Hadis Sohbetleri 64: Allah'ın eli cemaatle beraberdir.

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi

besmele-arapca1.jpg



Selamünaleyküm Degerli Kardeslerim;

avatar.jpg


Bu haftaki Hadis Sohbetleri dersimiz basladi.

avatar.jpg

Buyrun beraber mütaala edelim anladiklarimizi paylasalim insallah..



[BILGI]Allah'ın eli cemaatle beraberdir.

(Tirmizî, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nesâî, Tahrîm 6).

[/BILGI]






 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
CEMAATLEŞME BİLİNCİ VE FARKLILIKLARA TAHAMMÜL



Muhammed (sav) ümmetinin uluslara, mezheplere, cemaatlere bölünmüş ve aralarındaki birliği kaybederek başsız, birliksiz, dirliksiz kalmış olması, geçirmekte olduğumuz dönemin en büyük musibetlerinden biridir. Kasvetli bir fetret devri sayabileceğimiz bu dönemin -inşallah- sonuna yaklaşırken, Müslümanların en büyük meselelerinden biri, İslam medeniyetini yeniden inşa edip yükseltmede en iyi usulün hangisi olduğu meselesidir.

Sevinilecek bir husus varsa, o da Müslümanların, bu süre içinde, geçirdikleri onca ağır imtihanlara rağmen ümit ve inançlarını yitirmeyip, sürekli çare aramış, farklı metotlar deneyerek cemaat ve cemiyetler meydana getirmiş olmalarıdır.

Hepimizin bildiği gibi, İslami ilimlerin yasaklandığı, din hizmetlerinin ciddi bir kesintiye uğradığı devirlerde dahi bir kısım mübarek zatlar, üstün fedakârlıklarla gelecek nesle iman aşısı vurmaya gayret etmiştir. Bu gibi şahısların birer güneş misali etraflarını aydınlatmaları, gönlü manaya susamış temiz insanların etraflarına toplanmalarına ve cemaat teşkil etmelerine vesile olmuştur. Tamamen gönüllülük esasıyla müesseseleşen bu cemaatler, yok edilmeye çalışılan manevi değerlerin diriltilmesi ve duyguların canlanmasında hiç kuşkusuz önemli bir rol oynamışlardır.

Günümüzde bazı kesimlerin sorguladığını, hatta sertçe tenkit ettiğini gördüğümüz cemaatleşme meselesini ele alırken, öncelikle bu hakikatleri hatırlatmak ve onları cemaatlerimize daha hoşgörüyle ve iyimserlikle bakmaya davet etmek istiyoruz. Bugün İslami meseleleri idealist bir anlayışla ele alabilecek kadar detaylara inebiliyorsak, hiç kuşkusuz bu, yok edilmek üzereyken din ilimlerinin ihya edilmiş olması sayesindedir. En hor görüldüğü zamanlarda İslami anlayışı büyük fedakârlıklarla savunup temsil etmiş; hizmet kervanının ilerlemesi için hayatını vakfetmiş kişi ve gruplara karşı daha kadir bilir ve vefalı olunması icap eder kanaatindeyiz.

İslam Cemaat dinidir

İslam ümmetinin cemaatler teşkil etmesinin tarihi, İslam tarihiyle özdeştir. İlk tesis olunan İslam cemaatinin, Peygamberimizin etrafında kümelenen Sahabe-i Kiram hazerâtı olduğunu kabul edecek olursak, dinimizin, ilk devrinden itibaren cemaatleşme metodu ile varlık kesbettiğini anlamakta zorluk çekmeyiz. Bu çekirdek cemaatin, Peygamberimiz etrafında gittikçe genişleyen halkalar şeklinde büyüdüğünü, bir evvelki halkanın, yeni eklenen halkalara “İslam’ın nasıl yaşanacağına dair” örnek teşkil ettiklerini biliyoruz.

Nitekim Peygamberimizden sonra Sahabe’ye, Sahabe’den sonra da onlara tabi olanlara uyulmuş, böylece onların teşkil ettiği cemaat, kurtuluşa ermek isteyenlerin yapıştığı bir “hablullah” (Kur’ani tabir; “Allah’ın ipi”) olarak, İslam ümmetinin içinde varlığını sürdürmüştür.

Nitekim böyle olması, peygamberimizin emir ve tavsiyesinin icabıdır.

İslam tarihinin bundan sonraki devirlerinde ne zaman Peygamberimizin haber verdiği çeşitli fitneler, sapkınlıklar ve bid’atlar ortaya çıksa, mutlaka bunlara karşı peygamberimizin sünnetini ihya eden âlimler de bulunmuş; çağdaşlarını doğru yola davet etmişlerdir.

Bu âlimlerin silsile halinde birbirinden ilim, irfan ve feyz alıp yetişmesinde tasavvuf yolunun disiplini de büyük değer taşır. Esasen ümmetin içinde varlığını bu hizmete feda etmiş, ‘mukarrebun’ bir grubun varlığı da murâd-ı ilâhiye uygundur.

“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir cemaat bulunsun. İşte kurtuluşa erenler onlardır.” (Âl-i İmran; 104)

Ayet-i kerimede cemaat diye çevirdiğimiz, “ümmet” kelimesi, ‘Ümmet-i Muhammed’ derken kastettiğimiz umumi manada Müslümanları hayra davet eden; onların içinde ancak özel olarak yetişmiş bir topluluğa işaret etmekte gibidir. Bu hususi yetişmiş cemaat; halkın çoğu dünya işlerine daldığı, çeşitli musibetler ve karşılarına çıkan yeni meseleler karşısında kararsızlığa düştüğünde, onlara taze bir iman ve ümit aşılayacak bir manevi kadro olmalıdır.

Günümüzde İslam ümmetinin içinde farklılaşmış, belli bir alanda uzmanlaşmış ve özel bir bağlılıkla birbirlerine tutunmuş cemaatlerin bulunması yadırganmakta gibidir. Oysa bu durumun zararlarından çok faydaları göz önünde bulundurulmalıdır. Ne de olsa fıtri tabiatının bir gereği olarak insan, kendisi bir şeye karar vermekten ziyade, başkalarına uymayı tercih eder.

Hiçbir üyesi bulunmadığı halde, sadece o yolun prensiplerini okuyup öğrenerek bir yolu tesis edebilecek nitelikte insan sayısı çok çok azdır. Oysa bir örnek ve lider çevresinde muhabbetle birleşmiş bir cemaate uyan insan sayısı her zaman çoktur. Çünkü böyle bir cemaatin varlığı, o yolun aklıselim sahiplerini ikna edecek kadar sağlam, hayata geçirilebilir ve vaat ettiklerini sağlayabilen bir yol olduğunun ispatı yerinde olacaktır. Hele hele cemaat mensuplarının hal ve işlerinin güzelliği, bu yolda bulundukları sürece gösterdikleri iyileşme ve ilerleme, yeni kişilerin katılımını artırır.

Zaten her insan mutlaka bir topluluğa uyar. Kimileri dünya zevklerine dalmış menfaat ve zevk ehline, kimileri de geçici hayatını Allah yolunda sarf etmeye azmetmiş ilim ve hizmet ehline…

Uymak, insan yaratılışının icabı olduğu için, bu özelliği kötülemek yerine iyiye kullanmak daha uygun olur. İşte bu sebeplerden dolayı, İslam ümmetinin asr-ı saadetten beri uyguladığı prensip, cemaatleşmedir.

Cemaat Nedir?

Cemaatleşmenin özelliği, sevilen bir kişinin merkezinde durduğu, onun etrafında ama onun şahsını aşan bir sistem oluşturmasıdır. Cemaatler, yıldız şahsiyetlerin etrafında, onların İslam’dan alıp yansıttığı ışıkla aydınlanan insanlar yetiştirir.

Yetişen nesil, o cemaati sürdürmekten öte onu ilerleten, yeni ufuklara taşıyan kişiler olmalıdır. Ancak zaman zaman tenkitlere konu olduğu üzere, cemaatlerde bazen aşırı bağlılık ve taassup yüzünden bir tür kabuklaşma görülebilmektedir. Bazen bir cemaat kendi metodu ve önceliklerinde ısrar etmeyi abartıp, diğerlerinden asgari müştereklerde dahi olsa kopma derecesinde ciddi bir farklılaşmaya ve birleşmeye engel olan derin ihtilaflara sebep olabilmektedir.

Elbette tutkulu bir bağlılıkla bir araya gelmiş olan insanların kendi yollarını, üstadlarını veya onların metodunu çok fazla sevmeleri anlaşılabilir bir şeydir. Ancak bu durum, aracın amaç haline gelmesi durumunda rahatsız edici olabilmektedir.

Örneğin, bazen bir üstadın eserleri esas alınarak sadece o eser okunmakta, Kur’an ve hadislerden daha önemliymiş gibi bir hava estirilmekte. Başka bir yerde ise bir önderin yerinin asla doldurulamayacağına inanılmakta veya onun asla hata etmeyeceği düşünülerek hareket edilmektedir.

Bu husustaki hatalarımızı düzeltmenin yolu, bizden önce geçip gidenlerin kıssalarını anlatarak bize öğüt veren Kur’an-ı Kerime kulak vermektir. Kur’an-ı Kerim’de Mevlamız, “Allah’ı bırakıp bilginlerini Rab ittihaz etmeyi”; (Tevbe; 31) “Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılmayı” (En’âm, 159) yasaklamış; “bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah’a ve Rasulüne götürmeyi” (Nisa/59) emretmiştir.

Aslında cemaatler arası ihtilafların çoğu öze ait meselelerden çok, metoda ait meselelerdir. Ancak, bazen bir cemaat mensubu, kendi hizmet metotlarının en doğru ve bu zaman için tek geçerli olan yol olduğunu ileri sürerken, diğer hizmetleri itham eder gibi tutum takınabilmektedir. Bu davranışın ise İslam ahlakına uygun olmadığını söylemeye bile gerek yoktur.

Çoğu zaman cemaatleri farklı metotlara yönelten temel sebep, modernleşme ile birlikte gelen yeni durumlara karşı nasıl tavır takınılacağı meselesidir. Bu hususta her cemaatin tavrı, rehber kabul ettikleri üstadın reyi ile belirlenmekte, cemaatin bilinçsiz kesimi ise bu reyi İslam’ın aslından saymaktadır. Oysa üstadlar yorum farklılığının kökenini bilecek ilme sahip olduklarından birbirilerini gayet iyi anlamakta, itham etmemekte, ama kendi usullerinden fayda umdukları için, onu da bırakmamaktadırlar.

Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki, üstatlar arasındaki fikir ve usul farklılıkları, onların birbirlerine karşı olan sevgilerini azaltmamaktadır. Mesela Bediuzzaman ile Süleyman Hilmi Tunahan veya Mahmut Sami Ramazanoğlu arasındaki usul farklılığı, onları birbirinden ayırmamıştır. Aksine onlar birbirlerinin hizmetlerini methederek anmışlar, biri hastalanınca diğeri de hastalanacak kadar ve birbirlerine bütün sevaplarını bağışlayacak kadar muhabbet beslemişlerdir. (Prof.Ahmed Akgündüz; Arşiv Belgeleri Işığında Süleyman Hilmi Tunahan, OSAV Yayınları)

İslam Farklı Yorumlara İzin Verir

Cemaatler arası ihtilafların bir nedeni de, hassasiyet ve öncelik farklılıklarıdır. Mesela bir cemaatimiz, geleneksel İslam kıyafetini üzerinde taşımayı önemli bir amel olarak görürken, bir diğeri öncelikli bir mesele olarak görmemektedir. Aslında bu üstadların her biri iyi niyetle reyde bulundukları gibi, onlara uyanların da niyetleri düzgün olduğu nispette sevap alacakları kesindir. Hatta iyimser bir yorum yapılacak olursa, cemaatler arası farklı yorumlar, bir çeşitlilik kaynağı olarak ümmetin hayrına tecelli etmektedir.

Yorumlardaki çeşitlilik, her durumdaki insanın İslam’ı hayata geçirmesine imkân veren bir genişlik sağladığı gibi, Müslümanlar arasında hoşgörüyü ve esnekliği geliştiren bir anlayışa zemin hazırladığı da söylenebilir. Çeşitlilik ve ona sebep olan itilaflar her şeyden önce; İslam’ın tek tip insan yetiştiren, tek tip bir doğru dayatan, katı ve şekilci bir ideoloji değil, hayata geçirilirken ufak tefek yorumlara izin veren bir öz ve ruh olduğunu ispat ettiği için çok önemlidir.

Gerçekten de İslam’ın özü ve ruhu olan iman akideleri, ibadetlerin aslı, İslam’ın korumayı ve geliştirmeyi hedeflediği manevi değerlerin neler olduğu gibi hususlarda üstadlar arasında herhangi bir anlayış farkı yoktur. Mesela bütün üstadlar, infak bahsinde benzer görüşe sahiptir. Ancak adeta birer görev paylaşımı yapılmış gibi, her üstad farklı bir kesimden cemaat edindiği için, infak anlayışı da farklı biçimlere bürünmektedir.

Böylece her cemaat toplumun başka bir kesimine ulaşmakta ve hizmet götürmektedir. Bu arada her cemaatin tecrübesi, ilerde yükselecek İslami müesseseler için istifade edilmesi mümkün bir tecrübe birikimi meydana getirmektedir. Hiç kuşkusuz İslam’ın parlak şafağı söktüğünde, bugün atılmış tohumların meyve verdiğine hep birlikte şahit olacağız.

Eğitim anlayışı bakımından da üstadlar arasında öncelik farkları olduğunu görmek mümkündür. Bazı cemaatler iman hakikatlerine, bazıları fıkhî inceliklere, bazıları tasavvufî derinliklere yönelmiş, bu alanlarda ihtisas yapmaktadırlar. Böylece Hekimoğlu İsmail ağabeyimizin meşhur benzetmesiyle, her biri birer “görünmez üniversite” olan cemaatlerimizin, her kolu da birer “İslam ilimleri fakültesi” işlevi görmektedir.

Aslında cemaatler arasındaki uzmanlaşma farklılığı, her çiçekten bal toplayıp, kendini iyi bir şekilde yetiştirmek isteyenler için bulunmaz fırsattır. Nitekim pek çok Müslüman’ın hayatının çeşitli devirlerinde farklı cemaatlerde bulunarak her birinden feyz aldıklarını görüyoruz.

Mesela, gençlik çağında iman hakikatlerine dikkat çeken kitap-dergileri okuyup daha sonra bir cemaatin kursunda İslami ilimleri öğrenip, orta yaşa doğru ise daha disiplinli bir ibadet hayatına yönelmek üzere tasavvuf yoluna bağlananlar vardır. Bu satırları kaleme alan kardeşiniz olarak naçizane ben de birçok cemaatin eğitiminden istifade edip, sohbet halkalarında yer işgal ettiğim için, bu çalışmalara emeği geçen bütün hocalarıma karşı minnetle doluyum. Allah (cc) onlara layık olmayı nasip etsin.

Bununla birlikte, cemaatler arasında daha fazla iletişim, iş birliği ve yardımlaşma olması, ortak değerlerimizin vurgulandığı çalışmalarda omuz omuza bir araya gelinmesi de önemli bir ihtiyaçtır. Müslümanlarla ortak duruştan kaçınıp, gayri Müslimlerle diyalog arayışına girmek ise bu dönemde en rahatsız edici tutum olacaktır.

Son zamanlarda peygamber sevgisi, namaz gibi ortak değerlerimizi cemaatler üstü bir anlayışla işleyen platformların oluşturulması, bu ihtiyacın geniş kesimler tarafından hissedildiğini göstermektedir.

Son söz olarak, bütün cemaatlerin hizmetleri Muhammed ümmetinin uyanışı ve eğitiminde önemli yere sahiptir. Yeter ki cemaatler, mensuplarını; cahiliye asabiyetini andırır bir şekilde dışa kapalı birer gruba dönüştürmesin.

Yeter ki, cemaat mensupları kendilerini Allah’ın isimlendirdiği isimden; “Müslüman” adından başka bir isimle isimlendirmesin. (Tirmizî, Emsâl 3, (2867)) Fetih suresinin son ayetinde sahabenin örnek gösteren ruh hali gibi, “Müslüman kardeşine karşı rahmetle, küffara karşı şiddetle dolu” olsun. HATİCE KÜBRA ERGİN
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
CEMAAT ŞuuruVE RAHMETİ



بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


إِنَّ الْحَمْدَ لِلَّهِ ، نَحْمَدُهُ ، وَنَسْتَعِينُهُ ، وَنَسْتَغْفِرُهُ ، وَنَعُوذُ بِاللَّهِ مِنْ شُرُورِ أَنْفُسِنَا ، وَمِنْ سَيِّئَاتِ أَعْمَالِنَا ، مَنْ يَهْدِهِ اللَّهُ فَلاَ مُضِلَّ لَهُ ، وَمَنْ يُضْلِلْ فَلاَ هَادِيَ لَهُ ، وَأَشْهَدُ أَنْ لاَ إِلَهَ إِلاَّ اللَّهُ وَحْدَهُ لاَ شَرِيكَ لَهُ ، وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلا تَمُوتُنَّ إِلاَّ وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ.
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ وَخَلَقَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَبَثَّ مِنْهُمَا رِجَالا كَثِيرًا وَنِسَاءً وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي تَتَسَاءَلُونَ بِهِ وَالأَرْحَامَ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَلَيْكُمْ رَقِيبًا.
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَقُولُوا قَوْلا سَدِيدًا . يُصْلِحْ لَكُمْ أَعْمَالَكُمْ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ فَازَ فَوْزًا عَظِيمًا.
أما بعد :
فإن أصدق الحديث كتاب الله ، وخير الهدي هدي محمد ، وشر الأمور محدثاتها ، وكل محدثة بدعة، وكل بدعة ضلالة ، وكل ضلالة في النار


Allah-u Teâlâ'ya hamd olsun! O’na şükreder, O’ndan yardım diler, O’nun bağışlamasını isteriz. Nefislerimizin şerrinden, kötü amellerimizden O’na sığınırız. Allah-u Teâlâ kime hidayet ederse onu saptıracak, kimi de saptırırsa ona hidayet edecek yoktur. Şehadet ederim ki; Allah-u Teâlâ‘dan başka ibadete layık ilah yoktur. O tektir, O’nun ortağı yoktur. Yine şehadet ederim ki; Muhammed (s.a.v.) O’nun kulu ve rasuludur.

"Ey iman edenler! Allah’tan korkulması gerektiği gibi korkun ve sizler ancak müslümanlar olarak ölün!" (Ali İmran: 102)

"Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan ve ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üretip yayan Rabbinizden sakının! Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allahtan ve akrabalık haklarına riayetsizlikten sakının! Şüphesiz Allah sizin üzerinize gözetleyicidir."(Nisa: 1)

"Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve sözün en doğrusunu söyleyin ki Allah, amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın. Kim Allah’a ve rasulune itaat ederse büyük bir kurtuluşa ermiş olur." (Ahzab: 70-71)

En doğru söz; Allah-u Teâlâ'nın kitabı ve en hayırlı yolu gösteren Rasulünün sünnetidir. En şerli şey; bidat olan şeydir. Her bidat dalalettir. Her dalalet ateştedir.
Günümüzde insanların en büyük sorunu, iman küfür sınırlarını bilmemeleri dolayısıyla müslüman ve kafir ayrımını yapamamalarıdır.




Lugat anlamı : "Toplamak, bir araya getirmek" anlamındaki cem' masdarından türeyen Arab­ça bir kelimedir.
İstilahtaki anlamı ise İnsan topluluğu, bir fikir ve inanç etrafında toplanmış kimselerdir. İslâm cemâati.
Fıkıhtaki manası ise Namazda imama uyanlar anlamına gelen terimdir.

Öncelikli olarak kısaca bu fıkıhtaki cemaat kavramı üzerinde kısaca bir duralım:

İslâm dininde cemaat halinde ibadet teşvik edilmiş, hatta bazı ibadetler için (Cuma bayram namazı) cemaat şart koşulmuştur. Her gün kılı­nan beş vakit namaz, haftada bir kılı­nan cuma namazı, bayram namazları cemaatle eda edilen belli başlı ibadet­lerdir.
Cemaatle namaz, müslümanlar arasında mevcut manevî bağın en önem­li tezahürlerinden biridir. Namazların ce­maatle kılınmasının hikmeti, müslümanların birbirleriyle görüşüp hallerinden haberdar olmalarını, bilgi alışverişinde bulunmalarını, aralarında disiplin, sevgi ve düzenin yerleşmesini ve ibadetlerini şevk ile yapmalarını sağlama amacına yönelik olmalıdır.
Hz. Peygamber'in ha­yatı boyunca cemaate namaz kıldırma­sı, hastalandığında da cemaate katıla­rak Ebû Bekir'in arkasında kılması, ko­nunun İslâm'daki yerini göstermesi ba­kımından önemlidir.
Mu’minler kendi aralarında seçtikleri ya da uygun gördükleri bir namaz imamının arkasında bir farz namazı kılmak üzere cemaat olurlar. Onun arkasında saf tutarlar. Namaz içerisinde onun komutuyla rukû’ ve secde yaparlar. Ayakta iken okumaları gereken kıraati (Kur’an’dan bir miktarı) muctehidlerin çoğunluğuna göre okumazlar. İmamın okuyuşu cemaat için yeterli sayılır. Onunla birlikte hareket ederler, onunla beraber namazı tamamlarlar.
Öte yandan sahih hadislerde, cema­atle kılınan namaza verilecek sevabın tek başına kılınan namazın sevabından 25 veya 27 derece fazla ol­duğu ve cemaate gitmek için atılacak her adımın mükâfatlandırılacağı bildiril­miş, ayrıca cemaate katılanların sayısı arttıkça kılınan namazın sevabının da ona göre artacağı haber verilmiştir. (Buhârî, Ezân 30; Muslim, Mesâcid 42, Hadis no: 649; Ebû Dâvud, Salât, Hadis no: 559, 1153; İbn Mâce, Mesâcid 16, Hadis no: 786-790; Tirmizî, Salât 245, Hadis no: 330).

Bu arada cemaate gelmeyenlerin evlerinin yakılacağı tehdidinde bulunulmuştur [Buhari].

Hz. Peygamber, cemaatin iki kişiden meydana gelebileceğini ifade etmişti [Buhârî, "Ezan", 35; Nesâî, "İmamet", 43-45].

"Üç kişi bir mecliste olupta cemaatle namaz kılmazlarsa şeytan onları mağlup etmiştir.” (Buhari)

Diğer bir hadisi şerifte 3 kişi yolculuğa çıktıklarında içlerinden birini emir seçmeleri buyrulmuştur.
Ebu Said’den Rasulullah’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Üç kişi yolculuğa çıktıkları taktirde, mutlaka başlarına birilerini emir tayin etmelidirler.”[Ebu Davud, 2241]

Rabbimiz Nisa suresi 101-102. ayetlerinde Hz. Peygamber'den, düşman korkusu­nun bulunduğu sefer halinde, cihad ortamında bile müslümanlara namazı cemaatle kıldırması­nın istemiş, tarifini dahi yapmış, namazın normal zamanlarda öncelikle cemaatle kılınması gereğini ortaya ko­yar.

Cemaat teriminin Fıkıhtaki bu önemini hatırlattıktan sonra İslami literatürdeki-istilahtaki önemine değiniyoruz:

En geniş anlamıyla ‘cemaat’; İslâm ümmeti topluluğunu ifâde eden bir kavramdır. Dünyadaki bütün müslümanlar bu anlamda bir bütün halinde ‘cemaat’tirler. Bu cemaatin ana özelliği, aynı Din’e, yani tevhid Dinine inanmaları, aynı kıbleye yönelmeleridir. Dünyanın neresinde yaşarlarsa yaşasınlar, bütün müslümanlar İslâm cemaatinin birer üyesidirler.


Cemaat; rastgele, tesadüfen veya şartların bir araya getirdiği insanlar değildir. Cemaatin üyeleri de yaptıklarını bilmeyen, hangi şartlar altında bir araya geldiğinden habersiz ve şuursuz kimseler değillerdir. Cemaat, şuurlu bir birlikteliktir. Kuru kalabalık, cansız varlıklar yani kitle (cemadât) değildir.
Kitle, şartların bir araya topladığı kalabalıktır. Yolu ve hedefi belli değildir. Asgari müşterekleri bile ortada yoktur. Belki bir çıkarın, belki etkili bir rüzgârın, belki gözü açık bir propagandacının bir araya topladığı bir sürüdür. Sürüyü akıllı ve gözü açık çobanlar istediği gibi sürükleyip götürürler.

Bir topluluğun cemaat adını alabilmesi için, o topluluğun belli bir fikir etrafında, belli bir hedefe gitmek üzere bir araya gelmesi, belli ilkelere bağlı olması ve başlarında cemaat ile özdeşleşmiş, aynı amaca bağlı yetkin bir imamın (önderin) bulunması gerekir.


Cemaat Anlayışı ve İslâm Topulumu:

İslâm toplumunda herkes birbirinin kardeşidir. Tıpkı namazda saf tuttukları ve beraber oldukları gibi, kendi aralarından seçtiklari ehl-i hal ve’l akd (imam, halife, emir sahibi, velîyyul emr) yetkilisinin başkanlığı altında dünya ve din işlerini yürütürler. Allah’ın dinini yaşamaya çalışırlar. Onların önderleri kendileri gibidir, hiç bir üstünlüğü yoktur ve onların serbest oylarıyla (biatleriyle) seçilmişlerdir.
Namazdaki imam gibi yetkileri sınırlıdır ve o Allah’a itaat ettiği müddetçe müminler de ona itaat ederler. Bir kimse, cemaat istemediği halde onlara namaz imamı olamadığı gibi, hiç kimse de ümmet istemediği halde zorla, diktatörce, onlara imam (yönetici) olamaz. İnançta olduğu gibi, dünya işlerinde de bir araya gelip yardımlaşarak yaşayan samîmî ve ihlâslı müslümanların teşkil ettiği birlik akla gelir.
Mu’minler, tıpkı namazda olduğu gibi toplum hayatında da birbirlerinin yanındadırlar. Müslümanlar namazda niçin bir araya geldiklerinin şuurunda oldukları gibi, müslümanlarla niçin bir arada olmaları gerektiğinin de farkındadırlar. Onların cemaat oluşu bilinçli bir tercihtir. Onların aralarındaki bağ İman bağıdır; soy, hemşehrilik, ırk, kabile, hizib, ya da vatandaşlık, hele hele çıkar beraberliği hiç değildir.
Müslümanlar bulundukları yerlerde küçük cemaat olsalar bile aynı özelliği taşırlar, aynı şuura sahiptirler. Herhangi bir amacı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen mü’min topluluklarının da bundan farklı yanları yoktur. Bazen bütün müslümanların bir önderin (imamın) yönetimi altında bir araya gelmeleri mümkün olmayabilir. Şartlar buna müsaade etmeyebilir.
Günümüzde müslümanlar farklı coğrafyalarda ve farklı bağımsız ülkelerde yaşamaktadırlar. Birçok ayrı siyasî güç müslümanlara hakim durumdadır. Buna rağmen onlar İslâm’ın genel esasları ve hedefleri etrafında bir cemaat olmak durumundadırlar. Onlar birbirlerinin kardeşidirler. Herkes birbirinin destekçisi, yardımcısı ve duâcısıdır.
Müslümanlar bulundukları yerde, az da olsalar cemaat anlayışını yaşatmakla görevlidirler. Bazı mü’minler, bir amacı ya da bir hedefi gerçekleştirmek üzere bir araya gelebilirler, bir grup çalışması yapabilirler. Vakıf, dernek, teşkilat çatısı altında örgütlenebilirler. Bu şekilde oluşan cemaatler, kendi aralarında bazı prensipleri uygulasalar bile, diğer müslüman cemaatlerle İslâm kardeşliği çerçevesinde ilişki kurarlar, ayrılık gütmezler, onlara sırtlarını dönmezler.
Bir cemaatin İslâmî olup olmaması, onun İslâmî prensiplere ne kadar uyduğuna bağlıdır. ‘En iyi cemaat biziz’ iddiası geçersizdir.
Belli bir amacı ve çalışmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelen cemaatler, tefrikaya sebep olmamalı, müslümanları bölüp parçalamamalıdır. Dinde ayrılık güdenlerin ve kendi cemaatinin veya grubunun görüşlerini, prensiplerini din haline getirenlerin son derece hatalı oldukları açıktır. Kaldı ki İslâm sürekli bir şekilde müslümanların kardeşliğini vurgulamakta, onları ‘vahdet’e dâvet etmektedir.
Tevhid itikadını benimsemiş müminler cemaatli olmak fakat cemaatçi olmamak zorundadırlar.
Müslümanlar, yaşadıkları yerlerde azınlık da olsalar cemaat olmaya çalışmalılar. Bunu yapmazlarsa ve cemaat şuurunu diri tutmazlarsa; cemaat olmanın avantajlarını ve nimetlerini kaçırırlar. ‘Cemadat’, yani şuursuz, sıradan sürü haline gelirler. Sürüleri güden çobanlar de her zaman bulunur.


Cemaat Olmanın Önemi ve Zorunluluğu :

Cemaat bir vucubiyet , cemaatsizlik bir vebaldır. Bu işin keyfiyeti kişinin kendi isteğine bırakılmamış “olmazsa da olur” değil, aksine "olmazsa olmazımızdır".
İnsanın ihtirasları, çıkarcı, bireyci, bencil, dünyacı, karanlıklardan kurtulup gün yüzüne çıkması cemaat ortamlarının rahmet ve bereket ikliminde mümkün oluyor… Kişi cematpotasında olgunlaştıkça toplumsal duyarlılığı gelişir…
Cemaat kişisel kabiliyetleri, kazanımları sosyalleştirmek için vardır… Hem kendi kalmak, hem de cemat atmosferinde zenginleşmek, derinleşmek, durulaşmak fırsatı yakalanmış oluyor…
Tevhid akidesi ve hareketli organik ameliyle kişiye anlam ve değer yükleniyor… Hayatın fani çabalarını ebedileştirmenin yolu da buradan geçiyor…
Cemaat her tür bereketin adıdır… Velayetin, vahdetin, uhuvvetin, rahmetin taşıyıcısıdır… İslam’ı pratize etmenin zeminidir… Müminleri bir arada tutan tutkal, bir duvar misali kaynaştıran harçtır…
Modern dönemlerde İslami misyon ve mesajı sürdürebilme imkanı cemaat formunda kendini gösteriyor… Modernite ile gelen köklü yıkıma karşı duracak tek potansiyel güç İslam’dır… cemaat tüm zamanların bir zaruretidir.
İslâm cemaat dinidir. İslâm’ın ilke ve prensipleri en güzel şekilde cemaatle beraber yerine getirilir. İslâm, müslümanların şuurlu cemaatler olmasını emretmiştir. Peygamberimiz Medine’de bu örnek cemaati kurmuş ve nasıl olacağını göstermiştir. Böyle bir cemaat mü’min için koruyucu bir elbise, kale gibidir.
Cemaat olan mu’minler birbirlerini daha iyi tanırlar, birbirlerini sever sayarlar, destek olurlar, yardımda bulunurlar. Birbirlerinin durumlarından haberleri olur, birbirlerinin eksik taraflarını tamamlarlar. Tıpkı bir vücut gibi birbirlerinin acısıyla kederlenirler .
İslâmî cemaat, Kur’an anlayışı ve Peygamberin yolu üzerine kurulur. Onların arasında kardeşlik, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma, fedâkârlık ve saygı vardır. Onların arasında soy, sınıf, kabile, meslek, bölge üstünlüğü gibi şeyler yoktur.

İslam alimlerinden "Dar'ul harb'te bile cemaat olmanın zorunluluğu"yla ilgili görüşlerini aktaracak olursak;

Hanefi alimlerinden “İmamların Güneşi” lakablı Serahsi (Vefatı 483 ve ya 490 Hicri) “Şerhu's Siyeri'l Kebir” adlı kitabında, Ebu Hanife'nin telebesi İmam Muhammed eş Şeybani'den naklen bildiriyor:


لا يجوز ترك المسلمين سدى ليس عليهم من يدبر أمورهم في دار الإسلام ولا في دار الحرب

’Müslümanları başlı başına, üzerlerinde işlerini idare eden birinin olmadığı şekilde terk etmek ne Dar'ul-İslam'da ne de Dar'ul-Harb'de caiz değildir.”

(Serahsi: Şerhu's Siyeri'l Kebir: 2/258
Dar'ul Kutubi'l İlmiyye - Bab/88, Mesele/1436)


Allame Kemaluddin İbni Humem (790-861/1388-1457) Mehşur “El Hidaye” üzerine yazdığı “Fethul Kadir lil Acizil Fakir” adlı kitabında bu mevzuda :

وإذا لم يكن سلطان ولا من يجوز التقلد منه كما هو في بعض بلاد المسلمين غلب عليهم الكفار كقرطبة في بلاد المغرب الآن وبلنسية وبلاد الحبشة وأقروا المسلمين عندهم على مال يؤخذ منهم يجب عليهم أن يتفقوا على واحد منهم يجعلونه واليا فيولى قاضيا أو يكون هو الذي يقضي بينهم وكذا ينصبوا لهم إماما يصلي بهم الجمعة

Şimdiki zamanda Mağrib bölgesinde olan Kurtuba, Valensiya ve Habeşilerin ölkesi kimi kafirlerin galib olduğu bazı Müslüman ülkelerinde, Müslümanlar onlara mal ödeyerek yaşarlar. Bu kimi ülkelerde, Sultan ve ya ondan vazife almanın caiz olduğu birisinin olmaması halinde Müslümanların üzerine vacibdir ki, kendilerinden (içlerinden) olan birinin üzerinde ittifak etsinler, onu vali/idareci seçsinler. O da kadı tayin etmeli veya o onlar arasında hakimlik eden biri olmalıdır.
Aynı şekilde onlar üçünün arkasında bütün namazları kılacakları bir imam nesb/tayin etmelidirler.”

(Kemaluddin İbni Humem: Fethul Kadir: 7/264
Beyrut: Dar'ul Fikr: İkinci neşr.)



Cemaatleşmekle ilgili ayet-i kerimelere bakacak olursak:

Rabbimiz , müslümanları Kur’an etrafında bir araya gelmeye dâvet ediyor (Âl-i İmran, 103).

Dinlerini parçalayanlar gibi parça parça olmaktan sakındırıyor (Rûm, 32).

Kuvvetli bir bina gibi bir araya gelip kendi yolunda cihad eden mü’minleri sevmektedir (Saff, 4).

Onların işleri aralarında şura-danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da sarfederler. Bir haksızlığa uğradıklarında üstün gelmek için aralarında yardımlaşırlar ”(Şûrâ: 38-39) buyurarak, müminlere işlerini ortaklaşa yapmalarını ve yardımlaşmalarını emredip, birlik ve beraberlik içinde olmalarını istemiştir.

Allah ve Rasûlune itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfal: 46)

İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte kurtuluşa eren onlardır.” (Al -i İmran 104)

"Sen yönünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın insanları üzerine yaratmış olduğu fıtratına doğrult. O, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız O'na yönelin ve O'ndan korkun; namazı kılın ve (Allah'a) ortak koşanlardan olmayın. Onlar ki dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her grup kendi yanındakiyle sevin(ip övün)mektedir. " (Rum, 30/30-32).



Cemaatleşmekle ilgili Hadis-i Şeriflere bakacak olursak:

Cemaati terketmenin de cahiliye huylarından biri olduğunu ilan etmektedir.
Nitekim bir hadiste Abdullah b. Ömer’den rivayet ile Rasûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):
"Kim elini itaatten çekerse, kıyamet günü hüccetsiz olarak Allah'a kavuşur. Kim de boynunda bey'at olmadığı halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölmüş olur." ( Muslim, 3441)

Ne yazık ki bugün müslümanlar genelde bu duruma düşmüşler, dinlerini parça parça edip gruplara ayrılmışlardır. Övünmeleri de diğer gruptakilere karşıdır.
Hz. Peygamber (s.a.s.): "Cemâat rahmettir, tefrika ise azaptır" buyurmaktadır. (İbn Hanbel, IV,145).

Yine şöyle buyurur: "Allah'ın eli cemâatle beraberdir."
(Tirmizî, Fiten, 7).

"Bereket cemâatle beraberdir. " (İbn Mâce, At'ime, 17).

Hz. Peygamber (s.a.s.) "Mu'minlerin birbirlerine karşı sevgi ve merhametlerindeki örneği bir vücudun örneği gibidir. Bir azası rahatsızlandığında tüm vücut uykusuzluk ve ateşle ona ortak olur."(Buhari-Müslim) buyurmuştur.

"Kıyamet günü Allah-u Teâlâ buyuruyor ki: Celalim için birbirlerini sevenler nerededir? Benim gölgemden başka gölge bulunmayan bu günde, ben onları gölgemde gölgeleyeceğim." (Muslim)

"Nefsim elinde olana yemin olsun ki iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de (kâmil manada) iman etmiş olamazsınız." (Muslim Îmân, 94)
(Birbirinizi sevmenize sebeb olacak ameli söyliyeyim mi. Aranızda selamı yayın) hadisin diğer farklı varyantlarında bu ifadeler bulunmaktadır.

"Allah için birbirini seven ve O'nun için bir araya gelip ayrılan iki kişi" de Allah'ın, hiçbir gölgenin bulunmadığı günde kendi gölgesinde gölgelendireceği kimselerdendirler.(Buhari-Muslim)

Enes b. Malik (r.a)’den: Rasulullah (s.a.s) buyurduki:
«Hiç biriniz kendisi için arzu ettiğini kardeşiniz içinde arzu etmedikçe iman etmiş olmaz (Buhari-Muslim)

Çağımızdan iki örnek verecek olursak bunlardan biri Afganistan diğeri Filistin’dir. Afganistan’ın Ruslar tarafından işgal edilmesinden sonra oradaki Müslüman cemaatler güçlerini birleştirerek bu düşmana karşı kıt imkânlarıyla savaş verdiler. Sonunda dünyanın iki süper gücünden biri olan Sovyetler Birliği yenilerek Afganistan’ı terk etmek zorunda kalmıştı.
Filistin’e gelince, yarım yüzyılı aşkındır başta İngiltere’nin daha sonra da ABD’nin son model silahlarla donattığı İsrail işgal gücü bütün zulüm ve yıkımlarına rağmen Filistin Müslüman halkının mücadelesini durduramamış, onca gücüne karşın kıt imkânlara sahip Filistin mucahidlerine karşı aciz duruma düşmüştür. Daha geçenlerde sona eren 22 gün savaşında İsrail, ABD’nin en son ürettiği silahlarla mazlum Filistin halkı üzerine yüzbinlerce ton bomba yağdırarak Gazze’yi adeta harabeye çevirdi. Sivil katliamının yaşandığı saldırıda 1300’ü aşkın Filistinli şehid oldu, 5500’ü aşkın kişi de yaralandı. İsrail, bütün bu yıkıma rağmen HAMAS mucahidlerinin şanlı direnişini kıramamış, karadan şehre girememiş ve sonunda biçare tek taraflı ateşkes kararı almıştır.

Yine bir hadis-i şerifle konumuza devam edelim.

Haris el Eş’ari r.a. rivayet ediyor; Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki;
"Allah Teâla hazretleri, Yahya İbnu Zekeriya aleyhimâsselam'a, beş kelime söyleyip bunlarla amel etmesini ve onlarla amel etmelerini Beni İsrail'e de söylemesini emir buyurdu. Ancak O, bu hususta ağır aldı. İsa aleyhisselâm kendisine:
"Allah sana beş kelime öretip onlarla amel etmeni ve Beni İsrail'e de onlarla amel etmelerini emretmeni söyledi. Ya sen bunları onlara emredersin veya bunları onlara ben emredeceğim" dedi. Yahya aleyhisselam:
"Onları emretmede benden önce davranacak olursan yere batırılmam veya azab görmemden korkarım!" dedi ve halkı Beytu'l-Makdis'te topladı. Mescid ağzına kadar doldu. Mahfillere de oturdular. (Söz alıp): "Allah bana beş kelime gönderdi ve onlarla amel etmemi ve size de amel etmenizi emretmemi bana emretti:

-Bunlardan birincisi Allah'a ibadet etmeniz, ona hiçbir ortak koşmamanızdır. Allah'a ortak koşanın misali şudur: Bir adam, kendi öz malından altın veya gümüş mukabilinde bir köle satın alır ve:
"Bu benim evim, bu da işim. (Çalış kazandığını) bana öde!" der. Köle çalışır, fakat kazancını efendisinden başkasına öder. Kölenin böyle yapmasına hanginiz razı olur?

-Aynen bunun gibi, Allah da size namazı emretti. Namaz kılarken (sağa-sola) bakınmayın. Zira Allah yüzünü, namazda bulunan kulunun yüzüne karşı diker, o sağa sola bakmadığı müddetçe.

-Allah size orucu emretti. Bunun misali şu insanın misaline benzer; O bir grup içerisindedir. Beraberinde bir çıkın içinde misk var. Herkes onun kokusundan hoşlanmaktadır. Oruçlunun (ağzında hasıl olan) koku, Allah indinde miskin kokusundan daha hoştur.

-Allah size sadakayı emretti. Bunun misali de şu adamın misaline benzer: Düşmanlar onu esir edip ellerini boynuna bağlamışlar ve boynunu vurmaları için cellatlara teslim etmişlerdir. Adam: "Ben az veya çok (bütün malımı) vererek kendimi fidye mukabilinde kurtarmak istiyorum" der ve nefsini fidye ödeyerek kurtarır.

-Allah size, Allah'ı zikretmenizi de emretti. Bunun da misali, peşinden hızla düşmanın geldiği bir adamdır. Bu adam muhkem bir kaleye gelip, düşmandan kendini korur. Kul da böyledir. Şeytana karşı kendisini sadece zikrullah ile koruyabilir."

Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm (burada hikayeyi tamamlayarak) dedi ki:
"Ben de size beş şeyi emrediyorum: Allah onları bana emretti. Dinlemek, itaat etmek, cihâd, hicret ve cemaat. Zira, kim cemaatten bir karış ayrılırsa boynundaki İslam bağını çıkarıp atmıştır, geri dönen hariç. Kim de Cahiliye (ırkçılık) davası güderse o cehennem molozlarından biridir!"
Bir adam: "Ey Allah'ın Rasulu! O kimse namazını kılar, orucunu tutar idiyse (yine mi cehennemlik)?" diye sordu. Aleyhissalatu vesselam:
"Evet, namaz kılsa, oruç tutsa da!
Ey Allah'ın kulları! Sizi müslümanlar, mü'minler diye tesmiye eden Allah'ın çağrısı ile çağırın!" buyurdular." Tirmizi, Emsal 3,(2867) İbni Huzeyme(salat 244,2/64) İbni Hibban(298-99) Hakim(1/117,235) Ahmed(4/202) Abdurrazzak(11/339) İbni Abdilberr İstiab(1/290) İbni Nehhas Meşariül Eşvak(11) hasendir.


Cemaatte Emre İtaat Bilinci :

Cemaatte emre itaatin önemi çok büyüktür. Basit, öenmsiz görülen bir görevdeki itaatsizlik ve gevşeklik bile çok büyük günaha, vebale ve büyük kayıplara sebeb olabilir. Bunu İslam tarihinden misallendirecek olursak Kuranı Kerimden Talut kıssasından başlayabiliriz:

Bakara 249- Talut, ordusu ile birlikte sefere çıkınca askerlerine dedi ki; Allah sizi bir ırmak aracılığı ile sınavdan geçirecek. Kim bu ırmağın suyundan kana kana içerse benden değildir. Kim onun suyundan içmez de sadece bir avuç dolusu ile yetinirse o bendendir
250- Talut ve askerleri, Calut ve ordusu ile karşılaştıklarında; `Ey Rabbimiz, üzerimize sabır yağdır, ayaklarımızı sabit kıl ve kâfirlere karşı bize zafer nasip eyle' dediler.

Bu ayetlerin Fi zilal’den alınan konumuzla ilgili tefsirlerinde şu açıklamalar bulunmaktadır:

Askerlerin az bir kısmı dışında çoğu bu ırmaktan su içtiler. Bir süre sonra Talut, yanında kalan müminlerle birlikte o ırmağı geçince, askerlerin bir kısmı "Bugün bizim Calut ve ordusu ile başa çıkacak gücümüz yok." dediler.
Fakat Allah'ın huzuruna çıkacaklarına kesinlikle inanmış olanlar "Allah'ın izni ile nice az sayılı topluluk, nice kalabalık topluluğu yenilgiye uğratmıştır."dediler.
"Hiç kuşkusuz Allah, sabırlılarla beraberdir." -
…….Burada yüce Allah'ın bu kişiyi hükümdar seçmesinin hikmeti somut biçimde ortaya çıkıyor. O, adım adım savaşa doğru ilerliyor. Komutası altındaki ordu, tarihinde birçok kez bozgunu ve ezikliği tatmış mağlup bir milletten oluşmuş, bir süre sonra da galip bir milletin ordusu ile karşılaşacak.
O halde, ordusunun vicdanında gizli bir güç bulunmalıdır ki, onun sayesinde karşılaşacağı üstün ve güçlü ordu karşısında durabilsin. Bu gizli güç olsa olsa iradede bulunabilir.
Nefsin arzularını ve içgüdülerini denetim altına alan, mahrumiyetlere ve sıkıntılara dayanan, zaruretlerin ve ihtiyaçların üstesinden gelen, itaati elden bırakmayan, bunun getireceği yükümlülüklere katlanan ve böylece ardarda gelecek sınavları başarı ile aşan bir iradedir onun aradığı. O halde Allah tarafından seçilmiş olan komutan, ordusunun iradesini, direnme gücünü ve sabırlılık derecesini mutlaka denemeli, sınavdan geçirmelidir.
İlk önce, ordusunun isteklere ve arzulara karşı ne kadar dayanabildiğini, ikinci aşamada da yokluklara ve sıkıntılara karşı ne derece sabırlı olduğunu deneyecektir. Bu yüzden rivayetlerin verdikleri bilgiye göre Talut, askerlerinin susuz oldukları bir sırada bu denemeyi yapmayı uygun gördü.
Böylece kendisi ile birlikte kalıp sabredecek olanlar ile rahatını tercih edip geri dönecek olanları ayırt edebilecekti. Deneme sonunda ileri görüşlülüğü ortaya çıktı:
"Askerlerinin az bir kısmı hariç, çoğu bir ırmağın suyundan içtiler." ---------
Kana kana içtiler. Oysa isteyenlere, ırmağın suyundan bir avuç dolusu olarak aşırı susuzluklarını gidermeleri ve böylece ordudan ayrılmak isteğinde olmadıklarını kanıtlamaları serbest bırakılmıştı. Ordunun çoğunluğu sırf nefislerinin isteklerine boyun eğerek söz dinlemedikleri için ondan ayrıldılar.
Ondan ayrıldılar, çünkü onun ve kendilerinin omuzlarına yüklenen görev için yeterli kimseler değillerdi. Onların düşmanla yüzyüze gelmenin eşiğinde olan ordudan ayrılmaları hayırlı ve tedbirliliğe uygun bir olaydı. Çünkü orduda zayıflık, moralsizlik ve bozgunculuk tohumu oluşturuyorlardı.
Orduların gücü, asker sayılarının kalabalıklığı ile değil, bu askerlerin kalplerinin dirençlilik derecesi ile, iradelerinin kesinliği ile, yolundan sapmaz ve sarsılmaz imanları ile ölçülür. Bu tecrübe sadece kalplerde gizli olan niyetlerin yeterli olmadığını, savaşa girmeden önce ordunun pratik bir sınavdan geçirilerek, bu yolda kaçınılmaz gerçekleri daha baştan ortaya çıkarıp tavrını ona göre belirleme gereğini ispatladı. Bunun yanısıra bu tecrübe, Allah tarafından seçilen komutanın cevherinin de dayanıklı olduğunu, çünkü ilk tecrübe sırasında ordusunun dökülüşü yüzünden sarsılmayarak yoluna devam ettiğini kanıtladı. (Fi zilal il Kur'an tefsiri)


****Aynı mesele hakkında Rasulullahın askerlerinden misal verecek olursak, Uhud savaşında Tepedeki okçulara değinmeden geçemeyiz.
Okçuların başlarındaki Abdullah b. Cubeyr komutanlarının ısrarına rağmen dinlemeyip kendi şahsi kanaatlerine zan ve ihtirasta kamçı vurunca görev yerlerini terk etmiş ve bu sorumsuzluğun vehametini savaşın yenik tamamlanmasının yanında pek çok şehid ve yaralılarla tamamlanmasına sebeb olmuştur




Cemaatte Kardeşliğin Önemine Dair :

Cemaatte kardeşliğin yardımlaşmanın öneminden bahsedeceksek bu işe evvela ensar muhacir kardeşliğinden başlamamız gerekecektir.
Rasulullah tarafından birbirine kardeş ilan edilen Sa’d bin Rebi (r a), Abdurrahman bin Avf’a (ra) "Ben mal cihetiyle Medineli Müslümanların en zenginiyim, malımın yarısını sana ayırdım, evimin odalarını ikiye böldüm, istersen hanımlarımdan birini boşayayım onu sana nikahlayayım " demişti
Büyük Sahabi, cennetle müjdelenen 10 kişiden biri olan Abdurrahman bin Avf’ın (ra) verdiği cevap yapılan teklif kadar ibretlidir


"Allah sana malını hayırlı kılsınBenim onlara ihtiyacım yok. Bana yapacağın en büyük iyilik, içinde alış-veriş yaptığınız çarşının yolunu göstermendir" buyurmuştur.


Diğer bir hadis te: Ebu Hurayra (r.a.) diyor ki:

"Bir adam Rasulullaha geldi ve ona "Ey Allanın Rasulu, ben açlıktan bit­tim." dedi.
Rasulullah, hanımlarına bir adam gönderdi. Adam onlarda hiçbir yi­yecek bulamadı. Bunun üzerine
"Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Allah ona rahmetini versin." buyurdu.
Bunun üzerine Ensar'dan bir kışı ayağa kalktı ve "Ben misafir ederim ya Rasulallah." dedi ve adamı alıp evine götürdü. Hanımına "Bu, Resulullahın misafiridir, bundan hiçbir şey esirgeme." dedi.
Hanımı: "Vallahi evde çocukların yiyeceğinden başka bir şey yoktur." de­di. Adam: "Çocuklar akşam yemeğini istediklerinde onlan uyut gel, lambayı söndür. Bu gece karnımızı dürelim." dedi.
Hanımı bunları yaptı. Sonra ev sahibi hakkında sabahleyin Rasulullah şöyle buyurdu: "Allah falan adama ve falan ka­dına hayret etti. (Onları takdir etti). "İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
"Daha önce Medine’yi yurt edinmiş ve imanı kalplerinde yerleştirmiş olanlara gelince, onlar, kendi yurtlarına hicret eden din kardeşlerini severler, onlara verilen şeyden dolayı gönüllerinde bir kıskançlık duymazlar ve kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları kendi nefislerine tercih ederler, kim nefsinin ihtiraslarından korunur ise, işte onlar kurtuluşa erenlerin tâ kendisidir" (Haşr-9)


Sözümü İmam Malik'in şu sözüyle sonlandırıyorum:
Cemaatta hoşunuza gitmeyen şeyler, ayrılıkta hoşunuza giden şeylerden daha hayırlıdır.”
alinti
 

guli rana

Active member

Cemaatsiz Cennet Bulunmaz
Nimetlere ulaşmanın bir çok yolu vardır; ancak bir yol var ki bütün yolların en emniyetlisi, en sevimlisi ve en verimlisidir. Bu, sırf Allah rızası ve muhabbetullah üzere kurulmuş bir takva cemaatına katılıp, Allah sevgisi üzerinde yaşamak ve o sevgi içinde dünyadan ayrılmaktir

Kim istemez şerefli, edebli, terbiyeli, sevgili bir müslüman olmayı? Kim arzulamaz Yüce Mevla’nın sevgi ve rızasına ulaşmayı? Kim dilemez Hz. Rasulullah’ın (A.S.) iki cihana bedel bir tebessümüyle karşılaşmayı ve sevinçten ağlamayı? Kim düşünmez Cehennemi selametle geçip ebedi saadet ve selam yurdu Cennet’te bulunmayı?..

Bütün bu nimetlere ulaşmanın bir çok yolu vardır; ancak bir yol var ki bütün yolların en emniyetlisi, en sevimlisi ve en verimlisidir. Bu, sırf Allah rızası ve muhabbetullah üzere kurulmuş bir takva cemaatına katılıp, Allah sevgisi üzerinde yaşamak ve o sevgi içinde dünyadan ayrılmaktır.

Buna “Allah’ın ipine yapışmak” denir. Allahu Tealâ’nın kopmayan ipi Hz. Kur’andır. Kur’anın tek isteği iman ve takvadır. Onun bir ucu Rabbül Âlemin’de, bir ucu bizdedir. Kim ona sıkıca tutunur ve ölene kadar bırakmaz ise korkmasın, sonuçta yeri Cennet’tir. Bu, Rabbimizin açık vaadidir. Rasulullah (A.S.) Efendimiz de aynı müjdeyi vermiştir.

Allahu Tealâ, “sakın huzuruma imansız ve İslam’sız gelmeyin” diyor ve dünyadan selametle ayrılmanın yolunu şöyle gösteriyor:

“Hep birlikte, (kalbiniz ve kalıbınızla, erkek ve kadınınızla, yaşlı ve ihtiyarınızla) topluca Allah’ın ipine sarılın. Sakın parçalanıp dağılmayın. ”(Âl-i İmran/102-103)

“Takvaya ulaşmak için birlik olun, biribirinize yardımcı olun.” (Mâide/2)

Kur’an’ın en önde gelen hafızlarından Hz. İbnu Mes’ud (R.A.), “Allah’a götürecek ip taat ve cemaattır” diyor ve ekliyor: “Nefsinize acı ve ağır gelse de birliğinizi muhafaza edin. Sakın yalnızlıkta huzur aramayın bulamazsınız.” (Taberi)

Büyük müfessir İmam Katâde’yi dinleyelim: “Allahu Teâlâ, sizin ayrılık içinde olmanızı çirkin görüyor. Onun için önce ‘sakın parçalanmayın’ emrini verdi ve dağınıklıktan sakındırıp nehyetti. Allahu Tealâ sizin hakkı dinleyen ve ona itaat eden, biribirini seven ve dostça geçinen bir cemaat olmanızı istiyor. Siz de, gücünüz yettiği kadar Allah’ın razı olduğu bu hale razı olun ve ona sahip çıkın. Bütün kuvvet Allah’a aittir.” (Taberi)

Allah Rasulü (A.S.), şeytanın her an mü’min avında olduğunu, tek başına kalan kimsenin kalbine ve imanına saldırdığını haber verip sığınılacak kaleyi gösteriyor:

“Allah yolunda Allah rızası için cemaat olun. Yoksa şeytana yem olursunuz. İman selameti ile ölmek ve Cennete girmek isteyen kimse cemaata sarılsın.” (Tirmizi, Hakim)

Tek kalanı kurt kapar sözü, yalnız başına kalan insan için söylenmiştir.
Başka bir ilaç:
“Üç şey var ki, onlara riayet eden bir mü’min, katiyyen aldanmaz, yanılmış olmaz:
* Allah için amelde ihlaslı olmak.
* İşlerini sevk ve idare eden imamına karşı samimi davranmak.
* Cemaata sımsıkı sarılmak.” (Ahmed, Hakim)

Evet, bir kimse yaptığı işlerde Allah rızasını hedefe alır, Hakk yolunda kendisine tabi ve talebe olduğu kimseye özü ve sözüyle samimice davranır ve bu uğurda beraber olduğu cemaate sımsıkı sarılırsa, onun kalbinde şeytan taht kuramaz. Şeytanlaşmış insanlar da onu yolundan ayıramaz. Çünkü onun destekçisi Allahu Tealâ’dır.
“Allah’ın eli cemaatin üzerindedir.” (Tirmizi, Tabarani) hadisi, cemaatın kerametini anlatmaya yeterlidir. Buradaki elden maksat, Allah’ın kudreti, desteği, muhabbeti, koruması ve melekleriyle takviyesidir.

Mü’min, Allah yolundaki kardeşleriyle kuvvetlenir. İhlas ve edeb ilahi rahmeti çeker. Rahmet kalbi destekler. Rahmetle desteklenen kalbin şüphesi gider. İlahi nur ile aydınlanan kalp, fani olan eşyayı bırakıp baki olan Mevla’yı tercih eder; hep O’nu zikreder. Boş işlerden ve haramlardan muhabbetini çeker. Ahireti özler, ölümü sever.

Cemaatla kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmiyedi derece daha faziletlidir ve daha bereketlidir. Cemaatla yapılan dua ve zikirler, tek başına yapılandan daha makbuldur. Cemaat halinde yapılan herşeyde ayrı bir bereket ve kazanç mevcuttur.

Efendimiz (A.S.), mü’minleri biribirlerini temizleyen iki ele benzetiyor. Allah için kardeş olan mü’minlerin her birisi, diğerinin günahlara düşmemesi için bir kalkan vazifesi görür. Önce, onu kusur ve günaha çağırmaz, hata içinde bırakmaz. Yanlış yaparsa ikaz eder; hayır işlerse dua ile destekler. Bazen onun için gözyaşı döker. Ne mutlu Allah için sevdiği kardeşi için gözyaşı dökebilenlere. Bu hal, peygamberlerin ve sıddıkların ahlâkıdır. Az bulunur, çünkü çok kıymetlidir.

Nereden bakılsa cemaat rahmettir. Cemaatın temeli Allah için muhabbettir. Onu ayakta tutacak esaslar ise ihlas ve edebtir. Birisi bulunmasa, sonuç felakettir.

Mü’minler Cennet’e grup grup cemaat halinde gireceklerdir. Tek kişilik bir cennet yoktur. Cennetin süsü ve gülü olan Rasulullah (A.S.) Efendimize bile aşıklar ve sıddıklar komşu edilecektir. Cennet’te herkes sevdikleriyle beraber sevinecektir. .

Cok tesekkurler hocam elinize saglik....Rabbim bizleri cemaatsiz tek basına nefsinin elinde oyuncak olarak bırakmasın hizmet ve kulluk suuru ile bilinçlendirsin insAllahu Teala
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
“Cemaatte hoşunuza gitmeyen şeyler, ayrılıkta hoşunuza giden şeylerden daha hayırlıdır.” (İmam-ı Malik)
Dört hak mezhepten birinin kurucusu olan bu zat neden böyle bir şey demiştir? Çünkü: Cemaat İslam’ın olmazsa olmazıdır. İslamiyet cemaat dinidir.

Resulullah (sav) buyuruyor:

“Cemaat rahmettir, tefrika azaptır” (Ahmed b Hanbel)

“ALLAH’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizi)


Burada, Allahın yardımını almak için cemaat şeklinde hareket etmek gerektiği belirtilmiştir.

Günümüzde; Kuran ve hadislerde bahsedilen cemaatten maksat, ehlisünnet cemaatidir diyenler çıkmıştır. Acaba bu kişiler, ehlisünnet cemaatinde olmanın sadece ehlisünnet cemaatindeyiz demek olduğunu mu sanıyorlar. Sahabelerdeki ehlisünnet cemaati, İslam’a hizmet eden, birçok insanın imana gelmesine ve İslam’ı sevmesine vesile olan cemaatti, karşılaştıralım, şuan var olan İslami cemaatler mi; yoksa, bu kişilerin dedikleri cemaat mi sahabelerdeki ehlisünnet vel cemaat tipine uyuyor.

Cemaat, ortak gayeler için, birlikte hareket etmektir. Bu ortak harekette; birbiriyle kaynaşma, yardımlaşma ve bir birini geliştirme, yanlışını düzeltme vardır. Bunun içinde peygamberimiz bir sahabeyi bir yere göndereceği zaman, en az iki kişi olarak gönderir ve birini diğerine komutan ilan ederdi.

Cemaat; bilinçli olarak bir araya geldiği için, doğru İslam’ı, doğru yaşayıp, yorumlayıp, pratiğe aktarabilir. Cemaat; aciz, kendi başına yetemeyen bir sürü değil, omuz omuza vererek büyük bir kardeşlik gücü ortaya koyan bir oluşumdur. Cemaat olmak ve cemaatte bir birey olmak her kişinin ve kalabalığın harcı değildir. Cemaate giren kişi enaniyetini bırakmalı ve ben de biliyorum diyerek enaniyet göstermemeli, herkesin bir söz hakkı vardır. Sıradan bir insan olarak bildiklerini paylaşmalı, ben biliyorum bunlar niye benim dediklerimi kabul edip yapmıyorlar, diye bir baskı kuramazlar. Kurmaya çalışsa da kimse takmaz. Bunun için cemaate girmek nefse söz geçirmekle olur. Cemaate girmeyen birçok kişi kendi bilgi ve yaşamının cemaattekilerden daha iyi olduğuna inanarak kibir gösterir, bu kibir onları cemaatin bereketinden uzaklaştırır.

Hz. Ali :”Herkesi kendinden daha üstün gör ve kibre girme” sözü çok manidardır. Yoksa cemaattekilerin bilgi ve yaşamını kendi yaşamından daha iyi görseydi elbette cemaate girecektir. İslami yönden, toplumun sorunlarını cemaatin oluşturduğu ortak akıl ve faaliyet çözecektir. Yok, ben cemaatte değilim ama ben ve benim gibiler toplumdaki sorunları çözecek ve çözüyor diyen yoktur herhalde.(Eğer varsa Allah sayılarını arttırsın.)

Bu insanlardan bazıları zannediyor ki; “İtaat kendilerini küçültür veya kendilerinin değerleri bilinmez”, sözde özgürlük, gerçekte İslam’ın tutsaklığı.. Çünkü İslam’a hücum edenler, birbirlerinin kusurlarına bakmıyor veya benimle tamı tamına aynı düşüncede değil demiyor, hep birden hücum edip, Müslümanları tutsaklık altına alıyor. Bizim tek takılan bazı zatlar ise “Cemaat bana ne verdi?” eleştirilerine takıldılar. Hâlbuki “Benim cemaat aracılığıyla halka, insanlara ve insanlığa katkım nedir ve ne olabilir?” sorusunu sormalıydılar. Kendi Tecrübe ve ilimlerine güvendiler, onu paylaşmaktan uzak durdular, Paylaşma adına da kendi düşüncelerini kabul ettirmek istediler, cemaattekiler onların düşüncelerini kabul etmeyince de cemaatten uzaklaşıp kötülemeye başladılar ve şeytanın sağdan yaklaşmasını kabul ettiler. Evet, İnsanlar ilme, tecrübeye ve nefsin arzularına tutsak olabilir.

Cenab-ı Hak meleklere: O kavmin helak edileceğini söylediği zaman melekler: Yarabbi orada sana ibadetle zaman geçiren kullarında var demişlerdir. Cenab-ı Hak: Onlar bana ibadetle zaman geçirmiş, ama halkı yanlıştan alıkoymaya çalışmamıştır, diyerek o kavmi helak etmiştir.Sadece şahsi olarak ibadet edip, toplumdaki ahlaksızlığın gitmesi ve insanlıktan uzaklaşmış insanlara, yardımcı olmaktan uzak durmanın, müslümanın işi olmadığını Asr suresindeki: “Hakkı tavsiye edenler” ayeti bize bildiriyor.

Peki, ülkemizde cemaate karşı olan bazı kişiler, neden vardır ve neden cemaate karşı çıkıyor?

Bunlar birkaç gruptur:
Birinci grup: Cahilliklerinden karşılar.
İkinci grup: Kıskançlıklarından karşı çıkıyor.
Üçüncü grupta: İslam düşmanlığından dolayı karşı çıkmaktadır.

Allah rızası için insanlara faydalı olmaya çalışan, ayrımcılık yapmayan ve ayrımcılığa karşı olan, insanların Allaha iyi bir kul, vatanına milletine iyi bir vatandaş olmasına çalışan, maddi ve siyasi bir amacı olmayan insanlara başka hangi sebeple karşı çıkılsın?

Yanlış düşüncelerden biride şudur: Kendi aralarında küçük cemaatler ve gruplar ehlisünnet cemaatine zıttır. Hayır, her bir mezhep imamı zamanında, insanlar imamların arkasında küçük birer cemaat değil miydi, o zatların çevresinde toplanıp, onların sohbetlerinde bulunmuyorlar mıydı? Onların etrafında toplanmış küçük cemaatler acaba bütün Müslümanları kapsayan ehlisünnet cemaatini bölüp ve zarar mı verdi, yoksa İslam âlemine ve insanlığa faydalı mı oldu? Biraz bilgisi ve vicdanı olanlara soruyorum.

Bütün Müslümanlar ehlisünnet cemaatinin içindedir. Bu büyük cemaat içindeki küçük cemaatler bir binanın taşları hükmündedir. İsteyen hiçbir cemaate bağlı olmadan da İslam’ı yaşamaya çalışır, herkese saygılı olunmalıdır, yeter ki şahsi çıkarlarına uymadığı için cemaatleri kötülemesinler. Akla kapı açılır, irade elden alınmaz. Zaten cemaat; ülkede huzur, barış, ayrımcılığın olmaması, insanların vatan ve millete faydalı olması için çalışırlar. Cemaatlerin ne maddi nede siyasi bir amacı yoktur. Tek amaç; insanların dünya ve ahiret hayatlarına faydalı olmak ve Allah’ın rızasını kazanmaktır. Yani Kuranın müslümandan istediği görevler. Buna da kimsenin karşı olmaya hakkı yoktur. Tek başıma ben Kuranın bu emrini yapıyorum, hatta cemaatlerden daha iyi yapıyorum diyen varsa tebrik ediyoruz. Herkesin duygu ve düşüncelerine saygı duyulmalıdır.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Nerede benim rizam icin birbirini sevenler?
Benim gölgemden baska bir gölgenin bulunmadigi bir günde onlari kendi gölgemde gölgelendirecegim.
(Hadis-i Kutsi)

"Dusuncelerle bir araya gelmis ve cemaat olusturmus 5-10 fert, insanligi asirlar boyu hep aydinlik iklimlerde dolastiran Ebu Hanife, Muhammed Bahauddin Naksibendi, Abdulkadir Geylani, Imam Gazzali ve emsali kimselere nasip olan mazhariyetlerin cok cok ötesinde, mazhariyetlere sahip olabilirler. Bu o buyuk zatlari tezyif veya misyonlarini inkar olarak anlasilmamali; Allah ( c.c)'in cemaate hususi ihsani seklinde yorumlanmalidir."

Mevlana gibi yuce bir sahis devrimizde yasiyor olsaydi; cagimizdaki tehlikelerin farkina vardiginda umulur ki, o da bireysel maneviyattan cikip CEMAAT halinde bulunmanin ancak bu cagda ayakta kalabilmenin bir yolu oldugunu soyleyecektir.

Eski zamanlarda kisinin tek basina kendisini yetistirmesi kolay oldugundan, manevi acidan kendilerine ceki duzen vermek isteyenlerin bir yerde inzivaya cekilmeleri yeterli olabilirdi. Ama dunyanin bir koy haline geldigi ve surekli insanlarla muhatap olunarak ilerlemelerin kaydedilebildigi cagimizda INZIVA hayatinin yasanilmasi dusunulemez. Bu devirde tek basina kalan bir insan, nefisinin ve seytanin buyruklarina cok fazla direnemeden eriyip gidebilir. Onun hatalarini duzeltecek HAYIRHAH'lari bulunmadigi muddetce kisinin basina daha da kotusu gelebilir. Bu, manevi olarak kayip gittiginin farkina varilmamasidir. Mesela, ilk basta namazi birakan bir insanin sonralari namaz kilmamayi normal olarak gormesi ve bundan istirap duymamaya baslamasidir.

Peki eski zamanlardaki tehlikelerden daha fazlalari neler? Bir carsiya ciktiginizda bircok bayanin namahrem yerleri istemeseniz bile gozunuze carpar. Boyle durumlarda istememek bile buyuk bir basaridir. Televizyonu acarsaniz, gozunuzun harama takilmamasi mumkun degildir. Okula giderseniz, hakeza oyledir. Bu devirde gunahlardan korunmak icin ancak dagda bir kulubede yasamak gerekir. Bu da gunluk yasantimizin devami icin mumkun olmadigindan dolayi insan eski zamanin aksine bu gunahlardan korunmak icin bireysellikten cikip CEMAAT icerinde girmelidir.

Nasil ki, bir cay birakildiginda sogumaya baslar, insan da boyledir. Ortam, insanin maneviyatini surekli olumsuz yonde etkileyerek, onun sogumasina meyilli olarak yaratilmistir. Buna care ise bu maneviyati surekli canli tutmak, daha dogrusu demligin altini surekli acik birakmaktir. Kisisel basari ile de bu mumkun olamayacagindan dolayi, maneviyattaki sureklılık ancak CEMAATLE mümkündür...

Bir tek agaci dusunun... Agac ne kadar buyuk de olsa tek basina bir yagmur bulutunu kendisine cekmesi mumkun degildir. Ama yagmur ormanlarindaki birliktelik sayesinde yagmur bulutlari bu ormanlarin uzerlerine gelip yagmurunu bosaltmaktadir.

Cemaatte ise kisi her ne kadar bozuk da olsa, etrafindaki insanlari ornek alma gibi bir durum soz konusu olabilir. Onu surekli hayra cagiran insanlar da bulunmaktadir. Kendisin cok buyuk gunahlari oldugu halde, belki de Allah tarafindan sevilmese bile, sirf Allah'in sevdigi kullar arasinda bulundugundan dolayi Allah rahmet nazari ile bakabilir, etrafindaki iyi insanlar sebebiyle onu da affedebilir.

Bir insan tek basinayken yaptigi gunah tekildir, yaptigi hayir da tekildir. Cemaatte ise durum farklidir; cemaat icinde bulunan bir kisinin yaptigi gunah tekil, yaptigi hayir ise umumidir. Yani her sahsin yaptigi hayir herkese miktari eksilmeksizin SAMIMIYETLERI OLCUSUNDE dagitilir. Bu sayede Allah insanlari birlik halinde olmayi tevsik etmistir. Oyle ki, insan oldukten sonra bile mensubu bulundugu cemaatte bulunan herkesin yaptigi hayirlar ona yazilmaya devam edilir...

Dogadaki kanun da boyledir. Tek basina yasayan hayvanlar, toplu halde yasayanlara gore cok daha zayiftirlar ve avcilari tarafindan cok kolay pusuya dusurulebilir, yenebilirler. Toplu halde yasayanlar ise kendi aralarindaki guclu etkilesim ve haberlesmelerle dusmanlara karsi gayet iyi direnebilirler.

Iki fert, ayri ayri olduklarinda 1'i asamazken, yan yana gelince "11" olur. Uc ayri '1' yan yana geldiginde "111"e ulasir. Simdi, basitce rakam oyunlariyla ifade etmeye calistigimiz bu durumu, karanlikta elinde mes'ale tutan bir kisinin meydana getirecegi aydinlikla, 11 ya da 111 kisinin meydana getirecegi aydinligi mukayese ederek dusunun! Bir hazineyi kaldirmada da ayni durum soz konusudur. Buna bir de, pazu kuvvetinin yaninda kabiliyetlerin, ilmin, idrakin ve dusuncelerin ittifakinin eklendigini dusunun! Ayrica bir de, gaye ve ideal birligi, cehd ve azim musterekleri de varsa, iste o zaman, gercekten toplarin sindiremeyecegi olcude gurul gurul ses getiren yureklerin gucu kendiliginden ortaya cikar.

Aynen bunun gibi, ic alemlerinin, ruh ve kalp dunyalarinin hayat dereceleri cok ulvi olan ve simalarinda melek cehrelerini musahede edebilecegimiz arkadaslarin, sefkat, merhamet ve nurdan tebessumlerle suslenmis aydin bakislari altinda isiklasmalarin yasandigini dusundukce, seytanin aldatmalarina ve gunahlarinin yikiciligina karsi nasil bir atmosfer icinde bulundugumuzu daha iyi anlariz. Bu atmosfer icinde direnc kazanacak olan zayif kalp ve iradelerimizin, fer ve kuvvetinin arttigini ve zulcenaheyn, yani iki kanatli, cift yonlu bir kuvvete sahip oldugumuzu hissederiz.

Cemaatin, cemaat olmanin yaninda, cemaat prensipleri ile yurumesinin de insan ve topluma kazandirdigi pek cok sey vardir. Bunlar bilhassa globallesen bir dunyada, bugun daha fazla ehemmiyet kazanmis durumdadir. Soyle ki; fert, dahi bile olsa ve dahiyane tesebbusleriyle ortaya harikulade isler dahi koysa, cemaat dusuncesi ve beraberligi ile ortaya konan seyler, onu rahatlikla cok gerilerde birakir. Zira, bir Arap atasozunde de ifade edildigi gibi "iki kafa bir kafadan hayirlidir." Kafa yani dusunen beyin sayisi, alinan kararlari uygulamada omuz veren insan sayisi ne kadar cogalirsa, ortaya konan performans dogrultusunda istenilen neticeye ulasmak da o kadar kolay ve mukemmel olur. Butun bunlari, tek bir ferdin -dahi de olsa- basarmasi, yapmasi dusunulemez.

Ayrica cemaat halinde veliligi temsil eden kisiler gurur, fahr ve ucb (kendini begenme) icine de girmez, hatta giremezler. Zira o gayeye ulasmada ve o noktaya yukselmede kendisinin oldugu kadar cemaatin sair fertlerinin de payi vardir ve belki de onunkinden daha yuksektir. Burada goruldugu gibi cemaat icinde bulunma, ayni zamanda ucb, gurur, fahr gibi ahlak-i seyyienin de onunu kesebiliyor.

Cemaat kavramini anlatmaya calistigimiz bu fasilda, uzerinde mutlaka durulmasi gereken bir baska nokta da; Allah'in inayetinin cemaat uzerinde tecelli etmesi gercegidir. Allah Rasulu ( s.a.s) buna "Allah'in inayet ve kudreti cemaatle beraberdir" (Tirmizi, Fiten, 7; Nesei, Tahrim, 6) hadisleri ile isaret buyurur. Bu ise nihayetsiz acz u fakr icinde bulunan insanin nihayetsiz guc ve kudrete sahip olan Allah'in destegi ile yurumesi, is yapmasi demektir.

"Ummetim dalalet uzerine ictima etmez" hadisi zaviyesinden cemaat gercegine bakilacak oldugunda, yanilma oraninin cemaatlerde daha az olacagi da unutulmamalidir.

Gun gelecek, eliniz, ayaginiz, gozunuz, kulaginiz, kisaca butun azalariniz fayda vermez olacak ve o zaman arkadaslarinizin elleriyle tutacak, onlarin ayaklari ile yuruyecek ve gozleriyle gorup, kulaklariyla isiteceksiniz. Oyleyse, simdiden sadik arkadaslar edinmege bakin. Zannediyorum, "Sadiklarla beraber olun!" ayeti bu hakikata isaret etmekte!

Once surasi iyi bilinmelidir ki, bir ferd, dalalet adina tahripkar cemaatler karsisinda tek basina mukavemet edemez. Bir insan, 'gavs' bile olsa, sahsi dehasiyla, kultur ve ilim dunyasiyla, hatta kesif ve kerametleriyle asrimizin dalaletleri ve gunah tufanlari karsisinda tek basina yasayamaz; yasasa da, suruden ayri kaldigi icin her zaman kurtlara yem olabilir. Ayrica, cemaat icinde bulunmanin getirecegi feyizlerden, saglayacagi avantaj ve lutuflardan da mahrum kalir. Ayaklari cemaat zeminine basmayan insan, ayaklar altinda bir yaprak ve bir tuy gibidir; bu yandan uflesen ote yana, ote yandan uflesen bu yana savruluverir. Bu yuzdendir ki, Gavs-i A'zamlar, Imam-i Rabbaniler, Muhyiddin Ibn Arabiler bile bu asirda yasasalardi, herhangi bir cemaatin bir uzvu olmak isteyeceklerdi. Sahabe devrinin o en kuvvetli, en iktidarli ve meleklere parmak isirtacak insanlari bile cemaatlesme ve birlik teskil etme luzumunu duymuslardi. Bu sebeple, hasimlarimizin ictimai kanal ve kollarla gececegimiz yollarda kurduklari sayisiz tuzaklara ve onlarin cemaatce hucumlarina, ayrica, manevi hasimlarimiz olan seytana, nefse ve gunah tufanlarina karsi yem olmaktan, bogulmaktan bizi koruyacak en muhim siginak, cemaatlesmedir. Evet, bu fikre davet, gunumuzun en hayati mes'eleleri arasindadir.

Hadisin beyaniyla, Allah'in rahmeti cemaatle beraberdir. Cemaat uzerinde dolasan bir bulut, adeta altina girene rahmet yagdirir. Bir kisinin duasi, sadece bir ferdin duasi olup, tasidigi rahmet damlalari da o kadardir. Halbuki, tam olarak ittihad etmis, agiz gonul birligi icindeki bir cemaatin duasinin karsiligi, tek tek her ferde inen miktarin kat kat ustundedir ve saganak saganaktir. Eger rahmete acik semereli bir agac olmak istiyorsaniz, orman icinde bir agac olmaya bakiniz; tek basiniza kaldiginizda hicbir rahmet dusmez.. kuruyup gidebilirsiniz; ama ormana mutlaka rahmet inecek ve siz de o rahmetten bol bol yararlanacaksiniz. Yine diyelim ki, siz bir sivilsiniz, silahiniz yok; kuvvet ve kudretiniz de sermayeniz kadar.. Oysa, askerde tek basiniza bile olsaniz, iktidariniz, silahiniz, ferdi kabiliyet ve cesaretinizin yanisira, icinde bulundugunuz birligin kuvvet ve iktidarini da yaninizda bulur ve yerinde bir pasayi, hatta bir orduyu bile esir edebilirsiniz.
Ister hayir adina, isterse ser adina olsun, her hal u karda cemaatin isgucu ve te'siri her turlu tasavvurun ustunde oldugu gibi, boyle bir sahs-i manevinin Allah'a teveccuh edip yalvarmasi da, Cenab-i Hakk'in rahmetini ihtizaza getirmesi ve Ilahi imdada vesile olmasi bakimindan cok onemlidir. Hatta o kadar ki, ehl-i dalalet bile bir cemaat halinde dua etse, bazi ahvalde sizin tek basiniza yaptiginiz dualari geri cevirebilir. O halde, dalalet cemaatlerine karsi mukabele ve mukavemet edebilmek icin, mu'minlerin de cemaatlesmeye, cemaat halinde mudafaaya ve cemaat ruhuyla duaya ihtiyaclari vardir.
Cemaat icinde bulunmanin bir buyuk faydasi da sudur: Kisinin masiyetleri, gunahlari, dualarinin kabul semasina yukselmesine engel olabilir; cemaatin dualarinin kabul olacagi ise, kat'i gibidir. Bir kudsi hadisde Allah (cc) soyle buyurur: "Humu'l kavmu la yeska bihim celisuhum- Onlar oyle bir cemaattir ki, onlarla bir arada bulunan bedbaht olmaz." Evet, gul bahcesinde bulunan, hic olmazsa o bahcenin kokusundan istifade eder.

Cemaat, Ilahi rahmeti cazibesi ve duasiyla davet edip sinelere ulastirmada vasita oldugu gibi, bela ve musibetlerin def'ine de onemli bir vesiledir. Sema, kendine acilan semavi simalilarin elleri ve gonulleriyle cok alakadardir. Evet, cemaat halinde dua ve yakaris, Rahmete acilan avuclara semavi tebessumleri celbederken, ayni zamanda yere uzanan afet ve musibetlerin de def'ine sebeptir.

Peki hangi cemaat? Bu konuda belli bir yonlendirme yapilmasi yanlis olur. Her insan kendi fikirlerine, yasam tarzina ve dogruluguna inandigi bir topluluga girebilir. Onemli olna FERDIYETten uzaklasmak, CEMAATin feyzi ve bereketinin yaninda daha guvenli olmaktir.

Bir gun hesaba cekilecegiz, Allah korusun, gunahlarimiz agir basarsa belki icinde bulundugumuz CEMAATte Allah'in razi oldugu kullardan varsa; olanlarin yuzusuyu hurmetine bizler de affediliriz. Sadece bu umut icin bile CEMAAT halinde yasamak buyuk bir lutuftur...
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Mü'minler , ALLAH'ı razı etme noktasında,her konuda olduğu gibi,cemaatleşme konusundada gereken hassasiyeti,İMANİ bir olgunlUk olarak göstermeli ve bunu gerçekleştirerek ortaya koymalıdırlar.

Mü'minler açısından cemaatleşme bir gereklilik bir mecburiyet, KUR'AN'IN emri ve dini açıdan bir ihtiyaçtır . Cemaatleşme olmazsa hem DİNİ emirler tam ve mütekamil bir şekilde yaşanmaz hemde İSLAM'İ esaslar hiçbir zaman sosyal hayata ve topluma egemen olamaz.

Cemaatleşme; İSLAM'İ bir yapılanma şekli,organize olmuş bir bütünlüktür . Organize olmayan hiç bir düşünce toplum üzerinde etkili olamaz.Organizeli bir hareket başarının ilk ve temel şartıdır.Siyasi literatürde geçtiği gibi örgütlenmiş (organize olmuş) bir azınlık,örgütlenmemiş çoğunluğa daima hükmeder;kuralı gereği mü'minler münferit olarak milyonlara varan çoğunlukta olsalar bile , örgütlenmiş müşrik ve kafir bir azınlık grubu tarafından daima güdülürler. O takdirde de zillet içine girerler. Bu nedenle YÜCE ALLAH (c.c) şöyle buyuruyor.

"Ve topluca ALLAH'IN ipine yapışın ,ayrılmayın..."(3 AL-İ İMRAN,103)

YÜCE ALLAH (c.c) mü'minlerin toptan hareket etmelerini istemektedir.Çünkü münferit hareketler hem kişiye hemde temsil ettiği davaya zarar getirir başarı isterken hüsranla yüzyüze kalır insan .

İSLAMİ harekette cemaatleşmenin gereğine inanan dava önderleri,kavimlerini,kendi etraflarında toplanmaya çağırmışlardır.Bütün dava önderleri, ULUHİYETİN ALLAH'A ait olduğu gerçeğini ifade ettikten hemen sonra kavimlerine şu gerçeği söylemişlerdir.

"Artık ALLAH'tan korkun ve bana itaat edin."(26 ŞUARA,108,126,144,150,)

Ayeti kerimedende anlaşıldığı gibi,bütün elçiler kavimlerini ,ALLAH'TAN korkmaya ve kendilerine itaat etmeye çağırmışlardır.Elçiye itaat etmek,belirli bir merkez etrafında bütünleşmektir.O halde ALLAH'A İMAN eden Mü'minlerin, İMAN ettikten hemen sonra,organizeli bir birlik oluşturmaları İMANLARININ bir gereği ve KUR'AN'İ bir sorumluluktur.Bu birliktelikten kaçanlar ALLAH'A gereği gibi İMAN etmemişlerdir demektir. KUR'AN'I KERİMİN mü'minlere hitabı hep çoğul olarak kullanılmakta ,münferit hitaba rastlanılmamaktadır.

Cihaddan iyiliği emir,kötülüğü nehye,kardeşlikten velayete,dostluktan sırdaşlığa kadar bütün konularda,KUR'AN'I KERİM "EY İMAN EDENLER"hitabını kullanarak seslenmektedir.Yani KUR'AN mü'minlerden söz ederken,bütüncül ifadeler kullanmakata,mü'minlerin bu bütünlük içerisinde hareket etmelerini istemektedir.KUR'AN yalnız mü'minlerin değilEhli kitabında,ALLAH'IN ULUHİYETİNİ tasdik ettikten sonra bu birliktelik içerisinde hareket etmelerini istemektedir.

"De ki:" Ey KİTAP ehli,bizim ve sizin aranızda eşit olan bir kelimeye gelin:Yalnız ALLAH'A ibadet (itaat) edelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım;birbirimizi ALLAH'TAN başka RAB'ler edinmeyelim." Eğer yüz çevirirlerse:"Şahid olun ,biz MÜSLÜMANLARIZ!"deyin." (3 AL-İ İMRAN,64)

KUR'AN'I KERİM Cemaatleşmeye,birlikteliğe,organizeli harekete çok büyük önem vermekte ve cemaat içinde olanları övmektedir.

"Muhammed ALLAH'ın elçisidir, Onun yanında bulunanlar,kafirlere karşı şiddetli kendi aralarında merhametlidirler,Onları,ruku ve secde ederek ALLAH'ın LUTUF ve RIZASINI aradıklarını görürsün,yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır. Onların Tevrattaki ve İncildeki vasıflarıda şudur.Bir ekin gibidirlerki,filizini çıkardı,onu güçlendirdi,kalınlaştı,derken gövdesinin üstüne dikildi,ekincilerin hoşuna gider,onlara karşı kafirleride öfkelendirir bir duruma geldi. ALLAH onlardan inanıp salih ameller işleyenlere mğfiret ve büyük mükafat vaad etmiştir." (48 FETH,29)

KUR'AN'I KERİM'DE Mü'minlerin bir kişiden bir cemaat haline gelmeleri ve bu cemaati büyütüp geliştirmeleri istenmekte,YÜCE ALLAH (c.c) 'da cemaat haline gelenlere büyük mükafat vadetmektedir.Mü'minlerin güçlü bir cemaat haline gelmeleri için,her mü'minin,inandığı doğruların en yakınlarından başlayarak topluma duyurması ve bu duyuruyu sürekli yapması gerekmektedir.

Cemaatin yapısını oluşturan mü'minler birbirlerinin dostu ve yardımcıları olmalıdırlar. Velayet hukuku gereği mü'minler birbirlerinin sorunlarıyla ilgilenmeli,çözümü için yardımcı olmalıdırlar.Mü'minler her konuda bir bütün olarak hareket etmelidirler.Bütünlük içinde hareket etmeyenlerin mü'minler üzerinde bir velayetleri yoktur.Ancak yardım istemeleri halinde onlara yardım edilir.

"Onlarki İMAN ettiler,hicret ettiler,ALLAH yolunda mallarıyla canlarıyla savaştılar ve onlarki barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar birbirlerinin velisidirler.İMAN edipte hicret etmeyenlere gelince,onlar hicret edinceye kadar,onların velayetinden size bir şey yoktur.Fakat Dinde yardım isterlerse yardım etmeniz gerekir.Yalnız aranızda andlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz.ALLAH yaptıklarınızı görmektedir."(8 ENFAL , 72)

Kişi İMAN etse bile İSLAM cemaati içinde yer almazsa mü'minler üzerinde hiçbir velayeti olmaz.Yardım istesede,ancak belli şartlar içerisinde,cemaat yardım eder kişi cemaate girdikten sonra,cemaatte bulunanlarla velayet hukuku çerçevesinde ilişkilerini sürdürür ,cemaatin istek ve kurallarına kesinlikle uyar.Ancak o halde başarı elde eder . Çünkü cemaatin istek ve kuralları KUR'AN'İ esaslar doğrultusundadır.Bu nedenle ALLAH ve Resulunun yolunda KUR'AN ve SÜNNET doğrultusunda hareket edilmeli davranışlar İSLAM'İ ölçüler içerisinde düzenlenmelidir .İşte ancak ALLAH'IN YARDIMI VE RAHMETİ o zaman mü'minler üzerine olur ve mü'minler ancak o zaman başarıya ulaşırlar.

"Sizin veliniz,ancak ALLAH, O'nun RESULU ve namazlarını kılan,zekatlarını veren,rukuya varan mü'minlerdir.
Kim ALLAH'I , O'nun Resulunu ve mü'minleri veli tutarsa galip gelecek olanlar,yalnız ALLAH'IN TARAFTARLARIDIR."(5 MAİDE,55-56)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Ebû Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kim itaatten dışarı çıkar ve cemaatten ayrılır ve bu halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölür."

[Buhârî, Ahkâm 4; Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnu Mace, Fiten 7, (3948).]

Ebû Hüreyre'nin bir rivâyetinde şöyle gelmiştir: Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Kim itaatten çıkar, cematten ayrılır (ve bu halde ölürse) cahiliye ölümü ile ölmüş olur. Kim de körükörüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (ırkçılık) için gadablanır veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım eder, bu esnada da öldürülürse bu ölüm de cahiliye ölümüdür. Kim ümmetimin üzerine gelip iyi olana da, kötü olana da ayırım yapmadan vurur, mü'min olanlarına hurmet tanımaz, ahid sahibine verdiği sözü de yerine getirmezse o benden değildir, ben de ondan değilim."

[Müslim, İmâret 53, (1848); Nesâî, Tahrim 28, (7, 123); İbnu Mâce, Fiten 7, (3948).]

AÇIKLAMA:

Son iki hadiste, cemaat, asabiyyet, ummiyye bayrak gibi, bilhassa zamanımızda Müslümanların iyice bilmeleri zaruret halini almış bazı tâbirler var:

CEMAAT MESELESİ

"... Aslında cemaate uyulması ile alâkalı Nebevî emir bundan ibaret değildir. Bu mevzuda gelen birçok rivâyet, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in ısrarla cemaate uymayı, cemaatten ayrılmamayı emrettiğini gösterir. Bir iki tanesini kaydedelim:

"Size cemaati tavsiye ederim, ayrılıktan da sakının, zîra şeytan iki kişiden uzak durur. Cennetin ortasını isteyen, cemaatten ayrılmasın."

"Allah ümmetimi dalalet üzere toplamaz. Allah'ın eli cemaatledir.

“Cemaatten ayrılan ateşe gider."

"Cemaat rahmet, ayrılık azabtır."

"Kim cemaatten bir karış ayrılır, sonra da ölürse cahiliye ölümü ile ölmüş olur... boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmış olur."

CEMAATTEN MAKSAD NEDİR

Yukarıda kaydettiklerimizle cemaatin ehemmiyeti anlaşılmış olmakla beraber, bizim için henüz müphem olan nokta, cemaatten kastedilen şeyin ne olduğudur. Acaba uymakla mükellef olduğumuz şey nedir? Bu husus zikredilen hadislerde açıkca gözükmüyor.

Nitekim âlimler de "cemaat" tâbiri ile kastedilen şey hususunda ihtilaf etmiş, bundan "Ashab", "ehl-i ilim", "ümmetin ekseriyeti", "diğer dinlerin mensuplarına karşı da -vacib meselelerde ihtilâfa düşmedikçe- Müslümanların cemaati" vs... kastedilebileceğini ileri sürmüşlerdir.

İbnu'l-Mübârek, din büyüklerinin, etrafında toplanmış bulundukları şeylerin "cemaat" olduğu görüşünü benimsediği için, kendisine buradaki cemaatten sorulunca: "Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer'dir" cevabını verir. Onların ölmüş bulundukları hatırlatılınca da başka isimler... ve en sonunda da devrindeki salih ve muttaki bir kimsenin ismini vererek, tek kişiyi "cemaat" olarak vasıflandırır.

Adil imamı ve âlim kişiyi "cemaat" olarak kabul eden, bu görüşü benimseyen İbnu'l-Arabî daha vâzıh bir ifade ile: "İslam'ın cemaati adalet ve ilimdir" yorumuna ulaşır.
Kanaatimizce, hadiste uyulması vacib olduğu belirtilen cemaat hakkında âlimlerin yaptığı bu yorumların hepsinin bir doğruluk, haklılık yönü vardır. Ancak herbirinin haklılığı mutlak olmayıp hususî şartlar, değişik zaviye ve nokta-i nazarlarla kayıtlıdır.

Bütün hadisler gözönüne alındıkta ve daha umumî şartlar muvâcehesinde bu görüşlerden biri üzerine sabit kalmak oldukça zor ve tekellüflü olacaktır. Bu sebeple burada mevzubahis olan cemaatten "sevâdul-âzam"ı, yani büyük ekseriyeti anlamamız daha uygun olacaktır: İlmî meselelerde âlimlerin ekseriyetini, herkesi ilgilendiren içtimâî meselelerde efrâd-ı milletin ekseriyetini vs..

Nitekim, umumiyetle, ilim adamları, bu tâbir ile "sevâdul-âzam" yâni, ihtilaf durumunda "ekseriyetin bulunduğu [ilmi] taraf" kastedildiğini kabul etmiştir. Delil olarak şu hadisi gösterirler. "Benî İsrail yetmiş bir fırkaya ayrılmıştır, benim ümmetim ise yetmiş iki fırkaya ayrılacaktır. Bu fırkalardan biri hariç, hepsi ateştedir. Ateşe gitmeyecek olan fırka, cemaattir."

Cemaatten, ekseriyetin kastedildiğini ifade eden başka rivâyetler de gelmiştir. Bunlardan birinde Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm): "Ümmetim dalâlet üzerine toplanmaz, öyle ise aralarında ihtilâf görürseniz, size sevâd-ı âzamı iltizam etmeyi tavsiye ederim (aleyküm bisevâdil-âzam)" buyurmaktadır.

Hadiste gelen "sevâd-ı âzam" tâbiri ile ekseriyetin kastedildiği âlimlerce belirtilmiştir.

Suyûtî, sevâdu'l-âzamı "doğru yolda gitmek üzere birleşenlerin ekseriyeti" diye izah eder.

İhtilaf ve fitne zamanlarında ekseriyet tarafın iltizam edilmesi gereğini ifade eden daha vazıh bir rivâyet Ebû Mes'udi'l-Ensârî'den gelmektedir. Mezbur (radıyallâhu anh)'dan, Hz. Osman fitnesi sırasında bu durumla alâkalı olarak Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'den bir işittiği varsa onu, yoksa şahsî kanaatini söylemesi istendiği vakit şu tavsiyede bulunur: "Size ümmet-i Muhammed'in ekseriyetine uymayı tavsiye ederim (aleyküm bi-uzmi ümmet-i Muhammed). Zîra Allah, ümmet-i Muhammed'i dalalet üzerine toplamaz."

İbnu Kaadı Simavî'nin Fetâva's-Sagir'den naklen Câmiu'l-Fusûleyn'den kaydettiği bir görüş de bizim için aydınlatıcı mahiyettedir: "Eğer Hz. Ali olmasaydı, ehl-i kıble ile savaşı aklımız almazdı. Hz. Ali ve O'na tabi olanlar ehl-i adl'dir, hasmı ve ona tâbi olanlar da buğât'dır (âsilerdir). Zamanımızda kimin ehl-i adl, kimin bâği olduğu hususundaki hüküm, galebe çalana (ekseriyete) göredir. Âdil veya âsi olanı bilemeyiz, zîra hepsi de dünyayı taleb ediyorlar."

Bu meselede son olarak İbnu'l-Arabî'nin "cemaate uyup, ondan ayrılmama" emrini muhtevî hadisten çıkardığı hüküm de burada kayda değer. O, mevzuunu ettiğimiz hadisten iki hüküm çıkarır:

1- Ümmet bir meselede icma edip anlaştıktan sonra arkadan gelenlerin aynı meselede yeni bir görüş ortaya atmaları caiz değildir.

2- Müslümanlar bir imam (lider) [halife] üzerine birleştikten sonra onun üzerine arkadan niza ve ihtilâf çıkarmak helâl değildir.

CEMAATTEN AYRILANLARI TEL'İN:

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) Müslümanları bir taraftan birliğe çağırırken, diğer taraftan da ayrılanları, nifak ve ihtilâf çıkaranları lânetlemektedir. Bu mevzuda da pek çok rivâyet gelmiştir. Birkaç tanesini daha kaydedeceğiz:

"Benden sonra bir takım şerler, fesadlar ortaya çıkacak. Bu zamanda, her kimin cemaatten ayrıldığını veya -birlik halinde olan- ümmet-i Muhammed'in birliğini bozmayı arzu ettiğini görecek olursanız, kim olursa olsun onu öldürün. Zîra Allah'ın eli (hıfzı, yardımı) (birlik içinde olan) cemaatle beraberdir, zîra şeytan, cemaatten ayrılanla beraberdir."

Müslim'in bir rivâyetinde aynı mâna şu şekilde tekrar edilir: "Siz bir lider etrafında birlik haline iken, kim size gelerek birliğinizi bozmak, cemaatinizi dağıtmak isterse, onu mutlaka öldürün."

Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm) şu hadiste cemaatte ısrar edişinin, Müslümanlar için cemaatin lüzumunun iki mühim sebebini de açıklar: "Allah ümmetimi -veya Muhammed ümmetini- dalâlet üzere birleştirmeyecektir ve Allah'ın eli (himayesi, yardımı, zaferi vs.) cemaat üzerindedir. Kim ayrılırsa, gideceği yer ateştir."

TEFRİKA ÇIKARACAK ŞEYLERDEN KAÇINMAK:

Şurası muhakkak ki, içtimâî heyette vukua gelecek bir çatlama, bir kopukluk bilâhere kapanması mümkün olmayacak kadar zor bir yaradır. Öyle ise bütün imkânları seferber edip, böyle bir çatlamaya önceden mani olmalı, herhangi bir kopukluğa müncer olacak her çeşit sebepleri önceden bertaraf etmelidir. İslam'ın fitne, fesad, nifak, tefrika gibi çeşitli tâbirlerle ifade edip şiddetle yasakladığı şey işte budur. "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sarılın, parçalanıp ayrılmayın..." âyetinde geçen, parçalanıp ayrılmayın tâbirine bir kısım âlimler, "kendisinden ayrılık, tefrika çıkacak olan şeyi, mevcut kaynaşma ve beraberliği izale edecek şeyi ihdas etmeyin" şeklinde anlamıştır.

CEMAAT YOKSA:

Yukarıda kaydedilen hadislere dikkat edilecek olursa, onlarda beyan edilen irşadlar "bir şahsın etrafında" birliğin bulunduğu veya ekseriyetin teveccüh etmiş bulunduğu belli bir istikamet, veya muayyen bir şahsın bulunma durumlarıyla alâkalıdır. Halbuki, insan cemiyetinde daha farklı ahvallerin zuhuru da mümkündür. Bu mevzular mevzubahis edilince hemen akla gelecek başka durumlar da vardır. Nitekim, Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in muhatapları cemaatin, yani ekseriyetin bulunmama ihtimalini de gözönüne alarak, o durumlarda nasıl hareket edilmesi gerektiğini sormuşlardır. Hz. Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in Buharî'de gelen cevabı "inzivaya çekilmek" şeklindedir:

"...Ey Allah'ın Resûlü, bahsettiğiniz fitne devrine ulaşırsak ne tavsiye edersiniz?"

"Müslümanların cemaatine ve imamına uy."

"Ya onların cemaatleri ve imamları yoksa?"

"(O takdirde) mevcut fırkaların hepsini terket. Hatta bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette olsan bile, ölüm sana gelinceye kadar öyle kal (ve fakat fitneye karışma)."

Hadiste geçen "bir ağacın köküne dişlerinle tutunmuş vaziyette olsan bile..." tabirinden, karışmamak sebebiyle maruz kalınacak sıkıntı her ne olursa olsun, insanların kınaması, ayıplaması nevinden mânevî; açlık, susuzluk vs. nevinden maddî olan tahammülü zor her çeşit zorluklara, darlıklara, meşakkatlere tahammülün kinâye edildiği şârihlerce belirtilmiştir.

UMMİYE BAYRAK

Âlimlerin bir kısmı, bununla, gayesi, hedefi belli olmayan mübhem bir umurun kastedildiğini söylemiş, misal olarak bir kavmin asabiyet için yaptığı savaşı göstermiştir. Şahsî ihtiras ve gadab yolunda yapılan mukâtelenin de buraya girdiğini ayrıca belirtmişlerdir. Bayrak tâbirine yer verilmesini nazar-ı dikkate alan bazıları, bu tâbirle hak mı bâtıl mı olduğu meçhul olan bir iş üzerine toplanmış kimselerin kinaye edildiğini söylemişlerdir. Şu halde, hadis, bu çeşit savaşlara katılmayı yasaklamaktadır.

ASABİYET

Sıkca geçen ve kavmiyetçilik, ırkçılık gibi tâbirlerle tercüme ettiğimiz bu kelime, -İbnu'l-Esîr'in açıklamasına göre- "kavmine zulümde yardım eden kimse" mânasına gelen asabî'den gelir. Lügat yönünden asabî, asabesi için öfkelenen ve onları himaye eden kimse demektir. Asabe ise, bâba cihetinden gelen akrabalara denir.

İbnu Mes'ud (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:

"Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim de Allah'ın Resulü bulunduğuma şehadet eden kimsenin kanı, üç hal dışında helal değildir:

* Zina yapan dul.

* Cana can kısas.

Dinden çıkıp cemaatten ayrılan."

[Buharî, Diyat 6; Müslim, Kasâme 25, (1676); Ebu Davud;, Hudud 1, (4352); Tirmizî, Diyat 10, (1402); Nesâî, Tahrim 5, (7, 90, 91), Kasâme 5, (8, 13).]

…….

İbnu Dakîku'l-Îd hadisle ilgili olarak şunu da söyler: "Hadiste geçen "cemaatten ayrılan" tabirinden şu hüküm de çıkmaktadır: "Bundan murad icma ehline muhalefettir." Böylece, "İcmaya muhalefet eden kâfir olur" diyenlerin görüşü, hadisten destek bulur.

Bu görüş, bazı alimlere nisbet edilmiştir ve bu zayıf da değildir. Çünkü icmaya göre meseleler bazan şeriat sahibinden tevatürle habere dayanır -ki namazın farziyyeti böyledir- bazan da tevatüre dayanmaz. Önceki kısmı inkar eden, icmaya muhalefeti için olmasa da tevatüre muhalefeti için tekfir edilir. Ancak ikinci kısım icmaya muhalif olan tekfir edilmez."

İcmayı inkar edenin tekfiri hususunda şu görüş de ileri sürülmüştür: "Dinin bir vacibi olduğu zarureten bilinen şeyin inkarı diye kayıtlamak gerekir; beş vakit namaz gibi."

Bazıları: "Vacib olduğu tevatürle bilinen şeyin inkarı küfrü gerektirir" demiş, misal olarak âlemin hudusu meselesini göstermiştir. İyaz ve başkaları "âlemin kıdemini iddia edenin tekfir edileceğine icma edildiğini" naklederler.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Huzur Cemaattedir, Yalnızlıkta Değil




İslam tevhid dinidir ve bizden tevhid (Allah rızası etrafında birlik) istemektedir. Bir mümin olarak bu tevhide (birliğe, cemaate) kalben, fikren, fiilen, kısacası hayatımızla iştirak etmemiz gerekmektedir. Ne yazık ki günümüzde müslümanların en büyük sıkıntısı birlik şuurundan uzak bulunmaları ve cemaatin ne kadar gerekli olduğunu unutmuş olmalarıdır


Dinimiz ancak cemaatle yaşanır. İnsanın kemalâtı cemaatle tamam olur. Cemaat ne denli zahmetli olsa bile, kişinin yalnızlıkta bulduğunu zannettiği bütün rahatlıklardan daha hayırlıdır. İslamın öngördüğü cemaatte Allah’ın emirleri karşısında herkes; kuvvetlisi, zayıfı, efendisi, kölesi, hakimi, mahkumu, amiri, memuru eşittir. Üstünlük sadece takva iledir. Hz. Peygamber (A.S.) “insanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olanıdır” (Tabaranî) buyurmuştur. Bu Hadis-i Şerifde işaret edilen faydalı olabilme, ancak insanlarla diyalog kurup kaynaşmakla, yani cemaatle mümkündür.

Müslümanın Allah yolunda takva için birlik olmaları farz-ı ayndır. Müminin asıl yaratılış gayesi tevhid akidesi üzere ve cemaat disiplini içinde ilahi hükümleri hayatına tatbik etmektir. Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’tan tam manasıyla korkun ve ancak müslüman olarak can verin. Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a, ihlasa, taata, cemaate) sımsıkı sarılın, dağılıp parçalanmayın.” (Âl-i İmran/102-103) Görülüyor ki Rabbimiz, müminlere önce kendisinden tam manasıyla korkmayı emretmiş, sonra müslüman olarak ölmelerini istemiş ve bunun yolunun hep birlikte Allah’ın ipine, yani Kur’an ve Sünnet çizgisinde cemaate sarılmakta olduğunu bildirerek bu ipe tutunmayı farz kılmıştır.


Cenab-ı Allah, ayrılığı, bozgunculuğu ve çekişmeyi de yasaklamıştır. Ayet-i celilede, “kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. Böyle davrananlar için büyük bir azap vardır.” (Âl-i İmran/105) buyuruluyor. Başka bir ayet-i kerimede Rabbimiz, müminlerin nasıl birlik halinde olmalarına işaret ederek şöyle buyuruyor: “Allah kendi yolunda, kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (Sâf/4)

Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bir çok hadis-i şeriflerinde, cemaat olmayı emretmiş, ayrılıktan, tefrikadan müminleri şiddetle men etmiştir:
“Cemaat halinde olmanız gerekir. Ayrılıktan sakının. Şüphesiz şeytan tek kalanla beraberdir. Kim iman selametiyle ölüp cennetin tam ortasında olmak istiyorsa cemaate yapışsın. Kim iyileri sevindiriyor, kötüleri üzüyorsa o kâmil bir mümindir.” (Tirmizî)
“Şüphesiz Allah Tealâ ümmetimi sapıklık ve fitne üzerinde bir araya getirmez. Allah’ın eli (rahmet desteği) cemaatle birliktedir. Kim cemaatten ayrılırsa ateşe gider.” (Tirmizî)

Dünyevî çıkar ve hesaplarımıza uymasa da bütün müminleri kardeş bilip onlara kalbimizde değer, meclisimizde yer vermemiz icap etmektedir. İnsanın yaradılışındaki cevher, birlik ve hizmet içinde ortaya çıkar.

Cemaat topluluktur. Topluluk olunca, idare edenlerin olması da kaçınılmazdır. “Ulu’l-emr” diye de vasıflandırılan bu toplum idarecisine itaat, Cenab-ı Hakk’ın bir emridir.

Allah rızasını taleb eden her müminin en önemli vazifesi, kendi nefsinin keyfine değil, tabi olduğu imama, yani ulu’l-emre uymaktır. Bu konuda Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, peygambere ve sizden olan ulu’l-emre de itaat edin.” (Nisâ/59)

Fahr-i Cihan (A.S.) Efendimiz de ulu’l-emre itaatin ölçü ve çerçevesini şöyle belirlemiştir: “Müslümanın, başındaki imama (ulu’l-emr) hoşuna giden ve gitmeyen her hususta itaat etmesi gerekir. Ancak emredilen masiyet (Allaha isyan) ise, o zaman durum değişir. Bu durumda (hiç kimse) dinlenmez ve itaat edilmez” (Buhari, Müslim)

“Hiç şüphesiz bana itaat etmeniz, Allah’a itaattir. Başınızdaki (benim vekilim, emirim olan) imamlarınıza itaat etmeniz de bana itaat olmaktadır.” (Suyuti)

Allah yolunda tabi olunan imama, verilen emir ve yapılan tavsiye hak olduktan sonra, acı-tatlı her durumda itaat edilmelidir. Verilen bir emrin nefse hoş gelmemesi onun haksız olduğunu göstermez ve şahsi çıkarların zedelenmesi isyanı gerektirmez. Allah için yapılan bir işte nefsin keyfi amir olamaz, olursa o iş hak olmaz.

Hz. Peygamber (A.S.) Efendimiz, “Kim başındaki imamdan hoşlanmadığı bir şey görürse, sabretsin (hemen cemaatten ayrılmasın). Çünkü kim hak üzre giden cemaatten bir karış ayrılırsa cahiliye ölümüyle ölür” (Müslim) ikazıyla, müminin hak olduğu müddetçe cemaatten ayrılmaması ve ulu’l-emre itaat etmesi gerektiğini belirtmiştir.

Kısaca: Allahu Tealâ tektir, kullarından tek bir hedef etrafında tevhid (birlik, cemaat) istemektedir. Tevhid dini İslam aynı hedef ve halde olmayı gerektirmektedir. Kalp ve düşüncesi, dert ve hesapları hak yolda bir olmayan kimseler tevhidin tadını alamaz. Bir çizgide buluşamaz, aynı atmosferi paylaşamaz ve İslamın güzelliğine ulaşamaz. Allah rızası için birlik ruhu taşımayan, bu ruh ile cemaat olmayan, cemaat disiplinini gereksiz veya ağır bulan müslümanların bu dini temsil etmeleri mümkün değildir. Dinine cemaat ruhuyla ve birlik halinde sahip çıkmayanların, düşmanların oyununa gelip, bilmeden dinden çıkmaları muhtemeldir. Sırf kendi derdine düşmüş kimselerin en azından zillet içinde yaşamaları kesindir. İşte bunun için Allah yolunda cemaat olmanın hedefini, şeklini ve hukukunu bilip gereğini yerine getirmek farzı ayn olmaktadır.

Allah’a emanet olunuz. Muhammed Saki Erol
 

teblið

Vefasýz
  • Ben kendi başıma münferiden dinimi ve imanımı muhafaza edebilirim “ demek çok tehlikelidir. Bilhassa fitne ve fesatların ortalığı kasıp kavurduğu , insanın yakın dostlarıyla bile arasının açıldığı şu zamanımızda dinini ve imanını tek başına muhafaza etmek âdeta imkansızdır.

    Böyle düşünen ve böyle davrananların âhir ömürlerinin , yani akıbetlerinin hayırla hitam bulması çok zordur. Zira bazen fert , küçük bir zorlama ve az bir tazyik karşısında bile pek çok taviz verilebilmekte ve çok şeylerini kaybetmektedir.

    Zamanımızda fikri ve ahlaki , iktisadi ve ameli sahada yüz gösteren fitne ve fesatlar küfrün ve dalaletin şahs-ı manevisini temsil eden kefere ve fecerenin toptan hareket etmelerinden ve birlikte hücuma geçmelerinden kaynaklanmaktadır.

    Ve meydana gelen telafisi çok zor olan zararlarda zaten ondan kaynaklanmaktadır. İşte böylesine korkunç bir hücum ve felaket karşısında dayanabilmek , imanını ve ahlakını koruyabilmek , ancak Müslümanların yekvücut halinde hareket etmeleri ve İman ve İslam’ın şahs-ı manevisini temsil eder mahiyette , hizmet vermeleriyle mümkündür.

    Bu ise cemaat halinde yaşamanın zaruretine dair gayet açık ve son derece kat’i bir delildir.



 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
AYET VE HADiSLERDE CEMAAT`iN EHEMMiYETi



Hepiniz toptan, Allah’ın ipine (dinine) sımsıkı sarılın, bölünüp ayrılmayın. Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz de Allah kalplerinizi birbirine ısındırmış ve onun lütfu ile kardeş oluvermiştiniz.Siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oraya düşmekten de sizi O kurtarmıştı.

Allah size âyetlerini böylece açıklıyor, ta ki doğru yola eresiniz. Ey müminler! İçinizden hayra çağıran,iyiliği yayıp kötülükleri önleyen bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felâhı bulanlar bunlar olacaklardır.“
(Âli İmran -103-104)
“Ey iman edenler Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun.” (Tevbe Suresi 119)

‘‘Hem namazı tam kılın, zekâtı verin, rükû edenlerle beraber siz de namaz kılın. (Bakara-43)

“Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir.” (Fetih sûresi, 48/10) Yani Allah’ın himayesi, inayeti, riayeti, kilaeti, lütfu, ihsanı onların üzerindedir. Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu âyet-i kerimeyle alâkalı buyuruyor ki:

“Allah’ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizi, Fiten 7)


İbn Ömer (r.anhuma)’dan.Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur.

“Allah, benim ümmetimi-veya Muhammed ümmetini- sa­pıklık üzerine bir araya getirmeyecektir. Allah’ın eli, cemaatle beraberdir. Her kim cemaatten ayrılırsa, cehenneme ayrılmış olur.” (Tirmizî, Fiten7, Hds.2255.)

Muaz b. Cebel (r.a.)’dan.Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur.
“Şeytan, koyunun kurdu gibi insanoğlunun kurdudur. Sü­rüden ayrılan ve uzaklaşan koyunu kurt nasıl kaparsa, şeytan da cemaatden uzaklaşan insanı öyle kapar. Onun için tenha yollardan (ayrılıktan) uzak durun. Cemaatten, topluluktan ve mescidlerden ayrılmayın!” (Ahmed b. Han­bel, Müsned, C.5)

Bir başka hadis-i şerifte ise Emirü’l-mü’minin İmam Ömer ibnü’l-Hattâb (r.a.)’ın rivaye­tiyle Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“İslâm cemaatinden ayrılmayın, ayrılıktan sakının! Çünkü şeytan, cemaate katılmayıp tek kalanlarla beraberdir. Cemaat­ten olan iki kişiden uzaktır.Her kim Cennet’in göbeğine otağını kurmak isterse, toplumdan ayrılmasın!
Kimi yaptığı iyilik sevindiriyor ve kötülükleri de üzüyorsa, o kimse mü’mindir.”(Tirmizi, Fiten 7)

Yani ihtilaf ve iftiraklara düşmesin. Zira toplumdan, heyetten kopan aynı zamanda Allah’ın inayetinden de uzaklaşmış olur. Evet, heyetten cüda düşen aynı zamanda Allah’ın inayetinden de cüda düşmüş demektir.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Cemaat ve Şahs-ı Ma’nevî Kavramı(EnesErgene)

Burada cemaat, manevî bir birlik ve şahsiyet olarak düşünülür ve tüm bireylerin; iradelerinin, düşünce, inanç, davranış ve eylemlerinin bütünleşmiş bir formunu ifade eder. Cemaatsel ilkeler yek vücud olmuş bu farklı irade ve gayretlerin somutlaşmış bir biçimidir. Her birey bir buz parçasının okyanusa katılması gibi kendini, enaniyet ve egosunu cemaatin manevî şahsiyeti içerisinde eriterek onunla bütünleşir. Dolayısıyla şahs-ı manevîye katılmak demek, kişinin kendi çıkar, menfaat ve hazlarını, özel yaşama zevk ve uğraşlarını terk etmesi demektir. Ya da en azından cemaatin şahs-ı manevîsinin müntesiplerden beklediği alanlarda hiç olmazsa böyle davranması beklenir.


Şahs-ı manevînin teşekkülü, i’lâ-yı kelimetullah etrafında şekillenir. Bütün cemaatsal faaliyetler, ritüel ve sembolik değerler, ilke ve hedefler bu gayeye yönelir. Allah’ın adının tüm insanlığa duyurulması ideali, hem teker teker fertleri, hem de cemaatin manevî varlığını bütünüyle kuşatır.

Evet tüm beraberlik çeşitlerinde, hatta ideolojik ve siyasî örgütlenmelerde de hizbin metafizik ve mistik bir varlığı olduğu hususu yer alır. Müntesiplerden buna saygılı davranması, kişisel çıkarlarını göz ardı etmesi talep edilir. Ancak bu tür varlıklar somut çıkarlar, beklentiler ve dünyevî idealler üzerinde şekillenir.

Mesela yalnız ve yalnız Allah’ın rızâ ve hoşnudluğu, âhiret ve ebediyet düş.cesi gibi bir ideal taşımazlar. Hepsi nihayet, ya toplumda bir güç ve mevki sahibi olma veya toplumsal dengelere yönelik siyasî/sosyal baskı oluşturabilecek kitlesel ve maddi bir hüviyete kavuşma temelinde varlık bulur. Dolayısıyla cemaatin manevî şahsiyetini bu tür dünyevî, maddî ve güç dengeleri etrafında biçimlenen oluşumlarla karıştırmamak gerekir.



Diğer taraftan manevî şahsiyet denilen şey, Allah’ın (cc) i’tâ, ihsan ve lütfî tecellilerine mazhar olan bir varlıktır. Sûfi gelenekte, sûfiler nasıl manevi tecrübeler ve deneyimler neticesinde birtakım hususî ve ilâhî lütuflara ve tecellilere mazhar oluyorlarsa, burada bu tecellilere daha yoğun ve külliyetli olarak cemaatin şahs-ı manevîsi mazhar olur. Ayrıca cemaatlere ve şahs-ı manevîlere olan tecelliler, her zaman bireylere ve bireysel tecrübelere nisbetle daha külliyetli olur.

Bir hadis-i şerifte Allah’ın rızâ ve hoşnutluğunun; lütuf, ihsân ve tecelliler olarak her zaman cemaatle beraber olduğu vurgulanır.[1] Hatta subjektif bir bilgi alanına işaret etse de, şahs-ı manevi kavramının anlaşılmasına katkı sağlayacağını düşünerek sûfî gelenekte mevcut olan bir telakkiye burada kısaca yer vermek istiyorum. Zira kavramın oluşmasında bu tür sûfî temeller de katkıda bulunmuştur. Bilindiği gibi tasavvuf literatüründe kutup, kutbu’l-aktab, Gavs vb. önemli manevî şahsiyetler, ilâhî tecellilerin, ihsan, i’tâ, feyz ve lütufların sâliklere dağıtılmasında bir nevi merkez trafo hükmünde olan şahsiyetler olarak tasavvur edilirler. İlâhî tecelli ve lütuflar öncelikle bu şahsiyetlere yönelir ve onlar da gelen vâridâtı şahıslara, Allah’la yakınlıklarına göre ulaştırır ve dağıtırlar. İşte tasavvuftaki bu kavramların ifade ettiği anlam, burada, cemaatin şahs-ı manevîsi tarafından temsil edilmektedir. Yani kutbiyet, Gavsiyet vs. Şeklinde bilinen tarihsel manevî şahsiyetler, bu dönemde cemaat biçimindeki şahs-ı manevîlerde varlık bulur. Dolayısıyla cemaatin birliği, manevî varlığı ve şahsiyeti, bu açıdan da manevî ve metafizik bir anlam taşımaktadır:

… Şahs-ı manevîye bağlılık, ferdin kendini cemaatte eritip onunla bütünleşmesi demektir. Cemaat ise, aynı düşünce, ideal ve mefkûrede birleşen fertlerden meydana gelen topluluktur.

(…) Cemaat olma, kolektif şuura ulaşmakla elde edilir. Kolektif şuur, ferdi kendi yapısı içinde eritir ve onu çok buudlarından bir buudu haline getirir ve artık ortada mutlak ferd yoktur, cemaat vardır. Ferd cemaatleşmiş, cemaat da âdetâ tek bir ferd olmuştur. (…) Böyle bir atmosferde yapılan ibadetler bütünüyle aynı havuza akmaktadır. Böyle olmasa da cemaatin şahs-ı manevîsi hızla manevî mertebelere ve zirvelere yükselir. (…) Cemaat özünü, keyfiyet planında koruduğu sürece de hep yükselir. Öyle ki bazen bir cemaat, gavsiyet ve kutbiyeti bile temsil eder. (…) Bir cemaat, kutbiyet ve gaysiyeti temsil makamına yükselince, şefaat dairesi de o seviyede genişler ve bazen bütün cemaat fertlerini içine alır…
“[2]

Görüldüğü gibi M. F. Gülen cemaatin şahs-ı mânevisini önemsemekte, cemaatsal faaliyetlerin bereketlenmesinde, mânen yükselmesinde ve kıymet kazanmasında onu önemli bir unsur olarak görmektedir. Ayrıca şahs-ı manevî kanalıyla meydana gelen manevî yükselme, miraciye ve seyr u sülûk’un, diğer usullere nisbetle daha güvenilir, risksiz ve kibirden uzak olduğunu vurgular. Bu, tasavvuftaki “Velâyet” kavramıyla ifade edilen durumdur. Ama burada şahs-ı manevî’nin velâyeti söz konusudur:


Velayetin ‘şahs-ı manevî’ ile temsil edilmesi, hem en kestirme hem de en garantili bir yoldur. Zira ortada, ferdi kendini beğenmeye sevk edecek bir durum yoktur. Elde edilen makam şahs-ı manevîye aittir. Dolayısıyla da ferd, nefsini gurura sürükleyici her türlü engel ve engebelerden korunmuş demektir. (…) Diğer taraftan günümüzde hiçbir ferdin tek başına böyle makamları kazanması mümkün değildir. Evet, bizler ancak şahs-ı manevî’ye intisabla zirveleri yakalayabiliriz…“[SUP][3][/SUP]


Hatta M. F. Gülen, bir cemaatin kurbiyet, kutbiyet ve gavsiyeti temsil edebilmesi için asgarî üç şartından bile bahseder:


“1- Cemaat fertleri birbirleriyle çok sıkı irtibat içinde olmalı,
2- Herkes aynı duyguları dolu dolu paylaşmalı,
3- İbâdet, evrâd u ezkâr ve kulluğun her çeşidi üzerinde kemâli hassasiyet ile durulmalıdır.
“[SUP][4][/SUP] diyor.


Duygu birliği, manevî kardeşlik ve ibadet u tâat içinde yaşama, ilâhî emir ve yasakları hassasiyet ile yerine getirme, cemaatin şahs-ı manevîsini oluşturan ve takviye eden unsurlar olarak takdim edilmektedir. Duygu, düşünce, ideal ve ülkü birliği cemaatin en temel esasıdır. Bu, hemen her tür cemaat yapılarının da temelidir. Herkes tarafından paylaşılan, objektif ve genel-geçer ilkeler, cemaatlerin maddi varlığını oluşturan esaslardır. Ama cemaatlerin şahs-ı manevîlerinin teşekkülü ve yükselmesi için manevî bir tutkala daha ihtiyaç duyulur; samimi inanmışlık içinde hassas ve derin bir manevî yaşama biçiminin de o cemaate mensup fertlerce gerçekleştirilmiş olması gerekir.

Aksi halde cemaatin şahs-ı manevîsi her an dağılmaya, zayıflamaya ve kırılmaya maruz kalabilir. Her ferd, cemaata mensup olmanın, aynı zamanda manevî bir şirketin üyesi olmayla da aynı anlama geldiğinin bilincinde olması gerekir: “İslamî cemaatlerden herhangi birine dahil olan her ferd, manevî bir şirketin üyesi de sayılır. Dolayısıyla onun her ameli Hakk nezdinde, böyle bir şirkete üye olmanın bütün avantajlarını hâizdir.. Yani ferd, bu konumu ile, cemaate ait bütün sevaplara iştirak etmiş olur...”[SUP][5][/SUP]


Görüldüğü gibi “şahs-ı manevî” kavramı burada tamamen sûfî derinliğe haiz bir kavram olarak belirmektedir. Tasavvuf geleneğinde bu kavram üzerinde duranlar olduysa da pek yaygın bir durum değildir. Cemaatlerin ortaya çıktığı son modern dönemde yaygınlık ve derinlik kazanmıştır.

Modern paradigmalar açısından kavramla zihinsel bir yakınlık kurabilmek için aslında elimizde yeterli maddi ve sosyal materyal de mevcuttur. Tüzel kişilik, kurumsal kimlik vb. kavramların az çok ifade ettiği anlam çerçevesi bize yardımcı olacaktır. Hukukî çerçeve içinde maddi ya da sosyal bir hükme ve kanuna bağladığımız kurumsal varlık ve kişilikler zihnimizde neyi temsil ediyorsa, “şahs-ı manevî” kavramı da yaklaşık olarak mânen aynı şeyi temsil etmektedir. Ayrıca modern hukukta, “manevî şahsiyet” kavramı kişisel haklar bünyesinde yer almaktadır.



Cemaat ve cemaatleşmeyle birlikte daha bir vüzûh kesbeden “şahs-ı manevî” kavramı, hadd-i zâtında modern dönemin sûfî tezâhürünün en merkezî kavramlarından birisi sayılabilir. Çünkü tasavvufun ana amaçlarından birisi de nefsi terbiye ve tezkiye ederek fertlere velâyet (manevi yükselme) yaşatmaktır. Bu en geniş anlamda, cemaatlerin şahs-ı manevîlerinde vücut bulur.

Cemaatin şahs-ı manevîsinin velâyeti, tek tek fertlere ve müntesiplere olduğu kadar, cemaatin bütüncül varlığına da yönelik bir seyir takip eder. Müntesipler burada, geleneksel sûfizmin özünde ifadesini bulan bireysel derûnî yaşamda elde ettikleri manevî vâridâtı, cemaatin şahs-ı manevîsinde daha külliyetli ve süratli olarak elde ederler. Bu yüzden “şahs-ı manevî” ve “velâyet” kavramları, modern cemaatleşme olgusunda neredeyse geleneksel sûfî terminolojinin bütününü kuşatan bir genişliğe ve derinliğe sahiptir.


Diğer taraftan bu kavramın varlığı, modern cemaatleri doğrudan sahabe cemaatinin varlığına bağlamakta ve onun yaşama biçimine adapte etmektedir. Sûfizm, İslamî gelenek içinde oldukça özel bir durumdur. Hicrî 2, 3, 4 ve 5. asırların öznel siyasî, toplumsal ve kültürel şartlarında var olmuş yine oldukça özel bir tecrübedir. Sahabenin sosyo-kültürel ve dini yaşama biçiminden bâriz bir şekilde ayrışmaktadır. Cemaat ve cemaatleşme olgusu ise, sahabenin yaşama ve tebliğ merkezli varoluş biçimini, modern dönemde ve çağdaş şartlarda yeniden üretmek ve inşâ etmek istemektedir. Bunun için de hicrî 3, 4 ve 5. asırların öznel şartlarında vücut bulan bu özel tecrübe yerine, doğrudan sahabe yaşamının dinî ve sosyal pratiklerine yönelmektedir. Zira sûfizm toplumun genelinden oldukça izole edilmiş bir zühd ve yaşama biçimini ortaya çıkarmıştı. Bu yaşama biçimi ise bu koyu bireyselliği ile sahabe hayatında görülmez. Bunun anlamı, kesinlikle sahabenin, sonraki sûfilerin sahip olduğu manevî derinliğe ve hassasiyete sahip olmadığı değildir. Tarihen bilmekteyiz ki sahabenin dinî yaşama ve algılama biçimi oldukça derin ve manevî coşkuya sahipti.[SUP][6][/SUP] Ama bu coşku ve derinlik sosyal bir üslup olarak belirmemişti. İşte cemaatleşmenin var olma biçimi ile sûfizmin var olma biçimi arasındaki farkın temeli de budur.
Cemaat her türlü bereketin kaynağıdır. Hem fertlerin söz, amel ve hizmet duygularını bereketlendirir, hem de onların manevî sülûklarının ve velayetlerinin taşıyıcısıdır. Bu yüzden cemaat, manevî bir şirket gibi fonksiyoneldir. Ortaklık, katılım ve bağlılık duygularını geliştirdiği gibi, onları birbirine kenetleyen manevî bir harç vazifesi de görür.


Şahs-ı manevî kavramı, gerçekte olmayan ve yalnızca cemaatin kurumsal yapısını ifade etmek için kullanılan zihnî bir kavram değildir. Arzın, semânın, yıldızların, dağların vs. İslamî sûfî terminolojide hepsinin birer şahs-ı manevîsi olduğu ifade edilir. Ve yine İslamî kozmoloji öğretisinin en temel yorumlarından birisi olan ve Kur’ân’da da sık sık ifade edilen “yerde ve gökte canlıcansız her ne var ise hepsinin, Allah’ı kendi lisân-ı halleriyle tesbih ettiği“[SUP][7][/SUP] hakikatı, da bu kavramın dayanaklarından birisidir.[SUP][8][/SUP] Bazı hadisler kırk bin ya da yüz bin baş ve ağızlı olan meleklerden ve onların bu dilleriyle Allah’ı tesbih ettiğinden bahseder. Ve yukarıda geçen yıldız, ay, dağ vb. ecrâm ve ecsâmın zikr ve tesbihlerinin bu nevi melekler vasıtasıyla Allah’a ulaştırıldığına işaret edilir. Bir dağın, bir ağacın bir şahs-ı manevîsi var ve müekkel bir melek tarafından murakabe edilir.

Yüz bin ağaçlı bir dağın şahs-ı
manevîsi oluyorsa, elbette yüz bin müntesibi bulunan bir cemaatin de böyle bir şahs-ı manevîsi vardır. Yani bu mesele yalnızca epistemolojik ve yorumsal bir mesele değil, doğrudan İslam’ın insan, varlık, evren ve kozmoloji anlayışıyla da bağlantılıdır.

Yukarıda da bahsi geçen hadiste “Allah’ın kudret elinin, gücünün, lütuf ve ihsanının cemaat üzerinde” olduğu ifade edilir. Yeryüzünde matmah-ı nazar-ı ilâhî, insan-ı kâmildir. Allah’ın lütuf ve ihsanının en küllî ve câmiiyyetli tecellisi insan-ı kâmil üzerine yönelir. İnsân-ı kâmil, bütün İslam tasavvufunun ve tarihinin, zühd ve sülûkunun ideal örneğini ve özetini ifade eder. Bütün manevî ve rûhî mücadelenin esası insanı, maddî-manevî cihâzâtıyla “kâmil insan” kılmaya yöneliktir. Ama kemale ermiş en mükemmel bir insan bile, Allah’ın lütuf ve ihsanlarına mazhariyet cihetiyle, bir cemaatin şahs-ı manevîsine yetişemez. Maddî olarak nasıl ki en dâhî insan bile, bir bilim heyetinin ortaya koyduğu performansa ve ulaştığı neticeye ulaşamamaktadır. Aynen bunun gibi, manevî olarak da durum aynıdır. Allah’ın rahmetinin, lütuf ve feyzinin en kesretli ve külliyetli tecellisi cemaatın şahs-ı manevîsine teveccüh eder. Bu yüzden cemaat ve şahsı manevî formu, modern dönemde İslamî geleneğin ve tebliğ faaliyetinin en temel görün-lerinden birisini oluşturmuştur.[SUP][9]

[/SUP]

[1] Tirmizi, Fiten, 7
[2] M. F. Gülen, Fasıldan Fasıla-I, s. 171-172.
[3] M. F. Gülen, Fasıldan Fasıla-I, s. 172.
[4] M. F. Gülen, Fasıldan Fasıla-I, s. 173.
[5] M. F. Gülen, Fasıldan Fasıla-I, s. 174.
[6] herkul.org, Kırık Testi “Velayet” 16.Mayıs.2004.
[7] Kur’an-ı Kerim’den bazı ayetler için bkz: İsra sûresi 17/44; Cuma sûresi 62/1; Teğâbun sûresi 64/1; Hadid sûresi 57/1; Haşr sûresi 59/1, 24; Saf sûresi 61/1.
[8] “Hem meselâ küre-i arz, küre-i arzın nevileri adedince başlar ve o nevilerin fertleri sayısınca diller ve o ferdlerin âzâ ve yaprak ve meyveleri miktarınca tesbihatlar yaptığı için, elbette o haşmetli ve şuursuz ubudiyet-i fıtriyeyi bilerek, şuurdârâne temsil edip dergâh-ı ilâhiyeye takdim etmek için, kırk bin başlı ve her başı kırk bin dil ile ve herbir dil ile kırk bin tesbihat yapan bir melek-i müekkeli bulunacak ki, ayn-ı hakikat olarak Muhbir-i Sadık haber vermiş.”
Bkz.: Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, On Birinci Şua, On birinci Mesele.
[9] Ayrıca bkz.: M. F. Gülen, Prizma, 4/76; İnancın Gölgesinde, 2/174; Ruhumuzun Heykelini Dikerken, s. 35; Prizma, 1/128, 3/12-13; Kırık Testi, s. 121-126; Gurbet Ufukları, s. 18, 89.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
“Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ehemmiyet ve kıymet, şahs-ı mânevîye göre olur. Maddî, ferdî ve fânî şahsın mahiyeti nazara alınmamalı.”[SUP][Kastamonu Lâhikası s.2.][/SUP] sözü şahs-ı mânevîyi teşkil eden zatların kıymet ve değerini yükseltir mi, alçaltır mı? (Çizgimizi Hecelerken)


Ben bu soruyu şöyle anladım: Bu zaman cemaat zamanıdır. Cemaat içinde çok büyük fertler zuhur etse bile onlar, o cemaatten beklenen büyük işleri yapamazlar. Bu zamanda üst üste yığılmış müterakim meselelerde, hususiyle de profesyonel ehl-i dalâlet karşısında muvaffak olabilme, sağlam bir şahs-ı mânevî teşkil etmiş heyetlerin plân ve hareketine bağlıdır. Kimse tek başına bu türlü meselelerin üstesinden gelemez. “Zaman, cemaat zamanı” derken acaba cemaati teşkil eden fertleri alçaltıyor muyuz, yoksa yükseltiyor muyuz?

Evvelâ, bu zaman cemaat zamanıdır ve zamanımızda cemaat konusu daha bir ehemmiyetini artırmıştır. Yoksa Hz. Âdem’den bu yana zaman hep cemaat zamanı olmuştur. “Iyyeke nabudü ve iyyeke nestein“diyen bizler, mâşerî vicdanla günde kırk defa bu hususu seslendirerek Allah’ın huzurunda kemerbeste-i ubûdiyetle kulluğumuzu ve Allah karşısında cemaat olduğumuzu ifade ediyor; evet “Ben” demeyip “Biz” diyerek, “Allahım, Sana kulluk ediyor ve bu konuda yardımı da ancak Senden istiyoruz!” (Fâtiha sûresi, 1/5) şeklinde arz-ı ubûdiyette bulunuyoruz.

İslâm, ferdin vicdanının cemaate rükün olabilecek hâle gelmesini sağlamış ve bunu en kâmil şekilde gerçekleştirmiştir. Tarihte mücedditlerin ve müçtehitlerin yoğurdukları teknenin içindeki bütün ıstıfalar (tabiî ve fıtrî bir ıstıfa olmayıp doğrudan doğruya iradeye bağlı bir ıstıfa, bir seçilme ve bir saflaşma ile cemaat şuuruna varma) oluşa oluşa bugünkü hâlini almıştır ve bugünkü hâli alabilmesi de bir bakıma gayet tabiîdir. Çünkü günümüzde küre-i arz, bütün devletleriyle tek bir devlet hâline gelmiştir.

Televizyonlar, radyolar ve seri vasıtalar, insanların muhabere ve muvasalasını o kadar kolaylaştırmıştır ki, eskiden köyler arasında cereyan eden muhabere süratinde, şimdi Japonya ile Türkiye arasında muhabere gerçekleşmektedir.

İşte bu durum, vicdan ve ruhlarda da cemaat şuurunun gelişmesini zarurî kılmaktadır. Ancak bugün, değişik hâdise ve cereyanlar karşısında toplumu yoğurup böyle heyetler oluşturmak, Allah’ın inâyetine vâbeste bir husustur ve o da bir mânâda vardır. Bu heyetler, Devr-i Risaletpenâhî’den bugüne, Kur’ân-ı Kerim’in potasında, Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) vaz’ettiği esasatı sayesinde yoğrula yoğrula belli bir seviyeye gelmiştir. Şimdilerde bizler etrafımıza baktığımızda bunu gayet net olarak görmekteyiz. Dahası, Cenâb-ı Hakk’ın inâyetine kalmıştır.

Bu sözün bir diğer mânâsı da şöyledir: Daha evvelki devirlerde insanlar arasında, ilmî hayat, değişik doktrinler ve fikrî cereyanlar gelişmediği için, yığınlar, hakkı veya bâtılı temsil eden bir insanın arkasından sürüklenip gitmişlerdi. İnsanlar ayrı ayrı menbalardan ders almadıkları, farklı kaynaklardan su içmedikleri, hayat-ı içtimaiye belli standartlar içinde mahpus bulunduğu için bir fert bütün toplumu arkasından sürükleyip götürebilirdi.

Meselâ, hak cephesinde Ebû Hanife, Alparslan, Tuğrul Bey ve Fatih; bâtıl cephesinde ise Hasan Sabbah ve Bedrettin Simavi bir kısım kimseleri arkalarından sürükleyip götürebilmişlerdi. Bundan da anlaşılmaktadır ki, eskiden cemaatler belli bir kültürle yetiştiklerinden daha saf oluyor, daha rahat sürüklenebiliyor ve bugünkü anlayışımızla onlar içinde kitle hâlet-i ruhiyesini heyecana getirmek ve kitle psikolojisinden istifade etmek daha rahat oluyordu.

Günümüzde ise herkes ayrı ayrı kültürlerden istifade edip ayrı menbalardan beslenmektedir. Kimi Marks’ı, kimi Engels’i, kimi Mao’yu, kimi Lenin’i, kimisi de Kur’ân’ı ve Resûlüllah’ı dinlemektedir. Bu kadar kültür farklılığı da, hâliyle bir çok akımın zuhuruna sebep olmaktadır. Bu itibarla da bugün yığınlar birbirinden kopuktur. Bu kopuk kopuk insanlar, tek başına allâme-i cihan, dâhi-i âzam da olsalar hiçbir şey yapamazlar. Ayrıca günümüz insanının gelişmiş olmasından ve bazı şeylere vukufundan ötürü enaniyete dayalı bir kopukluk içindedir ve herkes aslan gibi müstakillen hareket etmek istemektedir.

Buna binaen, günümüzde insanları bir ve beraber hareket etme fikrine çağırma çok ehemmiyet kazanmıştır. Dünyadaki değişik dalâlet cereyanları, fikir birliği yapmak suretiyle aradaki mesafeleri kaldırmakta ve bir vahdet teşkil ü tesisine çalışmaktadırlar. Meselâ, bir dönem bütün matbuat, Çin ve Rusya’da sansür edilmiştir. Devletin sansür müesseselerinden geçmeyen hiçbir gazete –masum dahi olsa– bir fikri neşredememiştir. En masum düşüncelerin altında dahi çeşitli şeyler aranmakta ve meselâ bir gazete, “Atomdan daha küçük partiküller var. Bunlar atomu teşkil eden parçacıklardır. Bu atomun parçaları, bilemediğimiz bir kanunla bir araya gelip atomu teşkil etmektedir.” şeklinde bir haber yapsa –ki bu gayet masum bir haberdir– uyanık bir Marksist şöyle diyerek bu yayını engelleyebilmektedir: “Hayır, hiç de öyle değil; siz burada ‘Bilemediğimiz ve esrarengiz bir şeyle bunlar bir araya geliyor’ deyince bize bir dış müdahalenin var olduğunu anlatıyorsunuz.”


Onun için, böyle ülkelerde değişik fikirler ve anlayışlar olamazdı. Olsa bile hemen engellenirdi. Ancak bizim gibi hür dünya blokunda yerini alan milletler, –burası memerr-i efkârdır– Avrupa, Rus ve Çin gibi dünyaların nâşir-i efkârı gazeteler, neleri varsa, rahatlıkla neşredebilirlerdi. Şimdi herhâlde bu kadar eracifin içine giren kalb ve dimağlarda sıhhat kalmayacak ve bir vâhid-i sahih teşkil edebilme durumu da mümkün olmayacaktır. Onun içindir ki, inanmış sineler sağlam bir vahdet teşekkül ettirerek kendilerini ifade etmeye çalışmalıdırlar. Böyle bir dönemde inananların sürtüşmesi dalâlettir, tuğyandır ve Allah’ın hakkımızda bir azabıdır. Öyleyse böyle bir zamanda mü’minler, gizli-açık düşmanları karşısında onlara mukabele edebilmek, millî bütünlüklerini koruyabilmek için sahih bir cemaat teşkil etmek ve cemaat hâlinde hareket etmek mecburiyetindedirler. Bu devirde Gavs-ı Âzam Abdulkadir Geylânî, Muhammed Bahaüddin Nakşibend ve İmam Rabbânî Hazretleri de olsaydı, onlar dahi böyle davranıp bu tür bir heyetin uzvu olmaya razı olacak ve cemaat hâlinde hareket edeceklerdi.

Şimdi de böyle bir mesele, cemaatin fertlerinin kıymetini yükseltir mi alçaltır mı meselesine gelelim. Kıymetli bir bütünü meydana getiren parçalar, kendi kendine kıymet kazanır. Nasıl ki dağdaki, sokaktaki ve taş ocağındaki taş, yerinde kaldığı müddetçe sadece bir taştan ibarettir.

Ancak bu taş kubbede diğer taşlarla baş başa verdiği zaman binlerce lira değerinde bir kıymet kazanır. Bir güzelliği olan –meselâ nâfizü’l-kelim ve natûk (sözü tesirli ve güçlü hatip) olan– bir kimse aynı zamanda sağlam bir kalb yapısına sahip birisiyle yan yana gelirse, iki güzellik yan yana gelmiş olur. İki güzellik bir araya gelince, o onun güzelliğinden, o da diğerinin güzelliğinden istifade eder. Her biri iki güzelliğe sahip olur ve bu şekilde dört güzellik ortaya çıkar. Bunlardan bir tanesi servetiyle gelip onlara omuz verse, bir başkası ilmiyle destekte bulunsa, dört adam meydana gelmiş olur. Dört güzelliğin teatisiyle burada sekiz güzel ortaya çıkar. Dairevî olarak meseleyi ele alırsak nâmütenâhî güzellikler meydana gelebilir demek de mümkündür.

Hâsılı, kıymet şahs-ı mânevîye verilirse fertlerin kıymeti alçalmayıp yükselecektir. Kıymetli bir cemaat içinde her fert abdestle kılınan namazın her rüknünün kıymet kazanması gibi çok aziz ve kıymetler üstü kıymeti haizdir.



ihlas risalesi-21-lema-2.düstur`dan…

İşte ey Risale-i Nûr Şâkirdleri ve Kur’anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insân-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzalarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sâhil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbâniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i mâneviyeyi te’min eden sırr-ı ihlâsı kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakîkîye muhtacız ve mecburuz. Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevâfuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbin dörtyüz kırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlâs ile, onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i mâneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuât-ı tarihiye şehadet ediyor. Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sâir kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklariyle de işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.


(Hâşiye) Evet sırr-ı ihlâs ile samimî tesânüd ve ittihad, hadsiz menfaate medâr olduğu gibi; korkulara hatta ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünki ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rızâ-yı İlâhî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, “Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar; zira o ruhlar her vakit sevabları bana kazandırmakla mânevî bir hayatı idâme ettiklerinden ben ölmüyorum” diyerek, ölümü gülerek karşılar. “Ve o ruhlar vasıtasiyle sevab cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum” der, rahatla yatar.


ihlas risalesi-21-lema-4.düstur`dan…

Yalnız hakikî kardeşlerimin içinde sırr-ı ihlâsı ve samimî ittifakı kuvvetleştirecek iki misal söyleyeceğim.

Birinci Misâl: Ehl-i dünya, büyük bir servet ve şiddetli bir kuvvet elde etmek için, hatta bir kısım ehl-i siyaset ve hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin mühim âmilleri ve komiteleri, iştirak-i emval düsturunu kendilerine rehber etmişler. Bütün sû-i istimâlât ve zararlariyle beraber, harika bir kuvvet, bir menfaat elde ediyorlar. Halbuki iştirak-i emvâlin çok zararlariyle beraber, iştirakle mâhiyeti değişmez. Herbirisi umuma -gerçi bir cihette ve nezârette- mâlik hükmündedir, fakat istifade edemez. Her ne ise.. bu iştirâk-i emval düsturu a’mâl-i uhreviyeye girse; zararsız azîm menfaate medârdır. Çünki bütün emval, o iştirak eden herbir ferdin eline tamamen geçmesinin sırrını taşıyor. Çünki nasılki dört beş adamdan iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Herbiri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirak edenlerin herbirinin bir duvarda büyük bir âyinesi varsa, herbirinin noksansız, parçalanmadan birer lâmba oda ile beraber âyinesine girer. Aynen öyle de: Emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet ile tesânüd ve sırr-ı ittihad ile teşrik-ül mesâî.. o iştirak-i a’mâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum nur herbirinin defter-i a’mâline bitemâmiha gireceği ehl-i hakikat mabeyninde meşhud ve vâkidir. Ve vüs’at-ı Rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezasıdır.

İşte ey kardeşlerim! Sizleri inşâallâh menfaat-i maddiye rekabete sevketmiyecek. Fakat menfaat-i uhreviye noktasında bir kısım ehl-i tarîkat aldandıkları gibi, sizin de aldanmanız mümkündür. Fakat şahsî, cüz’î bir sevab nerede; mezkûr misal hükmündeki iştirak-i a’mâl noktasında tezâhür eden sevab ve nur nerede….


İkinci Misâl: Ehl-i san’at, netice-i san’atı ziyade kazanmak için, iştirak-i san’at cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hatta dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmağa çalışmışlar. O ferdî çalışmanın her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra teşrîk-ül-mesâî düsturiyle on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir ve hâkezâ Herbirisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit olduğundan vakit zâyi olmayıp, o hizmette meleke kazanarak, gâyet sür’atle işini görmüş. Sonra, o teşrik-i mesâî ve taksîm-i a’mâl düsturiyle olan san’atın semeresini taksim etmişler. Herbirisine bir günde üç iğneye bedel üçyüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hâdise ehl-i dünyanın san’atkârları arasında, onları teşrik-i mesâîye sevketmek için dillerinde destan olmuştur.

İşte ey kardeşlerim! Mâdem umûr-u dünyeviyede, kesif maddelerde böyle ittihad, ittifak ile neticeler, böyle azîm yekûn faideler verir; acaba, uhrevî ve nuranî ve tecezzî ve inkısâma muhtaç olmayarak.. ve fazl-ı İlâhî ile herbirisinin âyinesine umum nur in’ikâs etmek ve herbiri umumun kazandığı misil sevaba mâlik olmak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz! Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlık ile kaçırılmaz.



Cemaat zamanıdır-şahs-ı mânevîye zamanıdır:işte bereketi…

Bu cemaat, içtimai bünyemizi kemiren arsızlık, hayasızlık, ahlaksızlık, maneviyatsızlık furyasına karşı canla başla mücadele ediyor.

Benim adıma, senin adına, onun adına, hepimiz adına mücadele ediyor.
Şeytanın kuşatması altındaki gençlere, o melunun vesveselerine kulak tıkayıp, meleklerle omuz omuza yürümeyi telkin ediyor.

Ana-babalarına saygılı, helali-haramı gözeten, ibadet hayatı düzgün, rıza-yı ilahiye adanmış nesiller yetiştiriyor.

“Günahların ayyuka çıktığı bu yozlaşmış toplumda çocuklarımın hali ne olacak?” diye kara kara düşünen ebeveynin kalplerine sürur veriyor.

Sonra, Amerikan parasıyla filan değil öz be öz milli sermayeyle -bu memleketin asil esnafının himmetleriyle- ve Hocaefendi’nin rahle-i tedrisinden geçmiş “HİZMET” erlerinin dillere destan fedakârlıklarıyla dünyanın dört bir yanında okullar açıp, özlerinden kopan kardeş halkların çocuklarını özlerine döndürüyor ve Hıristiyan, Animist, Budist halkların çocuklarını da Türkiye’ye ve genel olarak Müslümanlara dost ediyor.

Müslüman çocukların ahlak ve maneviyata bağlı olarak yetişmeleri için tedbir alıyor… Bununla da yetinmeyip, Animist Afrikalıların veya Katolik Brezilyalıların Türklere / Müslümanlara sempati duymalarını sağlamaya çalışıyor…Dahasi can sagligi
 

garp

Active member
(Hadis-i şerif hariricinde risale-i nur cemaati hakkında bir makale alıyorum müsadelerinizle)


RİSALE-İ NUR HAREKETİ BİR CEMAATTİR..

"Risale-i Nur Hareketi, tarikat değildir; cemiyet de değildir; bir parti de değildir; peki nedir?" sorusuna, Bediüzzaman "Biz, bir cemâatiz" diyerek cevap vermiştir. Cemâat nedir?

"Toplamak, bir araya getirmek" mânâsındaki cem' masdarından türeyen Arapça bir isimdir ve buradaki mânâsıyla, Müslümanların din kardeşliği esasına dayalı olarak gerçekleştirdikleri ve katılmak durumunda oldukları birlik ve beraberliğe denmektedir. Aynı zamanda sahabeler, müçtehid imamlar veya her devirdeki Müslümanların büyük çoğunluğu gibi mânâlara gelen ve çoğunlukla da İslâmî kaynaklarda ehl-i sünnet için kullanılan bir tabirdir.

Önemle ifade edelim ki, Risale-i Nur Hareketi'nin kaynağını teşkil eden Risale-i Nur adlı 130 parçadan oluşan Külliyât ortadadır. Bediüzzaman'ın 90 yıllık ömrü ortadadır. 70-80 senedir yüzlerce mahkemenin tahkikatı ve milyonlara varan Nur talebelerinin hakikatlerden başka bir hedef ve bir dünyevî maksad olmadığını, bini aşkın mahkeme, verdikleri beraat kararlarıyla tasdik etmişlerdir. O halde Risale-i Nur Hareketi, hiçbir vecihle siyâsî bir cemiyet değildir. Eğer üniversite talebelerine ve her nevi esnafa cemiyet namı verilse, o zaman Risale-i Nur Hareketi'ne de cemiyet adı verilebilir. Ancak cemiyetten kasıt, imânî ve uhrevî bir topluluk ise, buna cemaat denir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle:

"Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız; evvela kendimizi, sonra milletimizi, ebedî idamdan, daimî ve berzâhî münferit hapisten kurtarmak; vatandaşlarımızı anarşilikten vle serserilikten korumak ve iki hayatımızı imhaya sebep olan zındıkaya karşı Risale-i Nur'un çelik gibi hakikatleriyle kendimizi muhâfaza etmektir."


"Ben, buradaki bütün Risale-i Nur şakirtlerini ve benimle görüşenleri veya okuyan ve yazanları şahit gösteriyorum. Onlardan sorunuz. Ben hiçbirisine dememişim ki, bir siyasî cemiyet veya cemiyet-i Nakşiye teşkil edeceğiz. Onlara her zaman dediğim şudur: Biz, imanımızı kurtarmaya çalışacağız. Umum ehl-i iman dâhil oldukları ve 300 milyondan ziyâde fertleri bulunan (o zamanki İslâm âleminin nüfusu) bir mukaddes Cemâat-i İslâmiyeden başka aramızda bir bağ yoktur."

Kendisini ziyarete gelenleri tasnif ederken, biraz önce "Umum ehl-i iman dâhil oldukları ve 300 milyondan ziyâde fertleri bulunan (o zamanki İslâm âleminin nüfusudur, şimdi 1.5 milyara ulaşmak üzeredir) bir mukaddes Cemâat-i İslâmiye" diye tarif edilen Risale-i Nur Cemâati'nin fertlerini de üçlü tasnife tabi tutmaktadır:

Birincisi: Dostlardır. Risale-i Nur'a ve Kur'ân'ın nurları ile alakalı hizmetlere taraftar olan; haksızlığa, bid'atlara ve dalâlete kalben taraftar olmayan ve kendine istifadeye çalışan bütün ehl-i imandır.

İkincisi: Kardeşlerdir. Hakiki olarak Risale-i Nur'daki Kur'ân hakikatlerinin neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş vakit namazını kılan ve yedi büyük günahı işlemeyen ehl-i imandır.

Üçüncüsü: Talebelerdir. Risale-i Nur'u kendi malı ve te'lifi gibi hissedip sahip çıkanlar ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilenlerdir.
 

garp

Active member
Risale-i Nur hizmeti, bir cemâattir. Bu cemâat, Doğudan Batıya, Güneyden Kuzeye uzanan nurânî bir silsile ile bağlı bir dairedir. Bu daireye dâhil olanlar, bütün ehl-i imandır ki, şu anda adetleri 1.5 milyara yaklaşmaktadır.

Bu cemaatin birliğini sağlayan esas, tevhid akidesidir. Yemini imandır. Müstesibleri, Kâlûbelâdan bu daireye dahil olan bütün mü'minlerdir. Müntesiblerinin kayıt defterleri, Levh-i Mahfûzdur. Bu cemâatin yayın organı, bütün İslâmî kitaplardır. Günlük gazeteleri, ilâ-yı kelimetullahı hedef ve maksad edinen bütün dinî gazetelerdir.

Şubeleri, cami ve mescidler, medreseler ve İslâma hizmet eden bütün müesseselerdir. Merkezi Haremeyn-i Şerifeyndir. Reisi, Resûlüllah'dır. Mesleğinin esası, herkesin kendi nefsiyle mücâhede etmesi, Kur'ân'ın ahlâkıyla ahlâklanması, Sünnet-i Seniyyeyi ihyâ etmesi, başkalarına muhabbet eylemesi ve zarar vermeyecekse nasihat etmesidir.

Bu cemaatin nizâmnâmesi, sünnet-i seniyye ve şer'î hükümlerdir. Hedefi ve maksadı ilâ-yı kelimetullahdır. Yani Risale-i Nur Hareketi, ehl-i sünnet cemâatidir ve asr-ı saadet Müslümanlığını bu asırda yaşatmayı gaye edinen bir hizmettir.

Eğer Risale-i Nur cemâati bir cemiyettir diyorlarsa, Bediüzzaman'ın şu cevabını tekraren zikrederiz:

"Evet, biz bir cemiyetiz ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon (şu anda 1.5 milyara yakın) dahil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla, o mukaddes cemiyetin prensiplerine kemâl-i hürmetle alâkalarını ve hizmetlerini gösteriyorlar; kudsî programıyla birbirinin yardımına, dualarıyla ve mânevî kazançlarıyla koşuyorlar.

İşte biz, bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efrâdındanız ve hususî vazifemiz de, Kur'ân'ın imânî hakikatlerini tahkîkî bir sûrette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî, berzâhî haps-i münferidden kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyâsî ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medâr-ı ithamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münâsebetimiz yoktur ve tenezzül etmeyiz."


Prof. Dr. Ahmed Akgündüz

Üçüncü Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu 1995, sahife: 150, Yeni Asya Yayınları (Nesil Basım Yayım), İstanbul, 1996
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
.



Peygamber Efendimiz Buyuruyor ki;
"İki (kişi) bir'den hayırlıdır. Ve üç iki'den hayırlıdır. Ve dört de üç'ten hayırlıdır. Öyle ise siz cemaatle birlikte olunuz. Muhakkak ki Allah'ın eli (Rahmet ve yardımı) cemaat üzerindedir. Aziz ve Celil olan Allah ümmetimi ancak hidayet üzerinde birleştirir. Biliniz ki, cemaaten uzak olan her kişi için ateşe düşme vardır."



Ravi: Hz. Ebû Hüreyre (r.a.)
Ramuz-El Hadis
sayfa 15/11.hadis​
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Ahir Zamanda Cemaat Olmanın Kıymet Ve Ehemmiyeti.


“Cemaatte rahmet vardır. Ayeti kerimesi her asırda olduğu gibi bu asırda da Müslümanların cemaat olmalarını emrediyor. Kuranı kerimin insanları cemaat olmaya teşvik etmesinde ve çağırmasında insanlar için büyük menfaatler vardır. Bu menfaatler hem dini, hem siyasi, hem içtimai hem de iktisadi alanlarda tezahür etmektedir.

Dini noktada cemaat olmanın faydası ahir zaman denilen şu zaman diliminde daha da kıymetle ve ehemmiyetli hale gelmiştir. Yaşadığımız bu zamanda zulumatlar, günahlar, dalaletler ve bidatler her tarafı öyle kuşatmış durumda ki, bu günah, haram ve isyan girdaplarına düşüp imanını yitirme ve o dalalet tuzaklarına düşmemek için bir cemaatin rahmetine sığınmak en itidalli bir yoldur.

Bediüzzaman Hazretleri ahir zamanda insanların hadsiz günahlara ve kötülüklere maruz kalacağını bu musibet ve belalardan kurtulmak için cemaat olmanın ehemmiyetini ve kıymetini sikke-i tasdiki gaybi adlı eserde şöyle izah ediyor.”Bir zaman hatırıma geldi ki Hayatı içtimaiye de insanlar neye rast gelse ve temas etse günahlara maruz kalıyor, her cihetle günahlar insanları sarıyor. Bu kadar günahlara karşı insanların ibadetleri ve takvası kabil gelmediği gibi mukabele de edemiyor. Her biri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil nasıl kabil gelebilir ve galebe edebilir. O insanlar nasıl necat bulabilir diye hayretle düşünürken; kalbime geldi ki, Risale-i Nurun sadık ve kıymetli talebelerinin esas tuttukları iştiraki ameli uhrevi ve samimi tesanüt sırrıyla ve her bir kardeşin binler samimi dilleriyle ibadet ve istiğfar ederek binlerce taraflardan hücum eden günahlara karşı binler dillerle mukabele edebilirler.

İhlas ,sadakat ve sünnetiye seniyeye ittiba ve hizmet derecesine göre o külli ibadete sahip olabilirler..Bazen kırk bin dille meleklerin zikir ettiği gibi halis sadık kardeşlerin kırk bin dilleri ile ibadet eder,necata muvaffak olurlar.Bu büyük kazancı elden kaçırmamak gerek.
Bediüzzaman hazretlerinin kendi talebeleri için taşıdığı endişe ve hayret bütün ehli Müslüman insanlar için geçerlidir.Her gün binlerce günaha maruz kalınıldığı, günahların her taraftan yayıldığı,her kesin insanları harama ve günaha çağırdığı,sapkınlıkların sıradanlaşıp basit hale geldiği,kuran ve sünnet ahlakından uzaklaşıldığı böyle bir zamanda Müslümanlar cemaat olmaya muhtaçtır.Her gün bazen saatte binler günahlara denk gelen insanların bu şahsi manevi ve cemaat haline gelen günahlara karşı durmak için et cemaat olması farzdır.


Bu zamanda insan ne kadar mükemmel, takvalı olursa olsun, ihlas sahibi olsun,ilim ve marifet sahibi olsun üstadın deyimiyle şahsi manevi olan küfür odaklarına ve kesimlerine karşı mağlup olacaktır.Binlerce taraftan galen günahlara karşı yaptığı ibadetler ve amaller az düşecektir.O günahların çokluğu kazandığı sevapları silecektir.Binlerce günaha mukabil tek bir dili ve eli ve bedeni yeterli gelmeyecektir.

Binler günaha karşılık gelecek binler diller ve ameller olacak ki ancak mukabele etsin ve karşılık versin.Buda ancak bu zamanda kişisel olarak hareket etmekle değil birlikte hareket ederek mümkündür.Bir dilin tövbesi ile binler dilin tövbesi bir olmayacaktır.Bir dilin ibadeti ile binler dilin ibadete bir olmayacaktır.Bir bedenin ibadeti ile binler bedenin ibadetleri bir olmayacaktır.Birleri binler on binler yüz binler milyonlar yapmak için binler on binler milyonlar ferdi bulunan cemaatlere girip o cemaatlerin şirketi manevi denilen iştiraki ameli uhrevi düsturlarından ve samimi tesanüt sırrına muvaffak olup faydalanıldığı zaman kazançlar artacak günahlara karşı koyacak hale gelecektir. Milyonlarca samimi, ihlâslı ve takvalı kardeşlerin dualarında yer alıp affa ve mağfirete vesile olacaktır.

Cemaatin milyonlar dilleri ve bedenleri ve elleri ile ortak bir payda ile vücuda gelen hayırlı işler kişilerin elinde ve dilinde büyük ve külli bir şükür, fikir ve zikir olurken, birlikte hareket etme, fikir etme ve zikir etme ile ameller külli ve büyük bir ibadet. Hükmüne geçerken, kişisel ve yalnız başına yapılan ferd bazındaki ibadetler ise ne kadar büyük olursa olsun küfrün, fıskın ve günahların şahsi manevi olan büyüklüğü karşısında hiç hükmünde kalıyor.Farklı sebepler,olaylar,nedenler ile cemaate uzak,mesafeli ve ön yargılı bakan insanların yıllarca çalışarak kazanacakları hayırlı amel ve sevapları cemaat halinde cemaatin tesanüd,iştiraki ameli uhrevi,şahsi manevi ve teavün sırrı ile hareket edenler belki bir günde kazanacaktır.Cemaate mesafeli olanların rahmetten payları ile cemaatin içerisinde olanların rahmet payları hiç bir zaman bir olmayacaktır.

Cemaatin inayeti,rahmeti,hakikati ve yardımına mazhar olanların rahatlığı ile uzak kalanların ki bir olmayacaktır.Cemaatin içerisinde bulunanların haramlara,günahlara,gaflete ve hatalara düşme sıklığı ile cemaate uzak duranların düşme sıklığı bir olmayacaktır.

Mesela milyonlarca Risale-i Nur talebesi her gün dualarında beş defa ya rabbi risale-i nur talebelerini iki cihanda aziz ve mesut eyle, hüsnü hatimeye mazhar eyle, şüheda mertebesine mazhar eyle, günahlarını af ve mağfiret eyle, peygamberin ashaplarına komşu eyle, peygamberin sünnetine ittibaya muvaffak eyle, cennetini ve cemalini görmeyi nasip eyle. Diyerek dua ettiği zaman milyonlarca Risale-i Nur talebesi o duadan hissedar olur. Eğer o milyonların duasından bir kaçı kabul olup ötekiler kabul olmasa bile o duası kabul olanların hürmetine o gün ölen talebeler duanın kabulüne mazhar olarak duada istenilen şekilde vefat ederek necat bulacaklardır.

Bir dilin tövbesi ve istiğfarı nerede, binler dilin birlikte aynı dua ile tövbesi nerede. Binler dilin zikir ve fikir birliği içerisinde dua etmeleri ve niyaz etmeleri nerede birlerin etmesi nerede. Bir dilin ricası nerede milyonlarca dilin Allaha af ve mağfiret ricası nerede.

Cemaatin sevabına ve affına ihtiyacım yok benim ibadetim ve duam bana yeter diyenler varsa onlar ya küçük amellerine güvenerek ucb dediğimiz ameline güvenenlerdir. Ya da yaşadığı zamanın helaketler ve felaketler asrı olan ahir zaman olduğundan haberleri yoktur. Cennetle müjdelenen Hz Ömer bile ameline güvenmeyip. Cennete Bir kişi gedecek denilirse o ben miyim diye sevinirken, Cehenneme bir kişi gidecek denildiği zaman ise o kişi ben miyim diye korkuya kapılırken ümit ve korku arasında kalırken; günahların ve dalaletlerin sel gibi aktığı milyarlarca insanların imansız öldüğü böyle bir zamanda hiçbir garantisi olmayanların ameline ve küçük ibadetlerine güvenmesi ve cemaate uzak durması akıl işi değil.Vesselam. alinti..
 

faris

Well-known member
Ancak bu cemaatleşmeyi ticaret maksadlı düşünenler bir kez daha ne yaptıklarını iyi düşünmeli..

Hadis-i Şerifdeki elden maksad mecazi olduğunu bilmeliyiz. Allahu teala her türlü şekil ve cisimden ve herşeyden münezzeh ve yarattıklarına benzememektedir. O halde buradaki elden kasdı Allahın isim ve sıfatları olarak değerlendirmek mümkündür. Allahın rahmeti, bereketi, şefkati ve kudreti olarak düşünebiliriz.

Ustad Bediüzzaman'ın r.a. Nur risalelerinde cemaate dair verdiği şu örnek çok vecizdir :

"Çünki nasılki dört beş adamdan iştirak niyetiyle biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip lâmbayı yaktılar. Herbiri tam bir lâmbaya mâlik oluyor. O iştirak edenlerin herbirinin bir duvarda büyük bir âyinesi varsa, herbirinin noksansız, parçalanmadan birer lâmba oda ile beraber âyinesine girer." Lem'alar ( 165 )

"Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbin dörtyüz kırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlas ile, onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor.

Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. {(Haşiye): Evet sırr-ı ihlas ile samimî tesanüd ve ittihad, hadsiz menfaate medar olduğu gibi; korkulara hattâ ölüme karşı en mühim bir siper, bir nokta-i istinaddır. Çünki ölüm gelse, bir ruhu alır. Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar; zira o ruhlar her vakit sevabları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum." diyerek, ölümü gülerek karşılar. "Ve o ruhlar vasıtasıyla sevab cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum." der, rahatla yatar.} Lem'alar ( 161 )"
 
Üst