Risale-i Nur'u Sadeleştirme üzerine..

yozgati

Well-known member
Risale-i Nur'u Sadeleştirme üzerine..



Ağabeylerimiz Allah onlardan ebeden razı olsun. üstadımıza varis ve sıddık olmalarının iktizası olarak vazifelerini bihakkın eda ettiler.



Dünya imtihan dünyası olmasının iktizasıyla yanlış fikir ve inhiraf her dairede görülebilir.Ehl-i Hak bir fert olarak imtihanlı bir durum nereden gelirse gelsin hakkı hak bilip imtisal etmek batılı batıl bilip içtinab etmek en asli ve vicdani vazifemizdir.



Ben de acizane reyimi ifade etmiş olmak sadedinde bu nurani taifeye refik olmaya çalışacağım.



Hz. Bediüzzamanın "üstad değilim ders arkadaşınızım ben de nurların bir talebesiyim " gibi beyanları azami ihlas ve tevazu-u mutlak ifadeleri olmakla beraber daha öte bir mana ifade etmektedir.Necip üstadımız zaman zaman Nur Erkanlarına “Mal benim değil” ifadelerinde bulunurlarmış.üstadımızdaki Azami ihlas ve tevazu-u mutlak hassaları sebebiyle Vehhabı Zülcelalin tam inayet ve ikramına mazhar olması vesilesiyle Nurların serapa Kur'ani ve Kur'ana mensup birer dersi imani ve islami olmalarının ifadeleridir.



Bu itibarla Risale-i Nurun metninde yapılan bir tasarruf, onun kudsi ve Kur'ana mensup mahiyetini idrak edememek sathiliğinden gelen bir dalalettir. Bu itibarla Kur'anın hukukuna ve Hukullaha cahilane bir tecavüzdür.Bunun bir teyidi de Sikke-i Gaybide Yirmi birinci ayetin beyanında “Risale –i Nurun mertebesi ikinci ve üçüncüde olduğuna işarettir.Vahiy değil ve olamaz.Belki ilham ve istihtaçtır.”Vahyin makamı bindir.Risale-i Nurun 998- 999 dadır buyruluyor.Onuncu Lem'a Şefkat Tokatlarında beyan edilen bir sır ile bu tecavüzün cevabı Nurlarda ifade edilen kaderi kanunla tarafı İlahiden gelecektir.Aklı olan içtinab etmeli , Kalbi ve vicdanı olan titremeli vesselam.



Biri dedi: “Risale nur 60 lisana tercüme edildi diyoruz. Bir de şimdiki gençlerin anlayacağı dilde neşredilse ne zararı var?


El cevap: Evvela semavi mesleklerde ve metinlerde kabulü rabbani keyfiyeti esastır. Bu kabulu rabbani keyfiyetini de biz Nebi Aleyhisselam ve varisi olan zatlardan öğreniriz.



Mesela Risale-i Nur çoğu el yazması altı yüz bin nüsha çoğaltıltıktan sonra mualla üstadımız latince harflerle neşrine ihtara binaen izin verdim buyurmuşlardır. Ikinci bir husus, Risale-I Nur'un neşriyatında da iki şart vardır:



Birincisi: üstadımızın neşrettiği metin ,tarz ve tanzim üzerine aynen neşredilmesidir.


İkinci şartı: Necip üstadımızın tavzif ettiği varis ve naşirlerin neşretmesidir. Bu iki şarttan birisi eksik Olduğu zaman neşriyat korsan neşriyat oluyor. Mustafa Sungur ağabeyimizden bir nakil arzedeyim; üstadımız sabah dersinde Kur'an hattından takip ederdi, latince külliyatın neşrinden sonra bizler latincesinden takip ediyorduk. Yani üstadımızın nazarından geçmiş olmakla feyzin latince eserlere de intikal ettiğini ifade etmişlerdi. Bu mukaddemeye binaen arz ediyoruz ki; Risale-i Nur'un diğer lisanlara tercümesi, o milletten birisinin vasıtasıyla olacağını beyan buyurmuşlar.




Mesela İhsan Kasımi hocamızın Küllliyatı arapcaya tercümesi gibi. Bir de: İspanyolca lisan üzerine tercüme ve hizmet vazifesini Mustafa Sungur ağabeyimiz, İzmir'e vermesi itibariyle bir hatıra arz edelim: internet kayıtlarında vardır, İspanyolcaya tercüme nimeti-uzması da Arjantin'de Vacide ismini alan bir hanımefendiye nasib olmuştur. O hanımefendi tercüme esnasındaki yaşadığı halini şöyle ifade ediyor;“İngilizce metinden bakıp ispanyolca yazıyordum. Sonra baktım daha süratli yazıyorum. Baktım biri söylüyor ben yazıyorum. Sonra baktım, üstad söylüyor ben yazıyorum. Nasıl bir hal içinde olduğumu anlamaya çalıştım.” Demek Kabul var, himmet var dolayısıyla elbette feyiz var, aslı gibi olmasa da.



Gelelim uydurukcaya çevirme, yani sadeleştirme meselesine:

üstadımızın belağat ve talakatta çok mümtaz ve üstadımızın tabiriyle “Nur'un avukatı” buyurdukları Ahmet Feyzi ağabey: “üstadım Risale-i Nurdaki birçok kelimelere şimdiki nesil yabancı kalıyor. Ben gençlik rehberini gençlerin anlayacağı dile çevirsem” demesine mukabil müdebbiri azam üstadımız: “O senin eserin olur, altına kendi imzanı atarsın” buyurmuşlar.



Yani o kapı kapalı. Evvela bu meselede iki mesele var.

Birincisi; Risale-i Nur telif ve neşredildiği tarihte, osmanlıcanın en sade üslubu üzerine telif edilmiştir. O tarihten sonra Türkçe lisanı üzerinde yapılan tahribat yüzünden asli lisandan suikast eseri olarak uzaklaşılmıştır. Her nev'i şeairi ihya ile muvazzaf olan Risale-i Nur'un bu üslup islami ilim dili üzerine mücahedesidir.



İkinci cihet; yukarıda arz edildiği gibi o kapının kapalı olmasıdır. Bu mevzuda yazılacak söylenecek çok şey var, anlayana sivri sinek saz.



Bir defasında ağabeylerin fihrist risalesi üzerinde bir kaç kelimeyi değiştirmelerine mukabil, “titremeliydiniz, ben kalem karıştıramıyorum” buyurmuşlardır.



En mühim husus da, Rab isminin tarifinden çıkar. En kısa ifadesiyle: “Bir nesneyi çekirdek vaziyetinden alıp en münteha kemal noktasına getirmek ile tabir ediliyor”.



Rab isminin herşeyde tecellisi var. Mesela, bebeği doğumundan sonra validesinin sütünün terkibi bebeğin gelişme seyrine göre inkişaf olurmuş. Cenab-ı Erhamürrahimin fertleri toplumları insanları ve bütün mevcudatı Rabb-ı Rahim herbirine kendine has fıtrat ve istidadıyla terbiye ediyor. Bu terbiyede en birinci saik, kaynak vahiy ve vahyin vazifesini yapan külli ilhamlardır. Hususan insan için iman marifet muhabbet-i İlahideki terakki sonsuz olduğundan o kelamlarda bütün o terakkiyata vesile olacak meratip mevcuttur. O nihayetsiz meratibi tazammun eden semavi kaynaklı kelamları hangi fani taklid edecek. Ey nessera minessüreyya. Vesselam.



Duanıza muhtaç kardeşiniz Eyüp Ekmekci​
 

Asabi Adam

New member
Risale-i Nur'un tarzının psikoloji ve bilinçaltına çok ilginç etkileri var. Zafer Akıncı'nın Risale-i Nur'la ilgili söylediklerini bulabilirseniz daha ayrıntılı şeyler görebilirsiniz. Moral FM'in program arşivlerinde olması lazım, Nur Penceresi programlarında büyük ihtimalle, takip etmeyen varsa şiddetle tavsiye edilir.
 

kenz-i mahfi

Sorumlu
Uydurukçaya çevirenler Risale-i Nur'a derin bir rahne açmışlardır. Öyle ki muharriplerin rahatlıkla girebilecekleri, istedikleri gibi kelamı çevirebilecekleri, istedikleri manayı verebilecekleri bir hale getirdiler. Yazık bu yaptıkları amele, Risale-i Nur'a ihanetten nasıl hiç bir rahatsızlık duymuyorlar. Üstadın hatırasına böyle mi sahip çıkacaktınız... Kendileri okuyup anlamaktan aciz olduklarından, sanki millete okutmak sevdasına düştüler... En çok rahatsız olduğum husus ise "anlaşılmıyor" diye yaptıkları ihanettir. E öyleyse bu kadar okuyucusu olan bir kitap anlaşılıyor ki okunuyor, okunuyor ki anlaşılıyor. Şöyle bir ihaneti risalelere yaptılar ya, bunu nasıl telafi edebilirler ki....
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
bu sadeleştrme işinin kabul edilmesi mümkün değildir..o zaman risale olmaz

Kıymetli kardeşim:

Sizi anlamakta zorlanıyorum. Başka bir yerde konu açarak sadeleştirilmiş risalelerin faydasından bahsediyorsunuz burada ise sadeleştirmenin kabul edilmesi mümkün olmadığını ifade ediyorsunuz. Düşüncelerinizi daha net belirtebilir misiniz.
 

yozgati

Well-known member
kardeşim RAHMETLİ BAYRAM YÜKSEL AĞABEY [Üstadımın Vekili] o risale-i nur basan varis olmayan neşriyatlar varya eğer para kazanma hırsı olmasa o varis olmayan neşriyatlar bu işe girmezdi.

bu sade-ce-leştirme hareketini yapan ekip ş.. neşriyat kurdular ve risale-i nurun bazı kısımları keserek yayımladılar. gitsinler hocalarının kitaplarını sadeleştirsinler. Risalemize dokunmasınlar. bazı mektublar yok lahikalarında neden?

okurlar bunları okusun diye. yağı alınmış ayran içirmek istiyorlar.
şuurları ortadan kaldırmak istiyorlar.
bizde o sebeble 3 varis neşriyatı [ENVAR, İHLASNUR, SÖZLER NEŞRİYATLAR] ALMALI OKUMALI HEDİYE ETMELİYİZ.

DEĞİL Mİ?
 

yozgati

Well-known member
Risale-i Nur insanın psikolojisini düzeltir ve zayıf olan psikolojisine kuvvet verir. yeterki biz adam olalım adam olarak Risale-i Nuru okuyalım anlamaya gayret edelim yaşayalım
 

yozgati

Well-known member
Risale-i Nur Dili ve Sadeleştirilme Meselesi

Genelde eserlere, o eserlerin beslendiği kaynakların dili yansır. Risale-i Nur dili için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Risale-i Nur müellifi kimin taliminden geçmişse, kimden ders almışsa, ne ile yoğrulmuşsa, eserlerinde kullandığı dilin de onlardan nebean edip çıkması gayet doğaldır. “Ben Resulü Ekrem’in dersiyle ve Kur’an-ı Hakim’in talimiyle anladım ki”1 diyen Bediüzzaman manen dersinden ve taliminden geçtiği kaynakları açıkça belirtmektedir. Demek ki Risale-i Nur Kur’anî ve Nebevî terminolojiyi kullanmıştır. Risale-i Nur dilinin omurgasını Kur’an’a ve sünnete ait kelime, kavram ve terimler oluşturmaktadır. Çünkü Risale-i Nur’un izah ve ispat ettiği ve üzerinde tahşidat yaptığı ana konular, Kur’an’ın ve Resul-u Ekrem’in de üzerinde en çok durduğu ve bahsettiği tevhid, haşir, nübüvvet, adalet ve ibadet gibi konulardır. Mesela bunlardan “haşir” konusu neredeyse Kur’an’ın üçte birisini teşkil etmektedir. Hz. Peygamber’in de tevhidden sonra en büyük davası haşir ve ahiretin izah ve ispatı olmuştur. Dolayısıyla bu son derece önemli ve derin meselelerin mütekamil anlamda izah ve ispatı ancak o konulara ait kelime ve kavramlarla mümkün olacaktır. Kur’an ve sünnetle hemhal olan Said Nursi’nin düşüncesinde ve yazılmasına vesile olduğu Risale-i Nur dilinin merkezinde bu kavramların yer alması adeta kaçınılmaz olmuştur. Nursi’nin devamlı okuduğu ve özel bir önem atfettiği Cevşenü’l-Kebir Hz. Peygamber’in harika bir münacatıdır. Cevşenü’l-Kebir Cenab-ı Hakk’ı bin bir ismiyle tavsif ve tarif eder. Yani baştan başa tefekkürî bir Esmaülhüsna dersidir. Ondaki tefekkürî ruhun esma kalıplarıyla, esma kelimeleriyle Risale-i Nur diline nüfuz etmemesi düşünülemez. Kur’an Arş-ı Azam’dan, İsm-i Azam’dan ve her ismin mertebe-i azamından geldiği gibi, Hz. Peygamber (s.a.v.) de bütün isimlerin mertebe-i azamının mazharıdır.2 Bütün bu kudsî kaynaklardan beslenen Risale-i Nur dili de baştan sona Esmaülhüsna ile örülmüş, onunla boyanmış ve onu ders vermektedir. Meselâ 30. Lem’a olan İsm-i Azam risalesi Hz. İmam-i Ali’nin İsm-i Azam olarak kabul ettiği Ferd, Hay, Kayyum, Hakem, Adl, Kuddüs isimlerini derinlemesine tefsir etmektedir. Risale-i Nur’da tevhid ve haşir gibi konuların da esma ile izah ve ispat edildiğini görmekteyiz. Kainat da bin bir ilahî ismin yansıdığı büyük bir aynadır. Bu büyük aynanın (kainatın) küçük bir özeti olan insan ise kainatta tecellî eden ilahî isimlerin odak noktasıdır. Risale-i Nur geliştirdiği dil ile Allah-insan-kainat münasebetlerini bize anlatmaktadır. Varlık dünyasının dilini keşfederek onu konuşturmakta, onun (varlık dünyasının) bin bir dille yaratıcıya nasıl tanıklık ettiğini açıklamaktadır.

Kainattan yaratıcısını soran bir gezginin gözlemlerinin anlatıldığı Ayetü’l-Kübra risalesinde her bir varlığın nasıl dile geldiğine bu risalenin sayfaları arasında gezinince şahit oluyoruz. Kainattaki her bir unsur marifetullahı ders veren, Allah’ı tanıtan sayfalar olarak açılır önümüze. Kainat baştan başa okunabilir büyük bir kitaba inkılap eder. Hal dili kal (konuşma) diline dönüşür risale sayfalarında:

“….en başta, göklerin nur yaldızlanan o güzel yüzü görünür: ‘Bana bak, aradığını sana bildireceğim’ der. O da bakar görür ki”3

“Sonra o seyahat-ı fikriyeye alışan o mütefekkir misafire küre-i arz, lisan-ı haliyle diyor ki: ‘Gökte, fezada, havada ne geziyorsunuz? Ben sana aradığını tanıttıracağım. Gördüğüm vazifelerime bak ve sayfalarımı oku’ diyorlar. O da bakar görür ki…”4

“Sonra dağlar ve sahralar, seyahat-ı fikriyede bulunan o yolcuyu çağırıyorlar, ‘sayfalarımızı da oku’ diyorlar. O da bakar görür ki…”5

“Sonra o yolcu, dağda ve sahrada fikriyle gezerken, eşcar ve nebatat aleminin kapısı ona açıldı. Onu içeriye çağırdılar: ‘Gel dairemizde de gez, yazılarımızı da oku’ dediler. O da girdi, gördü ki…”6

“Sonra, seyahat-i fikriyede bulunan o meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusu, bahar bahçesinden bir bahar kadar bir güldeste-i marifet ve iman alıp gelirken, hayvanat ve tuyur aleminin kapısı hakikatbin olan aklına ve marifetaşina olan fikrini açıldı. Yüz bin ayrı ayrı seslerle ve çeşit çeşit dillerle onu içeriye çağırdılar. ‘Buyrun’ dediler. O da girdi ve gördü ki…”7

Ve hakezâ… Böylelikle Ayetü’l-Kübra risalesinde Said Nursi bizi kâinatın diline aşina kılmakta, varlık kelimeleriyle yazılan bu dev levhalarda marifetullah dersleriyle baş başa bırakmaktadır. Okuyup tefekkür edelim diye. Bununla da yetinmez Said Nursi. Elimizden tutup bizi varlıkların esası olan zerreler alemine götürür, onlarla tanıştırır, onların dilini de öğretir bize. Sözler isimli kitabının 30. Sözün İkinci Maksadında tam on sayfalık bir bahis açar zerreler dünyasına. O küçücük dilleriyle ve küçük dünyalarıyla büyük hakikatlerden haber verdiklerini öğretir bize. Abesiyet esasına dayanan felsefenin kara gözlüğüyle bakıldığında tesadüfe bağlı anlamsız hareketler olarak görülen zerrelerin hareketleri gerçekte yaratıcılarının varlığını ve birliğini binler diller ile haykıran, hikmetli, anlamlı, düzenli, görev aşkından gelen dönüşümler olduğunu fısıldar kalp ve fikir kulağımıza.

Zerre Risalesi Sebe’ Suresinin 3. ayetinin bir tefsiridir. Daha doğrusu bu ayette geçen “zerre” kelimesinin yorumudur. Said Nursi’nin ifadesiyle “Şu ayetin pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir.”8 Ayetü’l-Kübra Risalesi de İsra suresinin 44. ayetinin kainat aynasında karşılık bulan yorumudur. Haşir Risalesi olan 10. Söz’e baktığımızda burada da Rum suresinin 50. ayetinin kainat ile ve Esma-i Hüsna ile bağlantılarının kurularak yorumlandığını görmekteyiz. Bu, çok orijinal, çok farklı, alışılmışın dışında bir metottur, bir keşiftir. Allah’ın kainat kitabındaki ayetleriyle Kur’an ayetleri arasındaki uyumu ortaya koyan bir metod, bir okuma biçimi. Kur’an’daki hakikatlerin kâinata nasıl kök saldığının gözler önüne serilmesidir. Kur’an’ın bahsettiği gerçekleri, kâinat kitabının tanıklığından mahrum bırakmama çabasıdır. Bu, gerçekten yeni bir yaklaşımdır. Risale-i Nurları, Arapçaya tercüme eden değerli ilim adamı İhsan Kasım Salihi’nin tabiriyle “Kâinatı okumada yeni bir dil”dir. (Fas’ta 27-29 Nisan tarihleri arasında yapılan sempozyumdaki konuşmasından.)

Risale-i Nur Dili Anlaşılmaz mıdır?

Risale-i Nur herkesin her bir meselesini tam olarak anlayamadığı, fakat hiçbir okuyucunun da istifadesiz kalmadığı enteresan bir eserdir. Yani herkesin düzeyine göre istifade ettiği, fakat önyargısız ve samimi bir yönelişle daha çok istifade ve istifaza edebildiği bir kaynaktır. Ele aldığı meselelerin derinliği ve inceliği, bu derinlik ve inceliğin gerektirdiği kelime ve kavram haritası ilk başlarda bizi şaşırtabilir, alışılmışın dışında bir metinle karşı karşıya olduğumuzu bize hissettirebilir. Ben dahil, hemen her risale okuyucusunun ilk muhatabiyetlerde yaşadığı şeylerdir bunlar. Fakat, bütün bunlar geçicidir, yeter ki, okuyucu kararlı ve samimi olsun. Biraz gayret, biraz kafa yorma, biraz bu hakikatlerle hemhal olma bu “anlaşılmaz” denilen problemi kolaylıkla aşmamıza vesile olacaktır. Bu tanışma evresi bu şekilde aşıldıktan sonra risale diline bir muhabbet oluşur içinizde ve artık onu bırakmak istemezsiniz. Çünkü bir kere onun tadına varmışsınızdır. Ondaki hakikatlerin manevi bünyenizin zaruri gıdaları olduğunu bizzat tecrübe etmişsinizdir. Artık onlar, aldıkça lezzet veren besinlere dönüşür. Aklın, kalbin, ruhun ve birçok latifelerin manevi gıdaları, iman hakikatlerinde bulunmaktadır. Risale-i Nur ise iman hakikatlerinin izahıdır.

Elbette risalelerde havassı ilgilendiren onlara hitap eden çetrefilli konular da yok değildir. Elbette bu gibi konuları ortalama bir okuyucu anlamakta zorlanabilir. Risalelerin sadece bize hitap etmediğini bilmemiz ve kabullenmemiz gerekir. Eğer havassa ait konulara da talipsek bu da imkansız değildir. Daha çok meşguliyetle ve anlama çabalarına hız vermekle buna ulaşmak mümkündür. Risale-i Nur’un bir özelliği de tedrisine aldığı ami bir okuyucuyu alim derecesine çıkarmaktır.

Risale-i Nur mektebine ami girip alim çıkan insan sayısı az değildir. Mesela ümmî iken alimlerin işini gören ve Kur’an hakikatlerine karşı bir kentin (Isparta’nın) uyanışına sebep olan Adilcevazlı Bekir Ağa bunun en belirgin örneklerinden birisidir.9

Özellikle Eski Said dönemine ait Muhakemat, İşârâtü’l-İ’caz ve kısmen Mesnevi-i Nuriye gibi eserleri bu zor anlaşılan gruba dahil etmek mümkündür. Bu eserlerin anlaşılmaz olduklarını, bu nedenle okuyucu bulamayacağını ve zayi olup gideceklerini düşünen ve buna üzülen iyi niyetli insanların var olduklarını biliyoruz. Hatta bu konudaki kaygılarını Eski Said döneminde Bediüzzaman’a bir şekilde ilettiklerini, yine Bediüzzaman’ın beyanlarından öğreniyoruz. Said Nursi’nin bu konuyla ilgili söyledikleri de enterasandır:

“Malum olsun ki, bana deniliyor: insanlar diyorlarmış ki; onun eserlerinin çok yerlerini anlayamıyoruz. Böyle kalırsa, bu eserlerin zayi olmasından korkulur.

Ben de derim: Her şeyin anahtarı elinde olan Cenab-ı Hakk’ın izniyle inşallah zayi olmayacaklardır. Ve bir zaman gelecek ekser dindar mütefekkirler onları anlayacaklardır. Çünkü bu risalelerdeki ekser meseleleri nefsimle tecrübe ettim. Furkan-ı Hakîm’in bana ita etmiş olduğu ilaçlardır. Bununla beraber mümkündür ki, sair insanlar, benim bitamamiha anladığım gibi anlamasınlar.

Hem de ben sünühât-ı kalbiyemde, izahat için tasarruf yapmıyorum ki, tahririnden gelen acz ve tağyirinden gelen havf dolayısıyla… ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum." 10

Özellikle, “Ve bir zaman gelecek, ekser dindar mütefekkirler onları anlayacaklardır” cümlesi, havas tabaktasına bakan entelektüel bir birikimin risalelerde mevcut olduğunu, bu derinliğin onlar tarafından fark edileceğini müjdelemektedir.

Uzun zamandır gerçekleştirilen ve artık bir gelenek halini alan Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumları bu müjdenin tahakkuku noktasında atılan önemli adımlardır. Gerek İslam dünyasından, gerekse Avrupa ve Amerika’dan bu sempozyumlara katılıp tebliğler sunan mütefekkirler risalelerdeki bu entelektüel mirası keşfedip insanlığın yararına sunmaya çalışmaktadırlar. Aslında risalelere muhatap her insan tabakası, avam olsun havas olsun, sanki risalelerin sırf kendilerine hitap ettiğini, asıl muhatabın kendileri olduğunu zannederler. Bir aydın, entelektüel bir nazarla risaleleri incelediğinde risalelerin gerçek muhatabının avam değil havas olduğu çıkarımında bulunabiliyor. “Bediüzzaman’ın yazdıkları ve yaptıkları avamî ve umumî şeyler değildir. Avamı ve umumu da hiç şüphesiz ki derinden ilgilendiren ama son derece hususi şeylerdir; bir silkiniş, diriliş ve var oluş projesidir. O yüzden Bediüzzaman’ın asıl muhatapları havastır. Bediüzzaman heves için değil, havas için yazmıştır ve yaşamıştır.”11

Bir entelektüelin penceresinden bakınca bu tesbit yanlış değildir. Risale-i Nur dilinin kuşatıcılığını ve ihtişamını da belki ancak bu entelektüel bakışla fark etmek mümkündür. “Bediüzzaman ancak alim, arif ve hakîm figürlerinin özelliklerini üzerinde barındıran bir kişinin yapabileceği bir şey yapmıştır. İki dil geliştirmiştir. Birinci dil, kendine mahsus geliştirdiği Türk dilidir. Bu Türkçe bugün Türkiye’de hiç kimsenin vakıf olmadığı ama en fazla vukufiyet kesbetmeye ihtiyaç hissettiğimiz muhteşem ve muazzam bir Türkçe’dir; hem etimolojik, hem linguistik, hem de semantik yapısı açısından sadece Bediüzzaman’a mahsus, sembolik ve metaforik yapısı açısından son derece derin ve zengin bir dildir ve Türkçe’nin bir anıt-eseri, şahikasıdır.

Bediüzzaman’ın Türkçenin bir anıt-eserini, bir şahikasını ortaya koymasını sağlayan asıl şey, kurduğu ikinci dildir. Birinci dil vasıtadır; ikinci vasata aittir Bu iki dil birbiriyle kopmaz bir irtibat halindedir; biri olmadan öteki de olmaz ve var olamaz. Bu ikinci dil, bütün bir İslam medeniyeti birikimini, münhasıran da tefsir, hadis, akaid, fıkıh, kelam, tasavvuf, felsefe, tarih, gramer, mantık, lisan gibi ilimlerden müteşekkil bütün bir İslam düşüncesi geleneğini harekete geçirerek kurulmuş bir dildir. Dünya ve hayat tasavvurumuzun kaynağını oluşturan kavramlarımızın İslamî bir düşünce inşası ameliyesi ile şifrelenerek yeniden deşifre edilme çabasıdır bu.

Medeniyetimizin solmaya yüz tutan dilini, bu dile hayatiyetini kazandıran ruhu, ruh kökünü kavrayabilmek ve yeniden üretebilmek için Bediüzzaman’ı tanımak zorundayız.”12

Bu coğrafyalarda, avam olsun havas olsun, bütün bir İslam toplumunun ait oldukları medeniyet ve İslam düşünce mirasıyla bağları koparılmıştır. Nesiller kendi medeniyetlerine, kendi kutsallarına yabancılaştırılmıştır. Bir aydınımız, Risale-i Nur dilinin koparılan bu bağları yeniden nasıl başarıyla tesis ettiğini, bu dilin kutsalın mânâsına tercümanlık etme noktasında nasıl bir yeteneğe haiz olduğunu mükemmel bir tespitle şöyle ifade etmektedir:

“Said Nursi’nin dili, mantıki kurgu ve kavram seçimi ve kullanımı açısından muhteşemdir. 13. yüzyıl Türkçesinin yeni Müslümanlaşan bir toplumun ihtiyaçlarına paralel olarak Arapça-Türkçe birlikteliğine dayalı melez bir nitelik taşıması gibi; Said Nursi’nin Türkçesinin de İslami olan her şeyle bağları koparılmış bir kitlenin bu dil ile bağını yeniden kurabilmek gibi aslî bir sembolik kodu vardır. Bu yüzden de, Ortodoks dil bilimi açısından yanlışlıklar içerse de, amacı açısından son derece fonksiyonel bir niteliğe sahiptir. Bugün bu ülkede İslam düşünce mirasının dili bir şekilde yaşıyorsa, bunda risale dili öncelikli paya sahiptir. İlahî marifetin bilgisini estetik ve teorik boyutlarıyla soğuran ve bunu sözelleştiren bir dile sahip olan risale dilinin kutsalın anlamına tercümanlık yapabilme kabiliyeti, kıyaslanmayacak bir seçkinliğe sahiptir.”13

Edip, şair ve düşünce adamı Sezai Karakoç’un da Risale-i Nur’un bu topraklarda yaptığı büyük hizmetin avam ve havas üzerinde icra ettiği tesirin deruniliğiyle ilgili şu tespiti kayda değerdir:

“Risale-i Nur’un son derece etkili bir sesi ve üslubu vardır. Bir bakıma, Risale-i Nur, tek başına, bir İslam kültürü külliyatıdır. Onun, Anadolu’da okumamış insandan aydın insana kadar büyük bir kütleyi yeniden İslam kültürü ve inancıyla eğittiğini, adeta Anadolu’da yeni bir kültür akımı doğurduğunu ve bir kültür savaşına girdiğini görmemek mümkün değildir.”14

Demek ki Risale-i Nurlar, okumuş, okumamış her sınıf insanın istifade edebileceği bir dille yazılmıştır. Yoksa yediden yetmişe her yaştan ve her katmandan yüz binlerce insanın Risale-i Nur’a yönelişlerini nasıl izah edebiliriz?

Risale-i Nur avam ve havas herkese hitap eden bir Kur’an tefsiri olduğu için Kur’anî hakikatlerden herkesin rahatlıkla istifade edebileceği bazı metodları kendi içinde geliştirmiştir. Mesela Arapça ve Farsça bazı kelimelerin Türkçe karşılıklarını cümle veya paragraf içinde vererek adeta bir iç lügat oluşturmuştur. Bundan maksat hem anlamayı kolaylaştırmak hem de Kur’an diliyle bizi tanıştırarak meselenin gerçek kaynağına götürmektir. Daha önce ifade ettiğimiz gibi Kur’ani hakikatler ancak Kur’ani terminoloji ile gerçek anlamda anlaşılır. Said Nursi’nin bilinçli ve kastî bir tercihle Kur’anî terimleri kullandığı açıktır. Kur’an dilini unutturmamak, muhafaza etmek amaçlanmıştır. İç lügatlandırmaya birkaç örnek: (Sayfa numaraları Envar Neşriyatının Yayınladığı Sözler kitabına göre verilmiştir.)

Sever, muhabbet eder (s. 620)

Gerek, lazım (s. 621)

Mahir, usta (s. 623)

Tevfik ve durdurma (s. 624)

İstinad eder…dayanır (s. 627)

İnce ve dakik (s. 627)

Geniş, vüsatli (s. 508)

Vahşi, hiç şehir görmemiş (s. 508)

Hâlidir, boştur (s. 508)

Hakir, küçük (s. 508)

Nardan, ateşten (s. 508)

Nurdan, ışıktan (s. 508)15

Said Nursî’nin kullandığı diğer bir metod da Kur’an’dan aldığı temsil (Analoji) metodudur. Kur’an bütün insanlığa hitap ettiği için her kesin anlayabileceği bir şekilde zor ve derin meseleleri temsiller yoluyla anlatmıştır. Temsil ve örneklendirme Kur’anî bir metottur. Buna bizzat Kur’an bir ayetiyle işaret eder: “Anlasınlar diye Allah insanlara misaller verir.” (İbrahim suresi, 25) Said Nursi de Risale-i Nurlarda adına “Temsilat-ı Kur’aniye” dediği bu metodu örnek alıp çokça kullanmıştır. Başta Sözler kitabı olmak üzere, Mektubat, Lem’alar, Şualar gibi neredeyse bütün eserlerinde bu metodu kullanmıştır. Bu metod, en zor ve ancak havassın anlayabileceği en derin meseleleri herkesin istifadesine sunma noktasında çok önemli imkanlar sunmuştur.

“Bütün bu risalelerde bütün derin hakaik, temsilat vasıtasıyla en ami ve ümmi olanlara kadar ders veriliyor. Halbuki o hakaikin çoğunu, büyük alimler tefhim edilmez deyip değil avama, belki havassa da bildiremiyorlar.”16

Temsillerin Risalelerdeki rolü çok yönlüdür. Bazen uzak hakikatleri en yakın gösteren bir dürbün, bazen en dağınık meselelerin toplattırıldığı bir vasıta, bazen en yüksek hakikatlere kolaylıkla ulaştıran bir merdiven, bazen gaybî hakikatlere açılan bir pencere olarak karşımıza çıkar. Temsillerin bu fevkalade kolaylaştırıcı özelliklerinden dolayı imanî ve İslamî esaslara şuhuda yakın bir iman halini kazandırır insana. Böylelikle “akıl ile beraber vehim ve hayal hatta nefis ve heva teslime mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silaha mecbur olur.”17 Said Nursî, İ’caz-ı Kur’an’ın en parlak aynası olan temsilatın şualarının Risale-i Nur’un yazılarına da yansıdığını ve bunun kendisi için Allah’ın bir ihsanı olduğunu söyler.18

BEDİÜZZAMAN Said Nursi Sadeleştirme İşine Nasıl Bakmıştır?

Acaba Risale-i Nurlar nasıl yazılmış veya yazdırılmıştır? Kesbî mi, yoksa vehbî bir ilim ile mi yazdırılmıştır? Yoksa hem kesbî hem de vehbî bir ilim ile mi? Hangisi daha ağır basıyor? Nursi hayatta iken sadeleştirme girişimleri olmuş mudur? Olmuşsa, buna karşı Nursi’nin tavrı nasıl olmuştur? Bugün Risale-i Nurları sadeleştirme girişiminde bulunanlar Said Nursi’nin hayatından veya Risale-i Nur’dan buna cevaz bulabilmişler midir?

Sanırım sadeleştirme tartışmalarını sağlıklı bir neticeye bağlamak için bu soruların cevaplarını kaynağından; yani Said Nursi’nin hayatından ve Risale-i Nurlardan bulup ortaya koymak gerekmektedir.

Said Nursi’nin daha gençliğinin erken dönemlerinde İslam’a ait seksen-doksan temel kitabı hafızasına alıp ezberlediğini, ayrıca modern çağın fen ve felsefesiyle de meşgul olduğunu Tarihçe-i Hayat’ından öğreniyoruz. Yani hem pozitif hem de dini ilimlere vakıf bir şahsiyet olan Bediüzzaman’da, kesbî ilim ziyadesiyle mevcuttur. Fakat bununla birlikte bir gerçek daha vardır. O da risaleleri yazdırırken yanında Kur’an’dan başka hiçbir kitabın bulunmadığı gerçeğidir.19 Nursi, kesbî ilmin bu noktada Kur’an hakikatlerine ulaşmak için bir merdiven görevi gördüğünü ve sadece bir hazırlık devresi oluşturduğunu belirtir. Risale-i Nurlardaki hakikatlerin ise bundan daha öte bir şey olduğunu, Kur’an’ın mucize-i maneviyesinden feyz ve ilham yoluyla alınan nurlar olduğunu bildirir.20

İlhamat, sünuhat, ihtarat Risale-i Nur’un telifinde ekseriyet itibariyle vuku bulan hallerdir. Said Nursi bu durumu Risale-i Nur’un birkaç yerinde açıkça ifade eder:

“Risale-i Nur’un mesaili ilimle, fikirle ve kastî bir ihtiyar ile değil, ekseriyet-i mutlaka ile sünuhat, zuhurat, ihtarat ile oluyor.”21 “Hakaika dair mesailde külliyatları ve bazan da tafsilatları sunûhat-ı ilhamiye nevinden olduğundan hemen umumiyetle şüphesizdir, kat’idir.”22

“Hem telif ihtiyarımız dahilinde değil.”23

“İslamiyet’e olan hücumları akim bırakan Said Nursi gibi bir müellifi elbette dahi bir müfessir-i Kur’an ve onun ilminin vehbi ve vasi olduğuna eserleri olan Nur risalelerinin bir hayat boyunca okunmaya layık harika bir şaheser olduğuna şüphe edilmez.”24

Risale-i Nurlar için Bediüzzaman “Kur’an’ın bir mucize-i manevisidir” der. Bu tanımlama risalelerde çok zikredilir. Yaklaşık olarak 120 civarında bu tarz ifadeler görülmektedir. “Risasel-i Nurlar, Kur’an-ı Mucizu’l-Beyanın bu asırda bir mucize-i manevisi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir.” (Nursi, Sözler, s. 716) cümlesi bunun örneklerinden birisidir. Mucize-i manevi veya i’caz-ı manevi tabiriyle ifade edilmek istenen manevi ve mânâ cihetindeki mucizeliktir. Bu ifade Kur’an’ın mucize olan manevî ve mânâ cihetinden ilham yoluyla gelen bir kısım mucizevî hakikatlar” anlamını ifade eder. (Güneşten aynaya yansıyan parıltı ve tecellileri gibi.) Yani Risale-i Nurlar beşerî ve kesbî bir ilim ile değil, belki vehbî bir ilim ile yazılmıştır, dolayısıyla beşerî ilmin tasarruf edemeyeceği hakikatlardır. (Risale-i Nur’un Mahiyeti ve Sadeleştirme Meselesi, s. 106.107)

Belki bu sebepten dolayı Bediüzzaman kendisini Risale-i Nur’un bir talebesi olarak kabul ediyor ve yazılmasına vesile olduğu eserleri tekrar tekrar okuma ihtiyacını hissediyor. Bir yazar kendi yazdığı bir eseri yirmi, otuz, kırk defa okur mu? Bediüzzaman okuduğuna göre bu eserleri kendi fikrinin mahsulü olarak değil, Kur’an’dan gelen hakikatler olarak görüyor demektir. “Said Nursi, bazan Risale-i Nur’dan okuyuvermek nimetini lutfettiği zaman der ki: Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat şimdi, yeni görüyormuşum gibi tekrar okumaya ihtiyaç ve iştiyakım var.”25

Ve yine belki bu sebepten dolayı kendisi dahi Risale-i Nur’a tasarruf etmekten, müdahale etmekten çekiniyor, hatta korkuyor: “Hem de ben sünuhat-ı kalbiyemde, izahat için tasarruf yapamıyorum ki, tahririnden gelen acz ve tağyirinden gelen havf dolayısıyla… Ancak kalbime doğduğu gibi yazıyorum.”26

Sadeleştirmeye Bediüzzaman’ın Tepkisi

Bediüzzaman’ın sağlığında sadeleştirme girişimleri olmuş mudur? Olmuşsa, Nursi bunları nasıl karşılamıştır? Bediüzzaman ve Risale-i Nur konusunda araştırmalara hayatını adamış, bu mevzuda en çok ve sağlıklı belgelere sahip ve yine bu konuda epey eser vermiş olan ve hayatta iken Bediüzzaman’ı birkaç defa ziyaret etmiş olan Abdulkadir Badıllı’nın sadeleştirme ile ilgili tespitleri şöyledir: “İlk başlarda Hz. Üstad bazı talebelerine risalelerin tanzim ve cümle dizilişleri vs için bir çok kere izin ve müsadeleri varid olmuşsa da, 1949’dan itibaren hem ifadeleriyle hem de davranışlarıyla bu kapıyı kapadığı gibi, aynı tarihlere rastlayan sadeleştirmeye ait bazı niyet ve teşebbüsler karşısında da kesin tutumunu göstermiştir.”27

Mevzuyla ilgili yaşanmış hadiselere bakalım:

1. Bediüzzaman tarafından “Nur’un manevi avukatı” olarak iltifat gören edib ve alim insan Ahmed Feyzi (Kul) Efendi 1949 yılında Afyon hapsinde Bediüzzaman’a mektup yazarak Gençlik Rehberini sadeleştirerek yayınlamak arzusunda olduğunu arzedince, Bediüzzaman bu işe razı olmadığını şu cümleyle ifade eder: “Ancak o zaman benim imzamı değil, kendi imzanı atarsın.”28

2. Bediüzzaman 1955’te talebesi Hüsrev Altıkbaşak’a Muhakemat isimli eserini Kur’an hattıyla teksiri için gönderir. Hüsrev Altınbaşak ise Bediüzzaman’ın daha önce kendisine iltifaten verilmiş tanzim izinlerine binaen “Muhakemat bu haliyle anlaşılmaz” diyerek sadeleştirerek mumlu kağıda basıp Bediüzzaman’a gönderir. Muhakemat’ın yeni halini gören Bediüzzaman, Hüsrev Altınbaşak’a yeni görevler vererek Muhakematın neşrini durdurur. Sonra talebelerini toplayarak, “Siz hakem olun. Bakın şurada ben şu manayı kastetmiştim, fakat o, bakınız başka şekilde anlamış ve yazmıştır. O halde bu şekilde Muhakemat olarak neşri caiz midir? diye sorar.”29

3. Şu örnek de şair ve edip Necip Fazıl Kısakürek ile ilgilidir. 1952’de Necip Fazıl Risale-i Nur’dan bazı metinleri sadeleştirerek Büyük Doğu mecmuasında neşretmeye başlar. Bunun üzerine Bediüzzaman talebelerini harekete geçirerek neşriyatı durdurur.

Bediüzzaman’ın talebelerinden Ceylan Çalışkan ile Zübeyir Gündüzalp, konuyla ilgili olarak Necip Fazıl’a uzun mektuplar yazarlar. 33 sayfalık Zübeyir Gündüzalp’in mektuplarından bir parçayı iktibas edelim: “Şu ince noktayı siz gibi tasavvuf ehline arz ederiz ki; Risale-i Nur Bediüzzaman hazretlerinin irade ve ihtiyarı ile telif edilen bir eser değildir. Zaman zaman şedit ihtiyaç sıralarında ihtar-ı Rabbani ve ilham-ı İlahi ile yazdırılan Kur’an-ı Hakim’in yirminci asırdaki bir mucize-i maneviyesidir. Bu hüccetli ve aşikar hakikate nazaran; allâme-i cihan bir müellif dahi, Risale-i Nur’un bir cümlesinde bile değişiklik yapmaya asla cesaret edemez.

Sizin "İdeolocya Örgüsü" ve diğer yazılarınız da başka muharrirlere benzemiyor. Sizin size has üslubunuz, okuyucularınız üzerinde bir tesir bırakıyor. Bununla beraber, "İdeolocya Örgüsü"nü bazı kimseler, "muğlak, ağır, anlaşılmıyor" derler. Bu deyişler üzerine birisi kalksa da, sizin o yazılarınızı, -mânâ bozulmasa dahi- cümlelerde değişiklik ve metin içinde izahata kalkışsa, harika olan üslubunuzun hassasiyetini büsbütün kaybetmiş olacaktır. Buna kat’iyyen müsaade etmezsiniz ya… Faraza ses çıkarmasanız, o yazılardaki üslubun ciddiyet ve değeri ile alışkanlık peyda eden bizler hemen itiraz ederiz.

Bir fikr-i beşer yazısındaki değişiklikler, üslubu tamamen bozarsa; ilham-ı İlahi olan eserlere beşer fikrinin mahsulü sözler karıştığı zaman, o şaheserlerin ne derece rencide olacağını, iz’an ve idrakinize havale ediyorum.”30

Sonuç

Risale-i Nur, Allah, kainat, insan, hayat, ölüm vb. gibi en temel meselelere Kur’anî bir perspektifle izahlar getiren bir yorumlar külliyatıdır. Bu külliyatın, onu başka eserlerden ayıran, kendine özgü, güçlü bir mantığa ve sağlam bir örgüye sahip, çok fonksiyonel bir dili vardır. Bu dil, bu haliyle güzel, anlamlı ve etkilidir. İnsanı ilgilendiren en temel meseleler ancak böyle bir lisanla ifade edilebilir. Dolayısıyla sadaleştirme anlamında metnin aslına yapılacak bir müdahale onu bozar. Onu o olmaktan çıkarır. Başka bir şey yapar. O şeye de artık “Risale-i Nur” demek mümkün olmaz. O derinlik, o halavet, o te’sir, o ruh kaçar, kaybolur. Geriye kuru, yavan, ruhsuz, zevksiz kelimeler yığını kalır.

Özet

Risale-i Nur adlı Kur’an tefsiri her katmandan geniş bir insan kitlesine hitap eden bir külliyattır. Buna paralel olarak Risale-i Nur diliyle ilgili mülahazalar hep gündemde kalmıştır. Risale-i Nur dili, Arapça, Farsça ve Türkçe harmanlanması Osmanlı Türkçesi görünümünü verse de gerçekte Kur’an, sünnet, Esmaü’l-Hüsna gibi kudsî kaynaklardan beslenir ve bunlara ait terminoloji ile bizimle konuşur. Allah-insan-kainat ilişkilerini bu terminoloji üzerine kurar. Varlık dünyasını da konuşturur. En temel meselelerin izahında bilinçli olarak tercih ettiği bu dil ile Bediüzzaman, İslam’ın temel kaynaklarıyla yeniden bağlantımızı kurmak istiyor ve bizi onlarla tanıştırıyor. Risale-i Nur dili, gördüğü iş itibariyle çok fonksiyoneldir. Sadece akla hitap etmekle kalmayıp kalp ruh ve diğer latifeleri de tatmin edecek bir muhtevaya sahip bir lisan olması onu orijinal kılmakta ve adeta sadeleştirmeyi imkansız hâle getirmektedir. Vehbilik tarafının bulunması ve ekseriyet itibariyle ilhamat, sünuhat ve ihtarat mahsûlü bir eser olması da metnin aslına müdahale etmeye izin vermemektedir. Bu sebeplerden dolayı, Bediüzzaman hayatta iken sadeleştirme girişimlerine müsaade etmemiştir. Metin içinde geçen Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe karşılıklarının verilmiş olması ve ayrıca temsili hikayeciklerle en zor meselelerin dahi anlaşılır kılınmış olması okuyucuya istifade noktasından büyük imkanlar sunmaktadır. Bu gün yüz binlerce insanın risaleleri okuyarak ondan istifade ediyor olması, “Risale-i Nur dili anlaşılmıyor, sadeleştirilmeli” iddiasını fiilen çürütmektedir.


Dipnotlar

1. Nursi, Said, Şualar, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994. s. 44

2. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s. 303

3. Nursi, Said, Ayetü’l-Kübra, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2000, s.22)

4. Age., s. 25

5. Age., s. 34

6. Age., s. 36

7. Age., s. 39

8. Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neş, İst, 2002, s. 504

9. Nursi, Said, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1994, s. 45)

10. Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, Abdulkadir Badıllı Tercümesi, İstanbul,1998, s. 256)

11. Kaplan, Yusuf, Yeni Şafak Gazetesi, 04-07-2007

12. Kaplanı Yusuf, Agm.

13. Yıldız, Ahmet, İktidar Herşey Değildir, Karakalem Yayınları, İstanbul, 2004, s. 190.

14. Karakoç, Sezai, İslam’ın Dirilişi, Diriliş Yayınları, İstanbul, 1986, s. 38.

15. Risale-i Nur’un Mahiyeti ve Sadeleştirme Meselesi, İttihad Yayıncılık, İstanbul, 1994, s. 77-78

16. Nursi, Said, Barla Lahikası, Yeni Asya Neş., İst, 2002 s. 16)

17. Nursi, Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Yeni Asya Neş, İst., 2002, s. 209)

18. Nursi, Said, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s. 365

19. Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neş., İst., s.146.

20. Nursi, Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybi,Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s.86

21. Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s.163; Barla Lahikası, s. 17, 97, 175

22. Nursi, Said, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s. 94

23. Nursi, Said, Kastamonu Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s. 105

24. Gündüzalp, Zübeyir, Konferans, Sözler, Yeni Asya Neş, Germany, 1994, s. 709

25. Age., s. 713

26. Nursi, Said, Mesnevi-i Nuriye, çev. Abdülkadir Badıllı, İstanbul, 1996, s. 256

27. Badıllı, Abdülkadir, Risale-i Nur’un Neşir Tarihçesi, Timaş Yayınları, İstanbul,1987, s. 41

28. Age., s. 41

29. Badıllı, Abdülkadir, Sadeleştirme Asri Bir Tahriftir, tarihsiz, s. 15

30. Badıllı, Abdülkadir, Sadeleştirme Asri Bir Tahriftir, tarihsiz, s. 18-19
 
Üst