Onuncu Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Haşir Bahsi

İHTAR: Şu risalelerde teşbih ve temsilleri hikâyeler suretinde yazdığımın sebebi, hem teshil, hem hakaik-ı İslâmiye ne kadar makul, mütenasip, muhkem, mütesanit olduğunu göstermektir. Hikâyelerin mânâları, sonlarındaki hakikatlerdir. Kinâiyat kabilinden, yalnız onlara delâlet ederler. Demek hayalî hikâyeler değil, doğru hakikatlerdir.

besmele.jpg
blank.gif
1

فَانْظُرْ اِلٰۤى اٰثاَرِ رَحْمَتِ اللهِ كَيْفَ يُحْيِى اْلأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا اِنَّ ذٰلِكَ لَمُحْيِى الْمَوْتٰى وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ قَدِيرٌ
blank.gif
2

Birader, haşir ve âhireti basit ve avam lisanıyla ve vâzıh bir tarzda beyanını istersen, öyle ise şu temsîlî hikâyeciğe nefsimle beraber bak, dinle:

Bir zaman iki adam Cennet gibi güzel bir memlekete (şu dünyaya işarettir) gidiyorlar. Bakarlar ki, herkes ev, hane, dükkân kapılarını açık bırakıp muhafazasına dikkat etmiyorlar. Mal ve para meydanda, sahipsiz kalır. O adamlardan birisi, her istediği şeye elini uzatıp ya çalıyor, ya gasp ediyor. Hevesine tebaiyet edip her nevi zulmü, sefaheti irtikâp ediyor. Ahali de ona çok ilişmiyorlar. Diğer arkadaşı ona dedi ki:

“Ne yapıyorsun? Ceza çekeceksin; beni de belâya sokacaksın. Bu mallar mîrî


[NOT]Dipnot-1 Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-2
“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.” Rum Sûresi, 30:50.[/NOT]


ahali: halkavam: okumamış halk
belâ: büyük sıkıntıbeyan: açıklama (bk. b-y-n)
birader: kardeşdelâlet: işaret etme, delil olma
gasp etmek: zorla almakhakaik-ı İslâmiye: İslâmın gerçekleri, esasları (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-l-m)
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hayalî: hayale dayalı (bk. ḫ-y-l)
haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)heves: nefsin arzu ve istekleri
ihtar: hatırlatmairtikap etmek: yapmak, işlemek
kabil: gibi, çeşitkinâiyat: bir şeyi temsille ve dolaylı olarak anlatan sözler
lisan: dilmakul: akla uygun
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)muhkem: sağlam, kuvvetli (bk. ḥ-k-m)
mîrî malı: devlete ait mal, kamu malımütenasip: birbirine uygun (bk. n-s-b)
mütesanit: birbirini destekleyen (bk. s-n-d)nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
nevi: çeşitsefahet: yasak zevklere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tebaiyet etmek: uymak
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)teshil: kolaylaştırma
teşbih: benzetmevâzıh: açık, âşikâr
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 83

malıdır. Bu ahali, çoluk çocuğuyla asker olmuşlar veya memur olmuşlar, şu işlerde sivil olarak istihdam ediliyorlar. Onun için sana çok ilişmiyorlar. Fakat intizam şediddir. Padişahın her yerde telefonu var ve memurları bulunur. Çabuk git, dehalet et” dedi. Fakat o sersem inat edip dedi:
“Yok, mîrî malı değil, belki vakıf malıdır, sahipsizdir. Herkes istediği gibi tasarruf edebilir. Bu güzel şeylerden istifadeyi men edecek hiçbir sebep görmüyorum. Gözümle görmezsem inanmayacağım” dedi. Hem feylesofâne çok safsatiyâtı söyledi. İkisi arasında ciddî bir münazara başladı.
Evvelâ o sersem dedi: “Padişah kimdir? Tanımam.”

Sonra arkadaşı ona cevaben: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet—ki, her saatte bir şimendiferHAŞİYE-1 gaipten gelir gibi, kıymettar, musannâ mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor—nasıl sahipsiz olur? Ve her yerde görünen ilânnameler ve beyannameler ve her mal üstünde görünen turra ve sikkeler, damgalar ve her köşesinde sallanan bayraklar nasıl mâliksiz olabilir? Sen, anlaşılıyor ki, bir parça firengî okumuşsun. Bu İslâm yazılarını okuyamıyorsun. Hem de bilenden sormuyorsun. İşte, gel, en büyük fermanı sana okuyacağım.”

O sersem döndü, dedi: “Haydi, padişah var. Fakat benim cüz’î istifadem ona ne zarar verebilir? Hazinesinden ne noksan eder? Hem burada hapis mapis yoktur; ceza görünmüyor.”

Arkadaşı ona cevaben dedi: “Yahu, şu görünen memleket bir manevra meydanıdır. Hem sanayi-i garibe-i sultaniyenin meşheridir. Hem muvakkat, temelsiz misafirhaneleridir. Görmüyor musun ki, hergün bir kafile gelir, biri gider, kaybolur. Daima dolar, boşanır. Bir zaman sonra şu memleket tebdil edilecek; bu ahali başka ve daimî bir memlekete nakledilecek. Orada herkes hizmetine mukabil ya ceza, ya mükâfat görecek” dedi.

Yine o hain sersem, temerrüt edip, “İnanmam. Hiç mümkün müdür ki bu memleket harap edilsin, başka bir memlekete göç etsin?” dedi.


[NOT]Haşiye-1 Seneye işarettir. Evet, bahar, mahzen-i erzak bir vagondur, gaipten gelir.[/NOT]



ahali: halkbeyanname: açıklama belgesi (bk. b-y-n)
cüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)dehalet etmek: sığınmak, aman dilemek
ferman: buyrukfeylesofâne: felsefeci gibi
firengî: Batı kültürügaip: görünmeyen âlem (bk. ğ-y-b)
harap: yıkılma, yok edilmehaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hâkim: hükümdar, idareci (bk. ḥ-k-m)ilânname: duyuru
intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)istifade: faydalanma, yararlanma
istihdam edilmek: çalıştırılmakkafile: grup, topluluk
kâtip: yazar (bk. k-t-b)kıymettar: kıymetli, değerli
mahzen-i erzak: yenilecek ve içilecek şeylerin bulunduğu yer, depo (bk. r-z-ḳ)manevra meydanı: eğitim ve deneme yeri
men etmek: yasaklamakmeşher: sergi
mukabil: karşılıkmuntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
musannâ: sanatla yapılmış (bk. ṣ-n-a)muvakkat: geçici
mâlik: sahip (bk. m-l-k)mîrî malı: devlete ait mal, kamu malı
mükâfat: ödülmünazara: tartışma (bk. n-ẓ-r)
nihayet: sonnoksan: eksik
safsatiyât: anlamsız ve uydurma şeylersanayi-i garibe-i sultaniye: saltanata, devlete ait antika sanatlar (bk. ṣ-n-a; s-l-ṭ)
sikke: mühür, işarettasarruf: dilediği gibi kullanma (bk. ṣ-r-f)
tebdil edilmek: değiştirilmektemerrüt: inat
turra: padişaha ait mühür, nişanvakıf malı: herkesin faydasına sunulmuş mal
şedid: şiddetlişimendifer: tren

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 84

Bunun üzerine, emin arkadaşı dedi: “Madem bu derece inat ve temerrüt edersin. Gel, had ve hesabı olmayan delâil içinde, On İki Suret ile sana göstereceğim ki, bir mahkeme-i kübrâ var, bir dâr-ı mükâfat ve ihsan ve bir dâr-ı mücazat ve zindan var. Ve bu memleket, hergün bir derece boşandığı gibi, bir gün gelir ki, bütün bütün boşanıp harap edilecek.”

BİRİNCİ SURET

Hiç mümkün müdür ki, bir saltanat, bahusus böyle muhteşem bir saltanat, hüsn-ü hizmet eden muti’lere mükâfatı ve isyan edenlere mücazatı bulunmasın?

Burada yok hükmündedir. Demek, başka yerde bir mahkeme-i kübrâ vardır.

İKİNCİ SURET

Bu gidişata, icraata bak: Nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese mükemmel, mükellef erzak veriliyor. Kimsesiz hastalara çok güzel bakılıyor. Hem gayet kıymettar ve şahane taamlar, kaplar, murassâ nişanlar, müzeyyen elbiseler, muhteşem ziyafetler vardır. Bak, senin gibi sersemlerden başka herkes vazifesine gayet dikkat eder. Kimse zerrece haddinden tecavüz etmez. En büyük şahıs, en büyük bir itaatle, mütevaziâne bir havf ve heybet altında hizmet eder.

Demek, şu saltanat sahibinin pek büyük bir keremi, pek geniş bir merhameti var. Hem pek büyük izzeti, pek celâlli bir haysiyeti, namusu vardır.

Halbuki kerem ise, in’âm etmek ister. Merhamet ise ihsansız olamaz. İzzet ise gayret ister. Haysiyet ve namus ise, edepsizlerin te’dibini ister. Halbuki şu memlekette o merhamet, o namusa lâyık binden biri yapılmıyor. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.

ÜÇÜNCÜ SURET

Bak, ne kadar âli bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor.

Halbuki, hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin


bahusus: özelliklecelâlli: görkemli, haşmetli, yüce (bk. c-l-l)
cenah-ı himaye: koruma kanadıdelâil: deliller, işaretler
dâr-ı mücazat ve zindan: ceza ve hapis yeridâr-ı mükâfat ve ihsan: ödüllendirme ve iyilik yeri (bk. ḥ-s-n)
emin: güvenilir (bk. e-m-n)erzak: rızıklar; yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ)
had ve hesabı olmamak: sonsuz ve sınırsız olmakhaddinden tecavüz etmek: çizgiyi aşmak, ileri gitmek
hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)havf: korku
haysiyet: şeref, itibar, değerheybet: saygıyla beraber korku duygusunu uyandıran hal
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hikmet-i hükûmet: hükûmetin gözettiği fayda (bk. ḥ-k-m)
hüsn-ü hizmet: güzel hizmet (bk. ḥ-s-n)ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)
iltica: sığınmaintizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
in’âm: nimetlendirme (bk. n-a-m)itaat: emre uyma
izzet: şeref, üstünlük, yücelik (bk. a-z-z)kerem: cömertlik, iyilik, bağış (bk. k-r-m)
kıymettar: kıymetli, değerlimahkeme-i kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)
mazlum: zulme, haksızlığa uğrayan (bk. ẓ-l-m)mizan: ölçü, denge (bk. v-z-n)
muamele: iş, davranışmuhteşem: ihtişamlı, görkemli
murassâ: kıymetli taşlarla süslenmişmuti’: itaatkâr, emre uyan
mücazat: cezamükellef: mükemmel şekilde hazırlanmış
mükâfat: ödülmütevaziâne: alçak gönüllülükle
müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)saltanat: sultanlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)taam: yiyecek
temerrüt: inatte’dip: edeplendirme, terbiye etme
zerrece: en ufak bir şekildezillet: alçaklık, aşağılık
âli: yüce, yüksekşahane: çok güzel, mükemmel

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 85

taltifini ister. Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister—ta hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.

Halbuki, şu yerlerde o hikmete, o adalete lâyık binden biri icra edilmiyor. Senin gibi sersemler, çoğu ceza görmeden buradan göçüp gidiyorlar.

Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.

DÖRDÜNCÜ SURET

Bak: Had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, hesapsız, dolu hazineleri vardır.

Halbuki, böyle bir sehâvet ve tükenmez hazineler, daimî ve istenilen herşey içinde bulunur bir dâr-ı ziyafet ister. Hem ister ki, o ziyafetten telezzüz edenler orada devam etsinler, ta zevâl ve firakla elem çekmesinler. Çünkü zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.

Bu sergilere bak ve şu ilânlara dikkat et ve bu dellâllara kulak ver ki, muciznümâ bir padişahın antika san’atlarını teşkil ve teşhir ediyorlar. Kemâlâtını gösteriyorlar. Misilsiz cemâl-i mânevîsini beyan ediyorlar. Hüsn-ü mahfîsinin letâifinden bahsediyorlar.

Demek onun pek mühim, hayret verici kemâlât ve cemâl-i mânevîsi vardır.

Gizli, kusursuz kemâl ise, takdir edici, istihsan edici, “Maşaallah” deyip müşahede edicilerin başlarında teşhir ister. Mahfî, nazirsiz cemâl ise, görünmek ve görmek ister. Yani, kendi cemâlini iki vech ile görmek; biri muhtelif âyinelerde bizzat müşahede etmek, diğeri müştak seyirci ve mütehayyir istihsan edicilerin müşahedesiyle müşahede etmek ister. Hem görmek, hem görünmek, hem daimî müşahede, hem ebedî işhad ister.

Hem o daimî cemâl, müştak seyirci ve istihsan edicilerin devam-ı vücutlarını ister. Çünkü daimî bir cemâl, zail müştaka razı olamaz. Zira, dönmemek üzere


beyan: açıklama (bk. b-y-n)cemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cemâl-i mânevî: mânevî güzellik (bk. c-m-l; a-n-y)dellâl: duyurucu, ilan edici
devam-ı vücut: varlığın devamı (bk. v-c-d)dâr-ı ziyafet: ziyafet yeri
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)elem: acı, keder, üzüntü
emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)
had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmakhadsiz: sınırsız
haysiyet: itibar, şerefhaşmet: heybet, görkem
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hüsn-ü mahfî: gizli güzellik (bk. ḥ-s-n)
icra edilmek: yerine getirilmekistihsan edici: beğenen, güzel bulan (bk. ḥ-s-n)
işhad: şahit gösterme (bk. ş-h-d)kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)letâif: güzel ve hoş şeyler (bk. l-ṭ-f)
mahfî: gizlimahkeme-i kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)
mat’umat: yiyeceklermaşaallah: “Allah ne güzel dilemiş ve ne güzel yaratmış!.”
misilsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)
muhtelif: çeşitli, değişikmu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)
mücevherat: kıymetli taşlarmülteci: sığınmacı
mütehayyir: hayrete düşenmüşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
müşahede edici: gözlemci (bk. ş-h-d)müştak: arzulu, çok istekli
nazirsiz: benzersiz, eşsiz (bk. n-ẓ-r)raiyet: halk, vatandaşlar
sehâvet: cömertlik (bk. c-v-d)taltif: lütuf ve iyilikte bulunma (bk. l-ṭ-f)
telezzüz eden: lezzetlenenteşhir: sergileme
teşkil: bir araya getirmevecih: şekil
zail: geçici, yok olucu (bk. z-v-l)zevâl: geçip gitme, yok olma (bk. z-v-l)
zevâl-i elem: acı ve kederin sona ermesi (bk. z-v-l)zevâl-i lezzet: lezzetin sona ermesi (bk. z-v-l)
âyine: ayna

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 86

zevâle mahkûm olan bir seyirci, zevâlin tasavvuruyla, muhabbeti adavete döner. Hayret ve hürmeti tahkire meyleder. Çünkü insan bilmediği ve yetişmediği şeye düşmandır. Halbuki şu misafirhanelerden herkes çabuk gidip kayboluyor. O kemâl ve o cemâlin bir ışığını, belki zayıf bir gölgesini, bir anda bakıp, doymadan gidiyor.

Demek bir seyrangâh-ı daimîye gidiliyor.

BEŞİNCİ SURET

Bak, bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hacet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kaza ediyor.
blank.gif
1
Bir çobanın bir koyunu bir ayağı incinse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.

Şimdi gel, gidelim; şu adada büyük bir içtima var. Bütün memleket eşrafı orada toplanmışlar. Bak, pek büyük bir nişanı taşıyan bir yâver-i ekrem bir nutuk okuyor. O şefkatli padişahından birşeyler istiyor. Bütün ahali, “Evet, evet, biz de istiyoruz” diyorlar, onu tasdik ve teyid ediyorlar. Şimdi dinle; bu padişahın sevgilisi diyor ki:

“Ey bizi nimetleriyle perverde eden sultanımız! Bize gösterdiğin nümunelerin ve gölgelerin asıllarını, menbalarını göster. Ve bizi makarr-ı saltanatına celb et. Bizi bu çöllerde mahvettirme. Bizi huzuruna al. Bize merhamet et. Burada bize tattırdığın leziz nimetlerini orada yedir. Bizi zevâl ve teb’îd ile tazib etme. Sana müştak ve müteşekkir şu muti’ raiyetini başıboş bırakıp idam etme” diyor ve pek çok yalvarıyor. Sen de işitiyorsun.

Acaba bu kadar şefkatli ve kudretli bir padişah, hiç mümkün müdür ki, en ednâ bir adamın en ednâ bir meramını ehemmiyetle yerine getirsin; en sevgili bir yâver-i ekreminin en güzel bir maksudunu yerine getirmesin? Halbuki, o sevgilinin maksudu, umumun da maksududur. Hem padişahın marzîsi, hem merhamet ve adaletinin muktezasıdır. Hem ona rahattır, ağır değil. Bu misafirhanelerdeki muvakkat nüzhetgâhlar kadar ağır gelmez. Madem nümunelerini göstermek


[NOT]Dipnot-1 bk. Mü’min Sûresi, 40:60.[/NOT]



adavet: düşmanlıkahali: halk
baytar: veterinercelb etmek: çekmek
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)ednâ: en aşağı, en basit
eşraf: ileri gelen büyüklerhacet: ihtiyaç (bk. ḥ-v-c)
hürmet: saygı (bk. ḥ-r-m)içtima: toplanma (bk. c-m-a)
kaza etmek: yerine getirmek (bk. ḳ-ḍ-y)kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kudretli: güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)mahvetmek: yok etmek
makarr-ı saltanat: saltanatın merkezi, başkent (bk. s-l-ṭ)maksut: istek, arzu (bk. ḳ-ṣ-d)
marzî: razı olunan şeymatlup: istek (bk. ṭ-l-b)
menba: kaynakmeram: arzu, istek
meyletmek: eğilim göstermekmisilsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)
muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)mukteza: gereklilik
musibetzede: musibete uğrayanmuti’: itaatkâr, emre uyan
muvakkat: geçicimüteşekkir: teşekkür eden (bk. ş-k-r)
müştak: düşkünnişan: alâmet, işaret
nutuk: konuşmanümune: örnek
nüzhetgâh: seyir ve dinlenme yeri (bk. n-z-h)perverde eden: besleyen
raiyet: halk, vatandaşseyrangâh-ı daimî: devamlı gezinti yeri
tahkir: hakaret etme, küçümsemetasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)
tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)tazib etme: azaplandırma, eziyet verme
teb’îd: uzaklaştırma, kovmateyid etmek: desteklemek
umum: genel, herkesyâver-i ekrem: çok değerli, yüksek rütbeli memur (bk. k-r-m)
zevâl: geçip gitme, yok olma (bk. z-v-l)şefkat: acıma, merhamet (bk. ş-f-ḳ)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 87

için, beş altı gün seyrangâhlara bu kadar masraf ediyor, bu memleketi kurdu. Elbette, hakikî hazinelerini, kemâlâtını, hünerlerini makarr-ı saltanatında öyle bir tarzda gösterecek, öyle seyrangâhlar açacak ki, akılları hayrette bırakacak.

Demek bu meydan-ı imtihanda olanlar başıboş değiller. Saadet sarayları ve zindanlar onları bekliyorlar.

ALTINCI SURET

İşte, gel, bak: Bu muhteşem şimendiferler, tayyareler, teçhizatlar, depolar, sergiler, icraatlar gösteriyorlar ki, perde arkasında pek muhteşem bir saltanat vardır,HAŞİYE-1 hükmediyor. Böyle bir saltanat, kendisine lâyık bir raiyet ister.

Halbuki, görüyorsun, bütün raiyet bu misafirhanede toplanmışlar. Misafirhane ise hergün dolar, boşanır.

[NOT]Haşiye-1 Meselâ, nasıl şu zamanda, manevra meydanında, harp usulünde “Silâh al, süngü tak” emriyle koca bir ordu baştan başa dikenli bir meşegâha benzediği gibi, herbir bayram gününde resmigeçit için “Formalarınızı takıp nişanlarınızı asınız” emrine karşı, ordugâh serâser rengârenk çiçek açmış müzeyyen bir bahçeyi temsil ettiği misillü; öyle de, rû-yi zemin meydanında, Sultan-ı Ezelînin nihayetsiz envâ-ı cünûdundan melek ve cin ve ins ve hayvanlar gibi, şuursuz nebatat taifesi dahi, hıfz-ı hayat cihadında, emr-i كُنْفَيَكُونُ ile “Müdafaa için silâhlarınızı ve cihazâtınızı takınız” emr‑i İlâhîyi aldıkları vakit, zemin baştan aşağıya bütün ondaki dikenli ağaçlar ve nebatlar süngücüklerini taktıkları zaman, aynen süngülerini takmış muhteşem bir ordugâha benziyor. Hem baharın herbir günü, herbir haftası, birer taife-i nebâtâtın birer bayramı hükmünde olduğu için, herbir taifesi dahi kendi Sultanının o taifeye ihsan ettiği güzel hediyeleri teşhir için, ona taktığı murassâ nişanları birer resmigeçit tarzında o Sultan-ı Ezelînin nazar-ı şuhud ve işhadına arz ettiğinden ve öyle bir vaziyet gösterdiğinden, bütün nebatat ve eşcar güya “San’at-ı Rabbâniye murassaâtını ve çiçek ve meyve denilen fıtrat-ı İlâhiyenin nişanlarını takınız, çiçekler açınız” emr-i Rabbânîyi dinliyorlar ki, rû-yi zemin dahi, gayet muhteşem bir bayram gününde, şahane resmigeçitte, sürmeli formaları ve murassâ nişanları parlayan bir ordugâhı temsil ediyor. İşte, şu derece hikmetli ve intizamlı teçhizat ve tezyinat, elbette, nihayetsiz kadîr bir Sultanın, nihayet derecede hakîm bir Hâkimin emriyle olduğunu, kör olmayanlara gösterir.[/NOT]



Hâkim: herşeye hükmeden, herşeyi hükmü altında tutan, herşeye galip olan Allah (bk. ḥ-k-m)San’at-ı Rabbâniye: herşeyi yaratılış gayelerine göre terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ın sanatı (bk. ṣ-n-a; r-b-b)
Sultan-ı Ezelî: hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah (bk. s-l-ṭ; e-z-l)arz etmek: sunmak
cihad: mücadele, savaş (bk. c-h-d)cihazât: cihazlar, donanım
emr-i Rabbânî: Allah’ın emri (bk. r-b-b)emr-i kün feyekûn: Allah’ın birşeye “Ol” deyince onu hemen olduruveren emri (bk. k-v-n; ayrıca bk. Bakara Sûresi, 2
emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)envâ-i cünûd: çeşitli askerler
eşcar: ağaçlarfıtrat-ı İlâhiye: İlâhî yaratılış (bk. f-ṭ-r; e-l-h)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakîm: hikmetle iş yapan (bk. ḥ-k-m)
harp: savaşhaşiye: dipnot, açıklayıcı not
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hüner: beceri
hıfz-ı hayat: hayatı koruma (bk. ḥ-f-ẓ; ḥ-y-y)icraat: faaliyet, iş yapma
ihsan etmek: bağışlamak (bk. ḥ-s-n)intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)
kadîr: herşeye gücü yeten (bk. ḳ-d-r)kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar (bk. k-m-l)
makarr-ı saltanat: saltanatın merkezi, başkent (bk. s-l-ṭ)manevra: eğitim ve deneme
meydan-ı imtihan: imtihan meydanımeşegâh: meşelik
misillü: gibi (bk. m-s̱-l)muhteşem: ihtişamlı, görkemli
murassaât: değerli mücevherlerle süslenmiş şeylermurassâ: süslü
müdafaa: savunmamüzeyyen: süslü (bk. z-y-n)
nazar-ı şuhud ve işhad: görme ve gösterme bakışı (bk. n-ẓ-r; ş-h-d)nebat: bitki
nebatat: bitkilernihayet: son
nihayetsiz: sonsuznişan: madalya
raiyet: halkrû-yi zemin: yeryüzü
saadet: mutluluksaltanat: hâkimiyet, egemenlik (bk. s-l-ṭ)
serâser: baştan başaseyrangâh: gezinti yeri
taife: topluluktaife-i nebâtât: bitkiler topluluğu
tayyare: uçaktezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)
teçhizat: cihazlar, âletlerteşhir: sergi
şahane: çok güzel, mükemmelşimendifer: tren
şuursuz: bilinçsiz, idraksiz (bk. ş-a-r)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 88

Hem bütün raiyet manevra için bu meydan-ı imtihanda bulunuyorlar. Meydan ise her saat tebdil ediliyor.

Hem bütün raiyet, padişahın kıymettar ihsânâtının nümunelerini ve harika san’atlarının antikalarını sergilerde temâşâ etmek için, şu teşhirgâhta birkaç dakika durup seyrediyorlar. Meşher ise her dakika tahavvül ediyor. Giden gelmez, gelen gider.

İşte bu hal, şu vaziyet kat’î gösteriyor ki, şu misafirhane ve şu meydan ve şu meşherlerin arkasında daimî saraylar, müstemir meskenler, şu nümunelerin ve suretlerin halis ve yüksek asıllarıyla dolu bağ ve hazineler vardır. Demek burada çabalamak onlar içindir. Şurada çalıştırır, orada ücret verir. Herkesin istidadına göre orada bir saadeti var.

YEDİNCİ SURET

Gel, bir parça gezelim. Şu medenî ahali içinde ne var, ne yok, görelim. İşte, bak: Her yerde, her köşede müteaddit fotoğraflar kurulmuş, suret alıyorlar. Bak, her yerde müteaddit kâtipler oturmuşlar, birşeyler yazıyorlar, herşeyi kaydediyorlar. En ehemmiyetsiz bir hizmeti, en âdi bir vukuatı zaptediyorlar.
blank.gif
1
Ha, şu yüksek dağda padişaha mahsus bir büyük fotoğraf kurulmuş ki, HAŞİYE-1bütün bu yerlerde ne cereyan eder, suretini alıyorlar. Demek, o zât emretmiş ki, mülkünde cereyan eden bütün muamele ve işler zaptedilsin. Demek oluyor ki, o zât-ı muazzam bütün hadisâtı kaydettirir, suretini alır.


[NOT]Dipnot-1 bk. Kehf Sûresi, 18:49; Kaf Sûresi, 50:17-18; İnfitâr Sûresi, 82:10-12.

Haşiye-1
Şu Suretin işaret ettiği mânâların bir kısmı Yedinci Hakikatte beyan edilmiş. Yalnız, burada “padişaha mahsus bir büyük fotoğraf” işareti ve hakikati, “Levh-i Mahfuz” demektir. Levh-i Mahfuzun tahakkuk-u vücudu Yirmi Altıncı Sözde şöyle ispat edilmiş ki: Nasıl küçük küçük cüzdanlar büyük bir kütüğün vücudunu ihsas eder; ve küçük küçük senetler bir defter-i kebirin bulunduğunu iş’ar eder; ve küçük, kesretli tereşşuhatlar büyük bir su menbaını işmam eder. Aynen öyle de, küçük küçük cüzdanlar hükmünde, hem birer küçük levh-i mahfuz mânâsında, hem büyük Levh-i Mahfuzu yazan kalemden tereşşuh eden küçük küçük noktalar suretinde olan benî beşerin kuvve-i hafızaları, ağaçların meyveleri, meyvelerin çekirdekleri, tohumları, elbette bir hâfıza-i kübrâyı, bir defter-i ekberi, bir Levh-i Mahfuz-u Âzamı ihsas eder, iş’ar eder ve ispat eder. Belki, keskin akıllara gösterir.[/NOT]


Levh-i Mahfuz: herşeyin bütün ayrıntılarıyla yazıldığı kader levhası, Allah’ın ilminin bir adı (bk. ḥ-f-ẓ)ahali: halk
benî beşer: insanlarbeyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n)
cereyan: oluşma, vuku bulmadefter-i ekber: çok büyük defter (bk. k-b-r)
defter-i kebir: büyük defter (bk. k-b-r)hadisât: olaylar
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)halis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothâfıza-i kübrâ: çok büyük hafıza (bk. ḥ-f-ẓ; k-b-r)
ihsas: hissettirmeihsânât: bağışlar, ikramlar, iyilikler (bk. ḥ-s-n)
istidat: kabiliyet (bk. a-d-d)işmam: hissetirme
iş’ar etmek: bildirmekkat’î: kesin
kesretli: çok (bk. k-s̱-r)kuvve-i hafıza: hafıza duygusu, bellek (bk. ḥ-f-ẓ)
kâtip: yazıcı (bk. k-t-b)kıymettar: kıymetli, değerli
mahsus: özelmanevra: eğitim ve deneme
menba: kaynakmesken: ev, mekan (bk. s-k-n)
meydan-ı imtihan: imtihan meydanımeşher: sergi
muamele: iş, davranışmülk: sahip olunan ve hükmedilen yer (bk. m-l-k)
müstemir: yerleşmiş, devamlımüteaddit: çeşitli, birden fazla
nümune: örnekraiyet: halk, vatandaşlar
saadet: mutluluksuret: şekil; resim, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tahakkuk-u vücudu: varlığının gerçekliği, kesinliği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; v-c-d)tahavvül: değişme
tebdil edilmek: değiştirilmektemâşâ etmek: seyretmek
tereşşuhat: sızıntılarterreşşuh: sızma
teşhirgâh: sergi yerivaziyet: durum
vukuat: olaylarvücud: varlık (bk. v-c-d)
zaptetmek: kaydetmek, korumakzât-ı muazzam: çok büyük zât (bk. a-ẓ-m)
âdi: sıradan, basit

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 89

İşte, şu dikkatli hıfz ve muhafaza, elbette bir muhasebe içindir. Şimdi, en âdi raiyetin en âdi muamelelerini ihmal etmeyen bir hâkim-i hafîz, hiç mümkün müdür ki, raiyetin en büyüklerinden en büyük amellerini muhafaza etmesin, muhasebe etmesin, mükâfat ve mücazat vermesin?
Halbuki, o zâtın izzetine ve gayretine dokunacak ve şe’n-i merhameti hiç kabul etmeyecek muameleler, o büyüklerden sudur ediyor; burada cezaya çarpmıyor.
Demek bir mahkeme-i kübrâya bırakılıyor.

SEKİZİNCİ SURET

Gel, ondan gelen bu fermanları sana okuyacağım. Bak, mükerrer vaad ediyor ve şiddetli tehdit ediyor ki, “Sizleri oradan alıp makarr-ı saltanatıma getireceğim ve muti’leri mes’ud, âsileri mahpus edeceğim. O muvakkat yeri harap edip müebbed sarayları, zindanları hâvi diğer bir memleket kuracağım.”

Hem o vaad ettiği şeyler ona gayet rahattır; raiyetine gayet mühimdir. Vaadinde hulf ise, izzet-i iktidarına gayet zıttır.
blank.gif
1

İşte, bak, ey sersem! Sen yalancı vehmini, hezeyancı aklını, aldatıcı nefsini tasdik ediyorsun. Ve hiçbir vechile hulf ve hilâfa mecburiyeti olmayan ve hiçbir cihetle hilâf haysiyetine yakışmayan ve bütün görünen işler sıdkına şehadet eden bir zâtı tekzip ediyorsun. Elbette büyük bir cezaya müstehak olursun. Misalin şuna benzer ki: Bir yolcu, güneşin ziyasından gözünü kapıyor, hayaline bakıyor; vehmi, bir yıldız böceği gibi, kafa fenerinin ışığıyla dehşetli yolunu tenvir etmek istiyor!
Madem vaad etmiş; yapacaktır. Halbuki, ifası ona çok rahat ve bize ve herşeye ve ona ve saltanatına pek çok lâzımdır.

Demek bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ vardır.

[NOT]
Dipnot-1
bk. Bakara Sûresi, 2:80; Âl-i İmran Sûresi, 3:9, 194; Ra’d Sûresi, 13:31; İbrahim Sûresi, 14:47; Hac Sûresi, 22:47; Rûm Sûresi, 30:6; Zümer Sûresi, 39:20.[/NOT]



amel: iş, davranışcihet: yön, taraf
dehşetli: korkunçferman: buyruk
gayret: şeref, haysiyet (bk. ğ-y-r)harap etmek: yıkıp yok etmek
haysiyet: şeref, itibarhezeyancı: saçmalayan
hilâf: cayma, vaz geçmehulf: sözünden dönme
hâkim-i hafîz: herşeye hükmeden ve herşeyi saklayıp koruyan Allah (bk. ḥ-k-m; ḥ-f-ẓ)hâvi: içine alan
hıfz: saklama (bk. ḥ-f-ẓ)ifa: yerine getirme
izzet: şeref, üstünlük, yücelik (bk. a-z-z)izzet-i iktidar: gücün haysiyet ve şerefi (bk. a-z-z; ḳ-d-r)
mahkeme-i kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)mahpus etmek: hapsetmek
makarr-ı saltanat: saltanat merkezi, başkent (bk. s-l-ṭ)mes’ud: mutlu
misal: örnek (bk. m-s̱-l)muamele: davranış, iş
muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)muhasebe: hesaba çekme, sorgulama
muti’: itaatkar, emre uyanmuvakkat: geçici
mücazat: cezamüebbed: sonsuz (bk. e-b-d)
mühim: önemlimükerrer: tekrar tekrar, tekrarla
mükâfat: ödülmüstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
nefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)raiyet: halk, vatandaş
saadet-i uzmâ: çok büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m)sudur etmek: çıkmak
sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
tekzip: yalanlamatenvir: aydınlatma (bk. n-v-r)
vaad etmek: söz vermek (bk. v-a-d)vecih: yön, şekil
vehm: kuruntu, zanvehmî: olmadığı halde varmış gibi görünen
ziya: ışıkâdi: sıradan, basit
âsi: isyan edenşehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
şe’n-i merhamet: merhametin gereği (bk. ş-e-n; r-ḥ-m)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 90

DOKUZUNCU SURET

Şimdi gel, bu dairelerin ve cemaatlerin bazı rüesâlarına ki, HAŞİYE-1 herbiri, bizzat padişahla görüşecek hususî birer telefonu var. Hem bazı onun huzuruna çıkmışlar. Ne diyorlar, bak:
Bunlar ittifakla ihbar ediyorlar ki, o zât, mükâfat ve mücazat için pek muhteşem ve dehşetli bir yer ihzar etmiş, gayet kavî vaad ve şiddetli tehdit ediyor. Hem onun izzet ve celâleti hiçbir vech ile hulfü’l-vaade tenezzül edip tezellülü kabul etmez.

Halbuki, o muhbirler hem tevatür derecesinde çok, hem icmâ kuvvetinde bir ittifakla haber veriyorlar ki, şu bazı âsârı görünen saltanat-ı azîmenin medarı ve makarrı, buradan uzak bir başka memlekettedir. Ve şu meydan-ı imtihanda binalar muvakkattirler; sonra daimî saraylara tebdil edilecek, bu yerler değişecekler. Çünkü, eserleriyle azameti anlaşılan şu muhteşem, zevâlsiz saltanat, böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekàsız, nâkıs, tekemmülsüz umurlar üzerinde kurulmaz, durulmaz. Demek, ona lâyık, daimî, müstekar, zevâlsiz, müstemir, mükemmel, muhteşem umurlar üzerinde duruyor.

Demek bir diyar-ı âhar var; elbette o makarra gidilecektir.

ONUNCU SURET

Gel, bugün nevrûz-u sultanîdir. HAŞİYE-2 Bir tebeddülât olacak; acip işler çıkacak


[NOT]Haşiye-1 Şu Suretin ispat ettiği mânâlar Sekizinci Hakikatte görünecek. Meselâ, dairelerin reisleri, şu temsilde enbiya ve evliyaya işarettir. Ve telefon ise, mâkes-i vahy ve mazhar-ı ilham olan, kalbden uzanan bir nisbet-i Rabbâniyedir ki, kalb o telefonun başıdır ve kulağı hükmündedir.

Haşiye-2
Bu Suretin remzini Dokuzuncu Hakikatte göreceksin. Meselâ, nevruz günü, bahar mevsimine işarettir. Çiçekli yeşil sahrâ ise, bahar mevsimindeki rû-yi zemindir. Değişen perdeler, manzaralar ise, fasl-ı baharın iptidasından yazın intihasına kadar, Sâni-i Kadîr-i Zülcelâlin, Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemâlin kemâl-i intizamla değiştirdiği ve kemâl-i rahmetle tazelendirdiği ve birbiri arkasında gönderdiği mevcudât-ı bahariye tabakatına ve masnuât-ı sayfiye taifelerine ve erzak-ı hayvaniye ve insaniyeye medar olan mat’umâta işarettir.[/NOT]


Fâtır-ı Hakîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi, herşeyi hikmetle ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m; ẕü; c-m-l)Sâni-i Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve azamet sahibi, herşeye gücü yeten, herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḳ-d-r; ẕü; c-l-l)
acip: hayret verici, şaşırtıcıazamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)
bekàsız: geçici (bk. b-ḳ-y)bîkarar: kararsız
celâlet: görkem, heybet (bk. c-l-l)cemaat: topluluk (bk. c-m-a)
daimî: devamlı, süreklidiyar-ı âhar: başka yer (bk. e-ḫ-r)
enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)erzak-ı hayvaniye ve insaniye: insanların ve hayvanların rızıkları (bk. r-z-ḳ)
evliya: veliler (bk. v-l-y)fasl-ı bahar: bahar mevsimi
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hulfü’l-vaad: sözünden dönme (bk. v-a-d)icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)
ihbar: haber vermeihzar: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)
intiha: soniptida: başlangıç
izzet: şeref, üstünlük (bk. a-z-z)kavî: kuvvetli
kemâl-i intizam: mükemmel ve kusursuz bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)kemâl-i rahmet: mükemmel ve kusursuz bir rahmet (bk. k-m-l; r-ḥ-m)
makarr: merkez, karar yerimasnuât-ı sayfiye: yaz mevsiminde ortaya çıkan sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
mat’umât: yiyeceklermazhar-ı ilham: ilhamın göründüğü yer (bk. ẓ-h-r)
medar: kaynak, dayanakmevcudât-ı bahariye: baharda meydana çıkan varlıklar (bk. v-c-d)
meydan-ı imtihan: imtihan meydanımuhbir: haber veren
muhteşem: ihtişamlı, görkemlimuvakkat: geçici
mâkes-i vahy: vahyin yansıdığı yer (bk. v-ḥ-y)mücazat: ceza
müstekar: sabit, yerleşmişmüstemir: devamlı, sürekli
mütegayyir: değişennevruz: ilkbaharın başlangıcı
nevrûz-u sultanî: nevruz bayramı (bk. s-l-ṭ)nisbet-i Rabbâniye: Rabbânî bağ (bk. n-s-b; r-b-b)
nâkıs: eksik, noksanreis: başkan
remz: işaretrû-yi zemin: yeryüzü
rüesâ: reisler, başkanlarsahrâ: ova
saltanat: sultanlık, hükümdarlık (bk. s-l-ṭ)saltanat-ı azîme: büyük saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)
tabakat: tabakalar, derecelertaife: topluluk
tebdil edilmek: değiştirilmektebeddülât: değişiklikler
tekemmülsüz: olgunlaşmamış, mükemmelleşmemiş (bk. k-m-l)temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
tenezzül: alçalma (bk. n-z-l)tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
tezellül: aşağılanmaumur: işler
vaad: söz verme (bk. v-a-d)vecih: yön, şekil
zevâlsiz: son bulmayan (bk. z-v-l)âsâr: eserler

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 91

Şu baharın şu güzel gününde, şu güzel çiçekli olan şu yeşil sahrâya gidip bir seyran ederiz. İşte, bak, ahali de bu tarafa geliyorlar. Bak, bir sihir var: O binalar birden harap oldular. Başka bir şekil aldı. Bak, bir mucize var: O harap olan binalar, birden burada yapıldı. Adeta bu hâli bir çöl, bir medenî şehir oldu; bak, sinema perdeleri gibi her saat başka bir âlem gösterir, başka bir şekil alır.
Buna dikkat et ki, o kadar karışık, sür’atli, kesretli, hakikî perdeler içinde ne kadar mükemmel bir intizam vardır ki, herşey yerli yerine konuluyor. Hayalî sinema perdeleri dahi bunun kadar muntazam olamaz. Milyonlar mahir sihirbazlar dahi bu san’atları yapamazlar. Demek, bize görünmeyen o padişahın çok büyük mucizeleri vardır.

Ey sersem! Sen diyorsun: “Nasıl bu koca memleket tahrip edilip başka yere kurulacak?”
İşte, görüyorsun ki, her saat, senin aklın kabul etmediği o tebdil-i diyar gibi çok inkılâplar, tebdiller oluyor. Şu toplanmak, dağılmak ve şu hallerden anlaşılıyor ki, bu görünen sür’atli içtimalar, dağılmalar, teşkiller, tahripler içinde başka bir maksat var. Bir saatlik içtima için on sene kadar bir masraf yapılıyor. De-mek bu vaziyetler maksud-u bizzat değiller. Bir temsildir, bir taklittirler. O zât mucize ile yapıyor, ta suretleri alınıp terkip edilsin ve neticeleri hıfzedilip yazılsın. Nasıl ki manevra meydan-ı imtihanının herşeyi kaydediliyordu ve yazılıyordu. Demek, bir mecma-ı ekberde, muamele bunlar üzerine devam edip dönecek. Hem bir meşher-i âzamda daimî gösterilecek. Demek şu geçici, kararsız vaziyetler, sabit suretler, bâki meyveler veriyorlar.

Demek bu ihtifâlât bir saadet-i uzmâ, bir mahkeme-i kübrâ, bilmediğimiz ulvî gayeler içindir.

ON BİRİNCİ SURET

Gel, ey muannid arkadaş! Bir tayyareye, ya şarka veya garba, yani mazi ve müstakbele giden bir şimendifere binelim. Şu mucizekâr zâtın sair yerlerde ne çeşit mucizeler gösterdiğini görelim.
İşte, bak: Gördüğümüz menzil ve meydan ve meşher gibi acaipler her tarafta


acaip: hayret verici, şaşırtıcıahali: halk
bâki: devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)daimî: devamlı
garb: batıhakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harap olmak: yıkılıp yok olmakhâli: boş
hıfzedilmek: saklanmak (bk. ḥ-f-ẓ)ihtifâlât: merasimler, törenler
inkılâp: değişim, dönüşümintizam: düzen, tertip (bk. n-ẓ-m)
içtima: toplanma (bk. c-m-a)kesretli: çok (bk. k-s̱-r)
mahir: maharetli, beceriklimahkeme-i kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)
maksat: gaye, amaç (bk. ḳ-ṣ-d)maksud-u bizzat: asıl gaye (bk. ḳ-ṣ-d)
manevra: deneme ve eğitimmazi: geçmiş zaman
mecma-ı ekber: çok büyük toplanma yeri (bk. c-m-a; k-b-r)menzil: yer, mekan (bk. n-z-l)
meydan-ı imtihan: imtihan meydanımeşher: sergi
meşher-i âzam: çok büyük sergi yeri (bk. a-z-m)muamele: iş, davranış
muannid: inatçımuntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)mu’cizekâr: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)
müstakbel: gelecek zamansaadet-i uzmâ: çok büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m)
sahrâ: ovasair: diğer
seyran etmek: gezmeksuret: görüntü, resim (bk. ṣ-v-r)
sür’atli: hızlıtahrip: yıkılma, yok edilme
tayyare: uçaktebdil: değişim
tebdil-i diyar: yer değiştirmektemsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)
teşkil: yapılma, meydana getirilmeulvî: yüce, yüksek
âlem: dünya (bk. a-l-m)şark: doğu
şimendifer: tren

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 92

bulunuyor. Lâkin san’atça, suretçe birbirinden ayrıdırlar. Fakat buna iyi dikkat et ki, o sebatsız menzillerde, o devamsız meydanlarda, o bekàsız meşherlerde, ne kadar bâhir bir hikmetin intizâmâtı, ne derece zahir bir inâyetin işârâtı, ne mertebe âli bir adaletin emârâtı, ne derece vâsi bir merhametin semerâtı görünüyor. Basiretsiz olmayan herkes yakinen anlar ki, onun hikmetinden daha ekmel bir hikmet ve inâyetinden daha ecmel bir inâyet ve merhametinden daha eşmel bir merhamet ve adaletinden daha ecell bir adalet olamaz ve tasavvur edilemez.

Eğer, faraza, tevehhüm ettiğin gibi, daire-i memleketinde daimî menziller, âli mekânlar, sabit makamlar, bâki meskenler, mukim ahali, mes’ud raiyeti bulunmazsa—şu hikmet, inâyet, merhamet, adaletin hakikatlerine şu bekàsız memleket mazhar olamadığı malûm; ve onlara mazhar olacak, başka yerde de bulunmazsa—o vakit, gündüz ortasında güneşin ışığını gördüğümüz halde güneşi inkâr etmek derecesinde bir ahmaklıkla, şu gözümüz önündeki hikmeti inkâr etmek ve şu müşahede ettiğimiz inâyeti inkâr etmek ve şu gördüğümüz merhameti inkâr etmek ve şu pek kuvvetli emârâtı, işârâtı görünen adaleti inkâr etmek lâzım gelir. Hem bu gördüğümüz icraat-ı hakîmâne ve ef’âl-i kerîmâne ve ihsânât-ı rahîmânenin sahibini—hâşâ sümme hâşâ!—sefih bir oyuncu, gaddar bir zalim olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, hakikatlerin zıtlarına inkılâbıdır. Halbuki, inkılâb-ı hakaik, bütün ehl-i aklın ittifakıyla, muhaldir, mümkün değildir. Yalnız, herşeyin vücudunu inkâr eden sofestâî eblehler hariçtir.

Demek, bu diyardan başka bir diyar vardır. Onda bir mahkeme-i kübrâ, bir mâ’dele-i ulyâ, bir mekreme-i uzmâ vardır ki, ta şu merhamet ve hikmet ve inâyet ve adalet tamamen tezahür etsinler.

ON İKİNCİ SURET

Gel, şimdi döneceğiz. Şu cemaatlerin reisleriyle ve zabitleriyle görüşeceğiz ve


ahali: halkahmaklık: akılsızlık
basiret: görüş, seziş (bk. b-ṣ-r)bekàsız: geçici, sürekli olmayan (bk. b-ḳ-y)
bâhir: ap açıkbâki: devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)
cemaat: topluluk (bk. c-m-a)daimî: devamlı
daire-i memleket: memleket dairesi (bk. m-l-k)diyar: yer
ebleh: ahmak, akılsızecell: daha görkemli (bk. c-l-l)
ecmel: daha güzel (bk. c-m-l)ef’âl-i kerîmâne: cömertçe ve iyilikle yapılan işler (bk. f-a-l; k-r-m)
ehl-i akıl: akıl sahipleriekmel: daha mükemmel (bk. k-m-l)
emârât: belirtiler, izlereşmel: daha kapsamlı
faraza: varsayalım kigaddar: acımasız
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hariç: müstesna
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)hâşâ sümme hâşâ: asla ve asla, kesinlikle öyle değil
icraat-ı hakîmâne: hikmetli bir şekilde yapılan icraatlar (bk. ḥ-k-m)ihsânât-ı rahîmâne: şefkat ve merhametle yapılan ihsanlar, ba-ğışlar (bk. ḥ-s-n; r-ḥ-m)
inayet: bütün yararların, hikmetlerin ve faydaların kaynağı olan düzenlilik (bk. a-n-y)inkılâb-ı hakaik: gerçeklerin değişmesi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
inkılâp: değişme, dönüşmeintizâmât: düzenlilikler (bk. n-ẓ-m)
ittifak: birleşmeişârât: işaretler
lâkin: fakatmahkeme-i kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)
malûm: bilinen, belli (bk. a-l-m)mazhar: sahip (bk. ẓ-h-r)
mekreme-i uzmâ: çok büyük ikramların yapıldığı yer (bk. k-r-m; a-ẓ-m)menzil: yer, mekan (bk. n-z-l)
mertebe: derecemesken: ev, yer (bk. s-k-n)
mes’ud: mutlumeşher: sergi
muhal: imkansızmukim: ikamet eden, oturan
mâ’dele-i ulyâ: yüce adaletin gerçekleştirildiği yer (bk. a-d-l)müşahede: görme (bk. ş-h-d)
raiyet: halkreis: başkan
sefih: yasak zevk ve eğlencelerin peşinde koşan; beyinsiz, budalasemerât: meyveler, neticeler
sofestâî: yaratıcıyı kabul etmemek için herşeyi, hatta kendisini dahi inkâr edensuretçe: şekilce, biçimce (bk. ṣ-v-r)
tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)tevehhüm etmek: zannetmek
tezahür: görünme, ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)vâsi: geniş
vücud: varlık (bk. v-c-d)yakinen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n)
zabit: subayzahir: görünen, açık (bk. ẓ-h-r)
âli: yüce

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 93

teçhizatlarına bakacağız ki, o teçhizat yalnız o meydandaki kısa bir müddet içinde geçinmek için mi verilmiştir? Yahut başka yerde uzun bir saadet hayatı tahsil etmek için mi verilmiştir? Görelim. Herkese ve her teçhizata bakamayız. Fakat nümune için şu zabitin cüzdan ve defterine bakacağız:
Bu cüzdanda zabitin rütbesi, maaşı, vazifesi, matlubâtı, düstur-u harekâtı vardır. Bak, bu rütbe birkaç günlük için değil, pek uzun bir zaman için verilebilir. “Şu maaşı hazine-i hassadan filân tarihte alacaksın” yazılıdır. Halbuki, o tarih çok zaman sonra ve bu meydan kapandıktan sonra gelir. Şu vazife ise, şu muvakkat meydana göre değil, belki padişahın kurbunda daimî bir saadeti kazanmak için verilmiştir. Şu matlubat ise, birkaç günlük bu misafirhanede geçinmek için olamaz. Belki uzun ve mes’udâne bir hayat için olabilir. Şu düstur ise, bütün bütün açığa verir ki, cüzdan sahibi başka yere namzettir, başka âleme çalışır. Bak, şu defterlerde, aletler teçhizatının suret-i istimali ve mes’uliyetler vardır.

Halbuki, eğer yalnız bu meydandan başka âli, daimî bir yer bulunmazsa, şu muhkem defter, o kat’î cüzdan, bütün bütün mânâsız olur. Hem şu muhterem zabit ve mükerrem kumandan ve muazzez reis, bütün ahaliden aşağı, herkesten daha bedbaht, daha biçare, daha zelil, daha musibetli, daha fakir, daha zayıf bir derekeye düşer. İşte buna kıyas et. Hangi şeye dikkat etsen, şehadet eder ki, bu fâniden sonra bir bâki var.

Ey arkadaş! Demek, bu muvakkat memleket bir tarla hükmündedir. Bir talimgâhtır, bir pazardır. Elbette arkasında bir mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâ gelecektir. Eğer bunu inkâr etsen, bütün zabitlerdeki cüzdanları, defterleri, teçhizatları, düsturları, belki şu memleketteki bütün intizâmâtı, hattâ hükûmeti inkâr etmeye mecbur olursun. Ve bütün vaki olan icraatın vücudunu tekzip etmek lâzım gelir. O vakit sana insan ve zîşuur denilmez. Sofestâîlerden daha akılsız olursun.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


Sakın zannetme, tebdil-i memleket delilleri bu On İki Surete münhasırdır. Belki had ve hesaba gelmez emareler, deliller var ki, şu kararsız mütegayyir memleket zevâlsiz, müstekar bir memlekete tahvil edilecektir. Hem had ve hesaba gelmez işaretler, alâmetler var ki, bu ahali, şu muvakkat misafirhanelerden


ahali: halkalâmet: işaret
bedbaht: talihsizbiçare: çaresiz
bâki: devamlı ve kalıcı olan (bk. b-ḳ-y)cüzdan: kimlik
daimî: devamlı, süreklidereke: aşağı seviye
düstur: prensip, kuraldüstur-u harekât: hareket kuralları
emare: belirti, izfâni: geçici olan, ölümlü (bk. f-n-y)
had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmakhazine-i hassa: özel hazine
hükûmet: yönetim (bk. ḥ-k-m)intizâmât: düzenlilikler (bk. n-ẓ-m)
kurb: yakınmahkeme-i kübrâ: öldükten sonra âhirette Allah’ın huzurunda kurulacak olan büyük mahkeme (bk. ḥ-k-m; k-b-r)
matlubât: istekler (bk. ṭ-l-b)mes’udâne: mutlu bir şekilde
mes’uliyet: sorumluluk, yükümlülükmuazzez: aziz, değerli (bk. a-z-z)
muhkem: değiştirilemez (bk. ḥ-k-m)muhterem: saygıdeğer (bk. ḥ-r-m)
musibetli: belâya uğramışmuvakkat: geçici
mükerrem: şerefli, saygı gösterilen (bk. k-r-m)münhasır: sınırlı, ait
müstekar: yerleşmiş, sabitmütegayyir: değişen
namzet: adaynümune: örnek
reis: başkansaadet: mutluluk
saadet-i uzmâ: çok büyük mutluluk (bk. a-ẓ-m)sofestâî: Yaratıcıyı kabul etmemek için herşeyi, hatta kendini dahi inkâr eden
suret-i istimal: kullanma şekli (bk. ṣ-v-r)tahsil etmek: elde etmek, kazanmak
tahvil edilmek: dönüştürülmektalimgâh: eğitim yeri
tebdil-i memleket: memleket değiştirme (bk. m-l-k)tekzip: yalanlama
teçhizat: cihazlar, donanımvaki olan: meydana gelen
vücud: varlık (bk. v-c-d)zabit: subay
zelil: aşağılıkzevâlsiz: yok olmayan (bk. z-v-l)
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)âlem: dünya (bk. a-l-m)
âli: yüceşehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 94

alınacak, saltanatın makarr-ı daimîsine gönderilecek. Bahusus, gel sana On İki Suret kuvvetinden daha kuvvetli bir burhan daha göstereceğim.

İşte, gel, bak: Şu uzaktaki görünen cemaat-i azîme içinde, evvel adada gördüğümüz büyük nişan sahibi yâver-i ekrem bir tebliğatta bulunuyor. Gidelim, dinleyelim. Bak, o parlak yâver-i ekrem, bak o yüksekte tâlik edilmiş ferman-ı âzamı ahaliye bildiriyor ve diyor ki:

“Hazırlanınız; başka, daimî bir memlekete gideceksiniz. Öyle bir memleket ki, bu memleket ona nisbeten bir zindan hükmündedir. Padişahımızın makarr-ı saltanatına gidip merhametine, ihsanlarına mazhar olacaksınız-eğer güzelce bu fermanı dinleyip itaat etseniz. Yoksa, isyan edip dinlemezseniz, müthiş zindanlara atılacaksınız” gibi tebliğatta bulunuyor.

Sen de görüyorsun ki, o ferman-ı âzamda öyle icazkâr bir turra var ki, hiçbir vech ile kabil-i taklit değil. Senin gibi sersemlerden başka herkes, o ferman padişahın fermanı olduğunu kat’î bilir. Ve o parlak yâver-i ekremde öyle nişanlar var ki, senin gibi körlerden başka herkes, o zâtı padişahın pek doğru tercüman-ı evâmiri olduğunu yakinen anlar.

Acaba, o yâver-i ekrem, o ferman-ı âzamla beraber, bütün kuvvetiyle dâva edip tebliğ ettikleri şu tebdil-i memleket meselesi, hiç kabil midir ki itiraz kabul etsin? Evet, kabil değil—illâ ki, bütün bu gördüğümüz herşeyi inkâr edesin.

Şimdi, ey arkadaş, söz senindir, söyle. Ne diyorsan de!

“Ben ne diyeceğim, daha buna karşı birşey denilebilir mi? Gündüz ortasında güneşe karşı söz söylenebilir mi? Yalnız derim ki: Elhamdü lillâh, yüz bin defa şükür olsun ki, vehim ve heva tahakkümünden, nefis ve heves esaretinden kurtulup daimî hapis ve zindandan halâs oldum. Ve inandım ki, bu karma karışık, kararsız misafirhanelerden başka ve kurb-u şahanede bir diyar-ı saadet vardır; biz de ona namzediz.”

İşte, haşir ve âhiretten kinaye ve ibaret olan şu hikâye-i temsiliye burada tamam oldu. Şimdi, tevfik-i İlâhî ile hakikat-i ulyâya geçeceğiz. Geçmiş On İki Surete mukabil, on iki mütesanit Hakikat ile bir Mukaddime beyan edeceğiz.


bahusus: özelliklebeyan: açıklama (bk. b-y-n)
burhan: güçlü ve sarsılmaz delilcemaat-i azîme: çok büyük topluluk (bk. c-m-a; a-ẓ-m)
diyar-ı saadet: mutluluk yerielhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü Allah’a mahsustur” (bk. ḥ-m-d; e-l-h)
ferman: buyrukferman-ı âzam: çok büyük ferman, buyruk (bk. a-ẓ-m)
hakikat: meselenin içyüzü, gerçek mahiyeti (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat-i ulyâ: yüce gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halâs olmak: kurtulmak (bk. ḫ-l-ṣ)haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
heves: gelip geçici arzu ve isteklerhevâ: kabiliyet ve duyguları nefsin yasak arzu ve isteklerinin emrine verme (bk. h-v-y)
hikâye-i temsiliye: analojik, benzetmeye dayanan kıyaslamalı hikâye (bk. m-s̱-l)ihsan: iyilik, bağış, yardım (bk. ḥ-s-n)
i’cazkâr: mu’cizeli, benzerini yapmakta başkalarını âciz ve hayrette bırakan (bk. a-c-z)kabil: mümkün, olabilir
kabil-i taklit: taklidi mümkünkat’i: şüphesiz, kesin
kinaye: bir sözü üstü kapalı olarak ifade etmekurb-u şahane: padişahın yakını
makarr-ı daimî: daimî merkezmakarr-ı saltanat: saltanat merkezi, başkent (bk. s-l-ṭ)
mazhar: sahip (bk. ẓ-h-r)mukabil: karşılık
mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)mütesanit: birbirini destekleyen (bk. s-n-d)
namzet: adaynefis: insanı maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet (bk. n-f-s)
nisbeten: kıyasla (bk. n-s-b)nişan: madalya
saltanat: hükümdarlık, egemenlik (bk. s-l-ṭ)suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
tahakküm: baskı (bk. ḥ-k-m)tebdil-i memleket: memleket değiştirmek (bk. m-l-k)
tebliğ: bildirme (bk. b-l-ğ)tebliğat: bildirim (bk. b-l-ğ)
tercüman-ı evâmir: emir ve buyrukların tercümanıtevfik-i İlâhî: Allah’ın yardımı (bk. e-l-h)
turra: mühür, nişantâlik edilmiş: asılmış
vecih: şekil, tarzvehim: zan, kuruntu
yakinen: kesin olarak (bk. y-ḳ-n)yâver-i ekrem: çok değerli, yüksek rütbeli memur (bk. k-r-m)
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 95

Mukaddime
Birkaç işaretle, başka yerlerde, yani Yirmi İkinci, On Dokuzuncu, Yirmi Altıncı Sözlerde izah edilen birkaç meseleye işaret ederiz.

BİRİNCİ İŞARET

Hikâyedeki sersem adamın, o emin arkadaşıyla, üç hakikatleri var.
Birincisi: Nefs-i emmârem ile kalbimdir.
İkincisi: Felsefe şakirtleriyle Kur’ân-ı Hakîm tilmizleridir.
Üçüncüsü:Ümmet-i İslâmiye ile millet-i küfriyedir.

Felsefe şakirtleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmârenin en müthiş dalâleti, Cenâb-ı Hakkı tanımamaktadır. Hikâyede nasıl emin adam demişti: “Bir harf kâtipsiz olmaz; bir kanun hâkimsiz olmaz.” Biz de deriz:

Nasıl ki bir kitap—bahusus öyle bir kitap ki, her kelimesi içinde küçük kalemle bir kitap yazılmış; her harfi içinde ince kalemle muntazam bir kaside yazılmış—kâtipsiz olmak son derece muhaldir. Öyle de, şu kâinat, nakkaşsız olmak, son derece muhal ender muhaldir. Zira bu kâinat öyle bir kitaptır ki, her sahifesi çok kitapları tazammun eder. Hattâ, her kelimesi içinde bir kitap vardır. Herbir harfi içinde bir kaside vardır.

Yeryüzü bir sahifedir; ne kadar kitap içinde var. Bir ağaç bir kelimedir; ne kadar sahifesi vardır. Bir meyve bir harf, bir çekirdek bir noktadır. O noktada koca bir ağacın programı, fihristesi var.
İşte, böyle bir kitap, evsâf-ı celâl ve cemâle, nihayetsiz kudret ve hikmete mâlik bir Zât-ı Zülcelâlin nakş-ı kalem-i kudreti olabilir. Demek, âlemin şuhuduyla bu iman lâzım gelir—illâ ki dalâletten sarhoş olmuş ola...

Hem nasıl ki bir hane ustasız olmaz—bahusus öyle bir hane ki, harika san’atlarla,


Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Kur’ân-ı Hakim: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi olan Zât, Allah (bk. ẕü; c-l-l)bahusus: özellikle
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)emin: güvenilir (bk. e-m-n)
evsaf-ı celâl ve cemâl: haşmet, yücelik ve güzellik vasıfları (bk. v-ṣ-f; c-l-l; c-m-l)fihriste: indeks, içindekiler
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hane: ev
harika: hayranlık verenhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hâkim: hükmeden, idareci, yargılayan (bk. ḥ-k-m)izah edilen: açıklanan
kaside: şiirkudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kâtip: yazıcı (bk. k-t-b)
millet-i küfriye: küfür milleti, kâfirler (bk. k-f-r)muhal: imkansız
muhal ender muhal: imkansızlık içinde imkansızlıkmukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)mâlik: sahip (bk. m-l-k)
nakkaş: nakış yapan (bk. n-ḳ-ş)nakş-ı kalem-i kudret: kudret kalemiyle yapılan nakış (bk. n-ḳ-ş; ḳ-d-r)
nefs-i emmâre: insanı devamlı kötülüğe ve yasak şeylere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)nihayetsiz: sonsuz
tazammun etmek: içine almak, içermektilmiz: talebe, öğrenci
âlem: dünya (bk. a-l-m)ümmet-i İslâmiye: İslâm ümmeti, Müslümanlar (bk. s-l-m)
şakirt: talebe, öğrencişuhud: görülme (bk. ş-h-d)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 96

acip nakışlarla, garip ziynetlerle tezyin edilmiş; hattâ herbir taşında bir saray kadar san’at derc edilmiş—ustasız olmak, hiçbir akıl kabul edemez; gayet mahir bir san’atkâr ister. Bahusus, o saray içinde, sinema perdeleri gibi, her saatte hakikî menziller teşkil edilip, kemâl-i intizamla, elbise değiştirdiği gibi değiştiriyor. Hattâ, herbir hakikî perde içinde, müteaddit küçük küçük menziller icad ediliyor.

Öyle de, şu kâinat nihayetsiz hakîm, alîm, kadîr bir Sâni ister. Çünkü şu muhteşem kâinat öyle bir saraydır ki, ay, güneş lâmbaları, yıldızlar mumları, zaman bir ip, bir şerittir ki, o Sâni-i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor. O taktığı âlemin içinde üç yüz altmış tarzda muntazam suretlerini tecdid ediyor, kemâl-i intizamla ve hikmetle değiştiriyor. Yeryüzünü bir sofra-i nimet yapmış ki, her bahar mevsiminde, üç yüz bin envâ-ı masnûatıyla tezyin ediyor. Had ve hesaba gelmez envâ-ı ihsânâtıyla dolduruyor. Öyle bir tarzda ki, nihayet ihtilât içinde ve karışmış oldukları halde, nihayet derecede imtiyaz ve farkla birbirlerinden ayrılıyor. Başka cihetleri buna kıyas et. Nasıl böyle bir sarayın Sâniinden gaflet edilebilir?

Hem nasıl ki bulutsuz gündüz ortasında güneşin deniz yüzünde, bütün kabarcıklar üstünde ve karada bütün parlak şeylerde ve karın bütün parçalarında cilvesi göründüğü ve aksi müşahede edildiği halde güneşi inkâr etmek ne derece acip bir divanelik hezeyanıdır. Çünkü, o vakit birtek güneşi inkâr ve kabul etmemekle, katarat sayısınca, kabarcıklar miktarınca, parçalar adedince hakikî ve bil’asâle güneşçikleri kabul etmek lâzım geliyor. Her zerrecikte—ki ancak bir zerre sıkışabildiği halde—koca bir güneşin hakikatini içinde kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen öyle de, şu sıravâri içinde her zaman hikmetle değişen ve düzgünlük içinde her vakit tazelenen şu muntazam kâinatı görüp Hâlık-ı Zülcelâli evsâf-ı kemâliyle tasdik etmemek, ondan daha berbat bir dalâlet divaneliğidir,


Hakîm: herşeyi hikmetle yaratan Allah (bk. ḥ-k-m)
Hâlık-ı Zülcelâl: haşmet sahibi yaratıcı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; zü; c-l-l)Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)
Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)Sâni-i Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
acip: şaşırtıcı, hayret vericiakis: yansıma
bahusus: özelliklebil’asâle: bizzat
cihet: yön, tarafcilve: parıltı, yansıma (bk. c-l-y)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)derc edilmek: yerleştirilmek
divanelik: delilik, akılsızlıkenvâ-ı ihsânât: bağış ve nimetlerin çeşitleri (bk. ḥ-s-n)
envâ-ı masnûat: sanat eseri varlık türleri (bk. ṣ-n-a)evsaf-ı kemâl: mükemmel vasıflar, nitelikler, sıfatlar (bk. v-ṣ-f; k-m-l)
gaflet: umursamazlık, duyarsızlık (bk. ğ-f-l)had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak
hakikat: gerçek mahiyet, asıl, esas, içyüz (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hezeyan: saçmalamahikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
icad edilmek: var edilmek, yaratılmak (bk. v-c-d)ihtilât: karışıklık
imtiyaz: farklılıkinkâr: kabul etmeme, inanmama, yok sayma (bk. n-k-r)
katarat: damlalarkemâl-i intizam: tam ve mükemmel bir düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)
kemâl-i intizam ve hikmet: tam ve mükemmel bir düzenlilik ve hikmet (bk. k-m-l; n-ẓ-m; ḥ-k-m)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
mahir: maharetli, beceriklimenzil: ev, mekân, konak (bk. n-z-l)
muhteşem: ihtişamlı, görkemlimuntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
müteaddit: çeşitli, birçokmüşahede edilmek: görülmek (bk. ş-h-d)
nihayetsiz: sonsuzsofra-i nimet: nimet sofrası (bk. n-a-m)
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)sıravâri: sıralı
tasdik etmek: doğruluğunu kabul etmek, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)tecdid: yenileme
tezyin: süsleme (bk. z-y-n)teşkil edilmek: meydana getirilmek
zerrecik: atom, maddenin en küçük parçasıziynet: süs (bk. z-y-n)
âlem: dünya (bk. a-l-m)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 97

bir mecnunluk hezeyanıdır. Zira herşeyde, hattâ herbir zerrede bir ulûhiyet-i mutlaka kabul etmek lâzımdır.

Çünkü, meselâ havanın herbir zerresi, herbir çiçekle herbir meyveye, herbir yaprağa girer ve işleyebilir. İşte şu zerre, eğer memur olmazsa, bütün girebildiği ve işlediği masnuların tarz-ı teşkilâtını ve suretlerini ve heyetlerini bilmek lâzımdır—ta içinde işleyebilsin. Demek muhît bir ilim ve kudrete mâlik olmalı ki böyle yapsın.

Meselâ, toprakta, herbir zerresi, kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun. Eğer memur olmazsa, lâzım geliyor ki, otlar ve ağaçlar adedince mânevî cihazat ve makineleri tazammun etsin. Veyahut onların bütün tarz-ı teşkilâtını bilir, yapar, bütün onlara giydirilen suretleri tanır, dikebilir bir san’at ve kudret vermek lâzım gelir.

Daha sair mevcudatı da kıyas et. Ta, anlayacaksın ki, herşeyde aşikâre vahdâniyetin çok delilleri var. Evet, birşeyden herşeyi yapmak ve herşeyi birtek şey yapmak, herşeyin Hâlıkına has bir iştir.
blank.gif
1
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِferman-ı zîşânına dikkat et. Demek, Vâhid-i Ehadi kabul etmemekle, mevcudat adedince ilâhları kabul etmek lâzım gelir.

İKİNCİ İŞARET


Hikâyede bir yâver-i ekremden bahsedilmiş ve denilmiş ki: Kör olmayan herkes onun nişanlarını görmekle anlar ki, o zât padişahın emriyle hareket eder ve onun has bendesidir. İşte o yâver-i ekrem, Resul-i Ekremdir (aleyhissalâtü vesselâm).

Evet, şöyle müzeyyen bir kâinatın öyle mukaddes bir Sâniine böyle bir Resul‑i Ekrem, ışık şemse lüzumu derecesinde elzemdir. Çünkü nasıl güneş ziya vermeksizin mümkün değildir. Öyle de, Ulûhiyet de peygamberleri göndermekle kendini göstermeksizin mümkün değildir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet kemâlde olan bir cemâl, gösterici ve tarif edici bir vasıta ile kendini göstermek istemesin?


[NOT]Dipnot-1 “Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.[/NOT]



Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)Resul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.) (bk. r-s-l; k-r-m)
Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)Ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye layık olma, ilâhlık (bk. e-l-h)
Vâhid-i Ehad: bir ve tek olan, birliği bütün varlıkları kuşattığı gibi herbir varlıkta da tecellî eden Allah (bk. v-ḥ-d)aşikâre: açıkça
bende: köle, kulcemâl: güzellik (bk. c-m-l)
cihazat: donanımelzem: çok lüzumlu
ferman-ı zîşân: şan ve şeref sahibi buyruk (bk. zî)has: özel, ait
heyet: genel yapı, bütünhezeyan: saçmalama
kabil: mümkün, olabilirkemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
masnu: sanat eseri (bk. ṣ-n-a)mecnunluk: delilik, akılsızlık
medar: dayanak, eksenmenşe: kaynak, esas
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muhtelif: çeşitli, ayrı ayrı
muhît: ihatalı, herşeyi kuşatanmukaddes: kutsal, her türlü kusur ve noksandan yüce (bk. ḳ-d-s)
mâlik: sahip (bk. m-l-k)müzeyyen: süslenmiş (bk. z-y-n)
nihayet: sonnişan: alâmet, işaret
sair: diğersuret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tarz-ı teşkilât: meydana geliş tarzıtazammun etmek: içermek, içine almak
târif edici: tanıtcı (bk. a-r-f)ulûhiyet-i mutlaka: hiçbir kayda ve şarta bağlı olmaksızın ilâh olma, mutlak ilâhlık (bk. e-l-h; ṭ-l-ḳ)
vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)yaver-i ekrem: çok değerli, yüksek rütbeli memur (bk. k-r-m)
zerre: atom, maddenin en küçük parçasıziya: ışık
şems: güneş

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 98

Hem mümkün olur mu ki, gayet cemâlde bir kemâl-i san’at, onun üzerine enzar-ı dikkati celb eden bir dellâl vasıtasıyla teşhir istemesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bir rububiyet-i âmmenin saltanat-ı külliyesi, kesret ve cüz’iyat tabakatında vahdâniyet ve samedâniyetini, zülcenâheyn bir meb’us vasıtasıyla ilânını istemesin? Yani, o zât, ubûdiyet-i külliye cihetiyle kesret tabakatının dergâh-ı İlâhîye elçisi olduğu gibi, kurbiyet ve risalet cihetiyle dergâh-ı İlâhînin kesret tabakatına memurudur.

Hem hiç mümkün olur mu ki, nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemâlinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin? Yani, bir habib resul vasıtasıyla—ki hem habibdir, ubûdiyetiyle kendini Ona sevdirir, âyinedarlık eder; hem resuldür, Onu mahlûkatına sevdirir, cemâl-i esmâsını gösterir.

Hem hiç mümkün olur mu ki, acip mu’cizelerle, garip ve kıymettar şeylerle dolu hazineler sahibi, sarraf bir tarif edici ve vassaf bir teşhir edici vasıtasıyla enzar-ı halka arz ve başlarında izhar etmekle, gizli kemâlâtını beyan etmek irade etmesin ve istemesin?

Hem mümkün olur mu ki, bu kâinatı bütün esmâsının kemâlâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garip ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu kâinatın Sahibi, şu kâinatın tahavvülâtındaki maksat ve gaye ne olacağını müş’ir tılsım-ı muğlâkını, hem mevcudatın “Nereden? Nereye? Necisin?” üç sual-i müşkülün muammasını bir elçi vasıtasıyla açtırmasın?


acip: şaşırtıcı, hayret vericiarz: sunma
beyan: açıklama (bk. b-y-n)celb etmek: çekmek
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cemâl-i esmâ: isimlerin güzelliği (bk. c-m-l; s-m-v)
cihet: yön, tarafcüz’iyat tabakatı: küçük varlıklardan oluşan varlık tabakaları (bk. c-z-e)
dellâl: duyurucu, rehberdergâh-ı İlâhiye: Allah’ın yüce katı (bk. e-l-h)
enzar-ı dikkat: dikkatli bakışlar (bk. n-ẓ-r)enzar-ı halk: insanların dikkati (bk. n-ẓ-r; ḫ-l-ḳ)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)habib: sevgili (bk. ḥ-b-b)
hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n)hüsn-ü zatî: kendisinde olan güzellik (bk. ḥ-s-n)
irade: isteme, dileme (bk. r-v-d)izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)
kemâl-i san’at: sanattaki mükemmellik (bk. k-m-l; ṣ-n-a)kemâlât: mükemmellikler, üstün özellikler (bk. k-m-l)
kesret tabakatı: çokluk tabakaları; sayısız varlıklardan oluşan tabakalar (bk. k-s̱-r)kurbiyet: Allah’a yakınlık
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kıymettar: kıymetli, değerli
letaif: güzellikler, incelikler (bk. l-ṭ-f)mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)
maksat: amaç, gaye (bk. ḳ-ṣ-d)masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)
meb’us: görevli, temsilcimehasin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muallim: öğretmen (bk. a-l-m)
muamma: anlamı gizli ve zor anlaşılır sözmu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)
müş’ir: bildiren, haber verennihayet: son
resul: peygamber (bk. r-s-l)risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
rububiyet-i âmme: Allah’ın bütün varlıklara yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç oldukları şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)saltanat-ı külliye: herşeyi kuşatan ve herşeye hükmeden egemenlik (bk. s-l-ṭ; k-l-l)
samedâniyet: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması (bk. ṣ-m-d)sarraf: anlayan, değer veren
sual-i müşkül: zor sorutahavvülât: başkalaşmalar
tayin: görevlendirmetezyin: süsleme, donatma (bk. z-y-n)
teşhir: sergilemetârif edici: tanıtıcı, açıklayıcı (bk. a-r-f)
tılsım-ı muğlâk: anlaşılması zor sırubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ubûdiyet-i külliye: büyük ve umumî kulluk (bk. a-b-d; k-l-l)vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)
vassaf: herşeyin vasıf ve özelliklerini bilen ve bildiren (bk. v-ṣ-f)zülcenâheyn: iki kanatlı; Allah katında kulların, kullar arasında Allah’ın elçisi
âyine: aynaâyinedarlık: aynalık

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 99

Hem hiç mümkün olur mu ki, bu güzel masnuat ile kendini zîşuura tanıttıran ve kıymetli nimetler ile kendini sevdiren Sâni-i Zülcelâl, onun mukabilinde zîşuurdan marziyatı ve arzuları ne olduğunu bir elçi vasıtasıyla bildirmesin?

Hem hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete müptelâ, istidatça ubûdiyet-i külliyeye müheyya suretinde yaratıp, muallim bir rehber vasıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?

Daha bunlar gibi çok vezaif-i nübüvvet var ki, herbiri bir burhan-ı kat’îdir ki, Ulûhiyet risaletsiz olamaz.

Şimdi, acaba âlemde Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmdan beyan olunan evsâf ve vezaife daha ehil ve daha cami’ kim zuhur etmiş? Ve rütbe-i risalete ve vazife-i tebliğe ondan daha elyak, daha evfak hiç zaman göstermiş midir?

Hayır, asla ve kat’a! Belki o, bütün resullerin seyyididir, bütün enbiyanın imamıdır, bütün asfiyanın serveridir, bütün mukarrebînin akrebidir, bütün mahlûkatın ekmelidir, bütün mürşidlerin sultanıdır.
Evet, ehl-i tahkikatın ittifakıyla, şakk-ı kamer ve parmaklarından su akması gibi bine bâliğ mucizâtından, had ve hesaba gelmez delâil-i nübüvvetinden başka, Kur’ân-ı Azîmüşşan gibi bir bahr-i hakaik ve kırk vech ile mucize olan mucize-i kübrâ, güneş gibi risaletini göstermeye kâfidir. Başka risalelerde ve bilhassa Yirmi Beşinci Sözde Kur’ân’ın kırka karib vücuh-u i’câzından bahsettiğimizden, burada kısa kesiyoruz.


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)Kur’ân-ı Azîmüşşan: şanı yüce Kur’ân (bk. a-ẓ-m)
Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)Sâni-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi olan ve herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
Ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye layık olma, ilâhlık (bk. e-l-h)akreb: en yakın
asfiya: Hz. Peygamberin çizgisinde yaşayan ilim ve takvâ sahibi büyük zâtlar (bk. ṣ-f-y)asla ve kat’a: asla, kesinlikle öyle değil
bahr-i hakaik: hakikatler, gerçekler denizi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)beyan olunan: anlatılan, açıklanan (bk. b-y-n)
bilhassa: özellikleburhan-ı kat’î: sağlam ve kesin delil
bâliğ: ulaşancami’: kapsamlı (bk. c-m-a)
delâil-i nübüvvet: peygamberlik delilleri (bk. n-b-e)ehil: layık
ehl-i tahkik: gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)ekmel: en mükemmel (bk. k-m-l)
elyak: daha layıkenbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
evfak: daha uygunevsaf: vasıflar, özellikler, nitelikler (bk. v-ṣ-f)
had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmakistidat: yetenek, kabiliyet (bk. a-d-d)
ittifak: birleşme, fikir birliğikarib: yakın
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)kâfi: yeterli
mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)marziyyat: hoşa giden, razı olunan şeyler; Allah’ın razı olacağı şeyler
masnuat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)muallim: öğreten, yetiştiren (bk. a-l-m)
mukabil: karşılıkmukarrebîn: Allah’a ibadet ve dua yönüyle yakın olan büyük zâtlar
mu’cize-i kübrâ: en büyük mu’cize (bk. a-c-z; k-b-r)mu’cizât: mu’cizeler, bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şeyler (bk. a-c-z)
müheyya: hazırlanmışmüptelâ: bağımlı, düşkün
mürşid: irşad eden, doğru yolu gösteren (bk. r-ş-d)nev-i insan: insanlık, insan türü
resul: peygamber (bk. r-s-l)risale: küçük kitap (bk. r-s-l)
risalet: peygamberlik (bk. r-s-l)rütbe-i risalet: peygamberlik rütbesi (bk. r-s-l)
server: reis, başseyyid: efendi
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)ubûdiyet-i külliye: büyük ve umumî kulluk (bk. a-b-d; k-l-l)
vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)vazife-i tebliğ: tebliğ vazifesi (bk. b-l-ğ)
vecih: yön, tarzvezaif: vazifeler, görevler
vezaif-i nübüvvet: peygamberlik görevleri (bk. n-b-e)vücuh-u i’câz: mu’cizelik yönleri (bk. a-c-z)
zuhur: ortaya çıkma (bk. ẓ-h-r)zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
âlem: dünya (bk. a-l-m)şakk-ı kamer: Ay’ın ikiye bölünmesi mu’cizesi
şuur: bilinç, idrak, anlayış (bk. ş-a-r)

<tbody style="margin: 0px; padding: 0px;">
</tbody>
 
Son düzenleme:

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 100

ÜÇÜNCÜ İŞARET

Hatıra gelmesin ki, bu küçücük insanın ne ehemmiyeti var ki bu azîm dünya onun muhasebe-i a’mâli için kapansın, başka bir daire açılsın? Çünkü bu küçücük insan, camiiyet-i fıtrat itibarıyla şu mevcudat içinde bir ustabaşı ve bir dellâl-ı saltanat-ı İlâhiye ve bir ubûdiyet-i külliyeye mazhar olduğundan, büyük ehemmiyeti vardır.

Hem hatıra gelmesin ki, kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira, küfür, şu mektubât-ı Samedâniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı mânâsız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi, bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esmâ-i kudsiye-i İlâhiyeyi inkâr ile red ve Cenâb-ı Hakkın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahi bütün delillerini tekzip olduğundan, nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise nihayetsiz azabı icab eder.

DÖRDÜNCÜ İŞARET


Nasıl ki, hikâyede On İki Suret ile gördük ki, hiçbir cihetle mümkün değil: Öyle bir padişahın, öyle muvakkat misafirhane gibi bir memleketi bulunsun da, müstekar ve haşmetine mazhar ve saltanat-ı uzmâsına medar diğer daimî bir memleketi bulunmasın.

Öyle de, hiçbir vech ile mümkün değil ki, bu fâni âlemin bâki Hâlıkı bunu icad etsin de, bâki bir âlemi icad etmesin.

Hem mümkün değil: Şu bedî ve zâil kâinatın sermedî Sânii bunu halk etsin de, müstekar ve daimî diğer bir kâinatı icad etmesin.

Hem mümkün değil: Bu meşher ve meydan-ı imtihan ve tarla hükmünde olan dünyanın Hakîm ve Kadîr ve Rahîm olan Fâtırı onu yaratsın, onun bütün gayelerine mazhar olan dar-ı âhireti halk etmesin.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Fâtır: benzeri olmayan şeyi harika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r)</td><td>Hakîm: herşeyi hikmetle, belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan Allah (bk. ḥ-k-m) </td></tr><tr><td>Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>Kadîr: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan, acıyan ve esirgeyen Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>Sâni: herşeyi sanatla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>bedî: benzersiz bir şekilde yoktan yaratan (bk. b-d-a)</td></tr><tr><td>bâki: sürekli, kalıcı (bk. b-ḳ-y)</td><td>camiiyet-i fıtrat: yaratılışın kapsamlılığı (bk. c-m-a; f-ṭ-r) </td></tr><tr><td>cihetle: bakımdan</td><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>daimî: devamlı, sürekli</td><td>dar-ı âhiret: âhiret yurdu (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>dellâl-ı saltanat-ı İlâhiye: Cenâb-ı Hakkın saltanatının, sınırsız egemenliğinin ilâncısı (bk. s-l-ṭ; e-l-h)</td><td>dereke: aşağı derece</td></tr><tr><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>esmâ-i kudsiye-i İlâhiye: Allah’ın kutsal, her türlü kusur ve noksandan yüce olan isimleri (bk. s-m-v; ḳ-d-s; e-l-h)</td></tr><tr><td>fâni: geçici, ölümlü (bk. f-n-y)</td><td>gayr-ı mütenahi: sonsuz</td></tr><tr><td>hakkaniyet: doğruluk, gerçeklik (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>haşmet: büyüklük, görkem</td><td>icab etmek: gerektirmek</td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td><td>mazhar: sahip (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>medar: dayanak, vesile</td><td>mektubat-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>meydan-ı imtihan: imtihan meydanı</td></tr><tr><td>meşher: sergi, fuar</td><td>muhasebe-i a’mâl: amellerin değerlendirilmesi</td></tr><tr><td>muvakkat: geçici</td><td>müstehak: layık, hak etmiş (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>müstekar: yerleşmiş, sabit, kararlı</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>saltanat-ı uzmâ: büyük saltanat, egemenlik (bk. s-l-ṭ; a-ẓ-m)</td><td>sermedî: devamlı, sürekli</td></tr><tr><td>suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td><td>sıdk: doğruluk (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tahkir: hakaret, aşağılama</td><td>tekzip: yalanlama</td></tr><tr><td>ubûdiyet-i külliye: büyük ve umumî kulluk (bk. a-b-d; k-l-l)</td><td>vecih: yön</td></tr><tr><td>zira: çünkü</td><td>zâil: gelip geçici (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onuncu Söz - Sayfa 101

Bu hakikate on iki kapı ile girilir; On İki Hakikat ile o kapılar açılır. En kısa ve basitten başlarız.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


BİRİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Rububiyet ve Saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, şe’n-i Rububiyet ve saltanat-ı Ulûhiyet, bahusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âli gayeler ve yüksek maksatlarla icad etsin; onun gayât ve makàsıdına karşı iman ve ubûdiyetle mukabele eden mü’minlere mükâfatı bulunmasın ve o makàsıdı red ve tahkirle mukabele eden ehl-i dalâlete mücazat etmesin?

İKİNCİ HAKİKAT

Bâb-ı Kerem ve Rahmettir ki, Kerîm ve Rahîm isminin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, gösterdiği âsâr ile nihayetsiz bir kerem ve nihayetsiz bir rahmet ve nihayetsiz bir izzet ve nihayetsiz bir gayret sahibi olan şu âlemin Rabbi, kerem ve rahmetine lâyık mükâfat, izzet ve gayretine şayeste mücazatta bulunmasın?

Evet, şu dünya gidişatına bakılsa görülüyor ki, en âciz, en zayıftan tut,HAŞİYE-1 ta en kavîye kadar her canlıya lâyık bir rızık veriliyor. En zayıf, en âcize en iyi rızık veriliyor. Her dertliye ummadığı yerden derman yetiştiriliyor. Öyle ulvî bir


[NOT]Haşiye-1 Rızk-ı helâl iktidar ile alınmadığına, belki iftikara binaen verildiğine delil-i kat’î, iktidarsız yavruların hüsn-ü maişeti ve muktedir canavarların dıyk-ı maişeti, hem zekâvetsiz balıkların semizliği ve zekâvetli, hileli tilki ve maymunun derd-i maişetle vücutça zayıflığıdır. Demek rızık, iktidar ve ihtiyar ile mâkûsen mütenasiptir. Ne derece iktidar ve ihtiyarına güvense, o derece derd-i maişete müptelâ olur.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kerîm: sınırsız ikram, ihsan ve cömertlik sahibi Allah (bk. k-r-m)</td><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi olan Allah (bk. r-ḥ-m)</td><td>bahusus: özellikle</td></tr><tr><td>binaen: –dayanarak </td><td>bâb: kapı</td></tr><tr><td>cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)</td><td>delil-i kat’î: kesin delil</td></tr><tr><td>derd-i maişet: geçim sıkıntısı (bk. a-y-ş)</td><td>derman: güç; kurtuluş sebebi</td></tr><tr><td>dıyk-ı maişet: geçim darlığı (bk. a-y-ş)</td><td>ehl-i dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>gayret: hamiyet, şeref, haysiyet (bk. ğ-y-r)</td><td>gayât: gayeler</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hüsn-ü maişet: güzel ve rahat geçim (bk. ḥ-s-n; a-y-ş) </td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>iftikar: fakirliğini gösterme (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>ihtiyar: irade, tercih, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)</td><td>iktidar: güç, kudret (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>izzet: değer, kıymet, şeref, yücelik (bk. a-z-z)</td><td>kavî: kuvvetli</td></tr><tr><td>kemâlât: mükemmellikler, kusursuzluklar, üstünlükler (bk. k-m-l)</td><td>kerem: cömertlik, ikram, lütuf, bağış (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d)</td></tr><tr><td>mukabele eden: karşılık veren</td><td>muktedir: güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>mâkûsen mütenasip: ters orantılı (bk. n-s-b)</td><td>mücazat: ceza verme</td></tr><tr><td>mükâfat: ödül</td><td>müptelâ: bağımlı, düşkün</td></tr><tr><td>mü’min: iman etmiş, inanmış (bk. e-m-n)</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet, ihsan, esirgeme (bk. r-ḥ-m) </td><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>rızk-ı helâl: helâl rızık (bk. r-z-ḳ)</td><td>saltanat: egemenlik, hâkimiyet, sultanlık (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>saltanat-ı Ulûhiyet: ortak kabul etmeyen Allah’ın saltanatı, sınırsız egemenliği (bk. s-l-ṭ; e-l-h)</td><td>semiz: besili, iri, büyük</td></tr><tr><td>tahkir: hakaret, küçümseme</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>ulvî: yüce, yüksek</td><td>zekâvet: zeki oluş, kurnazlık</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âli: yüce, yüksek</td><td>âsâr: eserler</td></tr><tr><td>şayeste: layık</td><td>şe’n-i Rububiyet: Cenâb-ı Allah’ın rububiyetinin gereği (bk. ş-e-n; r-b-b)</td></tr></tbody></table>
 
Üst