On Birinci Şuâ

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ

Denizli Hapsinin Bir Meyvesi

Zındıka ve küfr-ü mutlaka karşı Risale-i Nur’un bir müdafaanâmesidir. Ve bu hapsimizde hakikî müdafaanamemiz dahi budur. Çünkü yalnız buna çalışıyoruz.
Bu risale, Denizli Hapishanesinin bir meyvesi ve bir hatırası ve iki Cuma gününün mahsulüdür.
Said Nursî



Meyve Risalesi



besmele.jpg
فَلَبِثَ فِى السِّجْنِ بِضْعَ سِنِينَ
blank.gif
1

âyetinin ihbarı ve sırrıyla, Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir; ve hapishane bir nevi medrese-i Yusufiye olur. Madem Risale-i Nurşakirtleri iki defadır çoklukla bu medreseye giriyorlar; elbette Risale-i Nur’un hapse temas ve ispat ettiği bir kısım meselelerinin kısacıkhülâsalarını, bu terbiye için açılan dershanede okumak ve okutmakla tam terbiye almak lâzım geliyor. İşte o hülâsalardan, beş altı tanesini beyan ediyoruz.



[BILGI]Dipnot-1 “Yusuf (a.s.) daha yıllarca zindanda kaldı.” Yûsuf Sûresi, 12:42.[/BILGI]


Aleyhisselâm: Allah’ın selâmı onun üzerine olsunYusuf: [bk. bilgiler – Yusuf (a.s.)]
beyan etmek: açıklamakhakikî: gerçek, doğru
hülâsa: öz, özet, esasihbar: haber verme
küfr-ü mutlak: kesin ve tam bir inkârmahpus: hapsedilmiş
mahsul: ürünmedrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında kullanılan hapishaneye verilen ad
müdafaanâme: savunma metninevi: tür
pîr: önderzındıka: dinsizlik, inançsızlık
şakirt: öğrenci, talebeşua: ışık kaynağından çıkan ışık telleri; ışın
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 259

Birincisi

Dördüncü Sözde izahı bulunan, her gün yirmi dört saat sermaye-i hayatı,Hâlıkımız bize ihsan ediyor—tâ ki, iki hayatımıza lâzım şeyler o sermaye ile alınsın. Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmi üç saati sarf edip, beş farz namazakâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek, ne kadar hilâf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve meyusâne hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasâret ederiz, kıyas edilsin.

Eğer, bir saati beş farz namaza sarf etsek, o halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet; ve fâni bir saati, bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî meyusiyet ve sıkıntıların kısmen zevâl bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara kefâreten affettirmesi ve hapsin hikmeti olanterbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıylatesellîdârâne bir hoş sohbet olduğu düşünülsün...

Dördüncü Sözde denildiği gibi, bin lira ikramiye kazancı için bin adam iştirak etmiş bir piyango kumarına yirmi dört lirasından beş on lirayı veren ve yirmi dörtten birisini ebedî bir mücevherat hazinesinin biletine vermeyen—halbuki dünyevî piyangoda o bin lirayı kazanmak ihtimali binden birdir; çünkü bin hissedardaha var—ve uhrevî mukadderat-ı beşer piyangosunda, hüsn-ü hâtimeye mazharehl-i iman için kazanç ihtimali binden dokuz yüz doksan dokuz olduğuna yüz yirmi dört bin enbiyanın ona dair ihbarını keşfle tasdik eden evliyadan ve asfiyadan had ve hesaba gelmez sâdık muhbirler haber verdikleri halde, evvelki piyangoya koşmak, ikincisinden kaçmak ne derece maslahata muhalif düşer, mukayese edilsin.


Hâlık: her şeyi yaratan Allahasfiya: hem âlim ve hem velî olan büyük zâtlar
bâki: kalıcı, devamlıebedî: sonu olmayan, sonsuz
ehl-i iman: iman edenler, mü’minlerenbiya: nebiler, peygamberler
evliya: Allah’ın sevgili kulları, velilerfâni: geçici, ölümlü
hasâret etmek: zarar etmek, kaybetmekhayat-ı dünyeviye: dünya hayatı
hayat-ı uhreviye: âhiret hayatıhikmet: sebep, maksat, gaye
hilâf-ı akıl: akla aykırı, akıl dışıhissedar: pay sahibi
hüsn-ü hâtime: güzel son, imanlı bir şekilde ölmeihbar: haber verme
ihsan etmek: bağışlamakizah: açıklama
iştirak etmek: katılmakkefâreten: işlenen bir günahın ya da hatanın giderilmesi olarak
keşif: açığa çıkarma, gözle görmekâfi: yeterli
kıyas etmek: karşılaştırmakmaslahat: fayda, yarar
mazhar: erişme, nail olmameyusiyet: ümitsizlik
meyusâne: ümitsizcesinemuhalif: aykırı, zıt
muhbir: haber verenmukadderat-ı beşer: insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar
mukayese etmek: kıyaslamak, karşılaştırmakmusibet: belâ, sıkıntı
mücevherat: mücevherler, kıymetli taşlarruhî: ruhla ilgili
sarf etmek: harcamak, kullanmaksermaye: servet, varlık
sermaye-i hayat: hayat sermayesisâdık: doğru, gerçek
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamakterbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma
tesellîdârâne: teselli olarakuhrevî: âhirete ait
zevâl bulmak: gelip geçmek, yok olmak
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 260

Bu meselede hapishane müdürleri ve sergardiyanları ve belki memleketin idaremüdebbirleri ve asayiş muhafızları, Risale-i Nur’un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünkü bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikatsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu çok tecrübelerle görülmüş.




endOfSection.gif
endOfSection.gif


inzibat: âsayiş, düzenitikatsız: inançsız
muhafız: koruyanmüdebbir: idareci, yönetici
mütedeyyin: dindarsergardiyan: başgardiyan
tahattur etmek: hatırlamak

 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 261

İkinci Meselenin Hülâsası

Risale-i Nur’dan Gençlik Rehberinin güzelce izah ettiği gibi, ölüm o kadar kat’î vezâhirdir ki, bugünün gecesi ve bu güzün kışı gelmesi gibi ölüm başımıza gelecek. Bu hapishane nasıl ki mütemadiyen çıkanlar ve girenler için muvakkat bir misafirhanedir; öyle de, bu zemin yüzü dahi acele hareket eden kàfilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır. Herbir şehri yüz defamezaristana boşaltan ölüm, elbette hayattan ziyade bir istediği var.

İşte bu dehşetli hakikatın muammasını Risale-i Nur hall ve keşfetmiş. Bir kısacıkhülâsası şudur:
Madem ölüm öldürülmüyor ve kabir kapısı kapanmıyor. Elbette bu ecel cellâdının elinden ve kabir haps-i münferidinden kurtulmak çaresi varsa, insanın en büyük ve herşeyin fevkinde bir endişesi, bir meselesidir. Evet, çaresi var ve Risale-i Nur Kur’ân’ın sırrıyla o çareyi, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î ispat etmiş. Kısacık hülâsası şudur ki:

Ölüm ya idam-ı ebedîdir; hem o insanı, hem bütün ahbabını ve akaribini asacak bir darağacıdır. Veyahut başka bir bâki âleme gitmek ve iman vesikasıyla saadetsarayına girmek için bir terhis tezkeresidir. Ve kabir ise, ya karanlıklı bir haps-i münferit ve dipsiz bir kuyudur. Veyahut bu zindan-ı dünyadan bâki ve nuranî birziyafetgâh ve bağistana açılan bir kapıdır. Bu hakikati Gençlik Rehberi bir temsilile ispat etmiş.

Meselâ, bu hapsin bahçesinde asmak için darağaçları konulmuş ve onların dayandıkları duvarın arkasında gayet büyük ve umum dünya iştirak etmiş bir piyango dairesi kurulmuş. Biz bu hapisteki beş yüz kişi, herhalde, hiç müstesnası yok ve kurtulmak mümkün değil, bizi birer birer o meydana çağıracaklar. Ya “Gel, idam ilânını al, darağacına çık” veya “Daimî haps-i münferit pusulasını tut, bu açık kapıya gir” veyahut “Sana müjde! Milyonlar altın bileti sana çıkmış. Gel al” diye her tarafta ilânatlar yapılıyor.
Biz de gözümüzle görüyoruz ki, birbiri arkasında o darağaçlarına çıkıyorlar. Bir kısmın asıldıklarını müşahede ediyoruz. Bir kısmı da, darağaçlarını basamak


ahbab: dostlar, sevilenlerakarib: akrabalar, yakınlar
bağistan: bağ, bahçebâkî: kalıcı, sürekli
cellâd: idama mahkum olanların hükümlerini infaz etmeye vazifeli olan adamdarağacı: idam sehpası
dehşetli: korkunçecel: ölüm vakti
fevkinde: üstündegayet: son derece
hakikat: asıl, esas, doğru, gerçekhall etmek: çözmek
haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsihülâsa: öz, özet, esas
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluşilânat: ilânlar, duyurular
izah etmek: açıklamakiştirak etmek: katılmak
kat’i: kesinkeşfetmek: gizli bir şeyi açığa çıkarmak, buluş yapmak
mezaristan: mezarlıkmuamma: sır, anlamı gizli ve zor anlaşılır söz
muvakkat: geçicimütemadiyen: sürekli olarak
müşahede etmek: görmek, gözlemlemeknuranî: nurlu, aydınlık
saadet: mutluluktemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
terhis: göreve son vermetezkere: belge
umum: bütünvesika: belge
zemin: yerzindan-ı dünya: dünya zindanı
ziyade: çok, fazlaziyafetgâh: ziyafet yeri
zâhir: açık, görünen
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 262

yapıp o duvarın arkasındaki piyango dairesine girdiklerini, orada büyük ve ciddî memurların kat’î haberleriyle görür gibi bildiğimiz bir sırada, bu hapishanemize iki heyet girdi.
Bir kàfile ellerinde çalgılar, şaraplar, zâhirde gayet tatlı helvalar, baklavalar var. Bizlere yedirmeye çalıştılar. Fakat o tatlılar zehirlidir, insî şeytanlar içine zehir atmışlar.
İkinci cemaat ve heyet, ellerinde terbiyenameler ve helâl yemekler ve mübarekşerbetler var. Bize hediye veriyorlar ve bil’ittifak beraber, pek ciddî ve kat’îdiyorlar ki:

“Eğer o evvelki heyetin sizi tecrübe için verilen hediyelerini alsanız, yeseniz, bu gözümüz önündeki şu darağaçlarda başka gördükleriniz gibi asılacaksınız. Eğer bizim bu memleket hâkiminin fermanıyla getirdiğimiz hediyeleri evvelkinin yerine kabul edip ve terbiyenamelerdeki duaları ve evradları okusanız, o asılmaktan kurtulacaksınız. O piyango dairesinde ihsan-ı şâhâne olarak herbiriniz milyon altın biletini alacağınızı, görür gibi ve gündüz gibi inanınız. Eğer o haram ve şüpheli ve zehirli tatlıları yeseniz, asılmaya gittiğiniz zamana kadar dahi o zehirin sancısını çekeceğinizi, bu fermanlar ve bizler müttefikan size kat’î haber veriyoruz” diyorlar.
İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında,mukadderat-ı nev-i beşer piyangosundan ehl-i iman ve tâat için—hüsn-ü hâtimeşartıyla—ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını yüzde yüz ihtimalle;sefahet ve haram ve itikatsızlık ve fıskta devam edenler—tevbe etmemek şartıyla—ya idam-ı ebedî (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferit(bekà-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilâmını alacaklarını yüzde doksan dokuz ihtimalle kat’î haber veren, başta ellerindenişane-i tasdik olan hadsiz mu’cizeler bulunan yüz yirmi dört bin peygamberler
blank.gif
1ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşfle, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüz yirmi dört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrârehüm)




[BILGI]Dipnot-1 Müsned: 5:178, 179, 246; Zâdü’l-Meâd: 1:43-44.[/BILGI]


bekà-i ruh: ruhun ölümsüzlüğü, devamlılığıbil’ittifak: ittifakla, fikir birliğiyle
darağacı: idam sehpasıebedî: varlığının sonu olmayan, sonsuz
ecel: ölüm vaktiehl-i iman: iman edenler, mü’minler
evliya: Allah’ın sevgili kulları, velilerevrâd: virdler, zikirler
ferman: emir, buyrukfısk: günah, günahkârlık
gayet: son derecehadsiz: sınırsız
haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsihâkim: hükmeden, idareci
hüsn-ü hâtime: güzel son, imanlı olarak ölmekidam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş
ihsan-ı şâhâne: padişahın hediyesi, ikramıilâm: bildiri, duyuru
itikatsızlik: emre uymazlıkkat’i: şüphesiz, kesin
keşif: açığa çıkarma, buluş yapmakàfile: grup, topluluk
mukadderat-ı nev-i beşer: insanlığın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylarmu’cize: Allah’ın izniyle peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan olağanüstü şeyler
mübarek: bereketli, hayırlımüttefikan: birleşerek, fikir birliğiyle
nişane-i tasdik: doğrulayıcı nişan, alametsefahet: gayri meşru zevk ve eğlencelere düşkünlük
taat: itaat, Allah’ın emirlerine uymatasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetmeterbiyename: terbiye edici belge; belli bir terbiye ve eğitim programını içeren talimat, kitap
ziyade: çok, fazlazâhirde: görünürde
şekavet-i ebediye: sonsuz sıkıntı, mutsuzluk
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 263

ve o iki kısım meşâhir-i insaniyenin haberlerini aklen kat’î burhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle, fikren ve mantıkan yakînî bir sûrette ispat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler,HAŞİYE-1 müçtehidler ve sıddîkînler,bil’icmâ, mütevatiren nev-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üçcemaat-i azîme ve bu üç taife-i ehl-i hakikat ve beşerin kudsî kumandanları olan bu üç büyük ve âlî heyetlerin fermanlarıyla verdikleri haberleri dinlemeyen, vesaadet-i ebediyeye giden onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde gitmeyenler, yüzde doksan dokuz dehşetli tehlike ihtimalini nazara almayan ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu bırakan, başka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti şudur ki:

İki yolun—hadsiz muhbirlerin kat’î ihbarları ile—en kısa ve kolayı ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandıranı bırakıp en dağdağalı ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksan dokuz Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde, dünyada iki yolun, birtek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal-i tehlike ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz—yalnız zararsız olduğu için—uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoş divaneler gibi, dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor.
Madem hakikat-i hal budur. Biz mahpuslar, bu hapis musibetinden intikamımızı tam almak için, o mübarek ikinci heyetin hediyelerini kabul etmeliyiz. Yani, nasıl ki bir dakika intikam lezzeti ve birkaç dakika veya bir iki saat sefahetlezzetleriyle, bu musibet bizi on beş ve beş ve on ve iki üç sene bu hapse soktu, dünyamızı bize zindan eyledi; biz dahi bu musibetin rağmına ve inadına, bir iki


[BILGI]Haşiye-1 O muhakkiklerden tek birisi Risale-i Nur’dur. Yirmi senedir en muannid feylesofları ve mütemerrid zındıkları susturan eczaları meydandadır. Herkes okuyabilir ve kimse itiraz etmez.[/BILGI]


bedbaht: kötü bahtlı, talihsizbeşer: insan
bil’icmâ: hep birlikteburhan: mantıkî delil, kanıt
cemaat-i azîme: çok büyük toplulukdağdağalı: sıkıntılı, meşakkatli
dehşetli: korkunç, ürküntü vericiecza: kısımlar, parçalar
ehemmiyet vermek: önem vermekejderha: büyük yılan
ferman: buyruk, emirhadsiz: sayısız, sınırsız
hakikat-ı hal: durumun gerçek yönühaşiye: dipnot, açıklayıcı not
heyet: kurulhüccet: güçlü delil
ihbar: haber vermeihtimal-i tehlike: tehlike ihtimali
ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmekkaddesallahü esrârehüm: Allah sırlarını mübarek kılsın
kamer: aykat’î: kesin, şüphesiz
kudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddesmeşâhir-i insaniye: insanlığın meşhurları
muannid: inatçı, direnenmuhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlim
muhbir: haber verenmusallat olmak: sataşmak, ilişmek
musibet: belâ, dert, felâketmübarek: bereketli, hayırlı
mütemerrid: inatçı, dik kafalımütevatir: yalan üzerinde birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların naklettiği haber
müttefiken: ittifakla, birleşerekmüçtehid: âyet ve hadîsler başta olmak üzere diğer dinî delillerden hüküm çıkarma bilgi ve kàbiliyetine sahip olan
nazara almak: dikkate almaknev-i insan: insan türü, insanlık
rağmına: zıddına, inadınasaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlencesuret: biçim, şekil
sıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlarsırat-ı müstakim: dosdoğru yol
taife-i ehl-i hakikat: hak ve doğruluk üzere olanların taifesitasdik etmek: doğrulamak, onaylamak
yakînî: şüphe edilmeyecek derece kesinlikzındık: dinsiz
âlî: yüce, yüksekşekavet-i ebediye: sonsuz mutsuzluk ve azap
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 264

saat müddet-i hapsi bir iki gün ibadete ve iki üç sene cezamızı, mübarekkàfilenin hediyeleriyle yirmi otuz sene bâki bir ömre ve on ve yirmi sene hapiste cezamızı milyonlar sene Cehennem hapsinden affımıza vesile edip, fâni dünyamızın ağlamasına mukàbil, bâki hayatımızı güldürerek bu musibetten tam intikamımızı almalıyız. Hapishaneyi terbiyehane gösterip, vatanımıza ve milletimize birer terbiyeli, emniyetli, menfaatli adam olmaya çalışmalıyız. Ve hapishane memurları ve müdürleri ve müdebbirleri dahi, câni ve eşkiya ve serseri ve katil ve sefahetçi ve vatana muzır zannettikleri adamları, bir mübarek dershanede çalışan talebeler görsünler ve müftehirâne Allah’a şükretsinler.




endOfSection.gif
endOfSection.gif


bâki: devamlı, kalıcıcânî: cinayet işlemiş
fâni: geçici, ölümlükàfile: grup, topluluk
mukàbil: karşılıkmusibet: belâ, dert, felâket
muzır: zararlımübarek: bereketli, hayırlı
müddet-i haps: hapis süresimüdebbir: idareci, yönetici
müftehirâne: iftihar ederek, övünereksefahet: gayrı meşru zevk ve eğlence
terbiyehane: terbiye ve eğitim yeri, ıslah evi
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 265

Üçüncü Mesele

Gençlik Rehberinde izahı bulunan ibretli bir hâdisenin hülâsası şudur:

Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediğinazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. Hapishanedeki bir kısım arkadaşlar ağladığımı işittiler. Geldiler, sordular. Ben dedim: “Şimdi beni kendi halime bırakınız, gidiniz.”

Evet, gördüğüm hakikattır, hayal değil. Nasıl ki bu yaz ve güzün âhiri kıştır; öyle de, gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır. Geçmiş zamanın elli sene evvelki hâdisatı sinema ile hal-i hazırda gösterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hâdisatını gösteren bir sinema bulunsa,ehl-i dalâlet ve sefahetin elli altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilseydi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.
Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:

“Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz; bize karışma.”
Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun. Kat’iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı maziölmüş ve mâdumdur. Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. İnsaniyet alâkadarlığıyla ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça, pek kısa bir zamandaki cüz’î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve


Eskişehir Hapishanesi: (bk. bilgiler – Eskişehir)alâkadarlık: ilgili olma
berzah: kabir âlemicihet: taraf, yön
cüz’î: ferdî, az, küçükdalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlık
ebedî: sonu olmayan, sonsuzehl-i dalâlet ve sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseler
firak: ayrılıkgayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı
hadsiz: sayısız, sınırsızhakikat: doğru, gerçek
hal-i hazır: şimdiki zamanhâdisat: hâdiseler, olaylar
hülâsa: öz, özet, esasiffet: namus
istikbal: gelecek zamanitikatsızlık: inançsızlık
izah: açıklamakat’iyen: kesin olarak
kat’î: kesin, şüphesizmezaristan: mezarlık
muhafaza etmek: saklamak, korumakmâdum: yok, ölü
müşahede: görme, gözlemnazar: bakış, dikkat
nihayetsiz: sonsuzraksetmek: dansetmek
sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlenceteellüm: elem, acı çekme
terviç etmek: revaç, kıymet verme, değerini artırmakvahşetli: ürkütücü
zaman-ı mazi: geçmiş zamanâhir: son
şahs-ı mânevî: belli bir kişi olmayıp. bir topluluktan meydana gelen mânevî kişilik
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 266

karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır. Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla senin imansız başınahadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz’î lezzetini zîr ü zeber eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen, iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten birmezaristan değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâkiruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesihaysiyetiyle, değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsizrahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkramın ziyafetleri kurulmuş veihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve iman ile olabilir.
İmanın bu dünyada dahi verdiği binler faide ve neticelerinden yalnız birtek faide ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir hâşiye olarak yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken vemeyusâne elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokmangibi bir doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı, ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbupinsanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere


Hakîm-i Lokman: (bk. bilgiler – Lokman Hekim)Hazret-i Hızır: [bk. bilgiler – Hızır (a.s.)]
Rahmân-ı Rahîm-i Zülcelâli ve’l-İkram: kullarına karşı özel rahmeti olan ve rahmetinin eserleri dünya ve âhireti dolduran haşmet ve ikram sahibi Allahalâkadarlık: ilgili olma
bahis: konubeyan etmek: açıklamak
biçare: çaresizbâki: devamlı, kalıcı
cellad: infaz memuru, idama mahkûm olanları idam etmekle görevli kişicüz’î: az, küçük, ferdî
dalâlet: hak yoldan ayrılma, sapkınlıkdehşetli: korkunç, ürkütücü
ebedî: sonu olmayan, sonsuzecel: ölüm vakti
elem: üzüntü, acıelîm: acı ve üzüntü veren, üzücü
firak: ayrılıkgayet: son derece
hadsiz: sayısız, sınırsızhaysiyet: itibar, özellik
haşiye: dipnot, açıklayıcı notihsan: bağış, ikram
iman-ı tahkîki: inandığı şeylerin aslını, esâsını bilerek inanma; sarsılmaz imaninkılâb etmek: dönüşmek
intizar salonu: bekleme salonuistikamet: doğruluk, doğru yol
istikbal: gelecekkerem: cömertlik, ikram, ihsan
mahbup: sevgilimazi: geçmiş zaman
mevcut: varmeyusâne: ümitsizcesine
mezaristan: mezarlıkmezkûr: anılan, sözü geçen
mâdum: yokmünasebet: ilişki, bağlantı
mütemadiyen: sürekli olarakmüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
nazar: bakış, dikkatnevi: tür
nuranî: nurlu, aydınlıkrahmet: İlâhî şefkat, merhamet
saadet: mutluluksaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlencesefihâne: yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde
sekerat: can çekişme ânısevkiyat: göndermeler
temsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetmetiryak: derman, ilaç
vahşetgâh: vahşet yeri, ürkütücü yerzaman-ı hazır: şimdiki zaman
zaman-ı mazi: geçmiş zamanzir ü zeber etmek: darmadağın, alt üst etmek, yok etmek
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 267

iken, birden hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana kalb penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve “Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz” lisan-ı hal ile dediklerinden aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.
O muannid döndü, dedi:
“Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız.”
Cevaben dedim:

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmiştenelemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, birşefkat-i İlâhiye, gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir.Hususan mâsum hayvanlar hakkında daha mükemmeldir. Fakat, ey insan, seninmazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten çıkanteessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin cüz’îlezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla başına al, Kur’ân’ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade bu fâni dünyada dahi sâfilezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.
Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:
“Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız.”
Cevaben dedim:
Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah’a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en


Hakîm-i Lokman: (bk. bilgiler – Lokman Hekim)Hâlık: her şeyi yaratan Allah
cennet-i hususiye: özel cennetcevaben: cevap olarak
cihet: şekil, yöncüz’î: az, küçük, ferdî
ecnebî: yabancıelem: acı, keder
elîm: acıklı, üzücüfirak: ayrılık
fâni: geçici, ölümlügayb: bilinmeyen ve görünmeyen âlem
gaybîlik: bilinmezlikhadsiz: sayısız, sınırsız
hakikat: doğru, gerçekhakikat-i iman: iman gerçeği
hususan: bilhassa, özellikleidamhâne: idam yeri
ilzam etmek: susturmakistirahat: dinlenme
kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklarlisan-ı hâl: hal dili
mazi: geçmiş zamanmedar: sebep, vesile
mezaristan: mezarlıkmuannid: inatçı, direnen
müstakbel: gelecek zamanmütemerrid: inatçı, inançsızlıkta direnen
seciye: üstün özellikler, güzel karaktersefahet: gayrı meşru zevk ve eğlence
setr-i gayb: gaybı örtme, bilememe; ileriyi düşünüp görememesetretmek: örtmek
sâfi: saf, hâlis, temiztecessüm etmek: cisimleşmek
teessüf: eseflenme, üzülmetevehhüm etmek: sanmak, zannetmek
ziyade: çok, fazlaşecere-i tûbâ: Cennetteki tûba ağacı
şefkat-i İlâhiye: Allah’ın şefkati
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 268

âhir ve en büyük ve dini ve dâveti umumî olan Âhirzaman PeygamberiAleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah’ı kabul etmez. Çünkü bütün peygamberleri ve Allah’ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz. Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman, hakiki Yahudi veya Mecusi veyaNasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur, vatana, millete muzır birhâlete girer. İspat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.

İşte ey bu medrese-i Yusufiyede benim ders arkadaşlarım! Madem hakikat budur ve bu hakikati Risale-i Nur o derece kat’î ve güneş gibi ispat etmiş ki, yirmi senedir mütemerridlerin inatlarını kırıp imana getiriyor. Biz dahi hem dünyamıza, hem istikbalimize, hem âhiretimize, hem vatanımıza, hem milletimize tammenfaatli ve kolay ve selâmetli olan iman ve istikamet yolunu takip edip boş vaktimizi sıkıntılı hülyalar yerinde Kur’ân’dan bildiğimiz sûreleri okumak ve mânâlarını bildiren arkadaşlardan öğrenmek ve kazaya kalmış farz namazlarımızıkaza etmek ve birbirinin güzel huylarından istifade edip bu hapishaneyi güzelseciyeli fidanlar yetiştiren bir mübarek bahçeye çevirmek gibi a’mâl-i saliha ile, hapishane müdür ve alâkadarları, câni ve katillerin başlarında zebâni gibi azap memurları değil, belki medrese-i Yusufiyede Cennete adam yetiştirmek ve onların terbiyesine nezaret etmek vazifesiyle memur birer müstakim üstad ve birer şefkatli rehber olmalarına çalışmalıyız.
endOfSection.gif
endOfSection.gif


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunMecusî: ateşperest, ateşe tapan
Nasranî: Hıristiyanlık dinine mensup olan kimseYahudi: (bk. bilgiler – Yahudilik)
alâkadar: ilgili, alakalıa’mâl-i saliha: dinin emir ve yasaklarına uygun davranışlar
cânî: cinayet işlemişhakikat: doğru, gerçek
hakiki: gerçekhâlet: durum, hal
hülya: hayalistifade etmek: faydalanmak, yararlanmak
istikamet: doğruluk, doğru yolistikbal: gelecek
kat’î: kesin bir şekildekaza etmek: vaktinde kılınamayan namazı sonradan kılmak
kemâlât: mükemellikler, kusursuzluklarmedrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında kullanılan hapishane
menfaat: yarar, faydamuannid: inatçı, inanmamakta direnen
muzır: zararlımübarek: bereketli, hayırlı
müstakim: doğruluk üzere olan, doğru yolda olanmütemerrid: inatçı, inançsızlıkta direnen
nezaret etmek: bakmak, gözetmekseciye: üstün özellikler, karakter
selâmet: esenlik, rahatlıkumumî: bütün
zebâni: cehennemlikleri cehenneme atmakla vazifeli cehennem memurlarıÂhirzaman Peygamberi: son peygamber olan ve dünya hayatının kıyamete yakın son devresinde gönderilen Peygamberimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)
âhir: son

 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 269

Dördüncü Mesele

Yine Gençlik Rehberinde izahı var Bir zaman bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki:
“Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm mukadderatıyla alâkadar olan bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür (şimdi yedi seneden geçti aynı hâl)
blank.gif
1 hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hâdise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?” dediler.

Cevaben dedim ki:

Ömür sermayesi pek azdır; lüzumlu işler pek çoktur. Birbiri içinde mütedâhildâireler gibi, her insanın kalb ve mide dairesinden ve ceset ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan ve memleket dairesinden ve küre-i arz venev-i beşer dairesinden tut, tâ zîhayat ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var. Herbir dairede, herbir insanın bir nevi vazifesi bulunabilir. Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimi vazife var. Ve en büyük dâirede en küçük ve muvakkat arasıra vazife bulunabilir. Bu kıyasla, küçüklük ve büyüklükmakûsen mütenasip vazifeler bulunabilir.

Fakat büyük dairenin câzibedarlığı cihetiyle küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bıraktırıp lüzumsuz, mâlâyani ve âfâkî işlerle meşgul eder.Sermaye-i hayatını boş yerde imha eder. O kıymettar ömrünü kıymetsiz şeylerde öldürür. Ve bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur. Onun zulümlerini hoş görür, zulmüne şerik olur.
Birinci noktaya cevap ise: Evet, bu Cihan Harbinden daha büyük bir hâdise ve buzemin yüzündeki hâkimiyet-i âmme dâvâsından daha ehemmiyetli bir dâvâ, herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hâdise ve öyle bir dâvâ açılmış ki, her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek dâvâyı kazanmak için bilâtereddüt sarf edecek.
İşte, o dâvâ ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin yıldızları vemürşidlerinin müttefikan, Kâinat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler vaad veahdlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri şu ki:



[BILGI]Dipnot-1 Parantez içindeki not, 1946 senesine aittir.[/BILGI]


Harb-i Umumî/Cihan Harbi: Dünya SavaşıKâinat Sahibi: evrenin ve herşeyin yaratıcısı ve sahibi Allah
Mutasarrıf: sonsuz tasarruf hakkı olan, mülkünde dilediği gibi tasarruf eden, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden Allahahd: söz, vaad
bilâtereddüt: tereddütsüzcazibedarlık: çekicilik
cihet: taraf, yönhadsiz: sayısız, sınırsız
hercümerce getirmek: yakıp yıkmak, altını üstüne getirmekhâdise: olay
hâkimiyet-i amme: genel hâkimiyet, egemenlikistinaden: dayanarak
küre-i arz: yerküre, dünyakıymettar: kıymetli, değerli
meşâhir-i insaniye: insanların meşhurları, ünlü kişilermukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş işler ve başa gelecek olaylar
muvakkat: geçicimâkûsen mütenasip: ters orantılı
mâlâyâni: anlamsız, kişinin kendisine yararı olmayanmürşid: doğru ve hak yolu gösteren
mütedahil: iç içe, birbiri içindemütedeyyin: dindar
müttefikan: birleşerek, fikir birliğiylenev-i beşer: insanlar
nevi: türsermaye: mal varlığı
sermaye-i hayat: hayat sermayesizemin: yer
zîhayat: canlı, hayat sahibiâfâkî: dış dünyaya ait
şerik olmak: ortak olmak
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 270

Herkesin, iman mukàbilinde, bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlarla müzeyyenve bâki ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek dâvâsı başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda,maddiyyunluk tâunuyla çoklar o dâvâsını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i keşif ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesi kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği dâvânın yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?
İşte o dâvâyı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o dâvâyı kaybettirmeyen harika bir dâvâ vekilini o işte çalıştıran vazifeleri bırakıp, ebedîdünyada kalacak gibi âfâkî mâlâyaniyatla iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece aklımız ziyadeolsa da ancak bu vazifeye sarf etmek lâzımdır diye kanaatımız var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim, sizler, benimle beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binlerşakirtleri şahit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat etmişim ki:

O büyük dâvâyı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o dâvânın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’ân-ı Hakîmin mu’cize-i mâneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dâvâ vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu on sekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarâne desiselerle hükümetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında yüz otuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.
Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i Cumhuriyenin mebusları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri, iki, üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak içinbahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevziedecekler.

endOfSection.gif
endOfSection.gif



Hükümet-i Cumhuriye: Cumhuriyet hükümetiKur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
bahtiyar: talihli, mutluberat: kurtuluş
bâki: devamlı, kalıcıcihazat: cihazlar, parçalar, kitaplar
desise: hile, aldatmaebedî: sonu olmayan, sonsuz
ehl-i keşif ve tahkik: gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenab-ı Allah’ın lütfu ve ihsanıyla bilen ve ilmen doğrulayan kimselererkân: ileri gelenler, reisler
gaddârâne: acımasızca, zulmederekiman-ı tahkîki: inandığı şeylerin aslını, esâsını bilerek inanma; sarsılmaz iman
inşaallah: Allah’ın izniyleiğfal etmek: gaflete düşürerek kandırmak, aldatmak
iştigal etmek: meşgul olmak, uğraşmakkasır: köşk, saray
maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlarmahpus: hapsedilmiş
meb’us: milletvekilimukàbil: karşılık
musibet: belâ, dert, felâketmu’cize-i mâneviye: mânâya ait mu’cize
mâlâyâniyat: faydasız, yararlı olmayan boş şeylermüstesna: dışında
müzeyyen: süslenmişmüşahede etmek: görmek, gözlemlemek
neş’et etmek: çıkmak, yetişmeksarf etmek: harcamak
sekerat: ölüm sarhoşluğu, can çekişme halitevzi etmek: dağıtmak
tâun: salgın ve ölümcül hastalıkvefiyat: vefatlar, ölümler
vekil: sözcüvesika: belge, güvence
zemin: yerziyade: çok, fazla
zındık: dinsizâfâkî: dış dünyaya ait
ıslahhane: ıslah evi, iyileştirme, düzeltme yerişakirt: öğrenci
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 271

Beşinci Mesele

Gençlik Rehberinde izah edildiği gibi, gençlik hiç şüphe yok ki gidecek. Yaz güze ve kışa yer vermesi ve gündüz akşama ve geceye değişmesi kat’iyetinde, gençlik dahi ihtiyarlığa ve ölüme değişecek. Eğer o fâni ve geçici gençliğini iffetle hayrataistikamet dairesinde sarf etse, onunla ebedî, bâki bir gençliği kazanacağını bütünsemâvî fermanlar müjde veriyorlar.

Eğer sefahete sarf etse, nasıl ki bir dakika hiddet yüzünden bir katl, milyonlar dakika hapis cezasını çektirir; öyle de, gayr-ı meşru dairedeki gençlik keyifleri ve lezzetleri, âhiret mes’uliyetinden ve kabir azabından ve zevâlinden gelenteessüflerden ve günahlardan ve dünyevî mücâzâtlarından başka, aynı lezzet içinde o lezzetten ziyade elemler olduğunu aklı başında her genç tecrübeyle tasdik eder. Meselâ, haram sevmekte, bir kıskançlık elemi ve firak elemi ve mukabelegörmemek elemi gibi çok ârızalarla o cüz’î lezzet zehirli bir bal hükmüne geçer. Ve o gençliğin suiistimâliyle gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden vekabristandan sor. Elbette, ekseriyetle gençlerin gençliğinin suiistimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.
Eğer istikamet dairesinde gitse, gençlik gayet şirin ve güzel bir nimet-i İlâhiye ve tatlı ve kuvvetli bir vasıta-i hayrat olarak âhirette gayet parlak ve bâki bir gençlik netice vereceğini, başta Kur’ân olarak çok kat’î âyâtıyla bütün semâvî kitaplar vefermanlar haber verip müjde ediyorlar.

Madem hakikat budur. Ve madem helâl dairesi keyfe kâfidir. Ve madem haram dairesindeki bir saat lezzet, bazan bir sene ve on sene hapis cezasını çektirir. Elbette, gençlik nimetine bir şükür olarak, o tatlı nimeti iffette, istikamette sarf etmek lâzım ve elzemdir.


endOfSection.gif
endOfSection.gif


azap: acı, sıkıntıbâki: kalıcı, devamlı
cüz’î: ferdî, az, küçükebedî: sonu olmayan, sonsuz
ekseriyet: çoğunlukelem: acı, keder
elzem: çok lüzumlu, pek gerekliesef: üzüntü, acı
ferman: buyruk, emirfirak: ayrılık
fâni: geçici, ölümlügayet: son derece
gayr-ı meşru: dine aykırı, helâl olmayanhayrat: hayırlar
iffet: namusistikamet: doğruluk, İslâmî yaşam
istikamet dairesinde: İslâmiyet dairesindeizah etmek: açıklamak
kabristan: mezarlıkkatl: öldürme
kat’iyet: kesinlikmes’uliyet: sorumluluk, yükümlülük
mezaristan: mezarlıkmukabele: karşılık
mücâzât: cezalarneş’et etmek: meydana gelmek, doğmak
nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimetisarf etmek: harcamak, kullanmak
sefahet: gayrı meşru zevk ve eğlencesefahethane: gayri meşru zevk ve eğlence yeri
semâvî: İlâhî, Allah tarafından gönderilensuiistimal: kötüye kullanma
teessüf: eseflenme, üzülmevasıta-i hayrat: hayırların vasıtası, aracı
zevâl: gelip geçicilik, yok olmaziyade: çok, fazla
âyât: âyetler, deliler
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 272

Altıncı Mesele

Risale-i Nur’un çok yerlerinde izahı ve kat’î hadsiz hüccetleri bulunaniman-ı billâh rüknünün binler küllî burhanlarından birtek burhana kısaca bir işarettir.
Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlıkımızı tanıttır; muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar” dediler.
Ben dedim:

Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyenAllah’tan bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Meselâ, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki, her kavanozunda harika ve hassasmizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var; şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.
Öyle de, küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanatkavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıbmikyasıyla, küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm‑i Zülcelâli, hatta kör gözlere de gösterir, tanıttırır.
Hem, meselâ, nasıl bir harika fabrika ki, binler çeşit çeşit kumaşları basit bir maddeden dokuyor; şeksiz, bir fabrikatörü ve maharetli bir makinisti tanıttırır.

Öyle de, küre-i arz denilen yüz binler başlı, her başında yüz binler mükemmel fabrika bulunan bu seyyar makine-i Rabbâniye ne derece bu insan fabrikasından büyükse, mükemmelse, o derecede, okuduğunuz fenn-i makine mikyasıyla, küre-i arzın Ustasını ve Sahibini bildirir, tanıttırır.
Hem meselâ, nasıl ki, gayet mükemmel bin bir çeşit erzak etrafından celb edip içinde muntazaman istif ve ihzar edilmiş depo ve iaşe ambarı ve dükkân şeksiz, birfevkalâde iaşe ve erzak mâlikini ve sahibini ve memurunu bildirir.


Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan ve herşeyi hikmetle yapan AllahHâlık: herşeyi yoktan var eden, yaratıcı Allah
burhan: mantıkî delil, kanıtcelb etmek: kendine çekmek
cihet: taraf, yöneczahâne-i kübra: en büyük eczane
erzak: rızıklarfenn-i makine: makine bilimi, mühendisliği
fenn-i tıp: tıp ilmifevkalade: olağanüstü
gayet: son derecehadsiz: sayısız, sınırsız
hakîm: hikmetle iş yapan; herşeyi belirli maksat ve gayelere uygun ve tam yerli yerinde yapanhayattar: canlı, hayat sahibi
hayvanat: hayvanlarhüccet: kesin kanıt, delil
iaşe: besleme, yedirip içirmeihzar etmek: hazırlamak
iman-ı billâh: Allah’a imanistif: yığma, biriktirme
izah: açıklamakat’î: kesin
kimyager: kimyacıküllî: büyük, kapsamlı
küre-i arz: yerküre, dünyalisan-ı mahsus: özel dil
maharet: beceri, hünermakine-i Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın makinesi
mikyas: ölçümizan: ölçü
muallim: öğretmenmuntazaman: düzenli olarak
mâlik: sahipmütemadiyen: sürekli olarak
nebatat: bitkilernisbetinde: ölçüsünde
rükn: esas, şartseyyar: gezen, dolaşan
tiryak: derman, ilaçziyade: çok, fazla
zîhayat: canlı, hayat sahibi
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 273

Öyle de, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede muntazaman seyahat eden ve yüz binler ve ayrı ayrı erzak isteyen taifeleri içine alan ve seyahatiyle mevsimlere uğrayıp, baharı bir büyük vagon gibi, binler ayrı ayrı taamlarla doldurarak, kışta erzakı tükenen biçare zîhayatlara getiren ve küre-i arz denilen bu Rahmânî iaşe ambarı ve bu sefine-i Sübhâniye ve bin bir çeşit cihazatı ve malları ve konserve paketleri taşıyan bu depo ve dükkân-ı Rabbânî, ne derece o fabrikadan büyük ve mükemmel ise, okuduğunuz veya okuyacağınız fenn-i iaşemikyasıyla, o kat’iyette ve o derecede küre-i arz deposunun Sahibini,Mutasarrıfını, Müdebbirini bildirir, tanıttırır, sevdirir.

Hem nasıl ki dört yüz bin millet içinde bulunan ve her milletin istediği erzakı ayrı ve istimal ettiği silâhı ayrı ve giydiği elbisesi ayrı ve talimatı ayrı ve terhisatı ayrı olan bir ordunun mu’cizekâr bir kumandanı, tek başıyla bütün o ayrı ayrı milletlerin ayrı ayrı erzaklarını ve çeşit çeşit eslihalarını ve elbiselerini vecihazatlarını, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak verdiği o acip ordu veordugâh, şüphesiz, bedahetle o harika kumandanı gösterir, takdirkârâne sevdirir.

Aynen öyle de, zemin yüzünün ordugâhında ve her baharda yeniden silâh altına alınmış bir yeni ordu-yu Sübhânîde nebatat ve hayvanat milletlerinden dört yüz binnev’in çeşit çeşit elbise, erzak, esliha, talim, terhisleri gayet mükemmel vemuntazam ve hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, birtek kumandan-ı âzamtarafından verilen küre-i arzın bahar ordugâhı, ne derece mezkûr insan ordu veordugâhından büyük ve mükemmel ise, sizin okuyacağınız fenn-i askerî mikyasıyla dikkatli ve aklı başında olanlara o derece küre-i arzın Hâkimini ve Rabbini veMüdebbirini ve Kumandan-ı Akdesini hayretler ve takdislerle bildirir ve tahmid vetesbihle sevdirir.


Hâkim: herşeyi hükmü altında tutup idare eden ve yargılayan ve herşeye galip olan AllahKumandan-ı Akdes: bütün varlıkları emri altında tutan ve her türlü eksiklikten ve âcizlikten yüce olan Allah
Mutasarrıf: sonsuz tasarruf hakkı olan, mülkünde dilediği gibi tasarruf eden, her işi kendi istek ve kurallarına göre idare eden AllahMüdebbir: idare eden, yöneten ve ilmiyle herşeyin sonunu görüp, ona göre hikmetle iş yapan Allah
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran AllahRahmânî: rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah tarafından gönderilen
acip: hayret verici, şaşırtıcıbedahet: ap açıklık
biçare: çaresizcihazat: donanımlar; cihazlar, âletler
dükkân-ı Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın bir dükkân gibi düzenleyerek bütün ihtiyaç maddelerimizi depoladığı yeryüzüerzak: rızıklar
esliha: silâhlarfenn-i askerî: askerlik ilmi
fenn-i iaşe: gıda bilimi, gıda mühendisliğigayet: son derece
hayvanat: hayvanlariaşe: rızık, gıda
istimal etmek: kullanmakkat’iyet: kesinlik
kumandan-ı âzam: her yere ve herşeye hükmeden en büyük kumandanküre-i arz: yerküre, dünya
mezkûr: anılan, sözü geçenmikyas: ölçü
muntazam: düzenli, intizamlımuntazaman: düzenli olarak
mu’cizekâr: mu’cize gösterennebatat: bitkiler
nev’i: çeşit, türordu-yu Sübhânî: her türlü kusur ve noksanlıktan uzak olan Cenabı Allah’ın ordusu, mahlukatı
ordugâh: karargâh, ordunun bulunduğu yersefine-i Sübhaniye: her türlü kusur ve eksiklikten uzak olan Allah’ın bir gemi gibi yaratarak uzayda gezdirdiği dünya
taam: gıda, yiyecektahmid: Allah’ı övme ve Ona şükürlerini sunma
taife: grup, topluluktakdirkârâne: takdir ederek
takdis: Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutmatalim: eğitim
talimat: bildiriler, emirlerterhis: göreve son verme
terhisat: göreve son vermetesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
zemin: yerzîhayat: canlı, hayat sahibi
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 274

Hem nasılki bir harika şehirde milyonlar elektrik lâmbaları hareket ederek her yeri gezerler. Yanmak maddeleri tükenmiyor bir tarzdaki elektrik lâmbaları ve fabrikası, şeksiz, bedahetle elektriği idare eden ve seyyar lâmbaları yapan ve fabrikayı kuran ve iştial maddelerini getiren bir mu’cizekâr ustayı ve fevkalâdekudretli bir elektrikçiyi hayretler ve tebriklerle tanıttırır, yaşasınlar ile sevdirir.
Aynen öyle de, bu âlem şehrinde, dünya sarayının damındaki yıldız lâmbaları, bir kısmı—kozmoğrafyanın dediğine bakılsa—küre-i arzdan bin defa büyük ve top güllesinden yetmiş defa sür’atli hareket ettikleri halde, intizamını bozmuyor, birbirine çarpmıyor, sönmüyor, yanmak maddeleri tükenmiyor. Okuduğunuzkozmoğrafyanın dediğine göre, küre-i arzdan bir milyon defadan ziyade büyük ve bir milyon seneden ziyade yaşayan ve bir misafirhane-i Rahmâniyede bir lâmba ve soba olan güneşimizin yanmasının devamı için, her gün küre-i arzın denizleri kadar gazyağı ve dağları kadar kömür veya bin arz kadar odun yığınları lâzımdır ki sönmesin. Ve onu ve onun gibi ulvî yıldızları gazyağsız, odunsuz, kömürsüz yandıran ve söndürmeyen ve beraber ve çabuk gezdiren ve birbirine çarptırmayan bir nihayetsiz kudreti ve saltanatı, ışık parmaklarıyla gösteren bu kâinat şehr-i muhteşemindeki dünya sarayının elektrik lâmbaları ve idareleri ne derece omisâlden daha büyük, daha mükemmeldir; o derecede, sizin okuduğunuz veya okuyacağınız, fenn-i elektrik mikyasıyla, bu meşher-i âzam-ı kâinatın Sultanını,Münevvirini, Müdebbirini, Sâniini, o nuranî yıldızları şahit göstererek tanıttırır,tesbihatla, takdisatla sevdirir, perestiş ettirir.

Hem meselâ, nasıl ki bir kitap bulunsa ki, bir satırında bir kitap ince yazılmış ve herbir kelimesinde ince kalemle bir sûre-i Kur’âniye yazılmış. Gayet mânidar ve bütün meseleleri birbirini teyid eder ve kâtibini ve müellifini fevkalâde maharetli ve iktidarlı gösteren bir acîp mecmua, şeksiz, gündüz gibi kâtip ve musannifinikemâlâtıyla, hünerleriyle bildirir, tanıttırır. Mâşâallah, bârekâllah cümleleriyle takdir ettirir.
Aynen öylede, bu kâinat kitab-ı kebîri ki, birtek sahifesi olan zemin yüzünde


Müdebbir: idare eden, ilmiyle herşeyin sonunu görüp ona göre hikmetle iş yapan AllahMünevvir: herşeyi maddî ve mânevî nurlandıran, sonsuz nur sahibi Allah
Sultan: hükümdâr, yönetici; AllahSâni: herşeyi mükemmel bir san’atla yaratan Allah
acip: şaşırtıcı, hayret vericiarz: dünya
bedahet: ap açıklıkbârekallah: Allah ne mübarek yaratmış, ne kadar hayırlı ve mübarek kılmış
fenn-i elektrik: elektrik bilimifevkalâde: olağanüstü
gayet: son derecehüner: beceri, ustalık
iktidar: güç, kudretintizam: disiplin, düzen
iştial: yanma, tutuşmakemâlât: faziletler, iyilikler, mükemmel özellikler
kitab-ı kebir: büyük kitap, kâinatkozmoğrafya: astronomi, gök bilimi
kudret: güç ve iktidarkâinat: evren, yaratılan herşey
kâtip: yazan, yazıcıküre-i arz: yer küre, dünya
maşaallah: Allah dilemiş ve ne güzel yaratmışmecmua: kitap, dergi
meşher-i âzam-ı kâinat: büyük kâinat sergisimikyas: ölçü
misafirhane-i Rahmâniye: Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünyamisal: örnek, benzetme
musannif: sınıflandıran, düzenleyenmu’cizekâr: mu’cize gösteren
mânidar: anlamlımüellif: telif eden, yazan
nihayetsiz: sınırsız, sonsuznuranî: nurlu, parlak
perestiş ettirmek: sevdirmekseyyar: gezen, dolaşan
sûre-i Kur’âniye: Kur’ân’ın sûresitakdisat: kutsamalar, Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutmalar
tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anmateyid etmek: desteklemek
ulvî: yüce, yüksekzemin: yer
ziyade: çok, fazlaşehr-i muhteşem: muhteşem şehir
şeksiz: kuşkusuz, şüphesiz
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 275

ve birtek forması olan baharda, üçyüz bin ayrı ayrı kitaplar hükmündeki üç yüz bin nebatî ve hayvanî taifeleri beraber, birbiri içinde, yanlışsız, hatasız, karıştırmayarak, şaşırmayarak, mükemmel, muntazam ve bazan ağaç gibi bir kelimede bir kasideyi ve çekirdek gibi bir noktada bir kitabın tamam birfihristesini yazan bir kalem işlediğini gözümüzle gördüğümüz bu nihayetsizmânidar ve her kelimesinde çok hikmetler bulunan şu mecmua-i kâinat ve bumücessem Kur’ân-ı ekber-i âlem, mezkûr misaldeki kitaptan ne derece büyük ve mükemmel ve mânidar ise, o derecede—sizin okuduğunuz fenn-i hikmetü’l-eşya ve mektepte bilfiil mübaşeret ettiğiniz fenn-i kıraat ve fenn-i kitabet genişmikyaslarıyla ve dürbîn gözleriyle—bu kitab-ı kâinatın Nakkaşını, Kâtibini hadsizkemâlâtıyla tanıttırır, Allahu Ekber cümlesiyle bildirir, Sübhânallah takdisiyle tarif eder, Elhamdülillâh senâlarıyla sevdirir.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünûndan her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususiâyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâliniesmâsıyla bildirir, sıfâtını, kemâlâtını tanıttırır.
İşte bu muhteşem ve parlak bir burhan-ı vahdâniyet olan mezkûr hücceti ders vermek içindir ki, Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyan çok tekrarla, en ziyade
blank.gif
1 خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ ve
blank.gif
2 رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
âyetleriyle Hàlıkımızı bize tanıttırıyor, diye o mektepli gençlere dedim. Onlar dahi tamamıyla kabul edip tasdik ederek “Hadsiz şükür olsun Rabbimize ki, tam kudsîve ayn-ı hakikat bir ders aldık. Allah senden razı olsun” dediler.



[BILGI]Dipnot-1 “Gökleri ve yeri yarattı.” En’âm Sûresi, 6:1.

Dipnot-2 “Göklerin ve yerin Rabbi.” Ra’d Sûresi, 13:16.[/BILGI]




Allahu Ekber: “Allah en büyüktür”Hâlık: her şeyi yaratan Allah
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi ve herşeyi yaratan AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân
Kur’ân-ı ekber-i âlem: bir Kur’ân gibi olan büyük kâinat kitabıKâtib: bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel bir şekilde yaratan Allah
Nakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen AllahRab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
Sübhânallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”ayn-ı hakikat: gerçeğin ta kendisi
bilfiil: fiilen, gerçekteburhan-ı vahdâniyet: Allah’ın birliğine ait delil
elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur”esmâ: Allah’ın isimleri
fenn-i hikmetü’l-eşya: felsefe ilmi; varlıkların hikmetlerini inceleyen ilimfenn-i kitabet: yazma, hat sanatı
fenn-i kıraat: okuma ilmifihriste: içindekiler, program
fünun: fenler, bilimlerhadsiz: sayısız, sınırsız
hayvanî: hayvansalhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hususi: özelhüccet: kesin delil
kaside: övgü şiirikemâlât: faziletler, iyilikler, mükemmel özellikler
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı, evrenkudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak, mukaddes
kâinat: evren, yaratılan herşeymecmua-i kâinat: kâinat kitabı
mezkûr: anılan, sözü geçenmikyas: ölçü
misal: benzer, örnekmuntazam: düzenli, intizamlı
mânidar: mânâlı, anlamlımübaşeret: temas etme, meşgul olma
mücessem: cisimleşmiş, maddi yapısı olannazar: bakış, dikkat
nebâtî: bitkiselnihayetsiz: sınırsız, sonsuz
senâ: övme, methetmesıfât: sıfatlar, vasıflar
taife: grup, topluluktakdis: Allah’ı her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce tutma
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamakziyade: çok, fazla
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ-sayfa 276

Ben de dedim:
İnsan binler çeşit elemlerle müteellim ve binler nev’î lezzetlerle mütelezzizolacak bir zîhayat makine ve gayet derece acziyle beraber hadsiz maddî-mânevî düşmanları ve nihayetsiz fakrıyla beraber hadsiz zâhirî ve bâtınî ihtiyaçları bulunan ve mütemadiyen zevâl ve firak tokatlarını yiyen bir biçare mahlûk iken, birden iman ve ubudiyetle böyle bir Padişah-ı Zülcelâle intisap edip bütün düşmanlarına karşı bir nokta-i istinat ve bütün hâcâtına medar bir nokta-i istimdat bularak, herkes mensup olduğu efendisinin şerefiyle, makamıyla iftihar ettiği gibi, o da böyle nihayetsiz Kadîr ve Rahîm bir Padişaha iman ile intisap etse veubudiyetle hizmetine girse ve ecelin idam ilânını kendi hakkında terhis tezkeresine çevirse ne kadar memnun ve minnettar ve ne kadar müteşekkirâne iftihar edebilir, kıyas ediniz.
O mektepli gençlere dediğim gibi, musibetzede mahpuslara da tekrar ile derim:
Onu tanıyan ve itaat eden, zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan, saraylarda da olsa zindandadır, bedbahttır. Hattâ bir bahtiyar mazlum, idam olunurken bedbaht zâlimlere demiş: “Ben idam olmuyorum, belki terhis ile saadete gidiyorum. Fakat, ben de sizi idam-ı ebedî ile mahkûm gördüğümden sizden tam intikamımı alıyorum.” Lâ ilâhe illâllah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder.
سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
blank.gif
1


endOfSection.gif
endOfSection.gif



[BILGI]Dipnot-1 “Seni her türlü noksandan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın.” Bakara Sûresi, 2:32.[/BILGI]



Kadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi AllahLâ ilâhe illâllah: Allah’tan başka ilâh yoktur
Padişah-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Padişah, AllahRahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan Allah
acz: acizlik, güçsüzlükbahtiyar: talihli, mutlu
bedbaht: kötü bahtlı, talihsizbiçare: çaresiz
bâtınî: iç, görünmeyenecel: ölüm vakti
elem: acı, kederfakr: fakirlik, ihtiyaç hâli
firak: ayrılıkgayet: son derece
hadsiz: sınırsızhâcât: ihtiyaçlar
idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluşiftihar etmek: övünmek
intisap etmek: mensup olmak, bağlanmakmahkûm: hüküm giyen, hükmedilen
mahlûk: yaratıkmahpus: hapsedilmiş
mazlum: zulme uğramışmedar: dayanak noktası, eksen
mensup: bağlıminnettar: şükran duyma
musibetzede: belâya, sıkıntıya düşmüş olan kimsemüteellim: acı çeken
mütelezziz: lezzet alan, lezzetlenenmütemadiyen: sürekli olarak
müteşekkirâne: teşekkür edereknev’î: çeşit, tür
nihayetsiz: sonsuznokta-i istimdad: medet, yardım isteme noktası
nokta-i istinad: dayanak noktasısaadet: mutluluk
sürur: mutluluk, sevinçterhis: göreve son verme, dünya görevinin sona ermesi, ölüm
teslim-i ruh: ruhunu teslim etme, ölmetezkere: belge
ubûdiyet: Allah’a kullukzahirî: açık, görünürde
zevâl: geçip gitme, kaybolmazîhayat: canlı, hayat sahibi
 

Muvahhid1

Well-known member
On Birinci Şuâ -sayfa 277

Yedinci Mesele
Denizli hapsinde bir Cuma gününün meyvesidir.

besmele.jpg


وَمَا أَمْرُ السَّاعَةِ إِلاَّ كَلَمْحِ الْبَصَرِ أَوْ هُوَ أَقْرَبُ
blank.gif

1مَا خَلْقُكُمْ وَلاَ بَعْثُكُمْ إِلاَّ كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍ
blank.gif
2
فَانْظُرْ إِلٰۤى اٰثَارِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلاَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا إِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
3
Bir zaman Kastamonu’da “Hâlıkımızı bize tanıttır” diyen lise talebelerine sâbıkAltıncı Meselede mektep fünununun dilleriyle verdiğim dersi, DenizliHapishanesinde benimle temas edebilen mahpuslar okudular. Tam bir kanaat-i imaniye aldıklarından, âhirete bir iştiyak hissedip, “Bize âhiretimizi de tam bildir. Tâ ki, nefsimiz ve zamanın şeytanları bizi yoldan çıkarmasın, daha böyle hapislere sokmasın” dediler. Ve Denizli hapsindeki Risale-i Nur şakirtlerinin ve sabıkanAltıncı Meseleyi okuyanların arzularıyla, âhiret rüknünün dahi bir hülâsasınınbeyanı lâzım geldi. Ben de Risale-i Nur’dan bir kısacık hülâsa ile derim:
Nasıl ki, Altıncı Meselede biz Hâlıkımızı arzdan, semâvâttan sorduk; onlar fenlerin dilleriyle, güneş gibi Hâlıkımızı bize tanıttırdılar. Aynen biz de âhiretimizi başta o bildiğimiz Rabbimizden, sonra Peygamberimizden, sonra Kur’ân’ımızdan, sonra sair peygamberler ve mukaddes kitaplardan, sonra melâikelerden, sonrakâinattan soracağız.
İşte, birinci mertebede âhireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla, “Evet, âhiretvardır



[BILGI]Dipnot-1 “Kıyâmetin gerçekleşmesi ise göz açıp kapayıncaya kadar, yahut ondan da yakındır.” Nahl Sûresi, 16:77.

Dipnot-2 “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de, tek bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibidir.” Lokman Sûresi, 31:28.

Dipnot-3 “Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Rum sûresi, 30:50.[/BILGI]


Denizli: (bk. bilgiler)Hâlık: herşeyi yaratan Allah
Kastamonu: (bk. bilgiler)Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah
arz: dünyabeyan: açıklama
ferman: buyruk, emirfünun: fenler, bilimler
hülâsa: kısaca, özetiştiyak: arzu, istek
kanaat-i imaniye: imanî kanaat, tatminkâinat: evren, yaratılan herşey
mahpus: hapsedilmişmelâike: melekler
mukaddes kitaplar: dört büyük kitapnefis: insanı kötülüğe, geçici zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
rükn: esas, şartsabıkan: bundan önce
sair: diğer, başkasemavat: gökler
sâbık: önceki, geçmişâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayat
şakirt: öğrenci

 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst