Risale-i Nur Soru Cevap 15 : İkinci Lem'a (Beşinci Bölüm)

Ukbaa

Well-known member
Bismillahirrahmanirrahim

Kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Katılımlarınızı bekliyoruz. Buyrun sorularımıza beraber cevap bulalım...

[BILGI]

BEŞİNCİ NÜKTE

Üç Meseledir.

BİRİNCİ MESELE: Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir. 1

Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. 2 Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. 3 Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nev’i, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir. 4

Rivayette vardır ki, “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.” 5

Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm, münâcâtında, istirahat-i nefis için dua etmemiş. Belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mâni olduğu zaman, ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcatla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müştekiyâne bir surette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli. Madem Onun rububiyetine razıyız; o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ittihamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.

İKİNCİ MESELE: Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider. Bu hakikati ifade için bir vakit böyle demiştim:

Bırak ey biçare feryadı belâdan kıl tevekkül,
Zira feryat belâ ender hatâ ender belâdır bil.
Eğer belâ vereni buldunsa, safâ ender atâ ender belâdır bil.
Eğer bulmazsan, bütün dünya cefâ ender fenâ ender belâdır bil.
Cihan dolu belâ başında varken, ne bağırırsın küçük bir belâdan? Gel, tevekkül kıl.
Tevekkülle belâ yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.

Nasıl ki mübarezede müthiş bir hasma karşı gülmekle, adâvet musalâhaya, husumet şakaya döner, adâvet küçülür, mahvolur, 6 tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.

ÜÇÜNCÜ MESELE: Her zamanın bir hükmü var. 7 Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri—fakat musibet dine dokunmamak şartıyla—bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir. Çünkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.


Dipnot-1
bk. Tirmizî, Deavât: 79; Nesâi, es-Sünenü’l-Kübrâ: 6:106.
Dipnot-2
bk. Buhâri, Îman: 39, Büyû’: 2; Müslim, Müsâkât: 107; Ebu Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ: 1:11.
Dipnot-3
bk. Tirmizî, Tefsîr-u Sûre: 4:24; Müsned, 2:303, 335, 402.
Dipnot-4
bk. Müslim, Birr: 52; Ebû Dâvud, Cenâiz: 1; ed-Deylemî, el-Müsned: 1:123; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl: 1:286.
Dipnot-5
Buharî, Merdâ: 3, 13, 16; Müslim, Birr: 45; İbni Mâce, Edeb: 56; Dârimî, Rikâk: 57; Müsned, 1:381, 441, 455, 3:152.
Dipnot-6
bk. Fussilet Sûresi, 41:34.
Dipnot-7
bk. Beyhâkî, Şuabü’l-Îmân: 4:263; Hâtîb el-Bağdâdî, el-Cami’ li Ahlâki’r-Râvî ve Âdâbi’s-Sâmî’: 1:212, 407.

[/BILGI]



[DIKKAT]Soru 1 : ''Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir.'' ifadesinden ne anlıyorsunuz ? Dine gelen musibet ne demektir ?

Soru 2 : Dini olmayan musibetler, ifadesini nasıl anlamamız lazımdır ?

Soru 3 : Musibetler günahların bağışlanmasına bir vesile midir ?

Soru 4 : Gelen musibetlere karşı izlememiz gereken yol nasıl olmalıdır ?

Soru 5 : Maddî hastalıklar için, sadece ubudiyete mâni olduğu zaman mı iltica edilir ?

Soru 6 : ''Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar.'' vecizesini açıklar mısınız ?

Soru 7 : Merak musibetin kökleşmesine, büyümesine nasıl sebep olur ? İzalesi nasıldır ?

Soru 8 : ''Her zamanın bir hükmü vardır.'' ifadesini nasıl anlamamız gerekir ?

Soru 9 : Hastalıklar, musibetler nasıl Nimet-i İlahiye suretine girer ?

Soru 10 : ''Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.'' cümlesini açıklar mısınız ?

[/DIKKAT]
 

teblið

Vefasýz

Soru 4 : Gelen musibetlere karşı izlememiz gereken yol nasıl olmalıdır ?


Üstad hz'lerinin o güzel sözüyle başlamak isterim;(Cennet ucuz değil ,cehennem'de lüzumsuz değil)

iSLAM yolu , aziz ve pahalı yoldur.. Cenneti ve ALLAH'ın(cc) rızasını ka­zanmak yolu... Bu yol, ALLAH(cc) yoludur.

bu yolun en güzel elbisesi (libası ) meşakketlere karşı Sabır göstermektir..

Bu yol, zorluklarla kuşatılmıştır. Güllerle donatılmış ve döşenmiş değil.. Üzerinde engeller bulunan, her tarafı virajlarla dopdolu bir yol...İmanı büytün her mümin sabrın ne kadar önemli bir anahtar olduğununda şuurunda olur...Musibeteler kaymalar .engeller imtihanın gereği olarak müslümana tecrübe etsin diye sunulmuştur..

Sonuç olarak ,Müslüman bu işte nasıl Muzzafer olur?

Cevap kesinllikle şudur ;Tebliğde sabr etmek ,ve sabır yardımlaşmasında bulunmaktır;

Ancak bu şekilde gemimiz alabora olmaktan kurtulur ve sahile selametle çıkar inşl...

 

teblið

Vefasýz
Soru 2 : Dini olmayan musibetler, ifadesini nasıl anlamamız lazımdır ?

Bu sözden şunu anlarız ki ;,kaza bela ,hastalık fakirlik bazende nefse yenik düşülen zenginlikte bence dini olmayan musibettir..kısaca her türlü maddi felaket ve sıkıntılardır..

Ve bunlarıda yaşamamızda bir nevii imtahının gereğide di,yebiliriz..Aslında hayatta her şey bizler için ,her musibet bir tecrübe ,her musibet akıllı mümin için Mevlaya yakınlaşma vesilesi olmalıdır..
 

Huseyni

Müdavim
İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her musibet dine gelen musibettir. Buna hastalıkta, fakirlikte, zenginlikte dahil edilebilir. Mesela bir insan için zenginlik şükür vesilesi iken aynı zamanda Rabbini unutturan bir musibette olabiliyor. Yani aynı gibi görünen musibet, biri için ecrini artıran bir vesile iken, diğer biri için dine gelen bir musibet olabiliyor. Anladığım kadarıyla tabi.
 

teblið

Vefasýz
İnsanı Allah'tan uzaklaştıran her musibet dine gelen musibettir. Buna hastalıkta, fakirlikte, zenginlikte dahil edilebilir. Mesela bir insan için zenginlik şükür vesilesi iken aynı zamanda Rabbini unutturan bir musibette olabiliyor. Yani aynı gibi görünen musibet, biri için ecrini artıran bir vesile iken, diğer biri için dine gelen bir musibet olabiliyor. Anladığım kadarıyla tabi.

Size katılıyorum hocam..Aynen bende böyle düşünüyorum..Nefse yenik düşülen (fakirlikte zenginlikte)her hikmet bir anda senin felaketin olabiliyor hem dünyada hem ahirette (Allah cc)muhafaza
 

teblið

Vefasýz
Soru 9 : Hastalıklar, musibetler nasıl Nimet-i İlahiye suretine girer ?

Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir. Musibet-i diniyeden her vakit dergâh-ı İlâhiyeye iltica edip feryad etmek gerektir.
Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler. Bir kısmı ihtar-ı Rahmânîdir. Nasıl ki çoban, gayrın tarlasına tecavüz eden koyunlarına taş atıp, onlar o taştan hissederler ki, zararlı işten kurtarmak için bir ihtardır, memnunâne dönerler. Öyle de, çok zâhirî musibetler var ki, İlâhî birer ihtar, birer ikazdır. Ve bir kısmı keffâretü’z-zünubdur. Ve bir kısmı, gafleti dağıtıp, beşerî olan aczini ve zaafını bildirerek bir nevi huzur vermektir. Musibetin hastalık olan nevi, sabıkan geçtiği gibi, o kısım, musibet değil, belki bir iltifat-ı Rabbânîdir, bir tathirdir.
Rivayette vardır ki, “Ermiş bir ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşüyor; sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülüyor.”
Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, münâcâtında, istirahat-i nefis için dua etmemiş. Belki zikr-i lisanî ve tefekkür-ü kalbîye mâni olduğu zaman, ubudiyet için şifa talep eylemiş. Biz, o münâcatla birinci maksadımız, günahlardan gelen mânevî, ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz. Maddî hastalıklar için, ubudiyete mâni olduğu zaman iltica edebiliriz. Fakat muterizâne, müştekiyâne bir surette değil, belki mütezellilâne ve istimdatkârâne iltica edilmeli. Madem Onun rububiyetine razıyız; o rububiyeti noktasında verdiği şeye rıza lâzım. Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ithamdır. Kade

ri tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.


Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ, gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehâcüm göstermeleri, lâkayt kaldıkça dağılmaları gibi, maddî musibetlere de büyük nazarıyla, ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesetten geçerek kalbde de kökleşir, bir mânevî musibeti dahi netice verir, ona istinad eder, devam eder.

Ne vakit o merakı, kazâya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi, maddî musibet hafifleşe hafifleşe, kökü kesilmiş ağaç gibi kurur, gider.

Her zamanın bir hükmü var. Şu gaflet zamanında musibet şeklini değiştirmiş. Bazı zamanda ve bazı eşhasta belâ, belâ değil, belki bir lûtf-u İlâhîdir. Ben şu zamandaki hastalıklı sair musibetzedeleri -fakat musibet dine dokunmamak şartıyla- bahtiyar gördüğümden, hastalık ve musibet aleyhtarı bulunmak hususunda bana bir fikir vermiyor. Ve bana, onlara acımak hissini iras etmiyor. Çünkü, hangi bir genç hasta yanıma gelmişse, görüyorum, emsallerine nisbeten bir derece vazife-i diniyeye ve âhirete karşı merbutiyeti var. Ondan anlıyorum ki, öyleler hakkında o nevi hastalıklar musibet değil, bir nevi nimet-i İlâhiyedir.

ÇÜNkü, çendan o hastalık onun dünyevî, fâni, kısacık hayatına bir zahmet iras ediyor, fakat onun ebedî hayatına faydası dokunuyor. Bir nevi ibadet hükmüne geçiyor. Eğer sıhhat bulsa, gençlik sarhoşluğuyla ve zamanın sefahetiyle, elbette hastalık hâletini muhafaza edemeyecek, belki sefahete atılacak.

(Lemalar, İkinci Lem’a)
 

Muvahhid1

Well-known member
Soru 10 :''Rahmeti ittiham eden, rahmetten mahrum kalır.'' cümlesini açıklar mısınız ?

Şu kâinatın Sahip ve Mutasarrıfı, elbette bilerek yapıyor ve hikmetle tasarruf ediyor ve her tarafı görerek tedvir ediyor ve herşeyi bilerek, görerek terbiye ediyor ve herşeyde görünen hikmetleri, gayeleri, faideleri irade ederek tedvir ediyor.
Demek oluyor ki bizim karşımıza gelen her hadise Allah’ın tasarrufunda.Çoğu zaman bu hikmetleri fark edemediğimizden neden böyle böyle oldu sorusunu sorarsak Allah’ın hikmetine itiraz etmiş oluruz ki; Üstad hazretleri "Rahmeti ittiham eden rahmetten mahrum kalır" diyor .
 

pendüender

Well-known member
Musibetler günahların bağışlanmasına bir vesile midir ?

Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla zıtlaşmadır.

Günaha giren kimse, kendini, vicdânî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün rûhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir zavallı ve talihsizdir. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık, ne bir irade, ne bir direnme, ne de kendini yenilemeye mecâli kalmaz.

Günah, iradenin yüzüne atılmış bir tükrük ve rûha içirilmiş bir zakkumdur. Günahtan zevk alan insan, ne sefîl; günahla ruhunu dinamitleyen insan ne hoyrattır..!

Günah, insana bahşedilen bilumum istidat ve yüce duyguları söndüren bir fırtına ve kalbî hayatı çepeçevre saran zehirli bir dumandır. Bu fırtınaya marûz kalan kurur; bu zehirli havayı teneffüs eden de ölür.

İnsan, günah içine bir kere girmeye dursun; girdi mi, artık ne ölçü, ne kıstas, ne de değer hükmü kalır. Bir uçağın, başaşağı yere inmesinde, yer çekiminin hesaba katılmaması ve fıtrat kanunlarının affetmeyeceği çizgiye varılması ne ise, hikmet elinin koyduğu yasaklar atmosferine girmek de aynı şeydir.

Âdem Nebî (as), şahsî hayatında açtığı böyle bir gediği, ceyhûn ettiği gözyaşlarından meydana getirdiği ummanlar içinde, yüze yüze aşabilmişti. Şeytan ise, baş aşağı düşlüğü o günah gayyâsından kurtulamamış ve helâk olmuştu.

Ve, daha

“Nice servi revan canlar,
Nice gülyüzlü sultanlar,
Nice Hüsrev gibi Hanlar
Ve nice tâcdarlar.”

böyle ilk bir adımla günah deryasına yelken açmış, fakat bir daha da; geriye dönmeye muvaffak olamamışlardır. Günah, âheste âheste eser insanın içine ve nefsi, bir meltem okşayışıyla okşayarak, gider taht kurar onun gönlüne. Sonra da, insanın duygularını öylesine baskı altına alır ki, gayri ondan kurtulmak, kuvvetli bir azim ve gaybî bir inâyet eline kalmıştır. Bundan daha kötüsü de, insanoğlu, içine daldığı günahlarla, kendinden o denli uzaklaşır ki, his dünyasında en ufak bir kıpırdanma ve gönül âleminde en küçük bir duyarlılık kalmamış olmasına rağmen, o, kendinde olup biten bu kadar değişikliklerden habersiz ve ruhundan kopan feryatlara karşı alâkasızdır.

Yığın yığın günah vardır insanın geçip gittiği yollarda. Bu yollarda, birer kobra gibi gözetler insanoğlunu günahlar… Birinden kurtulması mümkün olsa bile, diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi, bir hayli müşküldür. Polat gibi sağlam irade gerektir ki, aşılsın bu yollar. Yoksa diferansiyeli bozuk bir araba ile, en sert virajları aşma gibi olacaktır ki, bir çukurda gidip “ârâm” edeceğini şimdiden söylemek, herhalde kehânet sayılmaz.

Çeşit çeşittir günahlar. Başta gelenleri, en doğru sözlünün beyanında, şu ürpertici diziyle çıkar karşımıza: Yaratıcı’ya eş ve ortak koşmak; haksız yere cana kıymak; anne ve babanın hukukunu çiğnemek, yalan yere şahâdette bulunmak; cepheden kaçmak; iffetlilerin iffetiyle oynamak vs…

Bunlar, insanın düşünce dünyasına, iç hayatına, âile ve topluma karşı öyle inhiraflarıdır ki, vaktinde önü alınmazsa, âile de yıkılır gider, toplum da.

Evet, tevhitle iç âlemini düzenleyememiş, yükselip içtimâî hayata girememiş güdük ruhlardan, hem âile, hem toplum, hem de vatan çok sakınmalıdır. İç âlemi, isden, pastan görünmez hâle gelmiş ve derûnunda ak’ın kara’ya karıştığı bu talihsizler, bugün olmasa yarın, yurdu da yuvayı da kundaklayacaklardır. Dünden bugüne, bu gözü ve kalbi mühürlülerin, hıyânet ve ihanetleri, hiç de küçümsenmeyecek kadar çok olmuştur.

Ne var ki, vatanın sağa sola peşkeş çekilmesinden, ormanların ve bağların bozulup çöle çevrilmesine kadar, her türlü kötülüğü yapan, câhil, iz’ansız, inançsız ve başkalarının kuklası bu yığınların baş sorumluları da yine bizleriz.

Evet, biz ihmâl ettik. Biz bozduk. Biz inançsız ve hoyrat kıldık. Hesabını da biz vereceğiz. Bugün hâdiselerin demir pençesinde; yarın, tarih karşısındaki muhâkememizde; öbür gün de, kılı kırk yaran Yüce Dîvân’ın iğneden ipliğe hesap sorduğu hengâmda…

Bir milletin, kendi özünden uzaklaştırılması, ruhuna yabancı düşünceler aşılayarak, mihrabının yıkılması ve minberinin yerinin değiştirilmesi, tarih karşısında ve Hakk Dîvân’ında bağışlanmayacak günahlardandır.

Nesilleri, inançtan, düşünceden, hak ölçüsünden ve istikametten mahrum birer yeniçeri yığını hâline getirip, milletin nefsine, nesline, dinine ve malına saldırtmak büyük günahtır. Sonra, bu azgınlaşmış ruha ceza veriyorum diye, kazanlarda yeniçeri ve Bektâşî kellesi kaynatmak da, en az onun kadar günahtır.

Günahtır, nesilleri ihmal etmek. Günahtır, onların kalplerini ruhlarını inançsız ve itmi’nânsız hâle getirmek. Günahtır, onları geçmişine ve köküne düşman yapmak. Günahtır, onu, yabancı Araplarla kendinden uzaklaştırmak. Ve, günahtır, onu, manevî ve mukaddes dayanaklarından mahrum bırakmak. Günahtır, günah…!

Bütün bunlardan daha büyük bir günah vardır ki; o da, ortalığı yangına ve sele veren bu büyük mücrimlerin, edip eylediklerini günah bilmemeleridir. Evet, Allah ve tarih karşısında affı kabil olmayan tek günah varsa, işte o da budur: Günahın günah olduğunu bilmeme, günahtan ürpermeme günahı… Toplumumuzu içten içe kemiren bu binbir günahın başbuğu, vicdanla sezilip, muhâsebenin demir pençesine teslim edileceği âna kadar, milletin, kendi kendini yenilemesinden ve hattâ yaşamasından söz etmek oldukça zordur.

“Bu hissizlikle cemiyyet yaşar derlerse pek yanlış;
Bir millet göster ölmüş maneviyatıyla sağ kalmış.” (M.A.)/
M. Fethullah Gülen, Sızıntı, Eylül 1981, Cilt 3, Sayı 32
 

pendüender

Well-known member
Günah çok kötü bir şeydir; ancak, bir yerde iyi sayılabilir. O da, kulun bir günaha girdikten sonra bir ömür boyu onun için ah u vah etmesi halidir. Mesela, bir harama im’anı nazar ile (dikkatlice) bakan, fakat yıllar sonra bile onu hatırladıkça iki büklüm olup Rahmet Kapısı’na yönelen bir kul için o günah pek çok hayırlara da gebe olabilir.

Öyle bir Sultan’a kul olacaksın ki, Fatih Sultan Mehmet ile bir farkın kalmayacak, Yavuz Sultan Selim ile aynı çeşmeden testini dolduracaksın.

Edebin asıl menşei sünneti seniyyeye ittiba etmektir; vicdan değildir, kalp değildir.
/M. Fethullah Gülen, herkul.org, 03.12.2001
 

teblið

Vefasýz
Soru 6 : ''Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar.'' vecizesini açıklar mısınız ?

Bir insan düşünelim: belli bir nimete ulaşmak için elinden gelen gayreti göstermiş, meşru dairede çalışmış, fiilî ve kavlî duasını yaptıktan sonra rabbinin rahmetini, inayetini gözlemeye başlamıştırBu insana yapılan ilâhî lütuf karşısında mümine düşen vazife, o nimete kendisi nâil olmuş gibi sevinmektirKadere iman da, İslâm kardeşliği de bunu gerektirir,,

 

pendüender

Well-known member
Musibetler, felaketler ve insanoğlunun aleyhine dûçar olan her türlü olaylar, bahsetmiş olduğumuz manevi hastalalıkların bir tezahürü, beşeri ve ilahi bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.
Musibetlerin çoğu insanın kendisindendir, işledikleri ameller yüzündendir. Allah sebepsiz yere insanları cezalandırmaz, felaketler ve musibetlerle ikaz etmez. Musibetler şahsi-hususi olduğu gibi umumidir de, bir kişiye ve beldeye, bir topluma, bir millete ve kıtaya çeşitli özellik ve niteliklerde olabilir. Manevi hastalıkların baş gösterdiği, bir çığ gibi büyüyüp yayıldığı ve insanların çare dahi aramadığı toplumlar yeryüzünden silinip yok edilmiş ve yerine yeni milletler getirilmiştir. Aynı hastalıkların tekerrür etmemesi ve aynı musibetlere dûçar olunmaması ve bunun hak edilmemesi için Kur'an-ı Kerimde bu husus sık sık bahsedilerek, kıssalar halinde önceki milletlerin durumları, hak ettikleri musibetler ve üzerlerine gerçekleştirilen felaketlerin ceza olarak kendilerine uygulandığından bahsedilmekte ve böylece insanlara öğüt verilerek musibetlere karşı tedbirli olunması, yaratan tarafından ikaz edilmektedir.
Musibetlerin Allah tarafından olanlar, vakti ve şiddeti belirlenir, insanlar tarafından hak edilir. Allah sebepsiz yere hiçbir kimseye ve topluma musibet dilemez, musibet insanın kendindendir, sebep amellerin neticesidir.
Allah Günahkar Bir Kavmi; Akıllarını Başlarına Alıp Düşünsünler Ve Doğru Yolu Bulsunlar Diye Nimetlerini Kısarak, Musibetlere Ve Felaketlere Dûçar Eder.
A’ raf: 130. “Biz firavun ve cemaatini belki akıllarını başlarına alırlar diye kuraklıkla ve mahsullerin kıtlığı ile tutup sıktık.”
A’ raf 131 “Onlara bı iyilik gelince, bu bizim hakkımızdır derler. Bir fenalık isabet etse Musa ve onunla beraber olanlara uğursuzluk yüklenirdi. Gözünüzü açın ki, onların uğursuzlukları Allah katındandır. Fakat çoğu bunu bilmez.”
Evet insanlar büyük günahlar ve sapkınlıklar, işlerler, Allah’ın emirlerine muhalefet eder ve isyan ederler, bunun farkında olmazlar, ne anlama geldiğini bilmezler. Allah’ın Bunlar kendilerini düzeltmeleri, sapıklıklarından vazgeçmeleri için ikaz niteliğinde çeşitli şekilde ve zamanlarda gönderdiği musibetlerden de haberdar olmazlar, üzerlerine alınmazlar, farkında bile olmazlar, bağlantı kurup yorum bile yapmazlar, tam bir gaflet, dalalet ve hıyanet içerisindedirler.
-alıntı
 

pendüender

Well-known member
Gelen musibetlere karşı izlememiz gereken yol nasıl olmalıdır ?
Eskilerin bir tabiri vardır: “İnsanın asili mihnette, madenin asili ateşte belli olur.” derler. Gerçekten lutuf gibi kahır da bizim içindir. Lâkin bu iki tecellîye de muhatab olanlarda ayak kayması gibi müthiş bir tehlike vardır. Kahır tecellileri karşısında sabredip esbâba tevessül şartıyla rızâ göstermek, onlardan istifâdeyi, yani rızâ-yı ilâhîyeyi netîcelendirdiği hâlde, isyan etmek helâke götürür. Lutuf da bir mânâda böyledir. Lütfu Allâh’tan bilip şükretmek, büyük bir feyz ve berekete sebep olduğu hâlde, onu kendi gücünden zannedip kibir ve gurura kapılmak da helâkle netîcelenir.

Hak dostları, yani büyük ruhlar; idrak ve iz’ânlarını öylesine vahiyle terbiye etmişlerdir ki, onlar kahırdan da, lutuftan da kârlı çıkar, zarara uğramazlar. Onun için böyleleri, “Kahrın da hoş; lütfun da hoş!” diyebilirler. Rabbimizin lütfuyla biz de öyle olmaya çalışmalıyız. Kahırdan da, lutuftan da gerçek istifâde, ön plandaki sebeplere değil, “müsebbibu’l-esbab” yani en kökteki sebebi kavrayarak Allâh’tan râzı olmaya bağlıdır. Bunu yapabilenler “rızâ” makamına ererler
 

pendüender

Well-known member
Hastalıklar, musibetler nasıl Nimet-i İlahiye suretine girer ?

Bediüzzaman hastalığın ruhsal dünyadaki etkisi ve bu alandaki istidatlarının inkişafına da vesile olduğunu iddia eder: "Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar."

Hastalıkla hayatının lezzetini kaybedenlere ise Bediüzzaman hayatın, Kuranî mesaja göre, manasını hatırlatarak teselli verir: "Şu dâr-ı dünya, meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfat yeri değildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubudiyettir. Hastalıklar ve musibetler, dinî olmamak ve sabretmek şartıyla, o hizmete ve o ubudiyete çok muvafık oluyor ve kuvvet veriyor." Bediüzzaman'a göre asıl lezzet, ücret ve mükafat yeri Kur'ân Şakirdi için Cennet olduğundan bu noktadan buradaki sıkıntıları hoş karşılar, şekva yerine kendisine kazandırdığı sevabı düşünerek şükreder. Çünkü "Eğer sabretse, musibetin mükâfâtını düşünse, şükretse, o vakit her bir saati bir gün ibadet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçer."

Musibetlerin bu derece sevaplı olmasındaki asıl sır insanın firavunluğunu kırarak ona kulluğunu hatırlatması ve Rabb'inin dergahına acz ve fakrını vesile yaparak ilticaya mecbur etmesidir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle "makine-i insaniyede yüzer âlet var. Her birinin elemi ayrı, lezzeti ayrı, vazifesi ayrı, mükâfâtı ayrıdır... Musibetlerle, hastalıklarla, âlâm ile, sair müheyyiç ve muharrik ârızalarla, o makinenin diğer çarklarını harekete getirir, tehyiç eder. Mahiyet-i insaniyede münderiç olan acz ve zaaf ve fakr madenini işlettiriyor. Bir lisanla değil, belki her bir âzânın lisanıyla bir iltica, bir istimdat vaziyetini verir."

Kısacası kendisi de dahil olmak üzere her şeyi tesadüfe ve tabiata havale eden bir felsefe talebesi için musibetler kötü talihin bir neticesidir. Buna engel olacak bir kudrete sığınmak yerine daimi bir korku içinde birbirine bol şanslar dilemekten başka çare bulamaz. Kazara bir musibete denk geldiğinde sabır yerine şekva eder, tatlı dünya hayatı ona acılaşır. Oysa Kur'ân Şakirdi için dini olmayan musibetler bir ihtar-ı Rahmani, bir ikaz, bir iltifat-ı Rabbani, bir hediye-i Rabbani veya günahlarına kefarettir. Dolayısıyla Kur'ân Şakirdi musibete maruz kaldığında bile bu noktaları düşündüğünden halinden memnundur, hayatından lezzet alır ve Rabb'ine şükreder.

Bediüzzaman, Hastalar Risalesi'nde Kuran'ın hastalık gibi musibetlere yaklaşımındaki temel farklılığı esas alarak, hastalara teselli edici şu mesajları verir:

Hastalık kazandırdığı sevaplarla ömür sermayesini kazançlı kılar.

Sıhhat belasıyla gaflete düşenlere mukabil hastalıkla ahiretini düşünenler için hastalık bir ihsan-ı ilahi, bir hediye-i Rabbanidir.

Geçmiş sıkıntılı günler gitmiş ve yerlerine ruhunda elemin bitmesiyle lezzet izleri bırakmışlar. O halde geçmiş sıkıntılarını düşünüp eseflenme belki sana sevap kazandırdığı için şükret.

Dünya zevkini hastalık dolayısıyla kaybettiğini düşünüp ıstırap çekme. Madem dünyanın zevki ve lezzeti devam etmiyor. Onu kaybettiğinden ağlama.

Hastalık sıhhat nimetinin lezzetini tattırır. Çünkü ancak hastalıktan şifa bulanlar bu lezzeti tadabilir.

Hastalığın ölümle neticeleneceğinden endişelenme. Çünkü ölüm gerçekte hayat külfetinden bir terhis, ubudiyetten bir paydos, dost ve akrabaya kavuşma vasıta, hakiki vatana ve ebedi saadet yeri olan Cennete bir davettir.

"En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyileri en kamilleridir." hadisin manasına mazhar olduğun için şükret.

Şafii-i Hakiki, yeryüzü eczahanesinde her derde bir deva halk etmiştir. İnsanların keşfedip terkip ettiği bu ilaçları almak ve kullanmak meşrudur. Ancak tesiri ve şifaya doğrudan doğruya Cenab-ı Hak'tan bilmek gerektir.

Hastalık nasıl insanların şefkatinin celbine vesiledir, aynen öyle de Halık-ı Rahimin rahmetinin celbine vasıtadır.

Bela vereni bulmak safayı bulmaktır.
alıntı
 
Üst