Lahika Analizi 31: Kastamonu Lahikasi 13.Mektup

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Bismillahirrahmanirrahim.

Esselamün aleyküm ve rahmetullahi ve berakatühü ebeden daimen.


Bu haftaki Lahika Analizi dersimize Kastamonu Lahikasi 13.Mektup,dan devam ediyoruz insallah. Anladiklarinizi paylasarak katilimlarinizi bekliyoruz kardesler. Derse katilin kardeslerimize özel dua edilecektir...
Vesselam...​



[BILGI]Kardeşlerim, bugünlerde biri Risaletü’n-Nur talebelerine, diğeri bana ait iki mesele ihtar edildi. Ehemmiyetine binaen yazıyorum.

BİRİNCİ MESELE: Birinci Şuada iki üç âyetin işârâtında, Risaletü’n-Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gideceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair kudsî bir müjde ve kuvvetli bir beşaret bulunduğu gösterilmiştir. Fakat bu pek büyük meseleye ve çok kıymettar işarete tam kuvvet verecek bir delil ister diye beklerdim, çoktan beri muntazırdım. Lillâhilhamd, iki emâre birden kalbime geldi:

Birinci emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: “Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir.” Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.”

Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velâyet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir.

İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.

Bu ikinci yol, Risaletü’n-Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü’n-Nur hakaik i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler.

İkinci emare: Risaletü’n-Nur’un sadık şakirtleri, hüsn-ü âkıbetlerine ve iman-ı kâmil kazanmalarına o derece kesretli ve makbul ve samimî dualar oluyor ki, o duaların içinde hiçbiri kabul olmamasına akıl imkân veremiyor.

Ezcümle: Risaletü’n-Nur’un bir hâdimi ve birtek şakirdi, yirmi dört saatte, Risaletü’n-Nur talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına yüz defa Risaletü’n-Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi otuz defa selâmet-i imanlarına ve hususî hüsn-ü âkıbetlerine ve imanla kabre girmelerine, aynı duayı, en ziyade kabule medar olan şerait içinde ediyor.

Hem Risaletü’n-Nur’un talebeleri bu zamanda her cihetten ziyade hücuma mâruz olan iman hususunda, birbirine selâmet-i iman hakkındaki samimî, mâsum lisanlarıyla dualarının yekûnu öyle bir kuvvettedir ki, rahmet ve hikmet onun reddine müsaade etmezler. Faraza, mecmuu itibarıyla reddedilse, tek bir tane onların içinde kabul olunsa, yine her biri selâmet-i imanla kabre gireceğine kâfi geliyor. Çünkü herbir dua umuma bakar.

İKİNCİ MESELE: Yirmi sene evvel tab edilen Sünuhat risalesinde, hakikatli bir rüyada, âlem-i İslâmın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevî meclis demiş ki: “Bu Alman mağlûbiyetiyle neticelenen bu harpte Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?”

Cevaben Eski Said demiş ki: “Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslâm, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnâyet-i İlâhiyeyle onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi.”

Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede, “Bîtaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber, Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, fâidesiz bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?” diye sual benden oldu.

Gelen cevap, manevî cânipten geldi. Bana denildi ki: “Sen, yirmi sene evvel mânevî suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani, eğer galip tarafı iltizam edilseydi, yine mimsiz medeniyet namına galibâne mümanaat görmeyecek bir tarzda, bu rejimi âlem-i İslâma, mevaki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için bu zahir yanlışı görmediler, kör gibi hareket ettiler.”
[/BILGI][SUP]


[NOT]
"Mısır ve Hindi de kurtararak, bizimle ittihata getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken,.. Zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" nasıl anlamalıyız?

Risale-i Nur'un esası, mayesi, temeli, ruhu, hakikati iman-ı bilğayb cihetinde sırrı vahyin feyziyle bürhani ve Kur'ani bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkelyakin derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve ... ifadelerini devamıyla izah eder misiniz?

"Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harpte (I.Dünya Savaşı) Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?" sorusuna verilen cevabı izah eder misiniz?

Üstad Kastamonu lahikasında: Osmanlı yenilseydi, Mekke ve Medinede heykeller dikilecekti, diyor mu? Bununla ne kast edilmiştir?

"Risaletü’n-Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gideceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair..." deniyor. Sadece sadık talebeler mi bu ecre mazhar olacaklar? Bu kriterlerine göre, birçoğumuz bu dairenin dışında kalmaz mıyız?

"Eğer galib olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Ve medeniyet nâmıyla Âlem-i İslâm husûsan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübârekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti." İzahı?..



Üstad taklidi imanı tahkiki imana çevirmek için iki yolun olduğunu söylüyor. Birisi tasavvuftaki şuhudi imandır. Halbuki, İmamı Rabbani Hazretleri "Mektubat" adlı eserinde tarikata girmek için tahkiki imanın gerekli olduğu söylemiyor mu?


"İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar..." Açıklar mısınız?


[/NOT][/SUP]
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Mısır ve Hindi de kurtararak, bizimle ittihata getirmek, siyaset-i âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken,.. Zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dâhi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?" nasıl anlamalıyız?

Üstadımız; Birinci Cihan harbine Osmanlı devletinin girmesini istemiyordu. Tarafsız kalmasını arzu ediyordu. Zaten yıpranmış, yorgun ve hasta bir devletin yapabileceği başka bir şey yok idi. Ancak kendini muhafaza edip koruması icap ediyordu.

Cennet mekan Abdulhamit Han’da aynı kanaatteydi. Maalesef bu düşünceler zuhur etmedi. Cihan harbine iştirak ettik. Yirmi yıl sonra İkinci Cihan harbine de iştirak etseydik; millet olarak belki de kökten helak olacak idik.

Kaderi ilahi bizi İkinci Cihan harbine sokmadı ve İslam alemi de bu harpden uzak kaldı. Maddi kılınçlar ve muharebeler İslam aleminin gündeminden düştü. Bu defa siyaset ve diplomasi mücadelesi başladı.

İşte İkinci Cihan harbinde tarafsız kalınarak; Mısır ve Hindistan gibi devletlerin siyaseten kurtulmasına vesile olan; o siyasi deha ve diplomasi sahipleri; İngilizlere taraftarlık göstererek, büyük bir hata ile İslam aleminin sömürgede kalmalarına göz yumdular. Eğer İngilizlere taraftarlık olmasa idi; şeklen bizden ayrılan İslam alemi, yine bizimle ittihada ve ittifaka girebilirdi. Maalesef bu yanlış taraftarlık, İslam alemini hem bizden küstürdü, hem de sömürgelerin hakimiyetini bir derece devam ettirdi. O zamanın idarecileri (malum insanlar) siyaset ve askeriyede deha oldukları halde; İslam aleminin ittihadını göz ardı edip; deha ve siyasetlerine yakışmayan bir davranış sergilediler.

İşte kader hikmet noktasında; bu yanlış taraftarlığın istikbalde İslam alemi açısından mühim bir faidesini ortaya çıkardı. O da; bizim Türkiye’de uyguladığımız rejimin ve hatalı tatbikatın İslam alemine de uygulanması ve tatbiki meselesi idi. Bu ise gayretullaha dokunacağından; başımıza daha büyük bir felaket gelecekti.

İşte deha sahiplerinin akıl almaz hataları arkasında; kaderin bizleri zulümden ve zulmü tamimden kurtarma hikmeti saklı idi. Bu konu böylece tahakkuk etmiş oldu.Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Risale-i Nur'un esası, mayesi, temeli, ruhu, hakikati iman-ı bilğayb cihetinde sırrı vahyin feyziyle bürhani ve Kur'ani bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla hakkelyakin derecesinde bir kuvvet ile zaruret ve ... ifadelerini devamıyla izah eder misiniz?

"İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir."
"Bu ikinci yol, Risaletü'n-Nur'un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü'n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler."(1)

Risale-i Nurların vasıfları olan her bir terim ve tabir üstünde teker teker duralım.

İman-ı bilgayb: Veraset-i nübüvvet mesleği içinde hakkelyakin, aynelyakin, ilmelyakin bir tarz ile imanın en yüksek ve kuvvetli bir mertebesidir. Bu şuhudi mertebede vahiyden gelen bir hususiyet ile iman gayet derecede ihatalı ve safidir. Yanlış ve yanılma yoktur. İman edilen şey, ihata ile idrak olunur.

Ama tasavvuf süluku ile elde edilen şuhud da ise ihata ve safilik tam manası ile olmadığından, yanlış tabir ve teviller olabilir. Onun için tasavvufta çok büyük evliyalar, veraset-i nübüvvette giden küçük evliyalara yetişemiyor.

Veraset-i nübüvvet mesleğinde de iman edilen şeylerin görülmesi ve şuhudu vardır, ama tasavvuf ehlinin dar ve ihatasız şuhudu gibi değildir. Yoksa şuhudu iki şubeye ayırmadan, genel olarak gayba iman, şuhuttan efdaldir dersek, o zaman Hazreti Peygamber (asv)'in de miraçta şuhudun şahikasına çıkan iman mertbesinin, gaybe iman mertebesinden daha aşağıda dememiz icab eder ki, butlanı zahirdir. Burada gaybe iman demek, aynelyakin ve hakkelyakin meratibinin dışında, ilmelyakine mahsus bir mertebe demek değildir. Kıyaslanan, tasavvuf mesleği ile veraset-i nübüvvet mesleğindeki mertebelerdir. Veraset-i nübüvvetin ilmelyakin mertebesi, tasavvufun şuhudundan daha üstündür, demektir.


Şuhud-u İmani: Tarikat berzahına girerek, kalp ayağı ile seyrü süluk neticesinde elde edilen şuhudi iman mertebesidir. Bu mertebeyi Üstat şu şekilde tarif ediyor;
"HÂTİME: Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavânin-i hadsiyeleridir."(2)
"Sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla,.." Risale-i Nur mesleği Tasavvuf mesleği gibi sadece kalbi veya kelam ilminde olduğu gibi, sadece aklı esas almıyor. Akıl ve kalbin birlikte hareket etmesi ile bütün manevi latife ve cihazların işletilmesini esas alıyor. İnsan mahiyetinin bütün madenlerini tam kapasite işlettiriyor. Sadece bir iki cevher üstünde gitmiyor. Ayrıca bu işletme ve istihdam metotlarını Kur’an'dan alıp onun delil ve tarzlarını kullanıyor.

Mesela, tevhidi ispat noktasında kelam ilminin tam itminan vermeyen devir ve teselsül yolunu kullanmak yerine, herkesin istifade edeceği ve Kur’an’i bir yol olan inayet ve ihtira delillerini istimal ediyor. Yani Risale-i Nur mesleği, sahabe mesleği olduğu için, akıl ve kalp uyumu içinde bütün maddi ve manevi cihazlar tam işlettirilip istihdam etmekle, bin cihetle kulluk edilme yoludur. Sadece kalp ve akıl yolu değildir.

Hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir.

Üstad Hazretleri bahsin başında bu hakikati şu şekilde izah ediyor:
"Birinci emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir." Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor."(3)
Risale-i Nurların bütün eczaları, inşallah böyle bir imanı verdiği için, hakkelyakin mertebesinde ve sağlamlığında bir imanı Nur talebelerine bahşediyor.

(1) bk. Kastamonıu Lâhikası, (13. mektup)
(2) bk. Mektubat, On Sekizinci Mektup
(3) bk. Kastamonu Lahikası, (13. Mektup)
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harpte (I.Dünya Savaşı) Osmanlı Devletinin mağlubiyetinin hikmeti nedir?" sorusuna verilen cevabı izah eder misiniz?

Birinci Dünya Savaşı'ndaki mağlubiyetimizin kader canibideki bir boyutuna dikkat çekilmektedir. Savaş sonrasında, Mekke ve Medine başta olmak üzere Ortadoğu'nun büyük bir kısmını elinde bulunduran Osmanlı Devleti yıkılmış ve yine başta Mekke ile Medine olmak üzere önemli toprakları da kaybetmiştir.

Osmanlı Devletinin yıkılmasından sonra, mirası üzerine Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Ancak bu yeni rejim, Osmanlının aksine, şeair-i iİlamiye'yi tahrip etmeyi bir gaye haline getirmiştir. Nitekim Anadolu'da, Cami, Ezan, Kuran eğitimi, ibadethanelere yönelik yapılan menfi faaliyetler tarihçe bilinmektedir.

İşte eğer, Osmanlı mağlup olmasaydı, Mekke ve Medine de Osmanlı'dan kopmayacak ve yeni kurulan rejimin himayesine verilecekti. Böylece Anadolu'da uygulanan ve mukaddesata dönük olan menfi faaliyetler bu iki mukaddes beldeye de uygulanacaktı. Bu sebepten bu iki mukaddes beldenin sahibi olan Allah, Osmanlı'nın mağlubiyetine müsaade etmiştir, denilmektedir.

Yazar: Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Üstad Kastamonu lahikasında: Osmanlı yenilseydi, Mekke ve Medinede heykeller dikilecekti, diyor mu? Bununla ne kast edilmiştir?

Her şeyden evvel, Risalelerdeki ifadeler: "O mübarek mekanlar elimizde kalsaydı, heykeller dikilirdi" şeklinde değildir.
Kastamonu Lahikası'nda geçen cümlelerin aslı şöyledir:
"Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla âlem-i İslam, hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübarekeye, Anadolu'da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayet-i İlahiyeyle onların muhafazası için kader mağlubiyetimize fetva verdi."(1)
Yukarıda da ifade edildiği gibi, yalnız heykel ve resimler mes'elesi değildir; rejim meselesidir. Camilerin kapatılması, Kur'an'ın yasaklanması, din adına her türlü bilginin yasaklanması, alimin sarığından kadının örtüsüne kadar, şapkanın mecburi edilmesine, direnenlerin asılmasını da dikkate alırsanız, nice insanların hayatlarının söz konusu olması gibi bir çok sebebi sayabiliriz. Kâbe nin kapatılmasını, hac ibadetinin yasaklanmasını ve hatta Ayasofya gibi, Kâbe'nin başka amaçlarla kullanılma ihtimalini de hesaba kattığımızda, daha ehven olan şimdilerin sahip çıkmasına Allah müsaade etmiştir, denilebilir.Yazar: Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Risaletü’n-Nur’un sadık talebeleri imanla kabre gideceklerine ve ehl-i Cennet olacaklarına dair..." deniyor. Sadece sadık talebeler mi bu ecre mazhar olacaklar? Bu kriterlerine göre, birçoğumuz bu dairenin dışında kalmaz mıyız?

"Seni yeni değil, Hulûsi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim. Talebeliğin hâssası şudur ki: Yazılan Sözlere kendi malı gibi sahip olmalıdır. Kendisi telif etmiş ve yazmış nazarıyla bakıp neşrine ve ehil olanlara iblâğına çalışmaktır."(1)
"Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyen Sözlere ve envâr-ı Kur’âniyeye dair olan hizmetimize ciddî taraftar olsun; ve haksızlığa ve bid’alara ve dalâlete kalben taraftar olmasın; kendine de istifadeye çalışsın."

"Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözlerin neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını edâ etmek, yedi kebâiri işlememektir."

"Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki:Sözleri kendi malı ve telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini onun neşir ve hizmeti bilsin."(2)
Yukardaki ifadelerde Üstad Hazretleri dost, kardeş ve talebeliğin özelliklerini sıralamış. Bu şartlarda insanın kaldıramayacağı kadar zorluklar yoktur. Burada göze çarpan en önemli husus dost ve kardeş olma şartlarının zaten İslam’ın emir ve yasakları olmasıdır. Üstad Hazretleri buna ilave olarak bizden sadece, Risale-i Nur'u kendi malımız ve telifimiz gibi telakki edip neşri için gayret etmemizi istemiştir.
Elbette talebeliğin de çekirdekten ağaca kadar derece ve mertebeleri vardır. Biz belki ağaç gibi olmaya güç yetiremeyiz, ama çekirdek gibi bir dereceye de pekala ulaşabiliriz. Bu yüzden keskin bir hat çizip, talebelik budur, gerisi talebe olamaz demek yanlış olur. Ama talebeliğin asgari şartlarına uymak zorunluluğu vardır. Ondan sonrası insanın gayret ve azmine bakar.
Haslar, rükünler, sadıklar gibi ifade ve makamlar; talebeliğin çekirdekten ağaca kadar olan farklı derece ve mertebelerin ünvanlarıdır. Her yönü ile kamil olan Nur talebelerine Üstad Hazretleri bazı özel tabirler kullanmıştir. Haslar, rükünler, sadıklar demiş. Yoksa, hasların ve rükünlerin dışında olanlar da Nur dairesinin içinde ve talebe kapsamındadırlar. Biz talebeliğin asgari şartlarını ifa edebilirsek, inşallah o müjdeye nail oluruz diye düşünüyoruz.
Dipnotlar:

(1) bk. Barla Lâhikası, (252. Mektup)
(2) bk. Mektubat, Yirmi Altıncı Mektup,


Yazar: Sorularla Risale
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"Eğer galib olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Ve medeniyet nâmıyla Âlem-i İslâm husûsan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki-i mübârekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti." İzahı?..


Nasıl ki, her canlı doğar, büyür ve en sonunda ölüyor ise, devletler de doğar büyür ve en sonunda ölürler. Osmanlının yıkılması da mukadderdi. Yıkılmasa bile, değişerek başka bir şekle girmesi kaçınılmazdı. Nitekim Osmanlının son iki yüz yılındaki değişim ve dönüşüm de bu tezi kuvvetlendiriyor.
İttihat ve terakki partisi Osmanlının son dönemlerinde hakim bir parti idi ki, bu zihniyet yeni rejimi kuranları yetiştirmiştir. Şayet Osmanlı devam etmiş olsa idi, yeni rejimi kuran zihniyet başka bir şekil ve metot ile aynı fikriyatlarını tesis edeceklerdi. Bu da Üstad Hazretlerinin tespitini doğruluyor.
 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
Üstad taklidi imanı tahkiki imana çevirmek için iki yolun olduğunu söylüyor. Birisi tasavvuftaki şuhudi imandır. Halbuki, İmamı Rabbani Hazretleri "Mektubat" adlı eserinde tarikata girmek için tahkiki imanın gerekli olduğu söylemiyor mu?

"Birinci emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir." Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor."
"Bu iman-ı tahkikînin vusulüne vesile olan bir yolu, velâyet-i kâmile ile keşif ve şuhud ile hakikate yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhûdîdir."
"İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir."(1)
Tahkiki imanın bir çok mertebesi vardır ki, İmam Rabbani, bu mertebelerin en asgarisi olmadan tarikatta gidilmez diyor. Yoksa tahkiki imanın öyle derece ve makamları vardır ki, tarikatın asıl hedefi o derece ve makamlara seyrü süluk ile ulaşmaktır. Sarsılmaz ve bütün latifelere sirayet etmiş bir tahkiki iman derecesini hem tarikat hem de Risale-i Nur mesleği hedef ittihaz etmiştir.
Tarikatın sadece velayet makamına ulaştırdığını düşünmek eksik bir bakış açısıdır. Tarikatın asıl amacı tahkiki imanın hadsiz makamlarına vasıl olup, şuhudi bir imana erişmektir. Öyle ise tahkiki imanın ilk makamı ile şuhudi makamı arasında çok makamlar vardır ki, tarikat bu makamlara ulaşabilmenin ilk şartı olarak tahkiki imanın ilk makamını şart koşuyor. Şayet mürid tahkiki imanın ilk aşamasına ulaşmamış ise, tarikatta gitmek kabil değildir. Zira tarikat, sistemini ve disiplinini tahkiki imanın ilk aşaması üzerine inşa ediyor.

 

ABDULLAH4

Forum Yöneticisi
"İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur’ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir. Bu ikinci yol, Risale-i Nur’un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar..." Açıklar mısınız?
[NOT]
"İkinci yol, iman-ı bilgayb cihetinde, sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla, hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir."
"Bu ikinci yol, Risaletü'n-Nur'un esası, mayası, temeli, ruhu, hakikati olduğunu has talebeleri görüyorlar. Başkalar dahi insafla baksa, Risaletü'n-Nur hakaik-i imaniyeye muhalif olan yolları gayr-ı mümkin ve muhal ve mümteni derecesinde gösterdiğini görecekler."(1)
[/NOT] Risale-i Nurların vasıfları olan her bir terim ve tabir üstünde teker teker duralım.
İman-ı bilgayb: Veraseti nübüvvet mesleği içinde hakkalyakin, aynelyakin, ilmelyakin bir tarz ile, imanın en yüksek ve kuvvetli bir mertebesidir. Bu şuhudi mertebede vahiyden gelen bir hususiyet ile iman gayet derecede ihatalı ve safidir; yanlış ve yanılma yoktur. İman edilen şey, ihata ile idrak olunur. Ama tasavvuf süluku ile elde edilen şuhudda ise ihata ve safilik tam manası ile olmadığından, yanlış tabir ve teviller olabilir. Onun için tasavvufta çok büyük evliyalar veraseti nübüvvette giden küçük evliyalara yetişemiyor.
Bu nübüvvet mesleğinde de iman edilen şeylerin görülmesi ve şuhudu vardır ama, tasavvuf ehlinin dar ve ihatasız şuhudu gibi değildir. Yoksa şuhudu iki şubeye ayırmadan, genel olarak gayba iman, şuhuttan efdaldir dersek, o zaman Hazreti Peygamber (asv)'in de Miraç'ta şuhudun şahikasına çıkan iman mertbesinin gaybe iman mertebesinden daha aşağıda dememiz icab eder ki, butlanı zahirdir.
Burada gaybe iman demek, aynelyakin ve hakkelyakin meratibinin dışında ilmelyakine mahsus bir mertebe demek değildir. Kıyaslanan tasavvuf mesleği ile veraseti nübüvvet mesleğindeki mertebelerdir. Veraset-i nübüvvetin ilmelyakin mertebesi, tasavvufun şuhudundan daha üstündür demektir.
Şuhud-u İmani: Tarikat berzahına girerek, kalp ayağı ile seyrü süluk neticesinde elde edilen şuhudi iman mertebesidir. Bu mertebeyi Üstat şu şekil tarif ediyor:
[NOT]
"HÂTİME: Şu meseleden anlaşılıyor ki, derece-i şuhud, derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani, yalnız şuhuduna istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, veraset-i nübüvvet ehli olan asfiya ve muhakkikînin, şuhuda değil, Kur'ân'a ve vahye, gaybî fakat daha sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dair ahkâmlarına yetişmez. Demek, bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşahedatın mizanı, Kitap ve Sünnettir. Ve mihenkleri, Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve asfiya-i muhakkikînin kavânin-i hadsiyeleridir."(2)
[/NOT]"Sırr-ı vahyin feyziyle, burhanî ve Kur'ânî bir tarzda, akıl ve kalbin imtizacıyla:.."
Risale-i Nur mesleği, tasavvuf mesleği gibi sadece kalbi veya kelam ilminde olduğu gibi sadece aklı esas almıyor. Akıl ve kalbin birlikte hareket etmesi ile bütün manevi latife ve cihazların işletilmesini esas alıyor. İnsan mahiyetinin bütün madenlerini tam kapasite işlettiriyor. Sadece bir iki cevher üstünde gitmiyor. Ayrıca bu işletme ve istihdam metotlarını Kur’an'dan alıp onun delil ve tarzlarını kullanıyor.
Mesela tevhidi ispat noktasında kelam ilminin tam itminan vermeyen devir ve teselsül yolunu kullanmak yerine, herkesin istifade edeceği ve Kur’anî bir yol olan inayet ve ihtira delillerini istimal ediyor. Yani Risale-i Nur mesleği sahabe mesleği olduğu için, akıl ve kalp uyumu içinde bütün maddi ve manevi cihazlar tam işlettirilip istihdam etmekle bin cihetle kulluk edilme yoludur. Sadece kalp ve akıl yolu değildir.
"Hakkalyakîn derecesinde bir kuvvetle zaruret ve bedâhet derecesine gelen bir ilmelyakînle hakaik-i imaniyeyi tasdik etmektir..."
Üstad Hazretleri bahsin başında bu hakikati şu şekilde izah ediyor:
[NOT]
"Birinci emare: İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selb edilmeyeceğine ehl-i keşif ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: "Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şüpheler verip tereddüde düşürebilir." Bu nevi iman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letâife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. Öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor."(3)
[/NOT] Risale-i Nurların bütün eczaları inşallah böyle bir imanı verdiği için, hakkelyakin mertebesinde ve sağlamlığında bir imanı Nur talebelerine bahşediyor. İşte Risale-i Nur'un en büyük esası ve temeli böyle sarsılmaz bir marifet ve imanı bu asrın insanlarına kazandırmak ve bu suretle ahireti kurtarmaktır.
Ve ikinci olarak da insanın binlerce cihaz ve duygularını iman ve marifet terbiyesi ile inkişaf ve inbisat ettirmektir. Zaten Kur’an’ın bütün gaye ve maksadı da bu minval üzeredir. Yani Kur’an insandan sağlam bir marifet ve iman ve neticesinde sağlam bir ibadet istiyor. Sair kanun ve düzenlemeler bu maksadın besleyicileri ve destekçileri mesabesindedir.
Yazar: Sorularla Risale
Dipnotlar:

(1) bk. Kastamonu Lâhikası, (13. Mektup)
(2) bk. Mektubat, On Sekizinci Mektup.
(3) bk. Kastamonıu Lâhikası, (13. Mektup).
 
Üst