En Sevdiğimize Ne Kadar Benziyoruz?..

insanFakiri

Well-known member
[h=2]
icon1.png
En Sevdiğimize Ne Kadar Benziyoruz?..[/h]



Bugün elimize mânevî bir muhabbet aynası alıp bütün samimiyetimizle kendimize bakalım: Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem’e ne kadar benziyoruz?!



Mâlumunuzdur ki, seven sevdiğine benzer ve onun hâlleri ile hâllenir. Muhabbeti arttıkça değiştiğini ve sevdiğine benzediğini fark etmez bile... Zira sevenin gözü de, gönlü de sadece sevdiğindedir.


Buyurun, sizlere birer muhabbet aynası...
Çevirelim bu aynayı kalplerimize... Orada Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbinin rikkatinden, diğergâmlığından, merhametinden, affediciliğinden, vefâsından, gayretinden, ibâdet ve tebliğ heyecanından ne kadar var?

Çevirelim tekrar aynamızı, bakalım kendimize; edebimiz ne hâlde?

Dilimiz, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek lisânı gibi merhamet ve muhabbet mi tevzî ediyor yoksa bir diken olup kardeşini mi incitiyor?!

Ya kulaklarımız, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi Kur’ân sadâları ile mi doluyor? Kalbimiz, Kur’ân sadâsı ile mi ferahlıyor?!

Ya oturup kalkışımız?!
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi Allâh’ın huzurundaki bir kul şuuruyla mı oturuyoruz, buna göre mi hayatımızı devam ettiriyoruz?! Ya da akşama kadar çarşı-pazar geziyor; namaza sıra gelince, "ne yapayım, yorgunum, eğilemiyorum!" diyerek namazlarımızı yasaksavma psikolojisi ile geçiştiriyor muyuz?! Namazımızı hissediyor muyuz? Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geceleri, ayakları şişinceye kadar namaz kılarmış. Bugün biz, O’nun günahkâr ümmeti olarak kaç gecemizi, namazla geçirdik? Hadi gece ibâdetlerimiz bir tarafa, farz namazlarımız düzenli mi? Yoksa "ben dindarım, ama namaz kılamıyorum." veya "Şimdi canım istemiyor, birazdan canım isteyince kılacağım!" diyerek farkında olmadan sadece nefsimize mi kulluk ediyoruz?!

Çevirelim aynadaki bakışlarımızı elbiselerimize... Acaba bugün Peygamber Efendimiz, bizim yanımızda olsaydı, onun yanında üzerimizdeki kıyafetimizden utanır mıydık? O’nun tevâzuundan ve İslâmî hassasiyetlerinden ne kadar haberdarız?!

Erkeklerimizin kıyâfeti ne kadar İslâmî esaslara uyuyor, kadınlarımızınki ne kadar?! Kıyafetlerimizin darlığı, şeffaflığı ve tesettürü tam olarak karşılamaması yüzünden erkeklerimizin de, hanımlarımızın da yüzü kızarır mıydı? Mahcup olup mâzeretler aramaya mı başlardık?! Ya da sokakta gezdiğimizde Peygamber Efendimiz de bize eşlik etseydi, yine gözlerimizi haramlara bu kadar rahat dikebilir miydik?

Hanımlar olarak, acaba yabancıların yanına çıkarken yaptığımız makyajları ve teşhir ettiğimiz güzelliklerimizi, Peygamber Efendimiz’in huzuruna çıkarken de aynı rahatlıkla yapabilir miydik?

Sofralarımız ne hâlde? Aynamızı biraz da o sofralara çevirelim. Soframız, içinde haramın olmadığı sofralardan mı? Soframızı, kaç fukara, kaç akraba, kaç komşu, kaç yetim şenlendiriyor? Rızıklarımız şüpheden, lokmalarımız gafletten uzak mı? Allâh’ı zikrederek, O’nun sonsuz nîmetlerine şükrederek mi yiyoruz, yoksa nîmetin sahibini unutup, hatta O’na isyan ederek mi? Sofralarımız, israf ve oburluğun uğramadığı nebevî sofralara ne kadar benziyor? Kaç defa sofraya, tıpkı Peygamber Efendimiz gibi, iyice acıkınca oturduk? Ya da kaç defa, yine O’nun gibi, iyice doymadan elimizi çektik? Bir haftada ya da bir ayda kaç defa oruç tutuyoruz?

Kur’ân-ı Kerîm, hayatımızın merkezinde mi? Kaçımızın saçını beyazlattı, Hûd Sûresi... Acaba kaçımız, kıyamet âyetlerini okuyunca kıyametin dehşetiyle yataklara düştük?! Kur’ân’a ne kadar vâkıfız, günde kaç âyet, kaç sûre okuyoruz? Ne kadarının mânâsını öğrenmek için gayret sarf ediyoruz? Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, teheccüd vaktinde, bazen sokaklarda ashabının evlerinden gelen Kur’ân sadâlarını duyar ve tebessüm edermiş. Bu dönemde, bizim evlerimizin civârında gezmiş olsaydı, acaba mübârek kulağına ne sesleri gelirdi?

Evlerimizin içi ne âlemde? Hanımlarına, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi merhamet ve muhabbetle muamele edebilmek için kaç erkek gayzını, öfkesini yuttu? Kaçımızın eşimize, âile ve çocuklarımıza kırgınlığı, sadece Allah rızâsı için?! Kaç erkek, hanımına, Peygamber Efendimiz’in âilelerine vakit ayırdığı gibi vakit ayırıyor? Kaçı, eşinin ve evlâdının tâlim ve terbiyesiyle meşgul oluyor? Kaçımız, eşimizle dîne dâir sohbetler ediyoruz? Ondan dînî esasları öğrenmek için sorular soruyor ve onu da öğrenmeye teşvik ediyoruz? Kaç erkek, hanımının dertlerini dinliyor, onu tesellî ediyor; onunla şakalaşıp gülüyor? Kaç hanım, vâlidelerimizin Peygamber Efendimiz’e gösterdiği muhabbet, hürmet ve hizmet gibi, efendilerine saygı duyuyor? Kaç baba, kızı Fâtımâ’yı sabah namazına kaldıran Peygamber Efendimiz gibi, evlâdının kapısına dayanıyor ve ona âhireti hatırlatıyor?

* * *

Dertler, sıkıntılar, bahâne ve mâzeretler de... Bütün bunları, kendi vicdan aynamızda sorup cevaplamak durumundayız. Her birimizin durumu ortada... Bu soruları dile getiren bizler başta olmak üzere, hepimiz, kendimizi, âilemizi, çevremizi bir endâm aynası olan Allah Rasûlü’nün hayat ve ahlâkıyla mukayese etmeliyiz.

Bu, bir gönül dâveti... Gelin, bir insan olarak, bir baba, bir peygamber olarak Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i daha yakından tanımaya ve daha çok kimseye tanıtmaya çalışalım. İnşâallah, her yıl, her ay ve her gün, biraz daha Peygamber Efendimiz’e, O’nun güzel ahlâkına benzeriz.


"Allâh’ım! Ayın on dördünden daha güzel,
yağmur bulutları ve okyanuslardaki suların bolluğundan bile daha cömert olan Efendimiz,
ümmî nebî Hz. Muhammed’e ve O’nun âline salât eyle!

Bizi de O’nun şânına lâyık ümmet eyle!"
Halime Demireşik
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Peygamberimiz, yakıp yıkarak yapılan savunmalardan memnun olmazdı!

Ahmed Şahin

Peygamberimiz'e saygısızlık yapan yabancılara karşı Müslümanların sokaklarda vurucu kırıcı intikam tepkileri göstermesi Peygamberimiz'i sevdirme mesajı vermiyor, insanlığın iftihar tablosu'nun eşsiz sabır ve tebliğ anlayışını yansıtma özelliği göstermiyor.
Halbuki öyle bir tepki göstermeliyiz ki, O'nun insanlığı hayran bırakan özelliklerini bu tepkilerle dünyaya duyurmuş olalım, O'nu gözden düşürmek isteyenlerin tam aksine, O'na duyulacak sevgi saygıyı artıran mesajlar sunalım... Ne yazık ki, Peygamberimiz'i savunma adına sokaktaki yakıp yıkma tepkilerinde böyle bir sevgi saygı duyurma mesajı söz konusu olmuyor. Tam aksine düşmanlarının hazırladığı tuzağa düşerek onları haklı çıkarma görüntüleri veriyor Müslüman bu türlü yakıp yıkma tepkileriyle...
Geçmiş senelerdeki karikatür saygısızlığında gösterilen bu türlü yanlış tepkiler üzerine Peygamberimiz'in insanlığa örnek olan özelliklerini anlatan bir kitap hazırlamıştım. "Günlük Hayatımızda Peygamberimizle Yaşamak" adını verdiğimiz bu kitapla yabancıların saygısızlıklarına cevap vermiş olmayı düşünmüştük. Gökkuşağı'nın dağıtımını yaptığı bu kitap çok okundu, Kutlu Doğumlarda dağıtılarak kısa zamanda 150 bin baskıya ulaştı..
İşte bu kitabın baş tarafına Hz. Hamza'nın, Peygamberimiz'e saygısızlıkta bulunan Ebu Cehil'den intikam alma olayını da kaydetmiştim. Günümüze ışık tutan bu intikam alma olayına Peygamberimiz nasıl bakmış bir görelim düşüncesiyle o tarihi hadiseyi bir daha arz etmekte fayda görmekteyim. Olayı bir daha okuyoruz.
Peygamberliğin altıncı senesinde Mekke'deki Safa Tepesi'nde istirahat etmekte olan Efendimiz'i gören Ebu Cehil, yanına gelip hakaret dolu sözler söylemeye başlar. Efendimiz bu saygısızlık karşısında davasının selameti adına sessiz kalmayı tercih eder cevap vermez. Ancak henüz iman etmemiş olan Hamza akşam avdan dönerken uğradığı Kâbe'yi tavaf sırasında Ebu Cehil'in söylediği hakaret dolu sözleri bir kadından dinler. Doğruca Ebu Cehil'in oturduğu yere yönelen Hamza, "Yeğenime hakaret eden sen misin?" diyerek elindeki ok ve yayla öyle bir vuruş vurur ki, başı yaralanan Ebu Cehil'in alnından aşağıya kanlar akmaya başlar. Taraftarları Hamza'ya karşılık vermek isterlerse de Ebu Cehil büyük bir dikkatle: -Hamza haklıdır, karşılık vermeyin.. diyerek adamlarını durdurur. Ancak Hamza uzaklaşınca yanındakilere şu uyarıyı yapar:
"Hamza sıradan biri değildir. Ona karşılık verirseniz İslam'a girmesine sebep olursunuz. Cephemizden cesur bir adamımızı kaybetmiş oluruz." der.
Hamza ise büyük bir mutlulukla gelip Efendimiz'e yaptığını anlatır:
Hiç üzülme! İntikamını aldım düşmanın Ebu Cehil'den! der. Ancak Efendimiz'den beklediği memnuniyet işaretini görmeyince sorma gereği duyar:
Ebu Cehil'den intikamını aldığıma sevinmedin mi yoksa?. Cevap çok manidar:
Ben der, intikam almandan değil imana gelmenden sevinirim. İntikam aldığın da imansızlıkta devam ediyor, intikam alan da hâlâ iman etmemiş halde bekliyor, ben bu intikamın neresine sevineyim?. Sözlerini şöyle bağlar:
Hamza! Beni sevindirecek olan senin intikamın değil imanındır, imanın!..
Yani sen sadece iman etmemden mi sevinirsin?
Ona hiç şüphen olmasın!.
Bu kesin cevaptan sonra Hamza düşünme devresine girer. İç dünyasında başlayan uzunca dalgalanmalardan sonra nihayet vicdanındaki değerlendirmeyi tamamlayan Hamza'dan gök gürültüsü gibi imana girme cümleleri duyulur:
Eşhedü en lâilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve Resûlüh!..
Efendimiz'den de aynı muhteşemlikte karşılık gelir:
“İşte şimdi beni memnun ettin Hamza!. Ben hep iman etmelerden memnun olurum, intikam almalardan değil!." Demek ki O'nu memnun etmek, sokaklara dökülüp rastgele vurup kırmalarla, yakıp yıkmalarla olmuyor. Keşke öfkesine mağlup kalabalıklar da bu örneği hatırlayarak intikam almayı değil de O'nu sevdirerek imana getirmeyi hedef alsalardı, doğru olan bu idi, demek istiyorum. Bilmem siz de böyle düşünüyor musunuz?
 
Üst