Münazarat dersleri

müdavim

Üye Sorumlusu
Esselamu Aleykum ve Rahmetullah



Sual: Heyhât! Bize tesellî veren şu ulvî emeli ye’se inkılâp ettiren ve etrafımızda hayatımızı zehirlendirmek ve devletimizi parça parça etmek için ağızlarını açmış olan o müthiş yılanlara ne diyeceğiz?
Bize teselli veren ulvi arzumuzu ümitsizliğe çeviren ve devletimizi parçalamaya çalışan yılanlara ne diyeceğiz?
Cevap: Korkmayınız. Medeniyet, fazilet, hürriyet âlem-i insaniyette galebe çalmaya başladığından, bizzarure terazinin öteki yüzü şey’en feşey’en hafifleşecektir. Farz-ı muhal olarak, Allah etmesin, eğer bizi parça parça edip öldürseler, emin olunuz, biz yirmi olarak öleceğiz, üç yüz olarak dirileceğiz. Başımızdan rezâil ve ihtilâfatın gubarını silkip, hakikî münevver ve müttehid olarak kervân-ı benî beşere pîşdârlık edeceğiz. Biz, en şedit, en kavî ve en bâkî hayatı intaç eden öyle bir ölümden korkmayız. Biz ölsek de İslâmiyet sağ kalır. O millet-i kudsiye sağ olsun.
Medeniyet ve hürriyet insanlık aleminde daha güçlü konuma geldiğinden terazinin diğer kefesi hafifleyecektir. Farz edelim ki bizi parçalayacak olsalar bile yirmi olarak ölsek üç yüz olarak diriliriz, ve başımızdaki rezillikleri atıp üzerimizdeki ayrılık tozu toprağını silkeleyip insanlığa öncülük etmeye başlarız. Bize böyle bir kuvvet verecek ölümden neden korkalım?
Sual: Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?
Müslüman olmayanlarla nasıl eşit olacağız?
Cevap: Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır. Hukukta ise şah ve gedâ birdir. Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese, tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder? Kellâ... Biz imtisal etmedik. Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası, sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.
Burada bahsedilen eşitlik fazilet ve şeref bakımından değil hukuki açıdandır. Şeriat bir karıncaya bile eziyeti yasaklamışken yaratılmışların en mükemmeli olan insanın hukukunu korur fakat biz bunu uygulamadık.
Suâl: "Ermeniler zimmîdirler. Ehl-i zimmet, zimmettarlarıyla nasıl müsâvi olur?"
Ermeniler bizim korumamız altındadırlar , koruyan ile korunan nasıl eşit olur?
Cevap: Kendimizi dev aynasında görmemeliyiz. Kabahat bizde. Tamamen zimmetimize alamadık, bihakkın adâlet-i şeriatı gösteremedik. Şeriat dairesinde, hukuklarını istibdâdın sünnet-i seyyiesiyle muhâfaza edemedik; sonra da istedik, kuvvetimiz kalmadı. Ben şimdi Ermenilere bir nevi zimmî-i muâhid nazarıyla bakıyorum.
Bu noktada şeriat adaletini tam manasıyla uygulayamadığımız için suçluyuz. Baskı nedeniyle hukuklarını koruyamadık daha sonra istediğimizde ise bunu sağlayacak gücümüz kalmamıştı bu yüzden ermeniler şuan bir nevi anlaşmalı koruma altındadır diyebiliriz.
Suâl: "Ermeniler bize düşmanlık edip, hile ve hıyânet ediyorlar. Nasıl dostluk üzerinde ittifak edeceğiz?"
Ermeniler bize düşmanlık edip hainlik ediyorken nasıl onlarla dostluk üzerine bir birlik kurabiliriz?
Cevap: Düşmanlığın sebebi olan istibdat öldü. İstibdâdın zevâliyle dostluk hayat bulacak. Size bunu katiyen söylüyorum ki, şu milletin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vâbestedir. Fakat mütezellilâne dost olmak değil, belki izzet-i milliyeyi muhâfaza ederek, musâlaha elini uzatmaktır.
Düşmanlığa neden olan baskının ortadan kalkmaya başlamasıyla dostluğumuz tekrar başlayacaktır. Bu milletin huzur ve mutluluğu Ermenilerle dost olmaya bağlıdır. Fakat bu dostluk onlar karşısında alçalarak değil , milli şerefimizi koruyarak barış eli uzatarak olacaktır.
Birşey söyleyeceğim: Eğer mümkündür, Ermeniler birden sahîfe-i vücuttan silinsin. Olabilir. Yalnız, size husumetin bir faydası olsun. Yoksa, mutlaka husumet zarardır. Halbuki, Adem zamanından yolda arkadaşlık eden bizimle gelmiş büyük bir unsurun zevâli değil, belki küçük bir kavmin mahvı dahi ’dır. Ömer Dilân Kabîlesi bin senedir yine Ömer Dilândır. Hem de, onlar uyanmışlar; siz uykudasınız, rüyâ görüyorsunuz. Hem de, fikr-i milliyette müttefik ve kavîdirler; siz, ihtilâfla şimdilik boşsunuz, hem de galebe etmek istiyorsunuz. Onlar sizi mağlup ettiği silah ile, yani akıl ile, fikr-i milliyetle, meyl-i terakkî ile, temâyül-ü adâlet ile mağlup edebilirsiniz. Bence şimdi kılıç vuran, o kılıncın aksi döner, yetimlerine dokunur. Şimdi galebe kılıç ile değildir. Kılıç olmalı, lâkin aklın elinde. Hem de dostluğun sebebi vardır. Zîrâ komşudurlar. Komşuluk, dostluğun komşusudur. Hem de onlar uyandılar, dünyaya yayıldılar, terakkiyât tohumlarını topladılar; vatanımızda ekecekler. Bizi medeniyete mecbur, terakkîye îkaz, bizdeki fikr-i milliyeti hüşyâr ediyorlar. İşte şu noktalara binâen, onlarla ittifak etmek lâzımdır. Hem de bizim düşmanımız ve bizi mahveden, cehâlet ağa, oğlu zaruret efendi ve hafîdi husumet beydir. Ermeniler bize düşmanlık etmişlerse, şu üç müfsidin kumandası altında yapmışlar.
Farz edelim ki Ermeniler bir anda dünya üzerinden silinsinler bunun bize ne faydası var? Onlarla h.z. Ademden beri aynı yolda yürüyoruz küçük bir kabilenin yok olması bile çok zor iken böyle bir milletin yok olması nasıl mümkün olur? Hem onlar millet fikriyle tek vücut olmuş durumdalar, bizse hala kendi aramızda anlaşmazlıklar yaşıyoruz onlara nasıl üstün gelebiliriz? Onları kaba kuvvetle mağlup edemeyiz ancak akıl , milli bütünleşme, gelişme arzusu ve adalete yönelerek mağlup edebiliriz. Hem onlar dünyaya dağıldılar ve gelişme tohumlarını topladılar ve vatanımıza ekecekler ve bizimde uyanmamıza medeni olmamıza neden olacaklar . bu nedenlerle düşmanlık değil dostluk lazımdır. Bizim asıl düşmanımız cahillik ,çaresizlik ve kin besleme duygusudur ermeniler bize düşmanlık etmişlerse bile bu üç kötü duygunun tesiriyle yapmışlardır.
Suâl: "Rum ve Ermenilerin hürriyeti bizi teşviş ediyor. Bir kere tecâvüze başlıyorlar, bir kere ’Hürriyet ve meşrutiyet bizimdir, biz yaptık’ diyorlar. Bizi me’yus ediyorlar?"
Rum ve Ermenilerin hürriyeti bize çirkin geliyor. Hadlerini aşıyorlar hürriyet ve meşrutiyet bizimdir deyip bizi ümitsizliğe sürüklüyorlar.
Cevap: Zannediyorum, tecâvüzleri eskiden sizden tahayyül ettikleri tecâvüze karşı bir teşeffi-i gayz ve bundan sonra sizden tevehhüm ettikleri tecâvüze karşı bir nümâyiş gibidir. Eğer tamamıyla îman etseler ki, tecâvüz sizden olmaz; adâlete kanaat edeceklerdir. Şâyet adâlete kanaat etmezlerse; hak, hakkın kuvvetiyle burunlarını kırıp iknâ ettirecektir. Hem de, "Meşrutiyeti biz istihsâl ettik" olan sözleri yalandır. Hürriyet ve meşrutiyet, askerimizin süngüsüyle, cemiyet-i milliyenin kalemiyle sahîfe-i vücuda geldi. Öyle herzegûlerin arzuları, beylik ve muhtariyetin ammizâdesi olan adem-i merkeziyet-i siyasiye idi. Sonra da yüzde doksan bize ittibâ ettiler. Beşi geveze, birkaç tanesi de zevzeklik edip eski hülyalarından vazgeçmek istemiyorlar.
Bu sözleri eskiden bizim haddimizi aşmış olduğumuzu baskı yaptığımızı düşünerek öç alma duygusuyla söylenmiş abartılı sözlerdir. Eğer bunun yanlışlığına inansalar adalete razı olacaklar yok olmazlarsa Hak onları buna mecbur edecektir. Meşrutiyeti biz kazandık gibi sözleri ise yalandır boş konuşuyorlar yüzde doksanı bize ittiba ettiği halde yalnız yüzde beşi bu rüyasından uyanamıyor.
Sual: Yahudi ve Nasara ile muhabbetten Kur’ân’da nehiy vardır. Bununla beraber nasıl dost olunuz dersiniz?
Kur’an-ı Kerim’de Yahudilerle ve hristiyanlarla dostluk yasaklanmıştır? Siz bize dost olmamızı nasıl söylersiniz?
Cevap: Evvelâ: Delil kat’iyyü’l-metîn olduğu gibi, kat’iyyü’d-delâlet olmak gerektir. Halbuki tevil ve ihtimalin mecâli vardır. Zira, nehy-i Kur’ânî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise, takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse herbir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, herbir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!
Kur’an-ı Kerim Hristiyanlarla ve Yahudilerle dostluğu sıfatları nedeniyle yasaklamıştır. Bir insanı şahsı için değil özellikleri nedeniyle severiz. Müslüman bir kişinin tüm sıfatları Müslüman sıfatı olmayabildiği gibi Müslüman olmayanlarında tüm sıfatları kafir sıfatı olması gerekmez, Müslüman bir sıfatı nedeniyle dostluk beslemek neden caiz olmasın ki? Şeriat ehli kitap olan kişilerle evlilice müsaade etmiştir, evlendiğimiz kişiyi nasıl sevmeyiz?
Saniyen: Zaman-ı Saadette bir inkılâb-ı azîm-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhânı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lâkin, şimdi âlemdeki bir inkılâb-ı acîb-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhânı zapt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve dünyadır. Zaten onların ekserisi, dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan âsâyişi muhafazadır. İşte bu dostluk, kat’iyen nehy-i Kur’ânîde dahil değildir.
Asrı saadette büyük bir dini devrim meydana geldiği için bütün zihinler o noktaya çevrilmişti ve muhabbetinde ,düşmanlığında merkezi din idi ve Müslüman olmayanlarla muhabbet hoş karşılanmazdı şu an ise devrim dünyevi meselelerde yaşanıyor ve bütün zihinler medeniyet ve dünya ile meşgul vaziyettedir. Zaten onların büyük bir çoğunluğu da dinlerine bağlı değil. Şuan onlarla yapacağımız dostluk medeniyetlerinin güzel noktalarını kullanıp huzuru sağlamak adınadır buda Kur’an’ın yasakladığı kısma dahil değildir.
Sual: Bir kısım Jön Türk der: "Demeyiniz Hıristiyanlara hey kâfir! Zira ehl-i kitaptırlar." Neden kâfir olana kâfir demeyeceğiz?
Jön Türkler Hristiyanlara kafir demeyiniz onlarda ehli kitaptır diyorlar neden kafir olana kafir demeyelim ki?
Cevap: Kör adama, hey kör demediğiniz gibi... Çünkü eziyettir. Eziyetten nehiy var.
Kör adama hey kör demeyiz çünkü bir eziyettir ve eziyet yasaklanmıştır.
Saniyen: Kâfirin iki mânâsı vardır: Birisi ve en mütebadiri dinsiz ve münkir-i Sâni demektir. Bu mânâ ile ehl-i kitaba ıtlak etmeye hakkımız yoktur.
İkincisi kafirin iki manası vardır , bunlardan ilki ve en çok kullanılan akla ilk gelen manası dinsiz ve Allah’ı inkar eden demektir. Bu manayı onlar için kullanmamıza hakkımız yoktur.
İkincisi: Peygamberimizi ve İslâmiyeti münkir demektir. Bu mânâ ile onlara ıtlak etmek hakkımızdır. Onlar dahi razıdırlar. Lâkin örfen evvelki mânânın tebâdüründen, bir kelime-i tahkir ve eziyet olmuştur.
Hem de daire-i itikadı, daire-i muamelâta karıştırmaya mecburiyet yoktur. Kabildir, o kısım Jön Türklerin muradı bu olsun.
İkinci manası ise Peygamberimizi ve İslam’ı inkar eden demektir. Evet bu manada onlara kafir diyebiliriz ve onlarda buna karşı çıkamaz ama ilk mananın daha çok akla gelmesinden dolayı kullanmamalıyız. Hem inançla dünyevi işleri birbirine karıştırmak gerekmez. Bunu söyleyen jön Türklerin bunu kastediyor olması da mümkündür.

Selam ve dua ile.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Meşrutiyetin ilanından sonra süregelen sistemde bir değişme söz konusu ve insanların aklındaki temel soru “ acaba dine zarar gelir mi?“ korkusu. Böyle bir zamanda ve bugünkü tabiriyle doğudaki kanaat önderlerinin bulunduğu bir ortamda Üstad hazretleri meşrutiyeti anlatıyor ve insanların kafasındaki sorulara cevaplar veriyor. Üstad hazretleri bu eserde Osmanlının içinde bulunduğu durumu anlatıyor ise de bizler sadece ” O dönemde Osmanlı nasıldı ya da nasıl olmalıydı?”kulağıyla dinlemememiz gerekiyor. Burada aynı zamanda nur talebesinin iş hayatında nasıl olması gerektiği, aile hayatında rehber edineceği düsturlar öğretiliyor. Özellikle sosyal hayata girmiş yada girecek kişilerin o müesseselerde nasıl hareket etmesi gerektiği , Türkiye ve dünyadaki siyasi ve ekonomik gelişmeleri nasıl okuyacaklarını öğretiyor.
Münazarattan okunacak bir kısmın özetlenmesinin söz konusu olamayacağını Münazarattan her bölümün ancak ciltlerle yazılabilecek kitaplarla anlatılabileceğini düşünmekle beraber kendi adıma dersi tekrar etmek ve kardeşlerede bir numune sunabilmek için bu hafta okuduğumuz bölümü derste geçen kısa açıklamalarla birlikte paylaşmak istiyorum.


Sual: O fırkadan ehl-i fazl kısmına ne diyeceğiz? Onlar iyi adamlardır.Tanzimat dönemi siyasi oluşumu içerisinde iyi adamlarda var, bu adamlar için ne diyeceğiz?


Cevap: Çok iyiler var ki, iyilik zannıyla fenalık yapıyorlar.

Dikkat edersek kimse ben kötülük yapmak için bu hareketleri yapıyorum demez. Sual: Nasıl iyilikten fenalık gelir? Cevap: Muhali talep etmek, kendine fenalık etmektir

İmkansızı talep etmek , imkansızı istemek insanın kendi kendisine zarar vermesine yol açar çünkü hareketlerinin ve çalışmalarının sonucunu alamaz.


… bir dağdan uçmak niyetiyle kendini havalandıran, parça parça olur. Zira onların istedikleri şey, ya bir hükümeti masumedir… halbuki şimdi şahs-ı vahid bile masum olamaz. Nerede kaldı; Zerrâtı günahkârlardan mürekkep bir hükûmet tamamıyla masum olsun…

Onların istediği hiç hatasız noksansız , günahsız bir hükümet fakat şu an için düşünecek olursak 550 milletvekilinin hepsinin günahsız salih olması imkansızdır.


Demek, nokta-i nazar, hükûmetin hasenatı, seyyiatına tereccuhudur. Yoksa, seyyiesiz hükûmet muhal-i adidir…

Bu noktada bizim kıstasımız yapılan ictaatlerde iyiliklerin kötülüklerden fazla olup olmadığı noktasıdır. Yoksa tüm icraatları iyi, günahsız bir hükümet beklemek imkansızı arzu etmek olur.


Ben öyle adamlara anarşist nazarıyla bakıyorum. Zira onlardan birisi-Allah etmesin-bin sene yaşayacak olsa, adeta mümkün hükûmetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan meylü’t-tahrip ile, o sureti bozmaya çalışacak. Şu halde, böylelerin fena zannettikleri Jön Türkler nazarlarında dahi, mel’un, anarşist ve iğtişaşcı fırkasından addolunurlar. İstedikleri şey muhal olduğu için neticesi ihtilal ve fesattır.

Üstad hazretleri böyle adamlara anarşist gözüyle baktığını söyleyince ilk anda bir tezatmış gibi geliyor ,adam halis ve hükümetinde öyle olmasını istiyor diye düşünüyoruz fakat hemen arkasından gelen cümleden anlıyoruz ki bu adamlara gerçekten anarşist gözüyle bakmak lazım çünkü bu adamlar günahsız bir hükümet istediklerinden yüzde doksandokuz başarılı topluma faydalı bir hükümette gelse o beklentilerine cevap alamadıkları için hükümeti beğenmeyecekler ve tahribine çalışacaklar. Sual: Belki onlar eski hali istiyorlar?

Osmanlı devletinin süregelen adaleti tesis eden toplumsal faydayı gözeten kurumlarını ve durumlarını istiyorlar belkide?)

Cevap: Size kısa bir söz söyleyeceğim; ezber edebilirsiniz: İşte, eski hal muhal; ya yeni hal veya izmihlal.

Ya kendinizi yenilersiniz yada yok olmaya mahkum olursunuz. Sual: Acaba daha Sultan Hamid gibi padişah tahta çıkmayacak mıdır? Eski hal olmayacak mıdır? Cevap: Acaba sizin şu siyah çadırınız parça parça edilip yandırılırsa külü havaya savrulursa o külden yeniden çadır edip içinde oturmak kabil midir? Suâl: “Neden?” Cevap: Zira eskiden bin adamdan yalnız onu mütenebbih iken, istibdat o dehşetli kuvvetiyle karşısında duramadı, parçalandı. Şimdi, istibdadın kuvveti binden bire indi; tenebbüh ve iltihab-ı ezhan birden bine çıktı.


İstibdat kuvvetli olmasına ve bin adamdan sadece biri fikren uyanık olmasına rağmen karşı duramadı. Şimdi istibdat zayıfladı ve zihinler uyanmaya başladı bu şartlar altında daha karşı koyabilir mi? Sual: İstibdat o kadar fena bir şey iken, niçin herkes bir çeşit ile onu irtikab ederdi?

Madem istibdat bu kadar kötü bir şeydi neden herkes az veya çok bir şekilde o istibdatı uygulardı?

Cevap: İçinde tefer’unun lezzet-i menhusesi ve tahakküm ve tehevvüs-ü nemrudane vardı.

Çünkü istibdatın içinde firavunlaşmış menhus bir lezzet ve nemrudane heveslerin tatmini var. İnsanlara bazı yetkiler verildiği zaman o yetkileri işlerin yürümesi için değil egolarını tatmin için kullanabiliyorlar halbuki tahakküm eden adamı karşımıza alıp bunun kötü olduğunu anlatsak oda bunu kabul edecektir. Bu noktada kendimizi sorgulamalıyız acaba biz böyle bir hareket içerisinde miyiz? Sual: Neden makineyi ahval güzelce işlemiyor? Cevap: Zira tecrübe; hamiyet, nur-ı kalp ve nur-ı fikri cem edenler vezaife kifayet etmezler.

Kalbi ve fikri nurlu/aydınlık olan hamiyet sahibi mübarek insanların bu vazifede görev almaları gerekmektedir fakat onlarda yetersizdir.


Bazı ehl-i gayret ve hamiyette de meyl-i tahrip meleke olmuş tamire pek alışık değildir.

Bazı gayret ve hamiyet ehli belki tecrübesizliğin, belki de olumsuz tecrübelerden ders alamamanın gereği olarak tamirden uzaklaşmış, kolay olan tahrip etmeyi âdet haline getirmiştir. Biraz da cehaletin eseri olacak ki, kifayetsizliğini tahriple örtmektedirler.


Bazı ehl-i tecrübe ve tamir ise eskisine bir derece meyil ile istidatları pek müsait değildir.

Bazı tecrübeli ve tamir edebilecek kişiler ise kendilerini yenileyemediğinden , yeni şartlara uyum sağlayamıyorlar.


Demek bize bir nesl-i cedit lazımdır.

Bize yeni bir nesil lazımdır. Suâl: Şimdi çok hilâf-ı şeriat şeyler yapılıyor

Değişen yönetim sistemiyle beraber Kur’ani hükümler yerine modern hukuk kuralları kullanılmaya başlıyor, acaba bu durum şeriata muhalifmidir?

Cevap: Bence, muhalif-i hakikat-i şeriat olan şeyler meşrutiyete dahi muhaliftir, ya günahlarıdır veya ilca-i zarurettir.

Şeriatın hakikatine muhalif olan şeyler meşrutiyete de aykırıdır, Kur’an da tarif edilen hak ve hukuka aykırı olan hükümler diğer hükümlere de aykırıdır , eğer uygulamada böyle bir şey ile karşılaşırsak bu ya sistemin hata ve kusurudur yada o anki zaruret nedeniyle uygulanmıştır.


Farz ediniz; şu siyaset muhalif olsun, yine telaşa mahal yoktur. Zira , Şeriat-ı Garranın bin kısmından bir kısmıdır ki, siyasete taalluk eder. O kısmın ihmâliyle, şeriat ihmâl olunmaz.

Farz edelim ki şu anki siyaset şeriata muhalif olsun yine panik yapmayacağız çünkü şeriatın hükümlerinin sadece binde biri siyaset ile ilgilidir , hayata dair temel meseleler ise isteseler de şeriata muhalif olamayacağı için siyasetle ilgili kısım ihmal edilse de Şeriat ı Garraya zarar gelmez.


Evet, imtisal etmemek, inkâr etmek demek değildir.

Bir şeyi kabullenmemek onu inkar etmek değildir.


Hem de, Devlet-i Osmaniye ye tabi olan İslamların on beş misli İslamlar, sırf siyaset-i ecanib altındadırlar. Onların dinlerine zarar gelmez; nerede kaldı ki, şu hükumette-ki; Kendisi İslam, millet-i hakimesi İslam; üssü’l-esas-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu devletin dini, din-i İslamdır; şu esası vikaye etmek vazifemizdir. Çünkü, milletimizin maye-i hayatiyesidir.

Osmanlıda bulunan Müslüman sayısının 15 misli ,Müslüman olmayan devletlerin sömürgesi olmasına rağmen onların dinine zarar gelmiyorken çoğunluğu Müslümanlardan oluşan ve hükümeti Müslüman olan Osmanlı da dine zarar gelebilir mi? Aynı zamanda siyasetin temel prensibi “Devletin dini İslam’dır ve bunu korumamız lazım” dır çünkü milleti bir arada tutan en önemli şey Müslümanlıktır, bunun yerini herhangi başka bir bağ dolduramaz.
 
Üst