Kalb ruhun ayıbını nasıl görmez..?

kab-ý kavseyn

Well-known member
İKİNCİ DÜSTURUNUZ
Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nev’inden gıpta damarını tahrik etmemektir.
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez. Belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder. Yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır.

**Genel manada düsturu anladım,lakin kalp ruhun ayıbını görmez cümlesine kendimce örnek getiremedim..
acaba nasıl olurda kalp ruhun ayıbını görmez? Ruhun ayıbı olur mu?

baki selam ve dua ile inşaallah..
 

kab-ý kavseyn

Well-known member
cevap Sorularla Risalede varmış kardeşlerim Rabbim razı olsun inşaallah..


İnsan vücudu tam bir dayanışma ile çalışır. Bir ayak diğer ayağa çelme takmadığı gibi kalp de ruhun ayıbını görmez. Yani bir insan tutup da kendi hatalarını başkalarının içinde teşhir etmez. Benzeri bir durum cemaat ruhunda olur ve olmalıdır. Tenkide medar haller olsa bile, bu teşhir edilmeden bünye içinde halledilir ve edilmelidir.

Müminler birbirlerine karşı kargir taşlar gibi girift olmalı, birbilerine destek olmalı, birbirlerinin ayıbını görmemeliler. Bu şekildeki dayanışma içinde olan bir toplumun üstesinden gelmeyeceği mesele olmaz.

Örnek mi istersiniz, işte size Asr-ı saadet. Onlar "Kalb ruhun ayıbını görmez" hakikatını, hayatlarının her lahzasında yaşamış ve yaşatmışlardı.
İslami esasları yaşamak ve yaşatmak, bu asırda da mümkün olduğuna göre, herkes en azından bu İslami terbiyeye evvela nefsinden, sonra evinden başlamalı. Gerek komşusuyla gerekse de mahalle ve kasabasındaki kişilerle dostane yaşamak ve uhuvvet, kardeşlik tohumunu neşvu nemalandırmakla her mümin görevli olmalıdır.

Bu şekildeki bir faaliyetle gerek ruhen, gerek vücud olarak, gerekse de toplum olarak huzura kavuşacağımız biiznillah muhakakktır.
 

heysem

Well-known member
Ruhun ayıbı diye kasd olunan mana nefsin ayıpları değildir. Çünkü insanın kalbinin gözüyle, nefsinin ayıplarını araştırıp tedavisine çalışmak gibi bir vazifesi vardır. Nefsindeki ayıpları görmemek değil, aksine görmesi gerekir.Öyle ise cümledeki maksad, bunun dışında bir mana olarak araştırılmalıdır.

İnsan bir beden ve bir ruhtan oluşmakla beraber, ruhunda manevi duygular olarak bulunan bir kısım latifeler vardır. Ruhtaki bu latifelerden biri kalb, biri nefis olduğu gibi biri de ruhtur. Yani ruhumuzda, ruh adında aynı ismi taşıyan bir de latifemiz vardır. Üstad Bediüzzaman 16. Lem'ada bu latifelerden şöyle bahseder:

"Meselâ vicdan, a'sab, hiss, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi (insan ruhunda bulunan on latifeyi) başka bir surette gösterir." (16. Lem'a ve Barla Lahikası)

İnsan ruhunda, nefis, heva, heves gibi kötülüğü emreden ve terbiye edilmesi gereken özellikler bulunduğu gibi, akıl, kalp, vicdan, ruh gibi gerçeği arayan, değerli ve nefsi dizginlemekle vazifeli latifelerimiz de vardır.

Bu noktadan bakarsak, "kalb ruhun ayıbını görmez" cümlesi ile kasd olunan "ruhun ayıbları var da kalp onları görmezlikten gelir" manasında değildir. "Bu latifelerimiz, aralarında tam bir uyumla çalışır, birbirlerinin kusurunu aramazlar ve birbirinin faaliyetlerini sekteye uğratır bir tavır içinde değildirler" demektir.


Zaten bu söz, bulunduğu yerde, "mümin kardeşler arasında uyumlu ilişkilerin teşviki" sadedinde verilmiş bir misaldir. Manasını da içinde yer aldığı konunun gereği doğrultusunda, bu şekilde anlamak gerekir.

Risale Online.
 

kab-ý kavseyn

Well-known member
Ruhun ayıbı diye kasd olunan mana nefsin ayıpları değildir. Çünkü insanın kalbinin gözüyle, nefsinin ayıplarını araştırıp tedavisine çalışmak gibi bir vazifesi vardır. Nefsindeki ayıpları görmemek değil, aksine görmesi gerekir.Öyle ise cümledeki maksad, bunun dışında bir mana olarak araştırılmalıdır.

İnsan bir beden ve bir ruhtan oluşmakla beraber, ruhunda manevi duygular olarak bulunan bir kısım latifeler vardır. Ruhtaki bu latifelerden biri kalb, biri nefis olduğu gibi biri de ruhtur. Yani ruhumuzda, ruh adında aynı ismi taşıyan bir de latifemiz vardır. Üstad Bediüzzaman 16. Lem'ada bu latifelerden şöyle bahseder:

"Meselâ vicdan, a'sab, hiss, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi (insan ruhunda bulunan on latifeyi) başka bir surette gösterir." (16. Lem'a ve Barla Lahikası)

İnsan ruhunda, nefis, heva, heves gibi kötülüğü emreden ve terbiye edilmesi gereken özellikler bulunduğu gibi, akıl, kalp, vicdan, ruh gibi gerçeği arayan, değerli ve nefsi dizginlemekle vazifeli latifelerimiz de vardır.

Bu noktadan bakarsak, "kalb ruhun ayıbını görmez" cümlesi ile kasd olunan "ruhun ayıbları var da kalp onları görmezlikten gelir" manasında değildir. "Bu latifelerimiz, aralarında tam bir uyumla çalışır, birbirlerinin kusurunu aramazlar ve birbirinin faaliyetlerini sekteye uğratır bir tavır içinde değildirler" demektir.


Zaten bu söz, bulunduğu yerde, "mümin kardeşler arasında uyumlu ilişkilerin teşviki" sadedinde verilmiş bir misaldir. Manasını da içinde yer aldığı konunun gereği doğrultusunda, bu şekilde anlamak gerekir.

Risale Online.

Rabbim razı olsun inşaallah kardeşim ya.. şimdi taşlar daha da yerine oturdu inşaallah..
Maşallah kardeşim Rabbim ilminizi daim etsin inşaallah.. Amin amin..
 
İnsan bedeninde bulunan kalb, vazifesinin ehemmiyetinden dolayı kendine güvenip, gurura kapılıp ruha küçük görme, tenkid etme, kusur bulma ve dolayısıyla saye şevkini kırıp atalete uğratma gafletine düşşe o vucudu insanın hayatı ne hale gelir?

işte;şahsı manevinin sırrı azimi olan fenafil ihvan düsturunu rencide etmek mesleki nuriyede bindiğimiz dalı keserek tedenniye,
sukuta kendi kesbimizle nail olma! neticesine en kısa yoldan ulaştırır.
 
Her mesleğin kendine ait prensipleri, usullleri olduğuna nazaran üstadımız "Ehl-i tasavvufun mabeyninde "fena fi-ş şeyh, fena fi-r resul" ıstılahatı var. Ben sofi değilim. Fakat onların bu düsturu, bizim meslekte "fena fi-l ihvan" suretinde güzel bir düsturdur. Kardeşler arasında buna "tefani" denilir. Yani, birbirinde fâni olmaktır. Yani: Kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyat ve hissiyatıyla fikren yaşamaktır.

Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır" buyuruyor.

Bu sırrı azime göre kalbimizdeki lillah için uhuvvet dairesi genişledikçe, bir abimizin" teşbihiyle risale-i nurun feyzi ekberi semada bir uydu bizim kalbimizdeki fenafillah istidadı çanak anten" manevi kuvvetimizin, istifade ve istifazemizin artmasına en mühim bir vesile oluyor. Ve minallahi tevfik.
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Çünkü nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.

Yukarıda da ifade edildiği gibi bu veciz cümle ile çok hakikatler beyan edilmiş. Bir vücudu meydana getiren maddi ve manevi uzuvların her biri ayrı ayrı düşünüldüğünde ferdi, bir bütün düşünüldüğünde ise cemaat olmaktadır. Burada uzuvlar cemaat olarak düşünüldüğünde her bir uzun ancak kendi işini yapmakta bir başkasının vazifesine karışmadığını ifade etmekte. Yoksa bir kusurları var olduğu halde karışmadığını ifade etmemekte. Mesela bir tekstil atölyesinde ortacılar, ütücüler, dikişciler, kontrolcüler, ustabaşları ve hakeza işçiler bulunmakta. Ortacı ancak kendi vazifesine ne düşüyorsa onu yapmakla mükelleftirler ve diğer çalışanların ürettikleri ürünlerde kusur ve hata aramazlar. Kusur ve hataları olsa bile bununla ilgilenmezler. Çünkü vazifesi ve payına ne düşüyorsa o işi yapar eğer yapmayıp kusur ve hatalarını aramaya çalışsa kendi vazifesinin dışına çıktığından düzeni bozacak belki işten çıkartılacaktır..

Mesela bazen burada görebilmekteyiz. Bazı üyeler özellikle konu veya yorum yapanların mesajlarında hatalar bulmaya gayret etmekte ve bu hatalarını ifrada kaçar derecesinde sanki düşmanını tenkid eder derecesinde mukabelede bulunmakta. Hatasını görmesinden ziyade adavete sebep olmakta. Bize düşen hatalar bulmaya çalışmak değil hakikatleri kendi kabiliyetlerimiz dahilinde icra etmektir. Eğer bir hata var ise de ikna ile görmesine yardımcı olarak yapmak gerekmekte. Mesela bu konu altında yazılanları hata bulmak için arasak elbette hata bulunması muhaldir. Ama gayemiz hata bulmak değil hakikatlerin anlaşılmasına gayret olduğundan bizler hata bulmak yerine bu vazifemizi icra etmeliyiz..
 
Üst