahıs ABD'de yaşamaktadır. Mustafa Sungur Ağabey, bu şahsın başta hizmetine taraftar gözüyle bakmakta iken, bu menhus işe girişmesinden sonra bu taraftarlığından vazgeçmiş olduğu bilinmektedir. Ne enteresandır ki Mustafa Sungur ağabeyin o kadar şiddetli ikazlarına ve "bunu yananların elleri ayakları kırılsın" diye şiddetli bedduasına kulak asmayan fakat vefatında sonra pişkin pişkin taziye gönderen.... neyse....


Talebelerinden birisinin ağzından duyduğum yalanlar ise tam anlamıyla bir faciadır. Bu yalanı kim ve nasıl uydurdu bilmiyorum ama onlar şöyle diyorlar. Üstadın ileride gelecek zat diye haber verdiği şahsın ABD'deki hoca olduğunu, bu hocanın ise sadeleştirmeyi bütün mesuliyetiyle üzerine aldığını, bu işin istişare ile yapıldığını -ki bu tam anlamıyla bir yalandır- alem-i gaybda sadeleştirilmiş eserleri gördüğü -ki buna ancak ahmak olan inanır- abilerin yani varis talebelerinin ikazlarını ise saygıyla karşıladıklarını, bu sadeleştirme işinden vazgeçmeyecelerini, vs. vs. bahsetti.

Buradan bütün nur sevdalılarına sesleniyorum. Lütfen bu menhus fikrin sahibi olan ve bu fikri neşredip Risalelere dinsizlerin yapamadığı tecavüzü yapan bu fikriyata karşı elinizden gelen her şeyi yazın.... Korkmayın.... Madem ki bunlar üstaddan ve risale-i Nur'dan korkmuyorlar, biz niye korkuyoruz ki.... Uhuvvete zarar mı gelir düşünüyorsunuz, bence risalelere gelen zarardan daha ileri değildir.
 

ASHAB-I BEDR

Well-known member
Risalelerin, bugünün insanının anlayabileceği, lezzet alabileceği bir dile çevrilmesi fikrine nasıl bakarsınız? Çünkü İngilizce okuyanlar daha rahat anlıyor. Böyle bir şeyi teşvik eder misiniz?
a12042.jpg


Hayatını bu işe vermiş, "Benim hayatımın gayesi budur" demiş insanlar var. Bunların düşüncelerine saygılı olmaya bağlı zannediyorum. Ben bu mevzuyla alakalı bir anekdot arz edeyim.

Merhum Necip Fazıl'ı Kırklareli'ne konferansa çağırmıştık. O zaman orada vaizdim. Kendisine talebelik yapanlarla gelmişti. Onu arabasına koyup getiren arkadaş daha ziyade Nur'lardan istifade etmiş, Bediüzzaman Hazretleri'ne saygı duyan bir arkadaştı. Gelirken onun hali, tavırları, davranışları da Üstad Necip Fazıl'a çok tesir etmiş. Ondan takdirle bahsetti orada. Akşam bir yemekte de beraber bulunduk. Güzel şeyler konuşuldu. Ben saygımı ifade ettim. Necip Fazıl bana dedi ki: -ben bunu kemal-i samimiyetle itiraf ediyorum- "Bediüzzaman, Sultanahmet'in mimarı gibi büyük bir adamdır. Bu büyük insanın büyük düşünceleri var. Fakat köprünün altında, dubalarda yaşayan insanlar var. Bunlar Bediüzzaman'ı, bu büyük mimarın sözlerini anlamazlar. Bana müsaade edilse de o dubalarda yaşayan insanların diline göre onu sadeleştirsem." Ben burada Necip Fazıl'ın tevazuunu ve mahviyetini görüyorum. Ona kendi tabirimle "Üstadım bu mesele beni aşar. O büyük zata birinci safta hizmet etmiş, kitaplarını yazmış, istinsah etmiş, basmış, dağıtmış insanlar vardır. Bu mevzuda söz onlarındır. Bana sadece bir elçilik düşer. Bu elçiliği yaparım." dedim. Çok yumuşamıştı. Hatta Büyük Doğu'nun üst üste iki sayısında yazdı. Bu yazıları bizim arkadaşlarımız sorguladılar. Üstad için ölebilecek çok vefalı birisi, sorguladı.

Hoşlanmadı yani.

Hoşlanmadı. Sonra bizim rahmetli Bekir Berk Bey geldi. Necip Fazıl'ı kastederek bana dedi ki, "Keçeli ne yaptınız, adamı fethetmişsiniz? Sen kitap vaat etmişsin ona. Külliyatı verecekmişsin. Gel ver." Ben de İstanbul'a kitapları vermeye gittim. O gün evinde beraber yemek yediğimiz arkadaş da vardı. Fakat bizim gibi düşünmeyen, benim de hatırını kıramayacağım birisi beni çağırdı. Oldukça ciddi itap etti. "Bu kitaplar böyle isteyene uluorta verilmez. O kim oluyor sadeleştirecek?" dedi. Ben de haşlandım orada. Sonra Bekir Berk'e "Abi beni mahvettin. Söz verdim bu işi yapmaya. Buraya geldim, hışma uğradım." dedim. O da "Kardeşim bizim aklımız her şeye ermez. Onlar bilirler." dedi. Bu sözleri söyleyen kişiye onun da saygısı vardı. Öyle geçiştirdi meseleyi.

Çok dar görüşlülük. Öyle değil mi?

Ben artık vefat etmiş, çok önemli hizmetler etmiş o zat hakkında öyle düşünmek istemiyorum. Fakat keşke öyle olmasaydı. Necip Fazıl gibi belli kredisi olan bir insan tarafından onun kendisine has üslubuyla, kendisini sevenlerle olabilirdi o gün. Geç kalındı. Haddim olmayarak, korkarak, titreyerek bazı parçaları kendi kırık dökük cümlelerimle bir mecmuada biraz sadeleştirdim. İktibaslar halinde bir kitap olarak da çıktı. O zaman da o eserlere öyle bağlanan, öyle inanan, öyle olmasında bir kudsiyet gören birisi bir yazı yazdı. O duygulara da saygılı davranırım. Ben de ona karşılık "İnkisar" diye bir yazı yazdım. Fakat çok vefalı bir şekilde, "Siz yeise düşmezsiniz, inkisar yaşamazsınız" diye bana bir mektup yazdı. Ben de o sadeleştirmeyi bıraktım. Kalbin Zümrüt Tepeleri diye hiç olmazsa yanlış anlaşılan tasavvufu, günümüzde ehl-i sünnet ve'l-cemaat anlayışı içinde ifade etmeye çalışayım dedim. Baştan öyle kafamda oluşturduğum bir kurgu ve proje yoktu. Sonra arkadaşlar dediler ki: "Devam etsin. İyi oluyor. Gelecek nesiller adına önemli. Bazen su-i istimal edilen bir meslek hakkında Sünni çerçevede yoruma tabi tutuluyor, iyi bir şey olur." Bir de öyle bir macera yaşadık. Ben kendim iki defa zılgıt yedim.

Daha sonra başka yayınevleri Sözler'i, sadece kelimeleri altına koymak suretiyle bir kolaylaştırmaya gidebildiler. Şimdi kimse bir şey demiyor; fakat işin doğrusu bize göre, onu çok okuyanlara göre olmasa da, bazı muğlak ifadeleri, orijinal tespitleri herkes doğrudan doğruya okurken hemen anlayabilse çok güzel olur. Sizin sadeleştirme düşüncenize iştirak ediyorum. Fakat benim dar aklım anlamıyor mu acaba? Anlamadığım bir şey mi var acaba, diye kendi kendime de soruyorum.

Size bir hatıramı anlatmak istiyorum. Aynı mülahazalarla bazı kısımlar sadeleştirilerek Şule Dergisi'nde neşrediliyordu. Konya'da bulunuyordum. O ayın mecmuasını alayım diye bir kitapçıya girdim. İslamî konularla ilgili görünmeyen bir kız geldi. Heyecanla "Şule geldi mi?" dedi. Gözlerim doldu. Fakat bazıları "Neden sadeleştiriliyor, bu tahrif oluyor." dediler. Onlara da bu mülahazalarında, bütün bütün yanlış yapıyorlar demiyorum. Fakat acaba bu büyük zatın, çağın düşünce mimarının eserleri, ifadesi ve üslubu güzel birisi tarafından herkesin anlayabileceği bir dille sadeleştirilemez mi? İngilizceye çevrildi İngiltere'de okunuyor. İngilizceden İspanyolcaya çevirdiler. Arjantin'de okunuyor, Brezilya'da okunuyor. Almancaya çevirdiler, Almanya'da öyle okunuyor. Hatta Uzak Doğu dillerine çevriliyor. Koreceye çevirmişler.

Herkes istifade ediyor. Fakat esas kaynağı Bediüzzaman'ın yetiştiği yer. O, toplumun psikolojisini çok iyi biliyor. O toplum da onun ifade ettiği şeyleri çok iyi anlar. Yabancı değildi onlara. Ama bir dil meselesi. Acaba olsaydı ne olurdu? Risale-i Nur'lara temerrüd edenler zaten temerrüd ediyorlar. Onu duydukları zaman hezeyana giriyorlar.

Bu eserler kimsenin tekelinde değil ki... Niye bazılarının sözünün dinlenmesi gerekiyor?

Kim bilir belki de bizim bir zaafımız. Bu hoşgörü mülahazasına tamamen motive olmuşuz. Bütün dünyada hoşgörü ararken yakın durduğumuz, çok meseleleri paylaştığımız, aynı kaynaktan istifade ettiğimiz arkadaşları darıltmak, kırmak, küstürmek... Hoşgörü diyorsun kendi arkadaşlarını niye kırıyorsun? Acaba böyle bir şeyin tesirinde miyiz? Yoksa saygı manasını yanlış mı anlıyoruz? Ayrı gayrı bir şey mi yapıyoruz? Yoksa telif hakkına saygı icabı mı yapmamak gerekiyor gibi kim bilir bilemediğim bazı mülahazalara takılıyoruz. Tabii ben öyle bir şey yapmaya cesaret edemem. Hem öyle bir şeyi ifade etmeyi beceremem, itiraf etmeliyim. Dili çok iyi kullanan engin birisinin, biriyle müşterek bu işi yapmasında hiçbir mahzur yok. Zaten alıntılarımızda hep aynı şeyi yapıyoruz.
Kimin tekelinde? Bana bir isim söyler misiniz?

Bir şahsın tekelinde diyemeyeceğim. Öteden beri naşirleri var. Benim çok sevdiğim, bu eğitim faaliyetlerine de saygılı bir zatla bir gün namaz kılmıştık. Zannediyorum namazı da ben kıldırmıştım. Bana dedi ki "Kardeşim, Üstad Hazretleri'nin çok gönlü yoktu değiştirilmesinde. Üstad Hazretleri'nin söylediği bazı sözler var ki, sehl-i mümtenidir, zor söylenir onlar." Şu misali verdi bana: "Şu kainat mescid-i kebirinde Kur'an kainatı okuyor. Onu dinleyelim. Vird-i zeban edelim. Mesela bu söz çok güzel. Başkaları bunu alıp değiştirerek, 'Kainat mescid-i kebirinde Kur'an okunuyor. Onu dinleyelim.' derse olmaz. Zayıf düşüyor bu. Esas Kur'an kainat mescid-i kebirinde kainatı okuyor. Kur'an, kainatı okuyan bir kitaptır. Böyle zor söylenen sözler değiştirilirse acaba bu derinlik kalır mı?" Ben de işin doğrusu, sesimi kestim. Yani vicdanı bu mevzuda rahat etmezdi. Evet tamam tatmin oldum deme başka mesele, insanların hissiyatlarına saygılı olma başka bir meseledir. Fakat düşüncelerinize ben aynen iştirak ediyorum. Keşke cesur birisi çıksa, hiç kimsenin gönlünü kırmadan herkesin anlayacağı bir dilde sadeleştirse. Mesela bir Yirmi Beşinci Söz var. Hatta onun sadece ayetlerle işaret edip geçtiği şeyler var. Onların biraz daha açılarak neşredilmesi bence fütuhat olur. Diyebilirim ki Kur'an-ı Kerim'i o ölçüde ifade etme şimdiye kadar kimseye müyesser olmamıştır.

Beyin fırtınası yapmanın öneminden söz ettiniz misafirlerinizle yaptığınız sohbette. Şöyle bir eleştiri getireceğim. Burada bir beyin fırtınası olmuyor. Kimse size aykırı bir görüş ileri sürmüyor. Genelde sessizlik içinde dinleniliyorsunuz. Fikirlerin çarpışması değil de, kabul etme durumu var. İster miydiniz farklı fikirler, fırtınalar çıksın, demokrat bir tartışma ortamı olsun? Sanki birey olmayı baskılayan bir şey var burada.

Arkadaşların bazıları büyük ölçüde belki saygılarının tesirinde kendilerini her zaman ifade etmek istemiyorlar. İfadeden biraz geri duruyorlar. Fakat sizin arzu ettiğiniz şekildeki anlar da az değildir. Çok konuşuluyor, düşüncelerini ifade ediyorlar. Belki bazen utanıyorlar veya 'onun düşüncesine muhalif bir beyanda bulunduk' diye üzüldükleri de oluyor; ama ben hep arkadaşlara telkin ediyorum. Ebu Hanife hep meseleleri müzakere ediyordu talebeleriyle. Bir karara varılıyordu. Bazen onun görüşü istikametinde oluyordu. Bazen Ebu Yusuf'un, bazen İmam Muhammed'in, bazen Şeybani'nin. Bazen Ebu Hanife'nin görüşü istikametinde bir karar alınıyordu; ama sonradan diyordu ki: "Ben kaynakları bir kez daha gözden geçirdim. Benim değil sizin dediğiniz doğruymuş." Bunları da görüşüyoruz arkadaşlarla. Teslimiyetçi bir ruhla illa falan hep doğru konuşur demeyelim diye.

Kendi kendime de sorguluyorum, bunlar yanlış olabilir diye. Benim yorumlarım, şahsi yorumlarım. Bunlara katılmayabilirsiniz. Ama bazı şeyler var ki, bunlar doğruysa kitap ve sünnetle müeyyedse ille de beyin fırtınası yapacağım diye yok yere bir fırtına çıkarmanın da manası yoktur.

Yani şöyle bir tehlike sezer misiniz? Tamam, bir yere ait olmanın olumlu yanları var; ama kişisel özellikleri törpüleyen, baskılayan, birey olma kültürünü zayıflatan bir yanı da yok mu?

Mutlaka tesiri vardır. Saygı duyup saygının altında ezilme söz konusu olabilir, fakat her zaman olan şeylerden değildir. Bunu hepimizin beraber çözmemiz lazım. Ebu Hanife gibi o mevzuda öyle bir ufkum yok. Ancak arkadaşlar da düşüncelerini rahatlıkla ifade etmeliler. Bu, televizyonlarda olduğu gibi tartışma şeklinde değil de eskilerin va'z ettikleri bir ilim var; münazara ilmi. Yani edebe muvafık şekilde, her meseleyi birbirimize karşı saygıyı koruyarak açık müzakere edebiliriz. "Müsademe-i efkardan barika-yı hakikat doğar." Bu da olur zamanla zannediyorum. Şu anda da burada herkes düşüncesini çok rahatlıkla ortaya koyuyor. Doğruysa hüsnü kabul görüyor. Münakaşası yapılabilir bu meselenin; fakat öyle bir darlık olduğu da söylenemez. Misafirlerin yanında biraz da böyle karışık havada şerareler meydana getirmeyelim diye...

Ama genelde topluluk ruhunun bir psikolojisi vardır. Herkes birbirine benzemek ister. Aykırı olmak pek teşvik edilmez. Okullarda böyledir, partilerde böyledir.

Bir Türk terbiyesi. Bu kültürde var. Siz de düşüncelerinizi beyan edin dediğinizde bu defa, hiçbir bilgiye dayanmayan, avam ifadesiyle ipe sapa gelmeyen, sırf bir şey konuşmak için konuşmaya başlar. Bir de burada sizin şahit olduğunuz süre zarfında zannediyorum yazılmış, çizilmiş, üzerinde başka büyüklerin mutabakata vardıkları şeyler konuşuldu. Onlar da bunlara bir şey demiyorlar. Biraz kaynaklara, konuşana saygı olabilir.


Fethullah Gülen Web Sitesi - Necip Fazıl, Risale-i Nur'ları Sadeleştirmek İstedi
 

Huseyni

Müdavim
Sadeleştirme mevzusu cemaatleri karşı karşıya getirmiş durumda. Hiçbirşeyin hatırı olmasa, bu vahim durumdan ötürü yine vazgeçmek gerekirdi bu tahrifattan. Madem anlaşılmadığı söyleniyor, anlaşılsın isteniyor, o halde dershanelerdeki bütün mesaiyi bunun üzerine yoğunlaştırmak, bundan daha verimli ve faideli olmaz mı ? Ben çok bilmiyorum, fakat şu sorunun cevabını merak ediyorum: Dershanelerde, Risale-i nur'a, onun anlaşılmasına, mütalaasına ayrılan süre ne kadardır ? Bu yönde de bir çalışma mevcut mu ? Mevcut değilse, sadeleştirme dediğiniz şey, işin kolayına kaçmak olmaz mı ve ehl-i imanı tahrik ederek, birbirine düşürmeye bir yol açmaz mı ?
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Sadeleştirme mevzusu cemaatleri karşı karşıya getirmiş durumda. Hiçbirşeyin hatırı olmasa, bu vahim durumdan ötürü yine vazgeçmek gerekirdi bu tahrifattan. Madem anlaşılmadığı söyleniyor, anlaşılsın isteniyor, o halde dershanelerdeki bütün mesaiyi bunun üzerine yoğunlaştırmak, bundan daha verimli ve faideli olmaz mı ? Ben çok bilmiyorum, fakat şu sorunun cevabını merak ediyorum: Dershanelerde, Risale-i nur'a, onun anlaşılmasına, mütalaasına ayrılan süre ne kadardır ? Bu yönde de bir çalışma mevcut mu ? Mevcut değilse, sadeleştirme dediğiniz şey, işin kolayına kaçmak olmaz mı ve ehl-i imanı tahrik ederek, birbirine düşürmeye bir yol açmaz mı ?

Anlaşılmıyor bahanesinin arkasına sığınanların samimiyetlerinden mutlak şüphe aranır. Ve bu bahane ile böylesine eserleri müellifinin gerekli telkinatlarının olmasına rağmen görmezden gelmek müellifini ve varislerini hiçe saymaktır. Madem onlar hiçe sayıyorlar bizde onları hiçe sayıyoruz ve ahirete kadar Allahın Gazabı üzerlerine olsun..
 

teblið

Vefasýz
Ne hikmetse son zamanlarda şimdide bu moda oldu ne garip!!!

Risalei Nur şerh edilir, sözlükçe kullanılır, ama dilinin sadeleştirlmesi, bizzat üstadın hassasiyet göstermesi (zira üstad ilhamla yazıldığını ifade ettiğinden lafzada önem veriyor) ve islami ist,lahların sadeleşmeye imkan vermemesi gibi sebeblerle

sadleştirme yanlış ve vahim bir hatadır..
 

Huseyni

Müdavim
Bu konuda söylenecek çok söz var. Sadeleştirme düşüncesi ve fiili kabul edilemez birşey.

Maksat Risalelerin anlaşılması ise, Hocaefendi cemaatinin heryerde yurtları var, düzenli olarak yaptıkları sohbetler var. Önce buralardan bir başlamak lazım. Madem talebe yetiştiriyorsunuz, o talebeler zaten yetişmek için ve eğitilmek için var. Önce onlara Risale-i Nuru bir hayat dersi olarak verin, sağlam bir talebe grubu oluşturun. O talebeler zaten Risale-i Nur'un eğitimini tam almış olarak tahsilini bitirdiklerinde, sadeleştirme dediğiniz şeye hiç ihtiyaç kalmayacak..

Saniyen; Türkiyenin en büyük 2 basın organını elinizde bulunduruyorsunuz. Hatta Avrupada da kanallarınız yayın yapıyor, gazeteniz basılıyor. Türkiye'de 1 milyona yakın gazete aboneniz var..Yine televizyonunuz her anda en az yüzbinlerce kişi tarafından izleniyor. Allah cc. elinize nimet diye bunları vermiş. Nur cemaatinden başka bir gazetenin tirajı 10 binlerde bile neredeyse yok. Siyasi görüşünü bir yana bıraktığımızda, gazetenin geneli Risale-i Nurla alakalı. Hemen her sayfasında Risalelerden ve şerhlerinden ve izahlarından bulmak mümkün. 10 bin kişinin okuduğu gazete bunları yapıyor da sizin, milyon satan gazetenizde, neden Risale-i Nura ayrılmış 1 sayfanız bile yok ?

Dost tv 7/24 Kur'an, hadis, risale şerhleri, izahları üzerine yayın yapıyor, sizin televizyonlarınızla kıyaslanmayacak kadar az izleyicisi var belki. Sizin tv lerinizde milyonlarca izleyicisi olduğu halde neden 1 saat Risale-i Nur dersi yok ?

Dünyaya hitap edecek kapasitedeki basın organlarınızda, Risale-i Nur'lara 1 sayfa, 1 saat yer ayırmıyacaksanız, böyle bir derdiniz yok ise, sadeleştirmede neyin nesi ? Size mi kaldı. Derdiniz Risale-i Nur'u anlatmaksa ve samimi iseniz, önce bu vasıtaları neden kullanmıyorsunuz ? Reyting korkunuz varsa eğer, şu yaptığınızla da Risale-i Nur cemaatinin reytingini kaybediyorsunuz. Ehl-i dünyanın reytinginden çok daha ehemmiyetlidir, haberiniz ola..

Bu eserler sadeleştirilecekse eğer, o hakkı önce çilesini çekenler ve bu konuda ehliyeti olanlar sadeleştirecek.

Tarihe bir alimin eserlerini unutturacak, kötü bir fiili işleyen kişiler olarak geçmekten korkun..Tarih'ten korkmuyorsanız, kul hakkından korkun, Allah'tan korkun..Bu cemaatin ahını almaktan -ki aldınız- korkun.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Bu bir ittiham değil, gerçeğin aynısıdır. Pek çok vakıf ağabeyler ile bu meseleyi konuştum ve istişare ettim, genel düşünce bu şahsın yani hocanın bu işi üstlendiği ve bütün mesuliyeti üzerine aldığıdır. Sebebi ise daha sonra bu konuda bir yazı hazırlayacağım orada geniş olarak bahsedeceğimden şimdilik kısa kesiyorum.
Hem üstadın hayatta olan varis talebeleri de aynı şeyleri söylüyorlar. Bu şahsı defalarca uyardılar, ikaz ettiler fakat bu şahıs çıkıp en ufak bir cevap verme nezaketinde bile bulunamadı. Bu işi yapan kim olursa olsun nurlara ihanet etmiştir ve bu işi yapanları asla tasvip etmiyoruz. Kim olursa olsun.... Manevi makamı bizi alakadar etmez ama nurlara yaptığı ihanet bizi alakadar eder.
Ayrıca şundan bundan duymak dediğiniz şey ise başta vakıflar ve ömrünü bu işe adayanlardandır. Sokakta gezenden duyduklarım değildir yani...
Ayrıca şunu da peşinen söyleyeyim, bu iş devam ettikçe daha çok menfi fakat haklı yazılarımı bulacaksınız. Bu işte hatıra gönüle bakılmaz. Risalelere ihanet öyle yenilir yutulur cinsten değildir. Vefat eden Mustafa Sungur ağabeyin dahi bu sadeleştirme ihaneti yüzünden o şahsın hizmetine soğuk baktığı bilinmektedir.
Selam ve dua ile.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Huseyni

Müdavim
1. Kur’an’ın yüzlerce meali yapılmıştır ve bu mealler -sadeleştirmeye karşı olan yazarın meali de dahil- onun yüzlerce mana tabakalarının anlaşılmasına ayrı ayrı hizmet etmektedir. Risale-i Nur müellifi “Kur’anın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’anın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez” demektedir ama bu,“meal yazılmasın,yazılamaz” demek değildir. Hiç kimse de bu mealler yazılınca Kur’an tahrif ediliyor,manası yozlaştırılıyor diye ortalığı velveleye vermemiştir,vermemektedir.

iftiralar.org'dan alıntı..


Sevgili kardeşim, Kur'an mealiyle sadeleştirmeyi birbirine karıştırmayalım. Kur'an meali dediğiniz şey (tefsir haricindekiler); Kur'an'ın orjinalinin unutturulmasından sonra peyda olan anlatımlardır. Şöyle de diyebiliriz..Yaklaşık 100-150 yıl önce bu ülkede, Kur'an'ı arapçasından (yani orjinalinden) okuyan biri Onu anlayabilirdi. Dolayısıyla mealede ihtiyaç yoktu. Zaten İmam-ı Rabbani k.s.meali, Mevlana Celaleddin ks. meali diye birşey bundan dolayı yok. Onlarınki tefsirdir. Ayetleri bulundukları zamanın ihtiyacına göre yorumlamışlardır. Yani bugünkü meal dediğiniz şeyden çok farklı birşeydir.

Ne zaman ki Kur'anın dili bu ülkenin insanlarına unutturuldu, ondan sonra meal ihtiyaç haline geldi. Çünkü hiç bilmediğin bir dili anlamak içn meale ihtiyaç duymak, çok normal olsa gerek. O yüzden kimse onu Kur'anın orjinali yerine koyup yaygara koparmaz, ortalığı velveleye vermez.

Elinde mealle dolaşan bir arap görülmüş mü ? Biz neden elimizde Türkçe olarak telif edilen Risale-i Nur varken, elimizde Onun mealiyle dolaşalım, onu okuyalım ?

Üstad Hazretleri yıllarca bu eserleri kaleme aldı. Asıl dilimiz olan Arapça ile bugünkü Türkçe arasında muazzam bir köprü kurdu. Risalelerin içinde arapçadan gelen kelimelerle günümüz Türkçesinin kelimeleri bir arada ve düzenli bir okumayla, o bilmediğiniz arada geçen kelimeleri kısa zamanda öğrenebilirsiniz, ya da öğrenilebilir.. Aksi halde sadeleştirmeye katkıda bulunmakla, zamanında dilimizin unutulmasına çalışanların ve muvaffakta olanların yaptığı gibi bir fiili işlemiş olursunuz..
 

Huseyni

Müdavim
2. Hadislerin de yine yüzlerce çeşit tercümeleri vardır. Daha da önemlisi Bediüzzaman Hazretleri bazı hadisleri mota mot değil mana itibariyle aktarmıştır ve bunun caiz olduğunu da şöyle ifade etmiştir:Şu risalede çok ehadis-i şerife nakletmişim. Yanımda kütüb-ü hadisiye bulunmuyor. Yazdığım hadislerin lafzında yanlışım varsa,ya tashih edilsin veyahut “hadis-i bi’l-mana” denilsin. Çünkü kavl-i racih odur ki,“Nakl-i hadis-i bi’l-mana caizdir.” Yani hadisin yalnız manasını ele alıp,lafzını kendi zikreder. Mâdem öyledir;lafzında yanlışım varsa,hadis-i bi’l-mana nazarıyla bakılsın.” Aslında tek başına şu ifadeler sadeleştirmeye delil olmaya yeter de artar bile.

iftiralar.org dan alıntı..


Üstad Hazretleri'nin yanında Hadis kitapları olmadığı halde, hadisleri bilmana olarak vermesi, sadeleştirmeye nasıl delil olmaya yetiyor, hatta yetmiyor bir de artıyor ? Onun hayatı ile kendi hayatınızı aynı kefeye mi koyuyorsunuz ?

Kütüphanelerin içinde boğulacaksınız,
mazeretiniz yok,
Risale-i Nur'lar orjinaliyle yanıbaşınızda duruyor,
sürgünde değişsiniz,
zindan da değilsiniz,
dahası Üstad gibi bir zekaya da malik değilsiniz..

Buna rağmen yanıbaşınızda duran orjinal eseri kafanıza göre yazma gayretindesiniz. Bu nasıl delil kardeşim..? Bu cümleden delil manasını çıkarmakla şunu mu demek istiyorsunuz ? "Biz bu eserlerin aslını şu an yanımızda bulamadık, orjinaline ulaşmak zor, bu tür eserleri taşımak, okumak kanunen suçtur." Evet böyle bir mazeretiniz mi var ?
 

Huseyni

Müdavim
3. Üstad,Kur’an’ın üslubunun Allah’ın,insan aklına bir “tenezzülü” olduğunu söyler ve bunun nedenini Kur’an hakikatlerinin anlaşılması için kolaylık sağlanması olarak açıklar. İşte o ifadeleri:“Nasıl ki bir çocukla konuşan,kendisini çocuklaştırır ve çocuklar gibi çat-pat ederek konuşur ki,çocuk anlayabilsin. Avâm-ı nâsın fehimlerine göre ifade edilen Kur’ân-ı Kerimin ince hakikatleri,“ettenezzülâtü’l-ilâhiyyeti ilâ ukûli’l-beşer” ile anılmaktadır. Yani,insanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakkın hitâbâtında yaptığı bu tenezzülât-ı İlâhiye,insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlâhî bir okşamadır. Bunun için,müteşabihat denilen Kur’ân-ı Kerimin üslûpları,hakikatlere geçmek için ve en derin incelikleri görmek için,avâm-ı nâsın gözüne bir dürbün veya numaralı birer gözlüktür.” Allah “tenezzül” buyurup insanın seviyesine göre konuşurken bizdeki burnundan kıl aldırmama durumu ne ile izah edilebilir? İşte bakın yine aynı mealde başka bir cümle:“Bütün zamanlarda,bütün insanların maddî ve mânevî ihtiyaçlarını temin için nâzil olan Kur’ân’ın hârikulâde hâiz olduğu câmiiyet ve vüs’atle beraber,tabakat-ı beşerin hissiyatına yaptığı mürâat ve okşamalar,bilhassa en büyük tabakayı teşkil eden avâm-ı nâsın fehmini okşayarak,tevcih-i hitap esnasında yaptığı tenezzülât,Kur’ân’ın kemâl-i belâgatine delil ve bâhir bir burhan olduğu halde,hasta olan nefislerin dalâletine sebep olmuştur. Çünkü,zamanların ihtiyaçları mütehaliftir. İnsanlar fikirce,hisçe,zekâca,gabâvetçe bir değildir. Kur’ân mürşiddir. İrşad umumî oluyor. Bunun için,Kur’ân’ın ifadeleri zamanların ihtiyaçlarına,makamların iktizasına,muhatapların vaziyetlerine göre ayrı ayrı olmuştur. En son ve değişmez mukaddes Kitab,muhataplarının vaziyetlerini dikkate alırken onun tefsirlerinin de evleviyetle muhatapların seviyelerine uygun biçimlerde sunulması gerekmez mi?

iftiralar.org dan alıntı..


Şu cümleye söyleyecek söz bulunur bulunmasına da bu kadar körlemesine bir kıyası aklım almıyor. Çok kısa bir soru soralım o halde. Allah cc. Kur'an'la her tabakanın fehmine göre konuşurken aslından tek bir harf kaybetmiş mi ? Var mı böyle birşey ? 1400 sene önceki Kur'anla bugünkü Kur'an arasında tek bir harf farkı gösterin, biz de bunu sadeleştirmeye delil sayalım.

Orda anlatılmak istenen, Allah madem insanı bu kainatın meyvesi olarak yaratmış, herşeyi direkt ya da dolaylı, insan ve onun amelleri için dizayn etmiş. Cenneti cehennemi insan için yaratmış. Elbette ateşten korunması, rızasına nail olması için onunla konuşacak ve bu konuşma Onun Tur-i Sinada konuştuğu gibi olsa beşer Onu dinlemeye takat getiremeyecekti. Veya sadece havassın anlayacağı şekilde konuşsaydı avamı mes'ul eden birşey olmayacaktı, ya da avam üsluptan sıkılıp ondan kaçacaktı. Bundandırki Kur'an kelamına Üstad tenezzülat-ı ilahiye demiş. Yani insanın anladığı dille ona hitap ediyor. Bu cümleyi bu meseleye delil yapmanız, Risaleleri sadeleştirmemeniz ve buna ehliyetyiniz olmadığını anlamak için yeter hatta artar bile..
 

Huseyni

Müdavim
4. Dil bir araçtır demiştik. Esas maksat iman hakikatlerinin muhtaç gönüllere ulaşmasıdır. Faraza bir genç sadeleştirilmiş risalelerle imanını kurtarsa Bediüzzaman ona “neden orijinal risaleyi okumadın” mı der,yoksa onu bağrına mı basar? Veya sadeleştirmeye karşı olan Ümit Şimşek ve benzeri insanlar üzülür mü sevinir mi? Eğer imanın Risale-i Nur’da anlatılan değerini biliyorsa herhalde sevinirler. Öyleyse sadeleştirmeye de sevinmelidirler.

iftiralar.org dan alıntı..

Evet iman hakikatlerinin gönüllere ulaşması hepimizi sevindirir. Ümit abiyi de sevindirir tahminimce. Ama bunun tek yolu, bir alimin izin vermediği bir eserini bizim deyimimizle tahrif etmek, sizin deyiminizle sadeleştirmek değildir. Bu dediğiniz belki en son yapılacak şeylerdendir. Buraya gelene kadar, önce sohbetlerinizde, sonra tvlerinizde, sonra gazetelerinizde, yurtlarınızda Risale-i Nurları ilk sıraya koyun, sonra "bunları denedik, olmadı, biz de sadeleştirmeye karar verdik" demeye az da ola bir hak kazanabilirsiniz belki..

20 yıl önce konuşulan dil ile bugün konuşulan dil arasında çok fazla bir fark yok. Bakın bakalım, Risale-i Nur'un orjinaline sadık kalanlar 20 senede nerelere ulaşmışlar, kimlere Risaleleri duyurmuşlar. Bu hizmet bugüne kadar sadeleştirmeden geldi de şimdiden sonra mı sadeleştirme ihtiyaç oldu ? Demekki ihlasla davaya sahip çıkınca neşvü nema mümkün oluyormuş. Hem sırran tenevverat diyor Üstad. O kısımları okuyun, sadeleştirmeden hidayete nasıl vesile olunuyormuş görün.
 

Huseyni

Müdavim
5. Bediüzzaman Hazretleri bütün tefsirlerin Kur’an-ı Kerim’i anlamaya birer vasıta olduğunu ifade ederken şöyle diyor:“Müçtehidînin kitapları vesile gibi,cam gibi Kur’ân’ı göstermeli;yoksa vekil,gölge olmamalı. … Meselâ,bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit,Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil.” Bir insan Risale-i Nur’a bakıp içindeki Kur’an hakikatlerini anlamaya çalışırken dilini ağır buluyorsa ona kolaylık olsun diye günümüz Türkçesine göre sadeleştirilmiş bir metin vermek neden tahrif olsun? Eğer bu işe tahrif dersek onu Kur’an’a cam/pencere olmaktan çıkarıp perde yapmış olmaz mıyız? Risale-i Nur da,kullandığı dil de “hakikatlere geçmek için” birer vesiledirler. Ama vesile oldukları unutulursa işte o zaman sadeleştirmeye tahrif denilir ve İsrail ile ilişkili bir operasyon olarak bakılır. Kâbe hürmetindeki imanın yerine,çakıl taşlarına temenna edilir.

iftiralar.org dan alıntı..



Evet kardeşim, çok güzel bir alıntı yapmışsınız ancak o kısmı da yanlış anlamışsınız. Çünkü sadeleştirme dediğiniz şeyle, cam olmak yerine gölge olmayı tercih ediyorsunuz. Ben Risale-i Nur'u sizin anladığınız şekilde anlamak mecburiyetindemiyim ? Evet perde oluyorsunuz, çünkü sizin ya da birkaç kişinin anladığı şekildeki Risale-i Nur'u, herkesin aynı şekilde anlaması gibi bir zorlama yapıyorsunuz. Belki benim veya bir başkasının ufku sizin ufkunuzdan daha açık ve sizin okuduğunuz o kısımdan anladığınızla, benim anladığım veya başkasının anladığı aynı şey değil. O zaman bu istifadeye perde çekmek değilde nedir ? Ki zaten sohbetlerde de bunu sıkça görürüz. Birisi okur anlatır başka birpencere, bir diğeri anlatır başka bir pencere açılır. Bu cümlelerde böyle olduğu gibi, kelimelerde dahi böyledir. O halde çok rica ediyoruz, bu hakikatlere perde olmaktan vazgeçin. İstifadeleri sınırlandırmayın, daraltmayın, kalıba sokmayın..
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Sadeleştirme yanlıları kusura bakmasınlar ama At gibiler gözlüklerini takmışlar ne sağa bakıyorlar ne sola sırf kendilerini hak göstermek adına her seceneğe bir kılıf uydurmuşlar. Kendi kılıfları dahi o kabahatlerini kapatmaya yetmemiş ki kılıfları kendilerine sus seni saklayamıyorum diyor. Kısaca diğer sebeplerinden ziyade bu bahaneleri çok gülünç "Adama derler Risale-i Nurlar size sadeleşerekmi geldide bu hizmetin kıymetini anlayıp Dünyanın Dört bir yanına açılma hissiyatı duydunuz yoksa o engin manalar kafanızda ufuklar mı açtı?"

4. Dil bir araçtır demiştik. Esas maksat iman hakikatlerinin muhtaç gönüllere ulaşmasıdır. Faraza bir genç sadeleştirilmiş risalelerle imanını kurtarsa Bediüzzaman ona “neden orijinal risaleyi okumadın” mı der,yoksa onu bağrına mı basar? Veya sadeleştirmeye karşı olan Ümit Şimşek ve benzeri insanlar üzülür mü sevinir mi? Eğer imanın Risale-i Nur’da anlatılan değerini biliyorsa herhalde sevinirler. Öyleyse sadeleştirmeye de sevinmelidirler.

iftiralar.org dan alıntı..

Evet iman hakikatlerinin gönüllere ulaşması hepimizi sevindirir. Ümit abiyi de sevindirir tahminimce. Ama bunun tek yolu, bir alimin izin vermediği bir eserini bizim deyimimizle tahrif etmek, sizin deyiminizle sadeleştirmek değildir. Bu dediğiniz belki en son yapılacak şeylerdendir. Buraya gelene kadar, önce sohbetlerinizde, sonra tvlerinizde, sonra gazetelerinizde, yurtlarınızda Risale-i Nurları ilk sıraya koyun, sonra "bunları denedik, olmadı, biz de sadeleştirmeye karar verdik" demeye az da ola bir hak kazanabilirsiniz belki..

20 yıl önce konuşulan dil ile bugün konuşulan dil arasında çok fazla bir fark yok. Bakın bakalım, Risale-i Nur'un orjinaline sadık kalanlar 20 senede nerelere ulaşmışlar, kimlere Risaleleri duyurmuşlar. Bu hizmet bugüne kadar sadeleştirmeden geldi de şimdiden sonra mı sadeleştirme ihtiyaç oldu ? Demekki ihlasla davaya sahip çıkınca neşvü nema mümkün oluyormuş. Hem sırran tenevverat diyor Üstad. O kısımları okuyun, sadeleştirmeden hidayete nasıl vesile olunuyormuş görün.

Samimiyetten ve sadakatten yoksunsunuz. En güzel örneği ise cevab vermekten kaçtığınız sorular ve bu sorulardan en basiti olan : neden bu sadeleştirme günahına ilk tanıştığınız gün girişmedinizde bunca zaman bekleyerek sizin mantığınızla bir sürü gencin günahına girdiniz?

Samimi olan kişi kılıf aramaz sorulara samimiyetle cevab verir. Yok ihtiyactı yok bilmem neydi diye saklanmaz. Risale-i Nuru okumadığınız o engin ufuklara çıkamadığınız ne kadar belli. Allah bizleri affetsin bu hak yolundan ayırmasın, huzuru mahşerde Ustadımızın kanatları altında tutsun..
 
Son düzenleme:

Huseyni

Müdavim
Bu süreçte konuştuğumuz şeylerin nefsimizden gelmemesi konusunda itinalı davranalım. Şahsen bende de aynı şeyi görürseniz buyrun eleştirin. Özellikle şahsi kinini ortaya dökmek için fırsat kollayanlara bu süreçte prim vermeyelim. Yani sırf burası için değil, tüm medyada, sosyal paylaşım sitelerinde vs. Konuştuğumuz şey sadeleştirme ve sadece bunu savunmanın peşindeyiz. Meşru dairede bunu yapmaya itina gösterelim. Haklı olarak savunduğumuz davanın içinde, konuyla ilgisi olmayan tartışmaların içine girmek zorunda kalmayalım. Hatta bu işi samimimi yapıyorlar ya da samimi değiller mi..Aslına bakarsanız emarelerden samimi olmadığına dair çok deliller çıkıyor ama yine de şahsen kalp okuyucusu değilim. Samimi olup olmadıkları da beni çok ilgilendirmiyor. Çünkü samimi de olsalar, samimi olmasalar da bizim savunduğumuz şey, Üstad Hazretlerinin bizzat kendi sözleriyle delil gösterdiğimiz ve haklılık payı, sadeleştirenlerinkiyle kıyaslanmayacak kadar doğru olan şeydir. Bu konuda samimilerse ortadaki yüzlerce delili yok saymasınlar, vazgeçsinler. Samimi değillerse Allah'ın da bir hükmü var..Dünya ahiret görürler yaptıkları işin neticesini..
 

Huseyni

Müdavim
6. Dil canlı bir varlıktır. Canlılıkta değişim esastır. “Bu günkü” dil “o günkü” dil değildir. Bu günkü nesil de o günkü nesil değildir. Her zamanın bir hükmü vardır ve”Zaman bir büyük müfessirdir,kaydını izhar etse itiraz edilmez.” Risale-i Nur hakikatlerinin yeni nesillere aktarılmasında dil bir problem ise eğer bu problem sadeleştirmeyle çözülmelidir. Hepimiz dilimizin zenginliğinin korunması ve çocuklarımızın yüksek bir dil ve kültür birikimine sahip olmasını isteriz. Ancak ve ne yazık ki her şey bizim istediğimiz gibi gelişmiyor. Çünkü zaman değişiyor,dil değişiyor,insan değişiyor. İşte bu durumda “ilk kurtarılması gerekenler” esprisi içinde daha önemli olanı önceleme zarureti kendini gösteriyor. Dil kültürün,düşüncenin ve dinin taşıyıcısı olmakla birlikte neticede bir araçtır. Araç,hiçbir zaman amaçla özdeşleştirilemez. Örneğin dil mi önemlidir yoksa din mi veya lisan mı iman mı gibi bir sorunun cevabı,elbette ve tartışmasız din ve iman olmalıdır. İnsanlara “sen bu kitabın dilini anlamıyorsan biz onun dilini senin anlayabileceğin seviyeye indiremeyiz,ne yap et sen o dilin seviyesini çık yoksa başının çaresine bak” demeye hiç kimsenin hakkı yoktur.


iftiralar.org tan alıntı


"
Risale-i Nur hakikatlerinin yeni nesillere aktarılmasında dil bir problem ise eğer bu problem sadeleştirmeyle çözülmelidir."

Dil bir problem ancak sizin bahsettiğiniz şekilde bir problem değil. Ayrıca sadeleştirme bu problemi çözecek bir unsur da değil. Dil problemi, maalesef ki yeni neslin eskimez dille, arasındaki bağın kopmasından kaynaklanan bir problem. Şimdi siz eskimez dili sonradan çıkma kelimelerle sadeleştirerek dil problemini çözeceğinizi mi sanıyorsunuz. Bu dili daha da problem haline getirmek değil midir ? Risale-i Nur daki bir satırlık vecize için şimdinin kelimeleriyle kaç satır yazmayı düşünüyorsunuz ? Ya da şimdiye kadar yazdıklarınız gerçekten o vecizelerdeki derin manaları ifade edebiliyor mu ?

İnsanlar, zamanlar ve dil değiştikçe onları daha da muhafaza etme ihtiyacı duymanız gerekirken, "nasılsa millet baltalamış, bi balta da biz vuralım" mantığıyla hareket ediyorsunuz. İmanların kurtarılması önceliğine gelince, kimse kimseye zorla hidayet edemez. Hidayet bir talep işidir. Onu verecek olan da Allah'tır..Siz sadece bir vesile olabilrsiniz. Bu vesilelik Risale-i Nurları sadeleştirerek değil, onları müsaade edilen şekliyle yaygınlaştırarak olur. Bakın biz burda yapıyoruz, sonra onlarca belki yüzlerce site de benzer çalışmaları bulabilirsiniz. Sizin çalışmalarınız nerde gösterin..Hangi sitenizde, hangi tvnizde hangi gazetenizde, hangi radyonuzda..? Bunlar da bir öncelik değil mi ? Elinizde yıllardan beri bu imkanlar yok mu ? Siz her türlü imkanınıza rağmen göze değer bir çalışma yapmayın, sonra da çıkın "yok efendim anlaşılmıyor, yok efendim iman kurtaracam bu daha önemli" Nerde görülmüş böyle mazeret..Bunu sizin kadar imkanları olmadığı halde bu tür çalışmaları yıllardan beri yapanlar söylese eyvallah, ama sizin genel olarak böyle bir kaygınız, derdiniz olmadı ki, sadeleştirme sizin derdiniz olsun..

Dolayısıyla din iman üzerinden gidip, meseleyi saptırmaya çalışmayın..Allah kimseden gücünün yettiğinden fazlasını istemiyor..İşinizi önce bir usulüyle yapın, neticesini de Allaha bırakın. Daha hiç usül kullanmadan, bu şekilde olmuyor ne demek ? Çocuk mu kandırıyorsunuz ?
 
Üst