Bediüzzaman neye muhalefet etti?

Eyvàh!

Well-known member
Bediüzzaman neye muhalefet etti?

Av. Ömer Faruk UYSAL

Bazı takipçileri Bediüzzaman Said Nursi’yi; milliyetçi, muhafazakâr, devletçi, kutsal devletçi, statükocu, osmanlıcı pasif bir muvafık olarak görme eğilimindedirler. Bunun tarihî, sosyolojik, psikolojik, sosyal psikolojik birçok sebebi vardır. Bediüzzaman’ın böyle bilinmesi, onun yazdıklarından ve yaptıklarından çok, onu okuyanların okuma biçimi ile ilgili bir sorundur. Nedense ülkemizde dindarlarda da devletçi, statükocu, toptancı, milliyetçi bir anlayış hakim durumdadır. Osmanlı ve Selçukludan kalma “devlet-i ebed müddet” kabulü, padişahların “zıllullah” [Allah'ın (cc) gölgesi] gibi bir unvanla anılmaları, daha yakında ise enternasyonal Marksist tehdide karşı statükoyla birlikte nasyonalist bir savunma refleksi, İslamın evrensel hakikatlerini ve ilkelerini dahi yer yer ulusçu bir perspektifle okuma zaafına yol açmıştır. Elbette bu perspektifin, devletçi, milliyetçi, muhafazakâr (statükocu) gruplara devlet nezdinde bir meşruiyet sağlaması da beklenirdi. Bu beklenti ise ancak konjonktürel olarak kısmen gerçekleşmiş, rejim dindarların, kendisine en yakın duranlarına dahi hep şüpheyle ve itiyatla yaklaşmıştır. Çünkü resmi ideolojinin etnoseküler (ulusçu-dünyevi) ilkelerinden, ulusçuluk ile kısmi bir uyum sağlanabilse bile, dünyevilik (sekülerizm) ile uyum sağlamak o kadar kolay değildi.
Aslında bu problem; İslam Hilafetinin saltanata dönüşmesiyle başlayan “Hilafet benden sonra otuz yıldır, sonrasında ısırıcı bir saltanat vardır” hadis-i şerifi ile özetlenen bir Emevîleşme problemidir. Ve etkisini yüzyıllardır sürdürmektedir. Bilindiği gibi hilafeti saltanata dönüştüren milliyetçi Emeviler; Arapları diğer milletlerden, Kureyş’i ise diğer Araplardan üstün tutar, Arap olmayan müslümanlara mevali (azat edilmiş köle) derlerdi. Böylelikle mutlak adalet (adalet-i mahza) yerine nisbi adalet (adalet-i izafi), hüsn-ü hakiki yerine ehveni şer, azimet yerine ruhsat, hakaik-i İslamiye yerine, siyasetin merhametsiz gerekleri, ahiret yerine dünya, hilafet yerine saltanat ağır basıyordu. Hak ve adaleti esas alan anlayış, devleti, milliyetçiliği, otoriteyi esas alan bir anlayışla yer değiştirdi.
İşte bunun gibi tarihî, psikolojik, sosyolojik, bir çok sebep dindar insanların zihninde de devlet, otorite, statüko paradigmalarının yerleşmesine yol açmıştır. Bu paradigmalarla Risale-i Nur’a muhatap olunduğunda, öyle bir gözlükle bakıldığında, Bediüzzaman da devletçi, milliyetçi, muvafık olarak görünüyordu.
Üstadın “müspet hareket” “asayişi muhafaza” “rejimi reddetmek , ne vazifemizdir, ne de kuvvetimiz var, ne de düşünüyoruz ve ne de Risale-i Nur izin veriyor” gibi sözleri, Şeyh Said isyanına karşı çıkması, onu rejim yanlısı bir muvafık gibi görme zaafına yol açıyordu.
Halbuki yukarıdaki metin “ne de Risale-i Nur izin veriyor. Fakat, biz kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz. Red başka, kabul etmemek başkadır; amel etmek daha başkadır” şeklinde devam ettiği halde “rejimi reddetmek, ne vazifemizdir”e takılıp kalıyoruz.
Metin Karabaşoğlu'nun bu konuyla ilgili aşağıdaki değerlendirmesine katılmamak mümkün değildir.
"Bu tavır, İslam tarihi içinde ana ağırlığı teşkil eden selef-i salihinin sabır ekolü diye tanımlanan tavrının tipik bir yansımasıdır. 'Reddetmiyoruz'la kasdolunan, halk ayaklanması, askeri darbe ve iç savaş yoluyla, yahut din adına partileşme veya kadrolaşma yoluyla siyasal iktidarı ele geçirmenin hedeflenmiyor oluşudur. Kısacası, din karşıtı bir siyasi oluşuma karşı, gene siyaset-merkezli dini bir oluşumla cevap vermeyişin ifadesidir. 'Kabul de etmiyoruz' ifadesi ise, imani ölçülere uymayan bir devlet ve iktidara teslim de olmayışın ifadesidir. Bilakis iktidar karşısında dinin ölçüleri esas tutulmakla; iktidarın bu ölçülere uyumsuzluğu bilinerek, ona karşı fikri ve kalbi bir gerilim muhafaza olunmaktadır. 'Amel de etmiyoruz' ise, gerilimin fiili bir muhalefet suretinde yansımasıdır. Özetle, bu söz, 'reddetmiyoruz' ile anarşizme ve dinin dahilde menfi tarzda istimaliyle masumların kanının akıtılmasına; 'kabul etmiyoruz, amel etmiyoruz, istemiyoruz' ile de devletçiliğe ve varolan devlet adına dinin ölçülerinin eğilip bükülmesine karşı duruşun ifadesidir.
Anarşizm ve devletçilik gibi iki tehlikeli uçtan uzak olan bu dengeli tutum, Said Nursi'nin hayatının her karesinde rahatlıkla görülür. Onun resmi ulemanın ve bid'alara taraftar kimi ehl-i dinin sergilediği devletçi tavırdan ne derece uzak durduğu, sergilediği manevi cihaddan ve maruz kaldığı hapis, sürgün ve işkencelerden rahatlıkla anlaşılabilir."
Keza, "asayişi (ve emniyeti) muhafazaya kendimizi dinen mecbur biliyoruz", "Nurcular asayişin muhafızıdırlar" ibarelerine yoğunlaşılıyor, aynı savunma metin içindeki muhalif ve rejim aleyhtarı deklarasyonlar bir türlü görülmüyor veya görülmek istenmiyor. "Bizim vazifemiz müspet harekettir. Menfi hareket değildir." ibareleri de Bediüzzaman'ın yukarıda zikrolunan "kabul etmeme", "amel etmeme", "istememe" anlayış ve tavrı bağlamından koparılarak ihmal edilmektedir.
Aynı metnin devamında şu ifadeler kullanılmaktadır: "Evet, mesleğimizde kuvvet var, fakat bu kuvvet asayişi muhafaza etmek içindir. 'Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez' düsturu ile -ki 'Bir cani yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk çocuğu mesul olamaz'- İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım." Yani müspet hareket, masumların zarar görmemesi için asayişi muhafazadan başka bir şey değildir. Menfi hareket ise, hır-gür çıkarma, halk ayaklanması, askeri darbe, iç savaş çıkarmaktır ki, bunlar Nur'un şefkat, muhabbet ve adalet-i mahza düsturlarıyla bağdaşmaz.
Şu halde, müspet hareket, asla muvafık olmayı, rejim yanlısı olmayı, istihbarat teşkilatlarıyla çalışmayı, milliyetçi, muhafazakâr ve devletçi olmayı gerektirmez. Zira milliyetçi, muhafazakâr, devletçi anlayış; adalet-i mahzaya mukabil; çoğu zaman zulme sebebiyet veren adalet-i izafiyeyi, devlet ve millet için ferdi, insanları ve toplulukları feda etmeyi gerektirir.
Bu, Risale-i Nur'un bütünlüklü ve külli mesajı yerine; zihnimizde oluşmuş ve/veya oluşturulmuş paradigmalar çerçevesinde seçerek okuma ve/veya seçerek anlama demek olan eklektizmdir. Risalenin doğrularını kabullenmek yerine, kendi kabullerimizi Risaleye doğrulatmak çabasıdır.
Said Nursi!nin rejimin yanında mı karşısında mı, muhalif mi muvafık mı olduğunu gösteren önemli bir beyanı Emirdağ Lahikası s. 381’de yer alan ve Ağır Ceza Mahkemesine verdiği şu dilekçeden açıkça anlaşılmaktadır.
"Yirmi sekiz sene emsalsiz ihanetlerin, tarassudların, hapislerin ileri sürdükleri sebeplerinden birincisi: Beni rejimin aleyhindedir, diye ittiham etmişler.
"Buna cevaben deriz ki;
“Her hükümette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes'ul olamaz Çünkü, dininde en mutaassıp ve cebbar bir hükümet olan İngilizlerin yüz sene hsakimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfri rejimlerini Kur'an ile reddettikleri ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara, o cihette ilişmemiştir. Hem, bu millette ve bu hükümet-i İslamiye içinde eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasraniler, bu milletin dinine ve kudsi rejimlerine muhalif ve zıt ve muteriz oldukları halde, hiçbir zaman mahkeme, kanunlarıyla onlara o cihette ilişmemiştir. Hem Hazret-i Ömer (ra) hilafeti zamanında bir adi Hıristiyan ile mahkemede beraber muhakeme olmuşlar. Halbuki, o adi (sıradan, herhangi) Hıristiyan Müslümanların hem mukaddes rejimlerine, hem dinlerine, hem kanunlarına muhalif iken, o mahkemede onun hali nazara alınmaması gösteriyor ki, mahkeme hiçbir cereyana alet olamaz, hiçbir tarafgirlik içine giremez ki; Halife-i ruy-i zemin, adi bir kafirle muhakeme olmuşlar. Hem muhalefet, hiçbir hükümette bir suç sayılmıyor."
Görüldüğü gibi Bediüzzaman, asayişe ilişmemek kaydıyla muhalefetin suç olamayacağını 1-İngiliz-Hint Müslümanları 2- Osmanlı ile Yahudi ve Hıristiyanları 3- İslam'ın ilk devri, Hz. Ömer ve bir Hıristiyan, örnekleriyle açıklamaktadır. Nursi'nin zikrettiği sözleri, münhasıran savunmaya yönelik konjonktürel sözler olmayıp, Risale-i Nur'un pek çok yerinde ve her zaman her yerde ifade ettiği, hukukun evrensel ve temel ilkeleridir. İnsanlığa ve Müslümanlara yol gösterir, takipçisi Nur talebelerini bağlar. Mahkemeye verilen bir dilekçenin Lahikalar arasında yayınlanması bu manadadır. Said Nursi henüz, rejim aleyhtarı ve bir muhalif olmadığını, beyan etmiş değildir.
"İşte bende yüzer ayat-ı Kur'aniyeye istinaden Kur'an'ın kudsi kanunlarının yerine medeniyetin bozuk kısmından anarşilik hesabına bir nevi Bolşeviklik namına istibdad-ı mutlak manasında Cumhuriyetteki hürriyet perdesi altında dindarlar hakkında eşedd-i zulme alet olabilen muvakkat bir rejime, değil yalnız ben, belki bütün ehl-i vicdan muhaliftir."
Said Nursi, muhalefetini ve rejime karşı olduğunu, sözünü hiç sakınmadan açıkça ifade ediyor. Bunu bir veya birkaç talebesine özel veya gizli olarak söylemiyor, mahrem bir mektupta da belirtmiyor. Takiyye yapmıyor, politik davranmıyor. Rejimin aleyhtarı olduğunu ve muhalefetini, rejime ağır eleştirilerini, nerede ve hangi konumda yapıyor? Tutuklu bir sanık olarak Ağır Ceza Mahkemesine verdiği dilekçede! Dili sürçmüyor, ağzından kaçırmıyor. Düşündüğünü yazılı olarak, adalet beklediği mercie merdane beyan ediyor.
Yine Mektubat 418. sayfada muhalefetinin mahiyetini açıklıyor;
“Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, külli bir muhalefetimiz var. Siz dininizi ve ahiretinizi dünyanız uğrunda feda ediyorsunuz. Elbette mabeynimizde, tahmininizde bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilafınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve ahiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimane ve vahşiyane hükmünüz altında bir iki sene zelilane geçecek hayatımızı, kudsi bir şehadeti kazanmak için feda etmek, bize Ab-ı Kevser hükmüne geçer. Fakat Kur’an-ı Hakimin feyzine ve işaratına istinaden, sizi titretmek için, size kat’i haber veriyorum ki:
Beni öldürdükten sonra yaşamayacaksınız! Kahhar Bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedi zülümata çabuk atılacaksınız. Arkamdan, pek çabuk, sizin nemrutlaşmış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlahide yakalarını tutacağım. Adalet-i İlahiye onları esfel-i safiline atmakla intikamımı alacağım.”

Bediüzzaman neye muhalefet etti?
Yukarıda görmüş bulunuyoruz ki; Said Nursi muhalefetini kendisini yargılayan Ağır Ceza Mahkemesine verdiği dilekçesiyle deklare edecek kadar bir muhalifti. Fakat onun muhalefeti neye karşıydı?

İktidara?
Bilindiği gibi muhalefet, iktidar-muhalefet bağlamında ele alınan, ağırlıklı yönü politik olan bir tutumdur. Fakat Nursi'nin, muhalefetini beyan ettiği dönemlerdeki iktidara kategorik olarak karşı çıkması söz konusu değildir. Çünkü iktidarda "Kahraman demokratlar" ve "İslam kahramanı" dediği Menderes vardı. "Nurcular Demokratlara bir nokta-i istinaddı." Emirdağ Lahikası'nda, Tarihçe-i Hayat'ta saff-ı evvel talebeleri "Demokrat Nur Talebeleri" diye imza atıyorlardı. Bediüzzaman ve talebeleri açıkça DP'yi destekliyor, iktidardan bir ihtilal yoluyla düşürülmesinden de endişe ediyorlardı.

Cumhuriyete?
O, "ben dindar bir cumhuriyetçiyim", "Hürriyetin en geniş şekli cumhuriyettir", "bu arı ve karınca milleti cumhuriyetçidirler, o cumhuriyetperverliklerine hürmeten çorbanın tanelerini karıncalara verirdim", dahası "Hulefa-i Raşidin hem halife, hem reis-i cumhur idi" dediğine göre, Cumhuriyete muhalefet etmesi de söz konusu olamaz.

Demokrasiye?
Nursi, şekli ve sözde bir cumhuriyet yerine, çoğulcu, katılımcı, hürriyetçi demokratik bir cumhuriyet istemekteydi. O, "hürriyet ve demokrasinin tesisine çalıştı." Münazarat gibi eski Said'in eserlerinde meşrutiyet lehine söylediği bütün argümanları sonraki tashihleri sırasında "cumhuriyet ve demokratlık manasındaki meşrutiyet" olarak genişletmiştir. O demokrasiye değil, antidemokratik uygulamalara karşı çıkmaktaydı.

Laikliğe?
Nursi'nin laikliğe açıkça ve kategorik olarak muhalefet ettiği de pek görülmez. O "Hıristiyanlıkta laiklik olabilir" görüşündedir. "Cumhuriyet devrinde laiklik dinsizlik olarak tatbik edildi" tespitine rağmen, "dini telkin laikliğe aykırı değildir", "Laik cumhuriyet, prensipleriyle tarafsız kalır", "laiklik dindarlara ilişmemeyi gerektirir" gibi nispeten olumlu atıflarda da bulunur. Yani laiklik fikriyatı ile, Türkiye'deki tatbikatını ayrı tutar.

Sosyal hukuk devletine?
Nursi'nin "sosyal devlet" ve "hukuk devleti" ilkelerine muhalefet etmek bir yana, bütün hakikatiyle tatbikini arzu edeceği izahtan vareste olup, önceki bahislerde ipuçları verildi. Kısmen izah edildi.
Böylelikle 1924-1961-1971 Anayasalarında yer alan 1982 anayasasında ise "Türkiye Cumhuriyeti demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir" şeklinde son şekli verilen anayasal ilkelere Bediüzzaman'ın kategorik olarak karşı çıkmadığı, bilakis demokratik, sosyal bir hukuk devleti ve cumhuriyeti arzu ettiği söylenebilir. O halde Nursi neye muhalefet etmektedir? Nasıl bir muhaliftir?

Bediüzzaman'ın muhalefetinin boyutları ve vasıfları
Bir insan kendini muhalif olarak deklare ediyor, fakat muhalefetinin iktidara yönelik olmadığı anlaşılıyorsa, onun muhalefeti sathi ve basit değil, kökten ve esaslı bir muhalefet olmalıdır. Dahası mezkur temel anayasal ilkelerle de pek problemi yoksa, durum daha da ciddileşir. Nursi'nin neye muhalefet ettiğinin en aforizmik ifadelerinden biri şudur;
"Sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükümeti bizimle vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eğleyen muarızlarımız (muhaliflerimiz) olan zındıklar (dinsizler), münafıklar istibdad-ı mutlaka 'cumhuriyet' namı vermekle, irtidad-ı mutlakı (dinden çıkmayı) rejim altına almakla, sefahat-i mutlaka 'medeniyet' ismi vermekle, cebr-i keyfi-i küfriye 'kanun' ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükümeti işgal, hem bizi perişan ederek hakimiyet-i İslamiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına derbeler vuruyorlar."
Görüldüğü gibi Nursi, "zındıklar" ve "münafıklar"a muhalefet etmekte, onları da kendine "muarız" olarak görmektedir. Muhalifi olan zındıklar ve münafıkların varlıklarını ve yaşam haklarına değil de "istibdad-ı mutlak", "irtidad-ı mutlak", "sefahat-i mutlak" ve "cebr-i keyfi-i küfriye" fiillerine karşı durmaktadır.
Mezkur beyanın açılımı sadedinde şöyle söylemektedir; "Her iki Deccal azami bir istibdad ve azami bir zulüm ve azami şiddet ve dehşetle hareket ettiğinden azami bir iktidar (dikkat!) görünür. Evet, öyle acib bir istibdad ki, kanunlar perdesinde herkesin vicdanına ve mukaddesatına, hatta elbisesine müdahale eder.... Hem öyle bir zulüm ve cebir ki, bir adamın yüzünden yüz köyü harap ve yüzer masumları tecziye ve tehcir ile perişan eder."
Bediüzzaman'ın muhalefeti, sosyal ve siyasi konuları ele aldığı Eski Said'in "Münazarat", "Divan-ı Harb-i Örfi", "Hutbe-i Şamiye" gibi eserlerinde açıktır. Sanılanın aksine Yeni Said'in eserleri de bu konuda bariz muhalif mesajlar taşır. Ki, hemen yukarıdaki iktibasların rejim karşıtı mesajları, "Şualar", "Emirdağ Lahikası",“Muktubat” gibi yeni Said'in eserlerindedir. Esasen "Sözler", "Mektubat" gibi eserlerde ağırlıklı olarak, Tevhid, Nübüvvet, Haşir, Adalet gibi imani konuların ele alındığı bölümlerin muhtevası, ontolojik düzlemde daha da muhaliftir. Bu eserlerde milliyetçi-pozitivist bir seküler dinin temel esasları bertaraf edilmekte, hakiki Tevhid dini olan İslam'a tahşidat yapılmaktadır. Esasen küfür imana nasıl ki, iflah olmaz bir muhaliftir; "her şey zıddıyla bilinir" kuralınca iman küfre, tevhid de şirke muhaliftir.
Burada dikkat gerektiren husus; muhalefeti ne günlük, tepkisel, yüzeysel reaksiyona indirgemek suretiyle, derindeki gerilimi ihmal etmek, ne de derinlerdeki gerilimi mücerret ve nazari bir zeminde buharlaştırarak aktüalite ve pratiğini yok etmektir.
Elhasıl Bediüzzaman zekası, hafızası ilmi ve tefekkürü kadar; cesaret, metanet ve celaletiyle de dikkat çekmiş, vehbi bilgisini öncelikle içselleştirmiş, sonrada hayatıyla pratize etmiş bir iman inkılapçısıdır.
O dışımızda olanı, devlet ve siyaseti değiştirmekten çok; içimizde olanı, kalplerde ve zihinlerdekini değiştirmeye çalışmış büyük bir inkılapçıdır.
Zaten kalpler ve zihinler, tek tek insanlar değiştiğinde toplum da değişir. Toplum değiştiğinde de siyasal sistem her halde aynı kalmaz Asr-ı Saadetteki inkılab-ı azim de böyle bir inkılaptı, sahabe mesleği de buydu.
İster din ister felsefe alanında olsun, tarih boyunca büyük adamlar, hep muhalif olmuştur. İhya, yenileme, tecdit, çığır açma, iktidara yanaşarak, devlete sığınarak, statükoyla uzlaşarak pek vuku bulmamıştır. Sanılanın aksine Bediüzzaman sadece Cumhuriyet dönemindeki olumsuzluklara değil, Osmanlı dönemindeki istibdada da muhalefet etmiştir. Başta mezhep imamları olmak üzere selefi salihin de halife unvanı taşıyan Emevi ve Abbasi sultanlarına muhalefet etmişlerdir. Çünkü, “hakkın hatırı alidir hiçbir hatıra feda edilemez”.
Siyasal sistemi, dışı, kabuğu, muvakkaten değiştirseniz bile, asıl içeriği değiştiremiyorsanız, kalplerde ve zihinlerde bir inkılap yapamıyorsanız, devriminiz kıyafet devrimi, gardrop devrimi olur. Halbuki Allah (cc) içimizdekini değiştirmedikçe dışımızı (bulunduğumuz durumu) değiştirmez. Ve neye layık isek öylece yönetiliriz.
 

Garib

Well-known member
BANA SEN ŞUNA BUNA NİÇİN SATAŞTIN DİYORLAR?FARKINDA DEĞİLİM KARŞIMDA MÜTHİŞ BİR YANGIN VAR.ALEVLERİ GÖKLERE YÜKSELİYOR.İÇİNDE EVLADIM YANIYOR,İMANIM TUTUŞMUŞ YANIYOR.O YANGINI SÖNDÜRMEYE,İMANIMI KURTARMAYA KOŞUYORUM.YOLDA BİRİ BENİ KÖSTEKLEMEK İSTEMİŞ DE AYAĞIM ONA CARPMIŞ.NE EHEMİYETİ VAR?O MÜTHİŞ YANGIN KARŞISINDA BU KÜCÜK HADİSE BİR KIYMET İFADE EDERMİ?DAR DÜŞÜNCELER!DAR GÖRÜŞLER!:)
 
Üst