Risale-i Nur Düsturları

akna

Well-known member
BAZI DÜSTURLAR HAKKINDA



AĞABEYLERİN BİR MEKTUBUNDAN KISIMLAR


(Üstad Hazretleri’nin vefatından sonra Merhum Zübeyir Ağabey tarafından neşredilen uzun mektuptan, bilhassa meslek ve meşreb nokta-i nazarından daha çok ehemmiyeti haiz olan menfi hareket etmemek, azami fedakarlık ile hizmete hasr-ı hayat etmek ve azami istiğna ve kanaat ile ihlası muhafaza etmek düsturlarını nazara verip tezekkür etmek için bazı kısımlarını arz ediyoruz)

b635.gif

b524.gif

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَ رَحْمَةُ اللَّهِ وَ بَرَكَاتُهُ

Muhterem ve Mücahid Kardeşlerimize:

İmansızlıktan, zaaf-ı imandan, tahkiki imanın salabetsizliğinden neş’et eden hadsiz sapkınlıklar, şüphe ve vesveseler ve evamir-i İlahiyeye bir çok itaatsizlikler vardır. Aşağıda arz edeceğimiz vechile, Nur Talebeleri menfilik ve seyyieleri izale etmek için onların tahlil ve tasviri ile değil, o sefahet ve dalaletleri kökü ile kesecek olan esasat ve erkana müteallik hakikatlerle iştigal ederler…


Risale-i Nur derki: “Fena şeylerle, küfriyatla meşguliyet fenadır, fenalık getirir. Zihinlere bulantı verir, yara yapar, iz bırakır, vesvese verir. Batıl şeyleri iyice tasvir, safi zihinleri idlaldir. Ömür kısadır, vazife çoktur…”


Nur Talebeleri, Risale-i Nur’un düsturları ve esasları dairesinde ve Risalei Nur’un meslek ve meşrebine uygun olarak hizmet ve hareket etmek için, Risale-i Nur’u, evvela kendi nefislerini ıslah, ilk önce kendilerini tenvir ederek, imanlarını kurtarmak için okurlar. Cihan değerinde değerler taşıdığını bedii bir surette gördükleri ve idrak ettikleri bu feyyaz ve nurefşan Nur tahsiline sebatla devam ederler. Bununla beraber ve muvazi olarak da Nur Risaleleri’nin neşir ve ta’mimine de hizmet ederler. Risale-i Nur’un neşrini gaye-i hayat edinirler.


Risale-i Nur’un neşir hizmetine gelince..
Üstadımız Merhum Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Risale-i Nur’la, Kur’an ve imana hizmet mesleğinde azami ihlası esas tutmuştur. Buna mazhar olabilmek için de, bütün meşru, maddi manevi lezzetleri ve menfaatleri terk etmiştir. Feragat ve fedakarlıkta azami bir derecede istisna teşkil etmiştir. “Risale-i Nur benim malım değil, Kur’an’ın malıdır” demiştir. Diğer müellif ve müfessirlere muhalif olarak, eserlerinden maddi gelir ve servet temin etmemiştir. Hayatını Risale-i Nur’a vakfedenlere günde otuzar kuruş tayın vermiş, kendisinin vefatından sonra da aynı tarzda tayın verilmesini vasiyet etmiştir. “Benim hakkımda talebe tayını kadardır” demiş ve bütün ömrü boyunca azami iktisad ve kanaat ve istiğna düsturlarına riayet etmiştir. Azami bir zühd ve azami bir takva ile basit fakirane ölmeyecek derecede bir zaruretle imar’ıhayat etmiştir. Risale-i Nur’un neşrinide aynen kendi düsturlarına bağlı kalacak olan ve bağlı olan talebe ve hizmetkarlarına tevdi etmiştir.


Risale-i Nur’a hayatını vakfeden Nur Talebeleri vardır ve olacaktır, hemde çoğalmaktadırlar. Bunlar mücerreddir. Yalnız hizmeti Nuriye ile iştigal ederler. Bunların şahsi gelirleri vardır. İktisat ve kanaat dairesinde idare olunurlar.


Merhum Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri diyor ki ; “Ben fedakarlığa çok ehemmiyet veriyorum, kalbteki fedakarlık manyetizma gibi te’sir eder. İnşAllah Risale-i Nur’un fedakarlar dairesi inkişaf edecektir. ”


Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri vefat etti. Dünyalık bir göz evi, bir dönüm tarlası bile kalmadı. Halbuki O’nun eseri olan Risale-i Nur kırk sene zarfında yüzbinler nüsha neşredildi. Büyük bir rağbet ve revaca mazhar oldu. Alimi, münevveri, talebesi, profesörü, askeri, zabiti, avamı ve havassı, her tabaka-i insaniye o eserleri büyük bir şevk ve vecd ile okuyup istifade etti.


Acaba böyle misilsiz ve parlak bir eserin müellifinde bir menfaat kaygısı olsa idi, vefatında milyonlarca liralık bir servet, varislerine kalmayacak mı idi? Alenen bilindi ve adliyece sabit oldu ki, varisine kalan meblağ onbeş lira nakit para ile, elbise, çamaşır, yorgan, yastık, şemsiye ve ibrik gibi eşyalardan ibarettir.


Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri (R.A.)’ın Risale-i Nur eserleri müştakları tarafından yirmibeş sene el yazısı ile neşredildi. Böyle, tarihte benzeri görülmemiş ağır şerait içindeki bir neşriyat ancak ve ancak Allah (cc) rızasını tahsil yolunda, imana hizmet etmek aşkı ile yapılabilir.


Sonra, Risale-i Nur Kitapları matbaalarda bastırıldı. Onun neşir hizmetinde çalışanlar, maddi bir menfaat kaygısına asla tenezzül etmediler. Kendi bastırdıkları kitapları kendi paraları ile satın aldılar. Müellifinin hediyesi olarak dahi kitap te’min etmediler…


Ömürlerini bu ulvi hizmette vakfedenlerin ruhlarına Rahmet-i İlahi öyle bir ilahi lezzet, öyle ilahi zevk ve şevk veriyor ki, bu mazhariyete erişenler artık başka bir ücretle zevk aramaya kendilerinde ihtiyaç hissetmiyorlar. Şu muvakkat dünyada rızayı İlahi uğrunda imana hizmet aşkının tevlid ettiği bu manevi zevkten başka zevk tanımıyorlar, hem tanımakta istemiyorlar.


Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur’la imana hizmet eden Nur Talebelerine evvelce yazdığı mektuptan bir parçayı takdim ediyoruz:

“Aziz,Sıdık Kardeşlerim,
Bu zamanda a’vam-ı mü’mininin itimad etmesi ve iman hakikatlerini tereddütsüz alması için öyle muallimler lazım ki, değil dünya menfaatini, belki ahret menfaatlerini dahi ehl-i imanın menfaat-ı uhreviyesine feda ederek o ders-i imanide her cihetle şahsi faidelerini düşünmeyip yalnız ve yalnız hakikatlere rıza-yı ilahi, aşk-ı hakikat ve hizmet-i imaniyedeki hak ve hakkaniyet için çalışsın. Ta, her muhtaç delilsiz kanaat edebilsin. “Bizi kandırıyor” demesin. Ve hakikat pek çok kuvvetli olduğunu ve hiçbir cihetle sarsılmadığını ve hiçbir şeye alet olmadığını bilsin. Ta imanı kuvvetlensin. Ve “O ders, ayn-ı hakikattir” desin, vesvese ve şüpheleri zail olsun”


Tahiri, Sungur, Hüsnü, Bayram, Zübeyir


سُبْحَانَكَ لاَعِلْمَ لَنَاۤ اِلاَّ مَاعَلَّمْتَنَاۤ اِنَّكَ اَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ
 

akna

Well-known member
VAZİFE-İ İLAHİYE
CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİ


Allah’ın vazifesi denilince, insanlara düşen vazife gibi anlaşılmaması lazımdır. İşarat-ül İcaz’ın 187. sahifesindeki temsile bakarak bu durumu şöyle izah edebiliriz. Nasıl ki, müşrikler ‘haya’ kelimesini Cenab-ı Hakk’a isnad ederekkullandıkları için, Kur’anda da aynı kelime Allah için kullanılmaktadır. Aynen öyle de, mevzuumuz olan vazife manası, insanların vazifeleri ta’dad edilirken mezkur belagat kaidelerine uygun olarak ‘Vazife-i İlahiye’ tabiri kullanılabilmektedir. Buna belagatça ‘Müşakelet ve Müşabehet’ denilmektedir.
‘Cenab-ı Hakk 1-Hayatı veriyor ve besliyor 2-Neticeleri halk ediyor.’ İşte bu neticeler:
1-Kesret-i etba
2-Fazla muvaffakiyet
3-Halkı toplamak
4-Halka kabul ettirmek
5-Hayırlı neticeleri vermek
6-Nurları okutturmak ve talebeleri çalıştırmak
7-Galib etmek, mağlub etmek
8-Revaç vermek
9-İnayetlere mazhar etmek
10-Nurların intişarı
11-Muarızları kaçırmak
12-Hidayet vermek
13-Hüsn-ü te’sir vermek
14-Teveccüh-ü nası kazanmak şeklinde sıralanabilmektedir. Vazife-i İlahiyeye karışmak, su’i edebdir, ubudiyetle münafidir.

VAZİFE-İ İLAHİYEYE KARIŞMAMALI !!!

1- “Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla halis olmayana müreccahtır. İhlası kazandıran harekatındaki sebebi, sırf bir emr-i ilahi ve neticesi rıza-yı ilahi olduğunu düşünmeli ve vazife-i ilahiyeye karışmamalı. Her şeyde bir ihlas var. Hatta muhabbetinde ihlası ile bir zerresi, batmanlarla resmi ve ücretli muhabbete tereccuh eder.” (Lem:133)

KESRET-İ ETBA’ , FAZLA MUVAFFAKİYET:
VAZİFE-İ İLAHİYEYE AİTTİR !!!

2- “Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır. Kesret-i etba’ ile ve fazla muvaffakiyet ile değildir. Çünkü onlar vazife-i ilahiyeye ait olduğu için istenilmez, belki bazen verilir. Evet bazen bir tek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazen bir tek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı ilahiye medar olur. Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa “Benden ders alıp sevap kazandırsınlar” düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hilesidir.” (lem:152)

HALKI TOPLAMAK, KABUL ETTİRMEK :
CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİDİR

3- “Ey sevaba hırslı ve a’mal-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdud birkaç kişiden başka ittiba edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner kesret-i etba’ ile değildir. Belki hüner, rıza-yı ilahiyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki böyle hırs ile “Herkes beni dinlesin” diye vazifeni unutup, Vazife-i İlahiye’ye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma.” (lem:152)

İNSAN, HAREKETİNDE RIZA-YI İLAHİYİ DÜŞÜNÜP,
VAZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMALI

4- “Ubudiyetin esası olan acz, fakr ve kusur ve naksını bilmek ve niyaz ile dergah-i ilahinin rahmet kapısını çalmak lazım geldiğini, hem her amelde bir ihlas ciheti olduğundan, insan hareketinde rıza-yı ilahiyi düşünüp, vazife-i ilahiyeye karışmamasıyla a’la-yı illiyyine çıkacağını yol gösteren mühim bir mes’eledir.” (Lem:394)

MUVAFFAKİYET VE HAYIRLI NETİCELERİ VERMEK,
VAZİFE-İ İLAHİYEDİR

5- “Meşakkat derecesinde sevabın ziyadeleşmesi cihetinde, bu şiddetli hale şükretmeliyiz. Vazifemiz olan hizmet-i imaniyeyi ihlasla yapmaya çalışmalı: vazife-i ilahiye olan muvaffakiyet ve hayırlı neticeleri vermek cihetine karışmamalıyız.” (Şu:482)

NURLARI OKUTTURAN VE TALEBELERİNİ ÇALIŞTIRAN
VAZİFE-İ İLAHİYEYE KARIŞMAM !!!

6- “Madem emsalsiz bir tarzda, çok ağır şerait altında, pek çok muarızlar karşısında bu derece Nurlar kendilerini okutturuyorlar… Talebelerini hapiste çeşit çeşit suretlerde çalıştırıyor, perişaniyetlerine inayet-i ilahiye ile meydan vermiyorlar; biz bu derece kanaat edip şekva yerinde şükretmekle mükellefiz. Benim bütün şiddetli sıkıntılara karşı tahammülüm bu kanaatten geliyor. Vazife-i ilahiyeye karışmam.” (Şu:518)

SIKINTILI MUSİBETLERİ HİÇE İNDİREN BİR HAKİKAT DE,
VAZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMAK

7- “Sıkıntılı musibetlerimi hiçe indiren bir hakikatli tesellidir:
Birinci: Hakkımızda zahmet rahmete dönmesi.
İkinci: Kader adaleti içinde rıza ve teslim ferahı
Üçüncü: İnayet-i Hassanın Nurcular hakkında hususiyetindeki sevinç
Dördüncü: Geçici olmasından zevalinde lezzet
Beşinci: Ehemmiyetli sevaplar
Altıncı: Vazife-i İlahiye’ye karışmamak
Yedinci: En şiddetli hücumda en az meşakkat ve küçük yaralar
Sekizinci: Sair musibetzedelere nisbeten çok derece hafif” (Şu:531)

GALİB ETMEK, MAĞLUB ETMEK, MUVAFFAK ETMEK,
NURLARI KABUL ETTİRMEK, CENAB-I HAKK’A AİTTİR;
BİZ VAZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMALIYIZ !!!

8- “Bediüzzaman, devletlere milletlere mukabil, değil yalnız bir yerdeki Firavunlara, bütün Avrupa dinsizliğine karşı tek başıyla meydan okumuş ve okuyor. Ve Kur’an hakikatlerini eşedd-i zulüm ve istibdad-ı mutlak içerisinde neşrediyor. “Vazifemiz çalışmaktır. Bizi galib etmek, mağlub etmek, muvaffak etmek ve Nurları kabul ettirmek Cenab-ı Hakk’a aittir. Biz vazife-i ilahiyeye karışmayız” demiş ve tarihte misline rastlanmayan zulüm ve işkenceler içerisinde çok zalimane muameleler görmüş ve kapısında jandarma ve polis bekletilmek suretiyle Cuma Namazına dahi gitmekten men’edilmiş ve bütün bu tarihi faciaları kapatmak ve kimseye işittirmemek için de sıkı bir takdiyat altına alınmıştır.” (T:693)

VAZİFEMİZ HİZMETTİR, VAZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMAK,
HİZMETİMİZİ O’NUN VAZİFESİNE BİNA ETMEKLE
BİR NEVİ TECRÜBE YAPMAMAKTIR

9- “Muhbir-i Sadık’ın haber verdiği “Manevi fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi” diye fıkrasına, bütün ruh-u canımızla rahmet-i ilahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirdleri ise: Vazifemiz hizmettir, vazife-i ilahiyeye karışmamak ve hizmetimizi O’nun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber; kemiyete değil keyfiyete bakmaktır.” (K:107)

MUVAFFAKİYET, HALKA KABUL ETTİRMEK, REVAÇ VERMEK,
GALEBE ETTİRMEK, İNAYETLERE MAZHAR ETMEK
VAZİFE-İ İLAHİYEDİR !!!

10- “Risale-i nur şakirdleri, hizmet-i nuriyeyi velayet makamına tercih eder, keşf-ü kerameti aramaz ve ahret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz, ve vazife-i ilahiye olan muvaffakiyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve müstehak oldukları şan-ü şeref ve ezvak ve inayetlere mazhar etmek gibi kendi vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekatını onlara bina etmezler. Halisen, muhlisen çalışırlar “Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler” (K:263)

MUVAFFAKİYET, FÜTUHAT-I NURİYE VE REVAÇ İLE İNTİŞARI,
VAZİFE-İ İLAHİYEDİR !

11- “Vazifemiz, ihlas ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu kadar ihtiyat ile “sırran tenevverat” irşad-ı Aleviyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir. Yoksa, muarızlara mukabele etmek ve onların hücumundan telaş etmek değil. Muvaffakiyet ve fütuhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise, vazife-i ilahiyedir. Vazifemizi yapıp, vazife-i ilahiyeye karışmamak gerektir diye hem bana, hem sizin bedelinize teselli buldum.” (E-1:212)

VAZİFEMİZİ YAPMAK, VAZİFE-İ İLAHİYEYE KARIŞMAMAK LAZIMDIR !!!

12-“Her vakit ihtiyat, ihlas, tesanüd, sebat, sarsılmamak ve vazifemizi yapmak ve vazife-i ilahiyeye karışmamak, “sırran tenevverat” düsturuna göre hareket etmek ve telaş ve me’yus olmamak lazım ve elzemdir. Hem tekrar derim: Nur şakirdleri gibi pek az zahmetle pek çok kıymetdar hizmet ve pek çok manevi kazanç elde edenler tarihlerde görülmüyor. Ağır şerait altında bazen bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçtiği misillü, inşaallah Nurcuların hizmet-i imaniye ve Kur’aniyedeki saatleri yüzer saat hükmünde hayırlar kazandırır.” (Em-2:14)

MUVAFFAK ETMEK, HALKA KABUL ETTİRMEK VE
MUARIZLARI KAÇIRMAK İSE, O VAZİFE-İ İLAHİYEDİR.
BİZ BUNA KARIŞMAYACAĞIZ !!!

13- “Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ana hizmet etmektir. Amma bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak ise, o vazife-i İlahiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlub da olsak, kuvve-i maneviyeye ve hizmetimize noksanlık vermeyecek. O noktada kanaat etmek lâzımdır. Meselâ: Bir zaman İslâm'ın büyük bir kahramanı Celaleddin-i Harzemşah'a demişler: "Cengiz'e karşı muzaffer olacaksın." O demiş: "Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galib etmek vazife-i İlahiyedir. Ona karışmam." Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delaletiyle, siz de bu kahramana iktida etmişsiniz. Binden bir-iki adam sizden kabul etse, yine sarsılmamak gerektir. Bazan bir-iki adam, bine mukabil geliyor.” (E-2:55)

AZAMİ İHLAS, VAZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMAKTIR !!!

14- “Hem azami ihlasın zedelenmemek için şimdi düşmanlar da dostlara inkılab ettiği bir zamanda sohbet etmek, konuşmak, bu dünyada da uhrevi hizmetlerin bir güzel ve fani meyvelerine vesile olabilir. O vakit azami ihlas ki, hiçbir şeye alet olmayacak. Hem vazife-i ilahiyeye karışmamak için kader-i ilahi hakkımdaki bu şiddetli halete aleyhimde değil, lehimde olarak fetva verdi, müsaade etti.” (E-2:226)

RIZA-YI İLAHİYE GÖRE SIRF HİZMET-İ İMANİYE YAPMAK;
VAZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMAKTIR !!!

15- “Aziz kardeşlerim! Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfi hareket değildir. Rıza-yı ilahiye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i ilahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (E-2:241)

MÜSBET HAREKET ETMEK, MENFİ HAREKET ETMEMEK;
VAZZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMAKTIR !!!

16- “Rusya'da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfî'de idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım tahakkümlere boyuneğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i İlahiyeye karışmamak hakikatı için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis (A.S.) gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi sabır ve rıza ile karşıladım.” (E-2:241)

CİHAD-I MANEVİYENİN EN BÜYÜK ŞARTI DA ;
VAZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMAKTIR !!!

17- “Cihad-ı maneviyenin en büyük şartı da; vazife-i ilâhiyeye karışmamaktır ki, "Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka aittir. Biz vazfemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz."Ben de Celâleddin Harzemşah* gibi, "Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir." deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur'an'dan ders almışım.” (E-2:241)

İSLAMİYETİN MUKTEZASI MÜ’MİNANE TEVEKKÜL; VAZİFE-İ İLAHİYE’YE KARIŞMAMAKTIR !!!

18- “Kurun-u vustâ ve kurûn-u uhranın ilcaatını tefrik eylemeyen; ve birbirinden gayetuzak, biri mezmum ve biri memduh olan tahsil ve kesbde olan kanaatı ile, mahsul ve ücretteki kanaatı temyiz etmeyen; ve birbirinden nihayet derecede baîd, hattâ biri tenbelliğin ünvanı, diğeri hakikî ihlasın sadefi olan iki tevekkülü (ki biri, meşietin muktezası olan esbab arasındaki nizama karşı temerrüd hükmünde olan, tertib-i mukaddemattaki bir tevekkül-ü tenbelane; diğeri, İslâmiyetin muktezası olan, netice itibariyle gerdendade-i tevfik olarak vazife-i İlahiyeye karışmamakla terettüb-ü neticede mü’minane tevekküldür) ikisini birbiriyle iltibas eden ve “Ümmetî! Ümmetî!” sırrını teferrüs etmeyen ve hikmetini anlamayan bazı adamlar ve bilmeyen bir kısım vaizlerdir ki, o meyelanı kırdılar, o şevki de söndürdüler.” (Mü:38)


ASIL VAZİFE TALİM VE MUHAREBEDİR;
AÇ BIRAKMAMAK PADİŞAHIN VAZİFESİDİR

19- “Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et. O seni aç bırakmaz. O, O’nun vazifesidir. Hem sen aciz ve fakirsin, her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana asidir der ceza veririler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor, Biri, padişahın vazifesidir. Bazen biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat ile yardım eder ki, talim ve harbdir.” (S:23)

HAYATI VERİP BESLEME VAZİFESİNİ YAPANA,
PERESTİŞ EDİP YALVARMAK VAZİFESİ, BİZİMDİR !!!

20- “Ve o iki vazife ise; birisi hayatı verip beslemektir. Diğeri hayatı verene ve besleyene perestiş edip yalvarmaktır. O’na tevekkül edip emniyet etmektir.” (S:23)

İNSANIN RABBİ MASNUATIYLA KENDİNİ TANITIRSA,
İNSAN DA O’NU İMAN İLE TANIYACAK !!!

21- “Evet hiç mümkün müdür ki; insan umum mevcudat içinde ehemmiyetli bir vazifesi, ehemmiyetli bir istidadı olsunda, insanın Rabbi de insana bu kadar muntazam masnuatıyla kendini tanıttırsa, mukabilinde insan iman ile O’nu tanımazsa … ” (S:65)


“BEN BÖYLE İŞLESEM, SEN BÖYLE İŞLER MİSİN?” DİYEREK, CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİNE KARIŞMAMALI !!!

22-“Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.” Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı.
Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler:
“Sen muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”
O demiş: “Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir.”
İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir sûrette çok defa muzaffer olmuştur.” (L:130)

İNSANLARA DİNLETTİRMEK VE HİDAYET VERMEK
CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİDİR !!!

23- “Evet, insanın elindeki cüz-ü ihtiyarî ile işledikleri ef’allerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ, kardeşlerimizden bir kısım zatlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki, üstad-ı mutlak, muktedâ-yı küll, rehber-i ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” (Nur Sûresi, 24:54.) olan ferman-ı İlâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ve gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” (Kasas Sûresi, 28:56.) sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir; Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı.
Öyleyse, işte ey kardeşlerim! Siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı bina etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.” (L:131)

HÜSN-Ü KABUL, HÜSN-Ü TESİR VE TEVECCÜH-Ü NASI KAZANMAK NOKTALARI CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİDİR !!!

24- “İşte bu müdhiş marazın merhemi, ilâcı ihlâstır. Yâni hakperestliği nefisperestliğe tercih etmekle ve hakkın hatırı, nefsin ve enâniyetin hatırına galib gelmekle اِنْاَجْرِىَاِلاَّعَلَىاللّهِ sırrına mazhar olup nâsdan gelen maddî ve mânevî ücretten istiğnâ etmekle وَمَاعَلَىالرَّسُولِاِلاَّالْبَلاَغُ sırrına mazhar olup hüsn-ü kabul ve hüsn-ü te’sir ve teveccüh-ü nâsı kazanmak noktalarının Cenab-ı Hakk’ın vazifesi ve ihsanı olduğunu ve kendi vazifesi olan tebliğde dahil olmadığını ve lâzım da olmadığını ve onunla mükellef olmadığını bilmekle ihlâsa muvaffak olur. Yoksa ihlâsı kaçırır.” (L:149)

KABUL ETTİRMEK, SENİN ETRAFINA HALKI TOPLAMAK ;
CENAB-I HAKKIN VAZİFESİDİR !!!

25- “Ey sevaba hırslı ve a'mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ' ile değildir. Belki hüner, rızâ-i İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla "Herkes beni dinlesin?" diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma.” (L:152)

KENDİ VAZİFEMİZİ DÜŞÜNMEK, CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİNE KARIŞMAMAKTIR !!!

26- “Tarik-ı hakta çalışan ve mücahede edenler yalnız kendi vazifesini düşünüp, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmamaları lazım geldiğini ve şiddet-i hırs yüzünden, vazife-i ubudiyet ve memuriyeti, amiriyet ve mabudiyetle iltibas edenlere karşı tefrik edip, haddini tecavüz eden insana makamını gösteren, herkese lüzumlu bir mes’eledir.” (L:393)

MUVAFFAK OLMAK, İNSANLARA KABUL ETTİRMEK;
CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİDİR !!!

27-“Emirdağında iken, Ankara'ya Nur hizmeti için gönderdiği bir talebesi, hâl-i âleme bakarak, "Bu insanlar ne zaman Nur hakikatlerini dinleyecek, kalın zulmet perdeleri nasıl yırtılacak, mânevî karanlıklar nasıl izale olacak?" diye ümitsizliğe düşer. Sonra birgün Emirdağına Üstadın yanına döndüğü zaman, o büyük Üstad der: "Vazifemiz hizmettir. Muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek, Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz. Sen orada, 'Bu insanlar ne zaman Risale-i Nur'u dinleyecekler?' diye ümitsizliğe düşme, merak etme. Kat'iyen bil ki, mele-i âlânın hadsiz sakinleri, bugün Risale-i Nur'u alkışlıyorlar. Onun için, hiç ehemmiyeti yok. Kıymet, kemiyette değil, keyfiyettedir. Bazan bir halis ve fedakâr talebe, bine mukabildir" diyerek ye'sini giderir.” (T:463)

RİSALE-İ NUR’UN MESLEĞİ, VAZİFESİ TEBLİĞDİR; KABUL ETTİRMEK CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİDİR !!!

28- “Mücahidlerin üstadı ve efelerin hakiki bir nasihi ve Risale-i Nur’un halis muhlis bir şakirdi olan Hasan atıf kardeşim! Senin uzun ve tesirli ve ehemmiyetli mektubun içindeki edibane, gayet ince hissiyatın ve sana mahsus latif tabiratın hoşuma gitti. Kardeşim, mübtedilerin ve hodfüruşların ve mülhidlerin ilişmelerinden teessüratın beni, senin hesabına müteessir etti. Evvelce size yazdığım mektup, inşaallah o teesüratı izale eder. Risale-i Nur’un mesleği ise; vazifesini yapar, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz, Vazifesi tebliğidir. Kabul ettirmek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir.” (K:259)

BİZ YAĞMUR DUASI VE NAMAZI İLE VAZİFEMİZİ YAPTIK,
YAĞMURU VERMEK CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİDİR

29- “Akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur. Yağmuru vermek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun vazifesine karışmayız.Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat asıl hakikî, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkânı değil; belki onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zât, onu besliyor, rızkını veriyor.” (E-1:32)

MUVAFFAK ETMEK YA DA ETMEMEK CENAB-I HAKK’IN VAZİFESİDİR

30- “Ben de Celaleddin-i Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir, muvaffak etmek ya da etmemek Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir” deyip ihlas ile hareket etmeyi Kur’an dan ders almışım.” (E-2:242)

GAFİL OLAN İNSAN, ALLAH’IN VAZİFESİYLE MEŞGUL OLUR !!!

31- “Gafil olan insan kendi vazifesini terk eder. Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet insan, gafletten dolayı iktidarı dahilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zaif kalbiyle rububiyet vazife-i sakilesinin altına girer, altında ezilir. İnsanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Amma gerek nefsine, gerek evlad ve taallukatına hayat malzemesini tedarik etmek Allah’ın vazifesidir.” (Ms:223)
 

akna

Well-known member
RİSALE-İ NUR MÜŞTERİLERİ ARAMAZ



“Risale-i Nur müşterileri aramaz; müşteriler O’nu aramalı yalvarmalı” (Em:223)


“Kıymetdar, kusursuz bir malın dükkancısı müşterilere yalvarmaya muhtaç değil. Müşterinin aklı varsa o yalvarsın.” (Barla:330)


“Risale-i Nur yalvarmaz, onlar yalvarmalı ve aramalı; ve kıymetini takdir edip müşteri olduktan sonra onların yardımını kabul eder.” (Em-1:109)


“Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasını tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu… Halbuki gönderilecek o mübarek merkezler, şimdilik Nurlara hakikî ihtiyacını değil, belki alem-i İslamın hayat-ı dîniyesine ait cihetlerinden düşünmeye mecbur olması… Hem Nur mesleğinde benlik ve gösteriş bir nevi şöhretperestlik merdud olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur Şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz gibi bu eserlerle meşhur mevkilere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş olması cihetiyle, kader-i İlahî, Nur Şakirtlerini tam ihlasın muhafazası için şimdilik müsaade etmiyor.” (Em-1:257)


“Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemmiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakiki ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.” (Em-2:170)
 

akna

Well-known member
KEMMİYETE DEĞİL, KEYFİYETE BAKMAK…


بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَبِهِ نَسْـتَعِينُ


KEYFİYET, Risale-i Nur’un mesleğinde sayıca çokluğa değil, belki a’zami ihlas, a’zami sadakat, a’zami tesanüd, a’zami fedakarlık, sünnete ittiba’ , takva, istiğna, iktisad, adalet, nezafet ve bunlarda sebat ve daha bunlar gibi yüksek vasıflara sahip olmak; ve bu evsafa sahip olanların tercih edilmesidir diyebiliriz. Bu KEYFİYET mevzuunun, Risale-i Nur’un meslek hayatında çok büyük bir ehemmiyeti vardır. Keyfiyet ve Kemiyet mevzuu ile alakalı parçalar aşağıda toplanmıştır. Bu derslere göre, yalnız ve yalnız Hazret-i Üstad’ı dinlemek ve başka kim olursa olsun, bu mevzuda kulak vermemek lazım gelmektedir.

KEMMİYET ve çokluk hırsı, ihlas hakikatine de zarar verir:
Kur’an-ı Kerim, Kemmiyetten daha çok, ihlas, sadakat ve fedakarlık gibi yüksek faziletlere sahip olmak demek olan Keyfiyeti esas alır. Nitekim Ayet (2:249)’da “Sayıca az, fakat keyfiyette yüksek olanların, kemiyetçe çok olanlara galibiyetlerinden” ve (9:25)’de “Kemiyete güvenme sebebiyle Huneyn’de mağlubiyet hadisesinden” ve (18:28) ‘de “Keyfiyeten yüksek olanlarla beraber olmaktan” ve (5:100)’de “Kötülerin çokluğuna ehemmiyet vermemekten” bahsedilmektedir. Ayrıca “Hak’tan ayrılmış olan ekseriyete ittiba’ etmemek” ve “Halk ekseriyetine uymayı gerektirmeyen hususu” da unutmamak lazımdır.

Yine Kur’an-ı Kerim’de (102:1) Ayette “Oyaladı o çokluk kuruntusu sizleri” buyrulmaktadır. “Biz çoğuz”, hayır “Biz çoğuz” diye yekdiğeri ile çokluk yarışı, çokluk gösterişi etmek, çokluk sevdası veya çokluk izharı ile kurumlanmak, tefahur eylemektir ki, ehl-i dünyanın umumiyetle kapılıp aldandığı bir gurur haletidir.

Bu itibarla, “her türlü çokluk ve çoğalma sevdası ve çokluğa dayanıp gururlanmak ve haklılığı çokluğa dayandırmak iddiası sizi Hak’tan, marifetullahtan, ihlas ve Rıza-yi İlahiyi gaye yapmak gibi faziletlerden oyalayıp men eder” diye derin ve külli manaları haber veren mezkur ayet, KEYFİYETİN esas alınmasını ve KEMMİYETİ de ayakta tutan ruhun KEYFİYET olduğunu ifade eder. Çokluğa güvenmek, bazen kader tarafından mağlubiyete sebep olur. Elbette, KEMMİYETLE KEYFİYETİN birleşmesi ahsendir. Bu da şimdiye kadar vukua gelmemiştir. Amma, Cennet’te KEMMİYETİN tamamı KEYFİYET sahibi olacağı şüphesizdir.


VAZİFEMİZ HİZMETTİR, KEMMİYETE DEĞİL, KEYFİYETE BAKARIZ !!!


1- “Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sâdıkın haber verdiği "Mânevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruhu canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz. Fakat biz Risale-i Nur şakirtleri ise, vazifemiz hizmettir; vazife-i İlahiyeye karışmamak ve hizmetimizi onun vazifesine bina etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla beraber, kemiyete değil, keyfiyete bakmak, hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden dehşetli esbap altındaRisale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhatı ve zındıkların ve dalâletlerin savletlerini kırması ve yüz binler biçarelerin imanlarını kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukabil yüzer ve binler hakikî mümin talebeleri yetiştirmesi, Muhbir-i Sâdıkın ihbarını aynen tasdik etmiş ve vukuatla ispat etmiş ve ediyor, inşaAllah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki, inşaAllah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sinesinden onu (risale-i nuru) çıkaramaz. Tâ ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani mehdî ve şakirtleri cenab-ı hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sümbüllenir.Bizler de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz” (K:107)


KEMMİYET İSE, KEYFİYETE NİSBETEN, EHEMMİYETİ AZDIR !!!


2- “Bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye en ehemmiyetli bir vazifedir; hem kemiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset alemleri ebedi, daimi, sabit hidemat-ı imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medar da olamaz. Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalade hüsn-ü zan ve müfritane âli makam vermek yerine, fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır. Onda terakki etmeliyiz.” (K:89)


KIYMET, KEMMİYETTE DEĞİL KEYFİYETTEDİR !!!


3- “Emirdağ'ında iken, Ankara'ya Nur hizmeti için gönderdiği bir talebesi, hâl-i âleme bakarak, "Bu insanlar ne zaman Nur hakîkatlerini dinleyecek? Kalın zulmet perdeleri nasıl yırtılacak? Mânevi karanlıklar nasıl izâle olacak?" diye ümitsizliğe düşer Sonra, birgün Emirdağ'ına Üstadın yanına döndüğü zaman, o büyük Üstad der:
"Vazifemiz hizmettir; muvaffak olmak, insanlara kabul ettirmek Cenâb-ı Hakkın vazifesidir Biz vazifemizi yapmakla mükellefiz Sen orada, 'Bu insanlar ne zaman Risale-i Nur'u dinleyecekler?' diye ümitsizliğe düşme, merak etme! Katiyen bil ki: Mele-i Âlânın hadsiz sakinleri, bugün Risâle-i Nur'u alkışlıyorlar Onun için, hiç ehemmiyeti yok Kıymet kemiyette değil, keyfiyettedir Bâzan bir halis ve fedakar talebe, bine mukabildir" diyerek, ye'sini giderir” (T:463)


BİR TALEBE YÜZ DOSTA MÜRECCAHTIR !!!


4- “Altı senedir Isparta’da ciddi talebelerin çıkmalarına muntazırdım, bekliyordum. El-minnetü lillah, şimdi sizin ile beraber birkaç tane çıkmaya başladı. Çünkü bir talebe, yüz dosta müreccahtır. Sözler namındaki envar- Kur’aniye ise, en mühim ibadet olan ibadet-i tefekküriye nev-indendir. Şu zamanda en mühim vazife, imana hizmettir. İman saadet-i ebediyenin anahtarıdır.” (B:328)


KEMMİYETE EHEMMİYET VERİLMEZ !!!


5- “ Hem kemiyete ehemmiyet verilmez. Sen o havalide bir tek Atıf’ı bulsan, yüzü bulmuş gibidir. Merak etme. Hem mümkün olduğu kadar hariçten gelen küçük ilişmelere ehemmiyet verme. Fakat ihtiyatla, bu atalet mevsimi ve gaflet zamanı ve derd-i maişet ibtilası zamanında, cüz-i bir iştigalde ehemmiyetlidir. Tevakkuf değil, muvaffakiyetsiz mağlubiyet yok! Risale-i Nur’un her tarafta galibane fütuhatı var.” (K:259)


EHEMMİYET KEYFİYETE BAKAR, KEMMİYETE BAKMAZ !!!


6- “Bir şerr-i cüz’i gelmemek için bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete münafidir. Çendan, şeytan yüzünden ekser insanlar dalâlete giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar kemiyete az bakar veya bakmaz. Nasıl ki, bin ve on çekirdeği bulunan bir zat, o çekirdekleri toprak altında bir muamele-i kimyeviyeye mazhar etse, ondan on tanesi ağaç olmuş, bini bozulmuş. O on ağaç olmuş çekirdeklerin o adama verdiği menfaat, elbette, bin bozulmuş çekirdeğin verdiği zararı hiçe indirir.Öyle de, nefis ve şeytanlara karşı mücahede ile, yıldızlar gibi nev-i insanı şereflendiren ve tenvir eden on insan-ı kâmil yüzünden o nev’e gelen menfaat ve şeref ve kıymet, elbette, haşarat nev’inden sayılacak derecede süflî ehl-i dalâletin küfre girmesiyle insan nev’ine vereceği zararı hiçe indirip göze göstermediği için, rahmet ve hikmet ve adalet‑i İlâhiye, şey­tanın vücuduna müsaade edip tasallutlarına meydan vermiş.” (L:71)


EHEMMİYET VE KIYMET, KEMMİYETE VE ADET ÇOKLUĞUNDA DEĞİL !!!


7- “Eykâfirlerin çokluklarından ve onların bazı hakaik-i imaniyenin inkârındaki ittifaklarından telâşa düşen ve itikadını bozan biçare insan! Bil ki, kıymet ve ehemmiyet, kemiyette ve adet çokluğunda değil. Çünkü, insan eğer insan olmazsa, şeytan bir hayvana inkılâp eder. İnsan, bazı frenkler ve frenkmeşrepler gibi ihtirâsât-ı hayvâniyede terakki ettikçe, daha şiddetli bir hayvâniyet mertebesini alır. Sen görüyorsun ki, hayvânâtın kemiyet ve adet itibarıyla hadsiz bir çokluğu varken, ona nisbeten insan gayet az iken, umum envâ-ı hayvânat üstünde sultan ve halife ve hâkim olmuştur. İşte muzır kafirler ve kafirlerin yolunda giden sefihler, Cenab-ı Hakkı’ın hayvanatından bir nevi habislerdir ki, Fatır-ı Hakim onları dünyanın imareti için halketmiştir. Mü’min ibadına ettiği nimetlerin derecelerini bildirmek için, onları bir vahid-i kıyasi yapıp, akıbetinde müstehak oldukları Cehennem’e teslim eder.” (L:120)


KEMMİYETİN EHEMMİYETİ, MEDAR-I NAZAR OLMAMALI !!!


8- “Cenâb-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır Kesret-i etba ile ve fazla muvaffakiyetle değildir Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazen verilir. Evet, Bazen birtek kelime sebeb-i necat ve medar-ı rıza olur. Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü Bazen birtek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur. Hem ihlas ve hakperestlik ise, Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadelerine tarafdar olmaktır. Yoksa “Benden ders alıp sevap kazandırsınlar” düşüncesi, nefsin ve enaniyetin bir hiesidir. Ey sevaba hırslı ve a'mâl-i uhreviyeye kanaatsiz insan! Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ' ile değildir. Belki hüner, rızâ-i İlâhîyi kazanmakladır. Sen neci oluyorsun ki, böyle hırsla "Herkes beni dinlesin?" diye, vazifeni unutup vazife-i İlâhiyeye karışıyorsun? Kabul ettirmek, senin etrafına halkı toplamak Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Vazifeni yap, Allah'ın vazifesine karışma.
Hem hak ve hakikati dinleyen ve söyleyene sevap kazandıranlar yalnız insanlar değildir. Cenâb-ı Hakkın zîşuur mahlûkları ve ruhanîleri ve melâikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. Madem çok sevap istersin; ihlâsı esas tut ve yalnız rıza-yı İlâhîyi düşün. Tâ ki senin ağzından çıkan mübarek kelimelerin havadaki efradları, ihlâs ile ve niyet-i sadıka ile hayatlansın, canlansın, hadsiz zîşuurun kulaklarına gidip onları nurlandırsın, sana da sevap kazandırsın. Çünkü, meselâ sen "Elhamdü lillâh" dedin. Bu kelâm, milyonlarla büyük küçük Elhamdü lillâh kelimeleri, havada izn-i İlâhî ile yazılır. Nakkaş-ı Hakîm abes ve israf yapmadığı için, o kesretli mübarek kelimeleri dinleyecek kadar hadsiz kulakları halk etmiş. Eğer ihlâs ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rızâ-i İlâhî ve ihlâs o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez. Sevap da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır.” (L:152)


HAZRET-İ PEYGAMBER, İNSANLARIN ÇEKİLMESİYLE VE DİNLEMEMESİYLE, DAHA ZİYADE GAYRET VE CİDDİYETLE TEBLİĞ ETMİŞ…


9- “Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor; dinlemedikleri vakit, zayıfların kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki üstâd-ı mutlak, muktedâ-i küll, rehber-i ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, olan fermân-ı İâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesi ile ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünkü, sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidâyet vermek, Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı. Öyle ise, işte ey kardeşlerim, siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı binâ etmekle karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.” (L:131)


YİRMİ SENE İSTANBUL HİZMETİNE MUKABİL,


BARLA’DA SEKİZ SENEDE YÜZ DEF’A FAZLA HİZMET EDİLDİ !!!


10- “Bu hizmetimizde bir parça ihlâs, bu dâvâyı ispat eder ve kendi kendine delil olur. Çünkü yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada sizinle yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Hâlbuki kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerim den yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizler­deki ihlâstan geldiğine kat’iyen şüphem kalmadı” (L:161)


KEMMİYETİN, KEYFİYETE NİSBETEN EHEMMİYETİ AZDIR !!!


11- “Madem bu zamanda her şeyin fevkinde hizmet-i imaniye bir kudsi vazifedir.Hem kemmiyet ise, keyfiyete nispeten ehemmiyeti azdır. Hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sabit hizmet-i imaniyeye nispeten ehemmiyetsizdir, mikyasolmaz. Risale-i Nur’un talimatı dairesinde ve bizlere bahşettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddimden fazla fevkalade hüsn-ü zan ile müfritane ali makam vermek yerine, fevkalade sadakat ve sebat ve müfritane irtibat ve ihlas lazımdır. Onda terakki etmeliyiz. Elhak, bunda tam terakki etmişsiniz.” (E-1:73)


KEMMİYET KEYFİYETE NİSBETEN EHEMMİYETSİZDİR !!!


12- “Hakikat-i ihlâs, benim için şan’ü şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor.Hizmet-i Nuriye’ye, gerçi büyük zarar olur fakat,kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlâs ile, herşeyin fevkinde hakaik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin fev kinde gördüklerinden,sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç ola bilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler.Bu mânâ için hizmetkârlığı,makamatlara tercih ediyorum.”(E-1:75)

VAZİFEMİZ, DÜNYANIN MUAZZAM MESAİLİNDEN DAHA BÜYÜKTÜR !!!


13- “Aziz kardeşlerim siz kat’i bilirsiniz ki: Risale-i Nur ve şakirdlerinin meşgul oldukları vazife, ruy-i zemindeki bütün muazzam mesaildendaha büyüktür. Onun için dünyevi merak-aver mes’elelere bakıp,vazife-i bakiyenizde fütur getirmeyiniz. Meyve’nin dördüncü mes’elesini çok defa okuyunuz, kuvve-i maneviyeniz kırılmasın.” (E-1:43)


DÜNYANIN EN BÜYÜK MES’ELESİ,
AHİRET MES’ELESİNİN EN KÜÇÜĞÜNE MUKABİL GELMİYOR…


14- “Onların en büyük mes’elesi ‘muvakkat olduğu için’, bizim mes’elemizin en küçüğüne ‘bekaya baktığı için’ mukabil gelmiyor. Madem onlar divanelikleriyle bizim muazzam mes’elelerimize tenezzül edip karışmıyorlar; biz, neden kudsi vazifemizin zararına onların küçük mes’elelerini merakla takip ediyoruz!” (E-1:44)


GENİŞ DAİREDE VAZİFE AZ OLMAKLA BERABER,
BÜYÜK VAZİFELERİ UNUTTURUR !!!

15- “’Dünya siyasetine karışmadığımın sebebi; o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoşgörür, şerik olur’ mealinde orada denilmiştir.” (E-1:56)


EHL-İ HAKİKAT, HAKİKAT VE MA’RİFETULLAH’I BULMAK İÇİN
KESRET DAİRELERİNİ UNUTMAYA ÇALIŞIYORLAR !!!


16- “Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakikî vazife-i insaniyeti ve âhireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir. Hususan böyle umumî ve mücadele suretindeki hâdiseler, kalbi de boğuyor. Güneş gibi bir iman lâzım ki, herşeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlâhî ve kudret-i Rabbâniyenin izini, eserini görsün, tâ o zulm-ü zulmette kalb boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın. Hattâ ehl-i hakikat, hakikat ve mârifetullahı bulmak için, kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar?tâ kalb dağılmasın ve lüzumlu ve kıymetli şeye sarf etmek lâzım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fâni şeylerde telef olmasın.” (E-1:57)


BİNLER ADAM NUR DAİRESİNE GİRİP HAKİKATLERİNİ NEŞRETESE DE,
SİYASETLİ CEMAATLERLE TEMASTAN MESLEĞİMİZİN ESASI OLAN İHLAS, BİZİ MEN EDİYOR !!!


17- “Sual: Neden,ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlarave bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alâka peydâ etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve şakirdlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan men ediyorsun?Hâlbukieğer temas etsenve alâkadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine girip, parlak hakikatlerini neredeceklerdihem bu kadar sebepsiz sıkıntılara hedef olmayacaktın.
Elcevap:Bu alâkasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin esası olan ihlâs bizi men ediyor. Çünkü bu gaflet zamanında, hususantarafgirâne mefkûreler sahibi, her şeyi kendi mesleğine âlet ederek,hattâdinini ve uhrevî harekâtınıda o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne getiriyor.Halbuki, hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-ı İlâhîden başka bir gayesi olamaz. Hâlbuki şimdiki cereyanların tarafgirâne çarpışmaları hengâmında bu sırr-ı ihlâsı muhafaza etmek, dinini dünyaya âlet etmemek müşkülleşmiş.En iyi çare, cereyanların kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlâhiyeye dayanmaktır.” (E-1:38)


KAİNATTA HİÇBİRŞEYE ALET OLMAMAK İÇİN, HARİCİ YARDIM KUVVETLERİNE RİSALE-İ NUR EHEMMİYET VERMİYOR, ARAMIYOR VE TABİİ OLMUYOR !!!


18- “Neden her kese muhalif olarak, hiç kimsenin yapmadığı gibi, sana yardım edecek çok ehemmiyetli kuvvetlere bakmıyorsun,is­tiğna gösteriyorsun? Ve her kes müştak ve talip olduğu ve Risale-i Nur’un intişarına, fütuhatına çok hizmet edeceğine o Risale-i Nur şakirdlerinin hasları müttefik oldukları ve senden kabul ettikleri büyük makamları kabul etmiyorsun, şiddetle çekiniyorsun?”
Elcevap: Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki, kâinatta hiçbirşeye âlet ve tâbi ve basamak olamaz ve hiçbir garaz ve maksat onu kirletemez ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlûp edemez bir tarzda iman hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri teraküm etmiş dalâletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onları arayıp tâbi olmuyor—tâ avâm-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı gayelerine basamak olmasın ve doğ­rudan doğruya hayat-ı bâkiye den başka hiçbir şeye âlet ol­madığından, fevkalâde kuvveti ve hakikatı, hücum eden şüpheleri ve tereddütleri izale eylesin.” (E-1:74)


BİN ADAMDAN BİRİ KABUL ETSE, SARSILMAMALI !!! BAZEN BİR ADAM, BİNE MUKABİL GELİYOR…


19- “Vazifemiz ihlas ile iman ve Kur'ana hizmet etmektir. Amma bizi muvaffak etmek ve halka kabul ettirmek ve muarızları kaçırmak
ise, o vazife-i İlahiyedir. Biz buna karışmayacağız. Mağlub da olsak, kuvve-i maneviyeye ve hizmetimize noksanlık vermeyecek. O noktada kanaat etmek lâzımdır. Meselâ: Bir zaman İslâm'ın büyük bir kahramanı Celaleddin-i Harzemşah'a demişler: "Cengiz'e karşı muzaffer olacaksın." O demiş: "Vazifemiz cihad etmektir. Bizi galib etmek vazife-i İlahiyedir. Ona karışmam."Sizin şimdiye kadar sarsılmadan hâlis hizmetinizin delaletiyle, siz de bu kahramana iktida etmişsiniz. Binden bir-iki adam sizden kabul etse, yine sarsılmamak gerektir. Bazan bir-iki adam, bine mukabil geliyor.” (E-2:55)


NURCULAR KEMMİYETE EHEMMİYET VERMİYORLAR !!!


20- “Nurcular, müşterilerive kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.“Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız. Onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar” diyorlar. Kemiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlâsı taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.” (E-2:170)


NUR, ZAHİREN KEMMİYETİN DAR CİHETİNE BAKMAZ !!! BİR MİLYON TALEBESİ BİR MİLYARA HÜKMÜNDEDİR !!!


21- “İşte Nur’un zahiren, kemmiyeten dar cihetine bakmayarak hakikat cihetinde keyfiyeten geniş ve fevkalade menfaatini hissetmesi suretiyle hem de siyaset nazarıyla bütün memleket-i Osmaniyede olacak gibi ifade etmiş. O büyük veli, onun dar daireyi geniş tasavvurundan ona itiraz etmiş. Hem o zat haklı, hem hem Eski Said bir derece haklıdır.
Çünki Risale-i Nur imanı kurtarması cihetiyle o dar dairesi madem hayat-ı bâkiye ve ebediyeyi imanla kurtarıyor. Bir milyon talebesi, bir milyar hükmündedir.
.
.
.
.
.
.

KEMMİYETİN, KEYFİYETE NİSBETEN EHEMMİYETİ YOK !!!


25- “Eğer sual etseniz ki: Bi'set-i enbiya ile beraber şeytanların vücudundan ekser insanlar kâfir oluyor, küfre gidiyor, zarar görüyor. "El-hükmü lil-ekser" kaidesince, ekser ondan şer görse, o vakit halk-ı şer şerdir, hattâ bi'set-i enbiya dahi rahmet değil denilebilir?
Elcevap: Kemmiyetin, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti yok. Asıl ekseriyet, keyfiyete bakar. Meselâ: Yüz hurma çekirdeği bulunsa, toprak altına konup su verilmezse ve muamele-i kimyeviye görmezse ve bir mücahede-i hayatiyeye mazhar olmazsa, yüz para kıymetinde yüz çekirdek olur. Fakat su verildiği ve mücahede-i hayatiyeye maruz kaldığı vakit, sû'-i mizacından sekseni bozulsa, yirmisi meyvedar yirmi hurma ağacı olsa, diyebilir misin ki "Suyu vermek şer oldu, ekserisini bozdu"? Elbette diyemezsin. Çünki o yirmi, yirmi bin hükmüne geçti. Sekseni kaybeden, yirmi bini kazanan, zarar etmez; şer olmaz. Hem meselâ: Tavus kuşunun yüz yumurtası bulunsa, yumurta itibariyle beşyüz kuruş eder. Fakat o yüz yumurta üstünde tavus oturtulsa, sekseni bozulsa; yirmisi, yirmi tavus kuşu olsa, denilebilir mi ki: "Çok zarar oldu, bu muamele şer oldu, bu kuluçkaya kapanmak çirkin oldu, şer oldu"? Hayır öyle değil, belki hayırdır. Çünki o tavus milleti ve o yumurta taifesi, dörtyüz kuruş fiatında bulunan seksen yumurtayı kaybedip, seksen lira kıymetinde yirmi tavus kuşu kazandı.” (M:44)


HAYVANAT-I MUZIRRA NEV’İNDEN OLAN KÜFFAR,
KEMMİYETÇE KESRETLİ, KEYFİYETÇE EHEMMİYETSİZDİR…


26- “İşte nev'-i beşer bi'set-i enbiya ile, sırr-ı teklif ile, mücahede ile, şeytanlarla muharebe ile kazandıkları yüzbinlerle enbiya ve milyonlarla evliya ve milyarlarla asfiya gibi âlem-i insaniyetin güneşleri, ayları ve yıldızları mukabilinde; kemmiyetçe kesretli, keyfiyetçe ehemmiyetsiz hayvanat-ı muzırra nev'inden olan küffarı ve münafıkları kaybetti.” (M:44)


HASENAT VE SEYYİAT MÜVAZENESİ DE,
KEMMİYETE BAKMAZ, KEYFİYETE BAKAR


27- “Cenab-ı Hak ahirette muhasebe-i a’mal düsturuyla, adalet-i Rabbaniyesini, hasenat ve seyyiatın muvazenesiyle gösteriyor. Yani hasenat racih ve ağır gelse, mükafatlandırır, kabul eder; seyyiat ağır gelse cezalandırır, reddeder. Hasenat ve seyyiatın muvazenesi, kemiyete bakmaz, keyfiyete bakar. Bazı olur, bir tek hasene bin seyyiata tereccuh eder, affettirir.” (M:445)


İŞ, VAHDETTEN KESRETE GEÇSE,
KEMMİYET CİHETİYLE KÜLFET ZİYADELEŞİR…


28- “Demek kesret ve taaddüd-ü merkez, her semere için, kemmiyetçe bütün ağaç kadar külfet ve masraf ve cihazat ister. Fark yalnız keyfiyetçedir.
Nasılki birtek nefere lâzım teçhizat-ı askeriyeyi yapmak için, orduya lâzım bütün fabrikalar kadar fabrikalar lâzımdır. Demek iş, vahdetten kesrete geçse, efrad adedince -kemmiyet cihetiyle- külfet ziyadeleşir. İşte, her nevide bilmüşahede görünen sühulet-i fevkalâde, elbette vahdetten, tevhidden gelen bir yüsr ve sühûletin eseridir.” (S:305)


ULEMA AZALDI, KEMMİYET KEYFİYETİ …


29- “Bir zâtı gördüm ki yeis ile müptelâ, bedbinlikle hasta idi. Dedi: Ulemâ azaldı, kemiyet keyfiyeti. Korkarız, dinimiz sönecek de bir zaman. Dedim: Nasıl kainat söndürülmezse, iman-ı islami’de sönemez. Öylede zeminin yüzünde çakılmış mismarlar hükmünde her an olan İslami şeair, dini minarat, İlahi maabid, şer-i maalim itfa olmazsa İslamiyet parlayacak an be-an!...” (S:730)


AZ OLDUĞUMUZA ÜZÜLMEYECEĞİZ ;
ÇÜNKÜ KEYFİYETEN AZ DEĞİLİZ !!!


30- “Az olduğumuza üzülmeyeceğiz ! Çünki, keyfiyeten az değiliz. Kainat kuruldu kurulalı bu, böyledir. Cemadat fazla ise de, nebatat azdır. Nebatat fazla, hayvanat az; hayvanat fazla, insanlar az; kafirler fazla, Müslümanlar az; Amiler fazla, veliler az; veliler fazla, asfiyalar az; asfiyalar fazla, enbiyalar azdır.” (Ceylan Merhumun Notlarından)


BİZLER GAYET AZ OLDUĞUMUZ HALDE, HİZMET-İ KUR’ANİYE OMUZUMUZA KONULMUŞ !!!


31- “Madem bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid'alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur'âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş. Elbette, herkesten ziyade, bütün kuvvetimizle ihlâsı kazanmaya mecbur ve mükellefiz. Ve ihlâsın sırrını kendimizde yerleştirmek için gayet derecede muhtacız.” (Lem:159)


BİN DERECE FAZLA YARDIMCILARIM VARKEN, BURADA BEN YALNIZ İKEN, YÜZ DERECE ESKİ HİZMETTEN FAZLA EDİLDİ !


32- “Yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul'da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada, yedi sekiz senede yüz derece fazla edildi. Halbuki, kendi memleketimde ve İstanbul'da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine katiyen şüphem kalmadı.” (Lem:161)
 

akna

Well-known member
SADAKAT

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ


Sadakat hasleti, ehemmiyetine binaen Birinci Düsturumuz olan İhlsa’tan sonra gelir. Üstadımızın “O zat” dediği mühim vazifedarın dayandığı kuvvetli vasıflarında da ihlastan sonra sadakat ve sonra tesanüd sıfatlarını sayarak bunlara tam sahip olanların az ve bir kısım oldukları halde, bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayıldıklarını söylemektedir.


Sadakati tarif ederken şöyle söyleyebiliriz: “Bir ameli, Allah (cc) emrettiği için yapmak İHLAS, emredildiği gibi yapmak ise SADAKAT’tir.” Kişinin bağlandığı şeye ciddi ve kalbi samimiyetle bağlılığı sadakatin manevi cihetidir. Bu bağlılığın fiili tezahürü ise, bağlandığı şeyin icablarını, harfiyen ve tasarruf etmeden ifa etmek ve fiilen de sadakatini ispat etmektir. Birimiz, özrü olmadığı halde yapmıyor veya emredilen şekle, kendi anlayışımızla yeni tarzlar ihdas ederek tasarruf ediyorsak, o zaman sadakati zedelemiş veya terketmiş ve arzumuza uymuş oluruz. Bu zamanda Sahabeler gibi, sadakatimizi fiilen, dünya lezzetlerini de feda ederek mücahedemizle ispat etmek lüzumu vardır.

Bu mukaddemeden sonra Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatındaki SADAKAT ile alakalı parçaları arzediyoruz:


RİSALE-İ NUR’UN KAZANDIRDIĞI, İMAN-I TAHKİKİ VE İŞTİRAK-İ AMAL CİHETİNDE KÜLLİ DUAYA DAHİL OLMAKLA EHL-İ NECAT OLMAK GİBİ ÇOK BÜYÜK NETİCELERE KARŞI; SADAKAT, SEBAT VE İHLAS’TA DEVAM ETMEK GEREKTİR …


1- “Aziz, sıddık kardeşlerim! Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatini çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zahiri sebebi olan Risale-i Nur’un o zahmet çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkiki ve iman-ı tahkiki ile hüsn-ü hatime ve şirket-i maneviye ile yüzer adam kadar a’mal-i saliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiyatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkarlıktır. Onun için pişman olmak ve vaz geçmek, büyük bir hasarattır.” (Ş:316)


HAZRETİ ÜSTAD’IN DUASINA MAZHAR OLMAK İÇİN
İMAN VE SADAKAT ŞARTTIR !!!


2- “Aziz kardeşlerim! İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisâta karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i a’mâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle, herbirinin a’mâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade “Risale-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedar ediyorum.” (K:149)


HER BİR HAKİKİ, SADIK VE SEBATKAR ŞAKİRD, AMELCE BİNLER ADAM HÜKMÜNE GELİR…


3- “Hem, iştirak-i a’mâl-i uhreviye düsturuyla, herbir şakirdine, herbir günde binler hâlis lisanlarla edilen makbul duaları ve binler ehl-i salâhatin işledikleri a’mâl-i salihanın misil sevaplarını kazandırıp, herbir hakikî sadık ve sebatkâr şakirdini amelce binler adam hükmüne getirdiğini... kerametkârâne ve takdirkârâne İmam-ı Ali Radıyallahü Anhın üç ihbarı ve keramet-i gaybiye-i Gavs ı Âzamdaki (k.s.) tahsinkârâne ve teşvikkârâne beşareti ve Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın kuvvetli işaretiyle o hâlis şakirtler, ehl-i saadet ve ashab-ı Cennet olacaklarına müjdesi pek kat’î ispat ederler. Elbette böyle bir kazanç, öyle bir fiyat ister.” (K:122)


SADAKATİ VE İRTİBATI VE HİZMETİ DEĞİŞTİRMEMEK LAZIMDIR !!!


4- “Kardeşlerim! Herhalde bu kadar sıkıntı ve zararı çeken zaîf bir kısım aile sahibleri, bir derece Risâle-i Nur'dan ve bizden çekinmek, belki vazgeçmek için bir mazeret olabilir zannıyla, tahliyeden sonra değişmek ihtimaline binaen derim: Bu derece kıymetdar bir mala bu maddî ve manevî fiat veren ve bu azabı çeken, o maldan vazgeçmek büyük bir hasarettir. Hem her birisi, Risâle-i Nur'un eczalarını ve alâkadarlarını ve bizi muhafaza ve yardım ve hizmeti birden bıraksa; hem ona, hem bizlere lüzumsuz bir zarardır. Onun için; ihtiyatla beraber, sadakatı ve irtibatı ve hizmeti değiştirmemek lâzımdır.” (Ş:342)


ISPARTA KAHRAMANLARI’NIN GÖSTERDİKLRERİ HİDEMAT-I NURİYENİN ESASI HARİKA SADAKATLARİ VE FEVKALADE METANETLERİDİR !!!


5- “Cesurca, fakat kalemsiz iki adam, Risale-i Nur dairesine biri birisini getirdi. Onlara dedim ki: "Bu dairenin verdiği büyük neticelere mukabil, sarsılmaz bir sadakat ve kırılmaz bir metanet ister. Isparta kahramanlarının gösterdikleri harikalar ve cihan-pesendâne hidemât-ı Nuriyenin esası, harika sadakatleri ve fevkalade metanetleridir. Bu metanetin birinci sebebi, kuvvet-i imaniye ve ihlas hasletidir. İkinci sebebi, cesaret-i fıtriyedir."Onlara dedim: "Sizler cesaretle ve efelikle tanınmışsınız ve dünyaya ait ehemmiyesiz şeyler için fedakarlık gösterirsiniz. Elbette Risale-i Nur'un kudsi hizmetinde ve cihana değer uhrevî neticelerine mukabil,merdâne vefedakarâne cesaret ve metanet gösterip sadakatinizi muhafaza edersiniz" dedim. Onlar da tam kabul ettiler.” (K:144)


HAKİKİ SADIK ŞAKİRD, KIRK BİN LİSAN İLE TESBİH EDEBİLİR !!!


6- “….Sadakat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.
…..Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan, haberimiz yokken takarrur ve tahakkuk eden şirket-i maneviye-i uhreviye cihetiyle her bir hakiki sadık şakirdi, binler diller ile, kalbler ile dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melaike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir.” (K:263)


KALEMLE NURLARA HİZMET VE SADAKATLE TALEBE OLMANIN İKİ MÜHİM NETİCESİ VARDIR :


7- “1: Ayat-ı Kur’aniyenin işaretiyle, imanla kabre girmektir.
2: Bütün şakirdlerin manevi kazançlarına, Nur dairesindeki şirket-i maneviye sırrıyla, umum onların hasenatlarına hissedar olmaktır.” (E-1:191)


BAZI ENDİŞELER SEBEBİYLE ÇEKİNMEK SADAKATE MUHALİFTİR…


8- “Aziz, Sıddık ve Sadık Kardeşlerim!
Ben birkaç gündür bir duamı değiştirdim. Şimdiye kadar bazan yüz defa tekrar ile وَاغْفِرْلَنَا veya وَفِّقْ gibi dualarda طَلَبَةَرَسَائِلِالنُّورِالصَّادِقِينَ cümlesinden الصَّادِقِينَ kelimesini kaldırdım; tâ ki ruhsatla amele kendini mecbur bilen ve sıkıntının verdiği evham ve me'yusiyet cihetiyle zâhirî inkâr ve çekinmekle azimet ve sadakata muhalif hareket eden kardeşlerimiz o dualardan mahrum kalmasınlar.


RİSALE-İ NUR’UN TALİMATI DAİRESİNDE HİZMETE KANAAT EDİLMELİDİR !!!


9- “Hem madem bu zamanda, herşeyin fevkinde hizmet-i îmaniye bir kudsî vazifedir; hem kemmiyet, keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır; hem muvakkat ve mütehavvil siyaset daireleri ebedî, daimî, sâbit hizmet-i îmaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz. Risale-i Nur'un, talimatı dairesinde bize bahş ettiği feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalâde hüsn-ü zan ile müfritâne âlî makamlar vermek yerine, fevkalâde sadakat ve sebat ve müfritâne irtibat ve ihlas lâzımdır; onda terakkì etmeliyiz.” (K:89)


SADAKAT KAYBOLMUŞKEN, FEVKALADE SADAKAT VE HAMİYET-İ İSLAMİYE LAZIMDIR…


10- “Hem yirmi seneden beri tahribkarane eşedd-i zulüm altında o derece ahlak bozulmuş ve metanet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan belki de yirmiden birisine itimad edilmez. Bu acib halata karşı, çok fevkalade sebat ve metanet ve sadakat ve hamiyet-i İslamiye lazımdır, yoksa akim kalır ve zarar verir.” (K:90)


KENDİNİ KURTARANLAR RİSALE-İ NUR’UN DAİRESİNE SADAKATLA GİRENLERDİR !!!


11- “Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selamet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakiki ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır. Bunların içinde en ziyade kendini kurtaranlar, Risale-i Nur’un dairesine sadakatle girenlerdir.” (K:123)


SADAKAT İÇİN; NİYETİM İYİ VE KALBİM TEMİZDİR DEMEK KAFİ DEĞİLDİR, NİYET-İ HALİSE İLE BERABER MESLEK-İ NURİYE’YE FİİLEN TEBAİYYET LAZIMDIR !!!


12- O bîçareler, "Kalbimiz Üstad ile beraberdir" fikriyle kendilerini tehlikesiz zannederler. Hâlbuki ehl-i ilhadın cereyanına kuvvet veren ve propagandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal edilmek tehlikesi bulunan bir adamın, "Kalbim safidir. Üstadımın mesleğine sadıktır." demesi, bu misale benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona "Namazın bozuldu" denildiği vakit, o diyor: "Neden namazım bozulsun, kalbim safidir.” (M:412)


KIYAMETE KADAR DEVAM EDECEK OLAN İMAN HİZMETİNİN İSTİNAD NOKTASI: İHLAS, SADAKAT VE TESANÜD SIFATLARINA TAM SAHİP OLAN AZ BİR KISIM ŞAKİRDLERDİR !!!


13- “O zat, o taifenin uzun tedkikatı ile yazdıkları eseri kendine hazır bir program yapacak, onun ile o birinci vazifeyi tam yapmış olacak. Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirdlerdir. Ne kadar da azda olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.” (E-1:266)


MUVAFFAKİYET VE FÜTUHAT, TAM İHLAS VE HAKİKİ SADAKAT VE SARSILMAZ TESANÜD VESİLESİYLE İHSAN EDİLİR !!!


14- “Size bütün ruh-u canımızla müjde veriyoruz ki: nurculardaki tam ihlas ve hakiki sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatr-u haleye gelmeyen Nurun fütuhatları oluyor.” (Nur alemi:26)


ŞAHSİ KUSURLARA BAKIP DAVA ARKADAŞINA KARŞI ALAKAYI KESMEK SADAKATE ZITTIR !!!


15- “Asıl hüner,kardeşini fena gördüğü vakit onu terketmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatın şe'nidir.Münafıklar, böyle vaziyetlerde kardeşlerin tesanüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler: "İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar; âdi, âciz insanlardır." Her ne ise, musibette gerçi çok zararımız var, fakat umum alem-i İslam’ı alakadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından pek çok ucuz olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hadiseler, ya siyaset-i diniye veya başka sebepler ile umum alem-i İslam namına olamadılar” (Ş:319)


RİSALE-İ NUR ŞAKİRDLERİNDE FEVKALADE BİR SADAKAT VE SEBAT VE UHUVVET VE KAHRAMANLIK VAR …


16- “Kardeşlerim, sizde vuku bulan küçücük kusurları çok i’zâm etmeyiniz. Yalnız ben değil, belki zannediyorum ki, hakikate muttali olan herkes tasdik eder ki, Isparta ve havalisindeki Risâle-i Nur şakirtlerinde fevkalâde bir sadakat ve sebat ve uhuvvet ve ihlâs ve kahramanlık var ki, bu acip zamanda binler esbab-ı fesat ve ifsat içinde vahdetlerini ve ittifaklarını ve hizmette ciddiyetlerini muhafaza ediyorlar. Bu kadar fırtınalı hadiseler içinde, Risale-i Nur’u muattal bırakmadınız, söndürmediniz; belki öyle parlattırdınız ki bizide ışıklandırıp gayrete getirdiniz. Ve bilhassa bahar mevsiminde, umumi gaflette ve derd-i maişetin verdiği dehşetli bela içinde böyle kemal-i şevk ve gayretle Risale-i Nur’a çalışmak, hakikaten bir inayet-i İlahiye’dir. Sizleri bütün ruhumuzla tebrik ediyoruz. Ve kalemlerini bizim hesabımıza çalıştırmaya karar veren altı müttehid kahraman, bir ruh altı cesed ve altı yeni Said yerinde ve yirmibir kardeşimi yirmibir Abdurrahman ve Abdülmecid yerinde kabul ediyorum. Cenab-ı Hak o kalemlerin siyah nur olan mürekkeplerini hadis-i sahihin nassıyla, her bir dirhemini yüz dirhem şehit kanı kıymetinde yevm, haşir ve mizanda defter-i hasenatlarına ilave eylesin, amin.” (K:243)


ÜSTADIMIZ DİYOR Kİ: RİSALE-İ NURA SADAKAT VE SEBATLA ÇALIŞMALARINI TAVSİYE EDERİM !!!


17- “Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, eza ve cefalara maruz kaldılar. Ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helal etmelerini isterim. Çünkü onlar, bilmeyerek kader-i ilahinin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek bizim davamıza, hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risâle-i Nura sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.” (E-2:81)


HERŞEY RİSALE-İ NUR’UN ALEYHİNE DÖNSE BİZİM SADAKATİMİZİ VE ALAKAMIZI SARSMAYACAK !!!


18- “Risale-i Nur’un menbaı, madeni, esası da Kur’andır. Yirmi senedir emsalsiz tedkikat ve takibatla beraber, kıymetini ve galebesini en muannid düşmanına da ispat etmiştir. Onun tercümanı ve bir hizmetkarı olan Said ne halde olursa olsun,hatta Said’de –El’iyazübillah- Risale-i Nur’un aleyhine dönse, bizim sadakatimiz ve alakamızı inşaallah sarsmayacak.” (E-1:125)


ÜSRADIMIZ BİZDEKİ SADAKATİ GÖRDÜKTEN SONRA DÜNYADAN VEDAYA HAZIRIM DİYOR …


19- “Ben, hizmet-i Kur’aniyedeki tam sadakat ve gayret ve sebat ve menfaatinizi gördükten sonra tam bir istirahat-i kalb ile mevti ve eceli kabul eder, “Arkamda siz varsınız, yeter” diyerek dünyadan sürurla vedaya hazırım.” (K:32)
“Kardeşimiz Hasan Atıf, hakikaten Risale-i Nur’un hizmetine pek çok layık müstaiddir. Müstesna hattıyla beraber ihlası, irtibatı, alakadarlığı, ciddiyeti, sadakati dahi mükemmeldir.” (K:128)


ŞİRKET-İ MANEVİYE-İ NURİYE’DEN İSTİFADE İÇİN SADAKAT ŞARTİYETİ VARDIR !!!


20- “Hayat-ı içtimaiyedeki Risaletü’n-Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirtleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’âniyeyi ve beşaret-i Aleviye ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dille nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:
Risaletü’n-Nur’un hakikî ve sadık şakirtlerinin mâbeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mâl-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve sâdık tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakirt, bir dille değil, belki kardeşleri adedince dillerle ibadet edip istiğfar eder. Bin taraftan hücum eden günahlara karşı binler dille mukabele eder. Bazı melaikenin kırkbin dil ile zikrettikleri gibi; halis, hakiki, müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleri ile ibadet eder, necata müstehak ve inşaallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvi ve külli ubudiyete sahip olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatte çalışmak gerektir.” (K:96)



BENİMLE GELEN, SADAKİTİNİ BOZMAZ İSE PİŞMAN OLMAZ !!!


21- “Benimle gelen pişman olmaz! Benimle gelen pişman olursa, ruz-i mahşerde sırtımın yükü olsun. An şart ki, bu davaya karşı, sebat ve sadakatini bozmasın.” Bediüzzaman (Son Şahitlerin Hatıralarından)


EN BÜYÜK KUVVETİMİZ TESANÜD, SEBAT VE SADAKATTİR SADAKAT VE TAM SEBAT ETMEK GEREKTİR


22- “Aziz, sıddık kardeşlerim. Şimdi muhtelif garazkar çok cereyanlar perde altında kendilerine taraftar bulmak ve muarızları çürütmek için, her çeşit desiseleri istimal ettiklerinden, Nur dairesindeki kardeşlerimize bir hakikati beyan etmek lazım geliyor. Ta ki kudsi hizmet-i Nuriye ve imaniyeye zarar gelmesin.
Birincisi: Risale-i Nur’a girmenin birinci vazifesi, tam sadakat ve tam sebat etmektir. Yoksa hem kendine zarar, hem binler hakiki mü’minler olan nurculara yardım lazım gelirken, fütur verir.
İkincisi: Yirbirinci Lem’a-i İhlas’ta ispat ve tafsil edildiği gibi, Nur şakirdleri birbirini tenkid etmemek ve itiraz etmemek, kusuru varsa da lütufkar bir tarzda hatıra getirmek ve mümkün olduğu kadar birbirine tam tesanüd ve ittifak ve kusura bakmamak, değil evhamla, şüphelerle itham etmek, belki gözüylede kabahatini görse ve kendine karşı adavetini bulsa, yine onun aleyhine ifazaya çalışmak gerektir. Yoksa, perde altında fırsat bekleyen münafıklar ve siyasi dinsizler ve bid’akar cereyanlar az bir gevşeklik mabeyninizde bulsa parmaklarını sokabilirler. Sizin tesanüdünüzü kırıp, ehemmiyetli zarar verebilirler. Çünkü, en büyük kuvvetimiz, tesanüd ve sebat ve sadakattir.
Bu ahirde Alevilik ve Vehhabilik cereyanları da birbiriyle çarpıştırılmış.
Elhasıl: Nurcu bir şakirdin iki vazife-i içtimaisi vardır:
Birincisi: İhlas… Hiçbir dünyevi menfaati, hizmetinde niyet etmemek, istemeden menfaat gelse Allah’a şükretmek… Hem sadakat ve tam sebat etmek gerektir.
İkincisi: Tam tesanüd ve kardeşlerini tenkid etmemek, kuvve-i maneviyelerini kırmamak ve hiçbir vecihle rekabet etmemek ve kusuru varsa örtmektir.” Said Nursi (Gayr-ı münteşir bir mektuptan)
 

nurul reþha

Well-known member
Allah ebeden razı olsun çok güzel paylaşım olmuş gönüllere ve ömürlere yerleştirmeyi nasib etsin Rabbim bazen üzülüyoruz o kadar çabaladık neden olmadı diye sanırım rızay-ı ilahi ve vazife-i ilahi noktalarında yanlışa düşüyoruz.Herkes kendi nefsine düşeni alıyor.Bu paylaşımlarda tekrar teşekkürler...
 

afsarad

Yeni Üye
Akna kardeş ;geriye kalan TESANÜD, İSTİĞNA ve TAKVA başlıklı düsturları da eklersen çok sevineceğim eşim hanımlar dershanesinden sprial ciltli bozuk bir fotokopi getirmiş eğer sen eklersen eşime jest yapmak istiyorum nette benim aradığımın aynısı harfi harfine sadece senin yazdıkların elimdeki fotokopiye uyuyor lütfen yardımcı olurmusun şimdiden çok teşekkür ederim.
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

Huseyni

Müdavim
Cevap: Re: Cevap: Risale-i Nur Düsturları

Bunlar belki işinize yarayabilir. Tesanüd hakkında böyle bir yazı bulamadım..

Risâle-i Nur´un meslek düsturlarından ince bir esas: İstiğna


Çağımızın en seçkin Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nur’un sunduğu nur mesleğine ait birçok düstur vardır. Bu düsturların en önde gelenleri; azami ihlâs, azami sadakat, azami fedakârlık, azamî takva, istiğna, enaniyetin terki, tesanüd, müsbet hareket, sünnete ittibâ, uhuvvet, şahs-ı mânevî, tefekkür, mahviyet, fena fi’l-ihvan, iştirak-i a’mâl-i uhreviye ve tevazu olarak göze çarpmaktadır.

Bu düsturlar veya prensipler, bu meslek erbabına yani nur talebelerinin hayatına hayat olma prensipleridir.


Zübeyir Gündüzalp ağabeyin riyâsetinde Risâle-i Nur Külliyatından derlenip nazarımıza sunulan “Hizmet Rehberi” ve “Siyasî Tesbitler, Beyânât ve Tenvirler” adlı eserlerin hedefi de bu düsturların kıyamete kadar makbuliyetini ortaya koymaktadır. Eski nüsha “Hizmet Rehberi”nin mukaddimesindeki şu ifadeler son derece dikkat çekicidir:


“Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin meslek ve meşrebine dâir, Kur’ân’dan ders aldığı çok muazzam bazı hakikatleri, hizmet-i imaniyede bulunan Nur şakirtleri için daima tazelenen bir dersimiz ve her vakit temessük edeceğimiz değişmez düsturumuz, maddî ve mânevî her türlü engeller karşısında muvaffakiyete, rıza-i İlâhiye isâl edici en ehemmiyetli rehberimiz mânâsıyla neşrediyoruz. Çünkü, Risâle-i Nur’un dairesi çok genişlemiş, çok muhtelif efkâr ve mizaç sahipleri, bu hizmet safında yer almışlardır. Elbette bütün efkâr, kanaat, meslek ve meşrebler üstünde ‘makam-ı sıddıkiyet’te yer tutmuş ve şahs-ı mânevî-i Âl-i Beyt’in mümessili olarak hizmet-i Kur’âniyenin başına geçmiş Üstad Bediüzzaman’ın azamî ihlâs, azamî sadakat ve azamî fedakârlık mânâsını ihtiva eden, gösteren ve işaret eden mesleğini nazara vermek lâzım gelmektedir. Tâ ki, hizmet-i nuriyede bulunacak Kur’ân şakirtleri kıyamete kadar bu düsturlar muvacehesinde hareket etsinler. Muvaffakiyetin ve Rıza-i İlâhiye nâiliyetin, ancak bu sûretle mümkün olacağına kat’î kanaat getirsinler. (...) evet bu zamanda, bu dehşetli ve cihanşümul hadiseler hengâmında Kur’ân şakirtleri cüz’î ve küllî, ferdî ve içtimâî bütün ders ve ikazlarını Risâle-i Nur’la tahsil edeceklerdir.Çünkü, Kur’ân’ın bu asra bakan vechesini ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtüvesselâm’ın bu zamandaki vezaif-i diniye tavrını küllî bir mânâ ile şimdi bu sûretle Risale-i Nur’la görmüş, anlamış bulunuyoruz.”


Biz bu yazıda, bu yüksek düsturlardan biri olan ‘istiğna’ düsturunu mercek altına almak istiyoruz. İstiğnanın sözlükteki karşılığı; Cenâb-ı Hak’tan başka kimsenin minneti altına girmemek, gönül tokluğu, elindekini kâfî bulmak, Cenâb-ı Hak’tan başkasına ihtiyacını arzetmeme, yüz çevirip bakmamak, çekinme, muhtaç olmayıp zengin olmak.1


Üstad Bediüzzaman Hazretleri, istiğnayı dinî hizmetin mânevî tesirinin temeli ve ruhu hükmünde görür. Çünkü, “Hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlâs kaçmasın. Hem kalben arzu edip muntazır kalmakla lisan-ı hâl ile dahi istenilmez, belki ummadığı bir halde verilir. Yoksa ihlâsı zedelenir.”2 O yüzden, bu düstur Hz. Üstad Bediüzzaman’ın ömrü boyunca vazgeçmediği ve hassasiyetle koruduğu kaidesi olmuştur. Buna dair Emirdağ Lâhikası’nda bir mektubunda, “Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkasının sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının ve şiddetli muhtaç olduğu halde hediyeleri mukabilsiz kabul etmediğinin ve Kürdistan âdeti talebelerin tayinatı ahalinin evlerinden verildiği ve zekâtla masrafları yapıldığı halde Said hiçbir vakit tayin almaya gitmediğinin ve zekâtı dahi bilerek almadığının bir hikmeti, şimdi kat’î kanaatimle şudur ki; ahir ömrümde Risale-i Nur gibi sırf imani ve uhrevi bir hizmet-i kudsiyeyi dünyaya âlet etmemek ve menafi-i şahsiyeye vesile yapmamak için o makbul âdete ve o zararsız seciyeye karşı bana bir nefret ve bir kaçınmak ve şiddet-i fakr ve zarureti kabul edip elini insanlara açmamak hâleti verilmiştiki, Risale-i Nur’un hakiki bir kuvveti olan hakiki ihlâs kırılmasın. Ve bunda bir işaret-i mânevî hissediyordum ki, gelecek zamanda maişet derdiyle ehl-i ilmin mağlubiyeti bu ihtiyaçtan gelecektir”3 ifadeleri bu düsturun ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermektedir.


İstiğna düsturu, Üstad Bediüzzaman’ı ve hakiki nur talebelerini sair İslâm âlimlerinden ve camialardan ve cemaatlerden farklı kılan en önemli unsurların başında gelmektedir. Üstadın Tarihçe-i Hayat’ında bir bahiste “Molla Said Van’da bulunduğu zamanlarda bazı hususlarda o havalinin ulemasına muhalif bulunuyordu. (aynı vaziyet, seksen senelik hayatında da devam etmiştir.) Bu hususlar şunlardır: 1- Kat’iyyen kimseden hediye olarak para almamak ve maaş bile kabul etmemek. Evet, hayatta hiçbir maddî mülkiyeti olmayıp, fakir ve kimsesiz ve daimi nefiy ve hapislerde çok sıkıntılı ve dehşetli musibetler içerisinde yaşadığı halde, kimseden para ve mukabelesiz hediye almadığı bilmüşahede görülmüştür.”4 Aynı eserin ‘önsöz’ünde, Ali Ulvi Kurucu ağabeyin ifadeleri de bu meseleye ışık tutmaktadır: “Üstadın, hayatı boyunca cemiyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir. Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvi ve ruhi bütün varlığı ile Rabbülâlemin’in bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı müddet-i hayatında bir itiyat (alışkanlık) değil, adeta bir mezhep, meşrep ve meslek olarak kabul etmiştir.”5


İstiğna düsturunun anlatıldığı Mektubat adlı eserin İkinci Mektub’unda; “Neşr-i hak için enbiyaya ittiba etmekle mükellefiz. Kur’an-ı Hakim’de, hakkı neşredenler ‘Benim mükafatım ancak Allah’a aittir’ (Yunus 72, Hud 29, Sebe 47) diyerek, insanlardan istiğna göstermişler. Sure-i Yasin’de, ‘Doğru yolda olan ve sizden bir ücret de istemeyen kimselere uyun’ (Yasin 21) cümlesi meselemiz hakkında çok manidardır”6 ifadeleri, istiğnanın başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, bütün peygamberlerin düsturu olduğunu gösteriyor. 19. Mektub’da Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtüvesselâmın hususiyetleri anlatılırken; “Hem öyle bir itminan ile, bir itimat ile davet eder, tebliğ eder ki, kimseden minnet almaz, hiçbir müşkülâta karşı telâş etmez. Tereddütsüz, kemal-i samimiyetle ve saffetle ve herkesten evvel kendisi amel edip kabul ederek, getirdiği ahkâmı ilân eder. Buna şahit ise, herkesçe, dost ve düşmanca malum olan meşhur zühdü ve istiğnası ve dünyanın fanî müzeyyenatına adem-i tenezzülüdür.”7


Zaten, Hazret-i Resûlullah Efendimiz (asm) “Âl-i Beyt, dini himaye ve maneviyâtta örnek ve rehber şahsiyetler oldukları ve ümmetin onlara itimat etmeleri gerektiği cihetle sadaka almaları yasaklanmıştır”8 (hadis-i şerif meâli) sözleriyle meseleyi teyid etmektedir. Bu itibarla, bu davaya, bu mesleğe gönül verenlerin de, bu düsturu unutmamaları ve hassasiyetle uygulamaları gerekmektedir. Çünkü, “Bu meslek bu zamanda Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkure halinde intikal etmiştir.”9 Hazret-i Üstad Barla Lâhikası’nda bir mektubunda, talebesi olan sıddık Süleyman hakkındaki “Bunun bu ahlâkı zatında vardı. Yanıma geldiği vakit, benim bir düstur-u hayatım olan istiğna ve insanların hediyelerini almamak kaidesi, onun aslî ahlâkına muvafık gelmiş”10 ifadeleri, Risale-i Nur’un hakiki şakirtlerinin bu düsturu ne kadar çok benimsediğini ortaya koymaktadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri hayatı müddetince kimseden karşılıksız hediye almamış, kendisine sunulan hediyelere de en az iki misli fiyat ödeyerek almıştır. Hayatı süresince yapılan maddî teklifler son derece çok ve cazip olmuştur. Meselâ, Said Halim Paşa kendi yalısını Bediüzzaman’a hibe etmesine rağmen Üstad Hazretleri reddetmiştir. Daha sonra M.Kemal, ona susturucu ve reddedilemeyecek birçok maddî makam sunmuştu. Şeyh Sünusi yerine şark umumi vaizi olacak, milletvekili yapılacak, üçyüz lira maaşla birlikte, şahsına köşk tahsis edilecekti. Ama o, bütün bunları elinin tersiyle iterek, istiğna düsturunun manasının zirve noktasını göstermiştir.


Bir başka istiğna örneğini de sürgün olarak gittiği Emirdağ ilçesinde, devlet tarafından mobilyası içinde olarak kendisi için kiralanan evi reddetmesiyle göstermiştir. “Aziz, sıddık kardeşlerim, şimdi bir emr-i vaki karşısında bulunuyorum. Benim iâşem için hergün iki buçuk banknot, hem yeniden benim için bir hane-mobilyasıyla beraber ve istediğim tarzda-yaptırmak için emir gelmiş. Halbuki elli altmış senelik bir düstur-u hayatım bunu kabul etmemek iktiza eder. (...) eğer kabul etsem, yetmiş senelik hayatım gücenecek ve bu zamandan haber verip, tama ve maaş yüzünden bid’alâra giren ve ihlâsı kaybeden alimleri tokatlayan İmam-ı Ali (ra) dahi benden küsecek ihtimali var. Ve Risâle-i Nur’un hakiki ve safi olan ihlası, beni de ihlâssızlıkla ittiham etmek ciheti var. (...) ben reddettim.”11 Bu ifadelerden anlaşılması gereken bir cihet ise, imanın ve amel-i salihin ruhu ve esası olan ihlâsın, istiğnasız olamayacağıdır. Çünkü, ehl-i dalâletin ‘İlmi ve dinî her türlü menfaate âlet ediyorsunuz” gibi insafsız hücumlarına karşı, bunları fiilen tekzip etmek, yalanlamak için istiğna düsturunu uygulamaktan daha güzel amel olamaz. Ve çünkü, “En yüksek mertebe ise, ubudiyet-i Muhammediyedir ki, ‘mahbubiyet’ ünvanıyla tâbir edilir. Ubudiyetin sırr-ı esası olan niyaz, şükür, tazarru, huşu, acz, fakr, halktan istiğna cihetiyle o hakikatın kemâline mazhar olunur.”12 Bu yüzden, “Risâle-i Nur’un mesleği, sair tarikatlar, meslekler gibi mağlub olmayarak, belki galebe ederek pek çok muannidleri imana getirmesi, pek çok hadisâtın şehadetiyle, bu asırda bir mu’cize-i maneviye-i Kur’âniye olduğunu ispat eder. O dairenin haricinde, ekseriyetle, bu memlekette, bu hususi ve cüz’i ve yalnız şahsî hizmet veya mağlubane perde altında veya bid’alara müsamaha suretinde ve tevilât ile bir nevi tahrifat içinde hizmet-i diniye tam olamaz diye hadisat bize kanaat vermiş.”13


Sonuç olarak, istiğna ve sair düsturları benimsemek ve çok iyi bir mü’min olmak için, Resûl-i Ekrem Efendimiz Aleyhissalâtüvesselâmın nuranî meşrebini ve sahabe-i kiramın âlî seciyesini beyan eden bir nur ve feyiz hazinesi olan Risâle-i Nur ve onun müellifi olan Bediüzzaman Said Nursî’yi çok iyi anlamak gerekmektedir.



Dipnotlar:

1-Osm.-Türkçe Lügat Yeni Asya Neşriyat, 2-Lem’alar 373, 3-E.L.611, 4-T.H.78, 5-age.27, 6-Mek.28, 7-Mk.330, 8-İbn-i Sa’d Tabakat 9-T.H.28, 10-B.L.327, 11-E.L.60, 12-Mek.772, 13-E.L.122



Bediüzzaman ve Azami Takva


Risâle-i Nur’un meslek düsturlarının mühimlerinden biri takvadır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri Nur Mesleğinde, azamî ihlâs, azamî sadakat ve azamî fedakârlık yanında, takvanın da azamî seviyede olması gerektiğini belirtmektedir.


Çünkü “Risâleti’n-Nur gerçi umuma teşmil sûretiyle değil; fakat her halde hakikat-i İslâmiyenin içinde cereyan edip gelen esas-ı velâyet ve esas-ı takva ve esas-ı azimet ve esâsât-ı sünnet-i seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zarûretle, hadisatın fetvalarıyla onlar terk edilmez” 1 ifadeleriyle meselenin hassasiyeti üzerinde durmaktadır.


Takva, sözlük mânâsı olarak; bütün günahlardan kendini korumak, dinin yasak ettiğinden veya haram olduğundan şüphesi olan şeylerden çekinmektir. 2


Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan’da birçok âyetlerle takvaya işaret etmiştir. Meselâ; “Allah katında en şerefliniz, en ziyade takva sahibi olanınızdır.” 3 “O takva sahipleri, bollukta ve darlıkta bağışta bulunanlar, öfkelerini yutanlar ve insanların kusurlarını affedenlerdir” 4, “Akıbet takva sahiplerinindir.” 5 gibi âyetlerle takva sahipleri övülmüştür.


Üstad Bediüzzaman Hazretleri, imandan sonra esas tutulan takvayı, “menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek” 6 şeklinde tarif ederken, “Hilkat-i beşerdeki hikmetin takva olduğuna ve ibadetin de neticesi takva olduğunu ve takvanın da en büyük mertebe olduğuna işaret eden“ 7 “Kur’ân-ı Kerim, takvayı üç mertebesiyle zikretmiştir: Birincisi şirki terk, ikincisi maasiyi terk, üçüncüsü masivaullahı terk etmektir” 8 ve “Vicdanın anasır-ı erbaası olan ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye her birinin bir gayatü’l-gayatı var; iradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Lâtifenin müşahadetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder” 9 sözleriyle takvanın mahiyetini ve önemini belirtmiştir.


Bu durumda, imandan sonra esas tutulan takva, mü’min bir insanın, bilhassa bir Nur Talebesinin üzerinden çıkaramayacağı manevî bir zırhı olmalıdır. “Risâle-i Nur şakirtleri, bu zamanda en büyük vazifeleri, tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir.” 10 Çünkü “Arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir.” 11


Günümüzün yoğun günah atmosferi içerisinde mânen ağır yaralar almamamız ve ahiretimizi kurtarmamız gerekiyor. Çünkü “Madem, her dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede, yüzer günah insana karşı geliyor; elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amal-i salih işlenmiş hükmündedir” ve “Takva böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir tek içtinab, az bir amelle, yüzer günah terkiyle, yüzer vacib işlenmiş olur.” 12 Yani, günümüzün ağır şartları altında takvayı esas almakla, hem vacib seviyesinde amel-i salih işlemiş, hem de az bir amelle çok amel yapmış sevabı kazanmış olunacaktır. Böylesine büyük bir fırsat ve imkâna vesile olan takvaya dört elle sarılmak her akl-ı selimin gereğidir.


“Bu ahirzaman fitnesinde en dehşetli rolü oynayan, taife-i nisaiye ve onların fitnesi olduğu hadisin rivayetlerinden anlaşılıyor.” 13 Ve bu cazibedar fitne çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebâir ile yaralıyorlar. Günahların daha çok göze hitap ettiği ve gözden girdiği günümüzde, göze hâkim olmak yani, harama bakmamak son derece büyük manevî bir cihaddır. Zira “gözü, gözün yaratıcısı olan Rabbimizin izni ve rızası haricinde kullanmak, mânen gözü kör etmek demektir.” 14


“Nasıl ki, merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder; öyle de, ölmüş kadınların sûretlerine veyahut sağ kadınların küçük cenazeleri hükmünde olan sûretlerine hevesperverâne bakmak, derinden derine, hissiyat-ı ulviye-i insaniyeyi sarsar, tahrib eder.” 15 “Şu medeni beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azimdir; hem müthiştir tesiri.” 16


Üstad Bediüzzaman Hazretleri, hayatı müddetince azamî takvayı esas almıştır. Bilhassa gençlik yıllarında ve İstanbul’da kaldığı dönemlerde bir kez bile harama nazar etmemiştir. Hatta bir gün, İstanbul’da Kâğıthane şenliği kutlamaları sırasında, köprüden Kâğıthane’ye kadar Haliçten, binlerce açık saçık Rum, Ermeni ve İstanbullu kadın ve kızların arasından geçtiği halde, hiç bakmamıştır. “Senin bu hâline hayret ettik, hiç bakmadın!” dediklerinde; “Lüzumsuz, geçici, günahlı zevklerin akıbeti elemler, teessüfler olmasından istemiyorum” diye cevap vermiştir. 17 Bir başka cevabında da; “İlmin izzetini muhafaza etmek beni baktırmıyor” 18 şeklinde olmuştur.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri, ilk talebelerinden Molla Hamid Ekinci’ye, “Nasıl küçük bir ateş ormana yayıldığında yavaş yavaş o ormanı yakar mahveder, bitirir. Nazara tenezzül edip harama bakan bir mü’min, amelini gün be gün yer, mahveder. Sonra korkarım ki o adamın akıbeti elim ola!” demiştir.


Mustafa Sungur Ağabeyin nakline göre, yıllar sonra bir gün bir münasebetle şöyle der: “Kardeşlerim! Ben, gençliğimde İstanbul’da on sene kaldığım zamanlarda hiçbir kadına bakmadım, bakamadım. Çünkü bana âlem-i misâl açılmıştı.”19 Gerçekten de Hazret-i Üstadın takdire şayan ve harikulade izzetli ve iffetli duruşu ve takvada herkesten ileri oluşu dikkat çekicidir.


Üstad Bediüzzaman, bütün İslâm mücâhidlerine ve umum Müslümanlara bir örnektir. Yani, cihad ile ubudiyet ve takvayı beraber yapıyor, birini yapıp, diğerini ihmal etmiyor. Ubudiyet, zühd ve takvada da bir istisna teşkil eden tarihî bir İslâm fedaîsi ve Kur’ân-ı Hakîmin muhlis bir hadimi payesine yükselmiştir.


“Cihadın en faziletlisi, kişinin kendi nefis ve hevasına karşı mücahede etmesidir” 20 hadis-i şerifine dayanarak Zübeyir Ağabeyin ifadesiyle, “Her Nur Talebesi takvası, şefkati ve duâsı ile manen yağmur gibi olmalıdır.” 21 “Takva sahibi oldukça, sözün müessiriyeti artar. Fakat takva azaldıkça lâfızlar kalpten çıkmaz, ıslatsa ıslatsa dili ıslatır, kalpten gelmez. Onun için manevî hayatın temiz ve tahir olması şarttır.” 22 Bu yüzden takva zırhını giymek ve onu esas almak gerekmektedir.


Takvayı esas almak yani; ”feraiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk eden ve günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücahede eden müttaki Müslüman”23 olmak ve “Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalp, göz, dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi cehennem kapılarını açacak çirkin surete çevirmemektir.” 24 Bunun ana başlığı ve özeti ise; “farzları yapan ve kebairi işlemeyen kurtulur” 25 ifadesidir.


Bu itibarla, “insanın Allah’a karşı ubudiyet, vazifesidir. Terk-i kebâir, takvasıdır. Nefis ve şeytanla uğraşması, cihadıdır.” 26 Veya “bu müthiş düşmanlarımıza karşı zırhımız, Kur’ân tezgâhında yapılan takvadır. Ve siperimiz, Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Sünnet-i Seniyyesidir. Ve silâhımız, istiâze ve istiğfar ve hıfz-ı İlâhiye ye ilticadır.” 27


Dipnotlar:

1- Kastamonu Lâhikası 77,
2- Osmanlıca-Türkçe Büyük Lügat 942,
3- Hucurat Sûresi 49,
4- Âl-i İmran 134,
5- A’raf Sûresi: 7:128,
6- Kastamonu Lâhikası 205,
7-İşarat-ül İ’caz 252,
8- A.g.e 72,
9- Hutbe-i Şamiye 141,
10- A.g.e. 206,
11- İşarat-ül İ’caz 414,
12- Kastamonu Lâhikası 206,
13- Gençlik Rehberi 20,
14- Lem’alar 335,
15- A.g.e. 664,
16- Sözler 1184,
17- Tarihçe-i Hayat 792,
18- A.g.e. 792,
19- Mufassal T. Hayat–A. Badıllı 420, B. Said Nursî Hayatı ve Dâvâsı M. Duman 95,
20- 33 Hadis, Dâvâ Adamı 1–101,
21- A.g.e. 86,
22- A.g.e. 89,
23- Sözler 43,
24- Sözler 52,
25- Kastamonu Lâhikası 205,
26- Mesnevî-i Nuriye 354,
27- Lem’alar, s. 211.


Ahmet Demirdöğmez

saidnursi.de

 
Son düzenleme:
Üst