Dünya Hizmet Meydanıdır, Ücret Yeri Değil

Eyvàh!

Well-known member
Bu dünya hizmet yeridir, ücret yeri değildir. Bu dünyada yapmış olduğumuz ibadetlerin neticesi ahirette görülecektir. Onların neticesini ve meyvesini bu dünyada görmek istemek ahireti dünyaya tabi etmek gibidir. İbadetlerimizden bir feyz almaya çalışmak ve alamadığımız zaman da ümitsizliğe kapılmanın doğru olmadığına dair birkaç bahis:

“Bizlerle pek çok alâkadar bir zat, çok defa dehşetli şekvâ ediyor ki: "Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, manevi hizmetlerimin neticelerini göremiyorum" diye medet istiyor.
Ona yazıyoruz ki: "Bu dünya darü'l-hizmettir; ücret almak yeri değildir. A'mâl-i sâlihanın ücretleri, meyveleri, nurları berzahta, ahirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve bu dünyada onları istemek, ahireti dünyaya tabi etmek demektir.” (Kastamonu Lahikası)

Hem yine:
“Kastamonu'da ehl-i takvâ bir zât, şekvâ tarzında dedi: "Ben sukut etmişim. Eski halimi ve zevkleri ve nurları kaybetmişim."
Ben de dedim: "Belki terakki etmişsin ki, nefsi okşayan ve uhrevî meyvesini dünyada tattıran ve hodbinlik hissini veren zevkleri, keşifleri geri bırakıp, daha yüksek makama, mahviyet ve terk-i enâniyet ve fâni zevkleri aramamakla uçmuşsun."
Evet, bir ehemmiyetli ihsan-ı İlâhi, ihsanını, enâniyetini bırakmayana ihsas etmemektir-tâ ucub ve gurura girmesin. O amel-i salihin ihlası kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez. Verilse, teşvik için verildiğini düşünüp şükreder." (Şualar, 13. Şua)

Bu zamanda çoğumuz bu durumdan şikayetçiyizdir. “Zevk alamıyoruz, sıkılıyoruz, adam olamıyoruz, yapamıyoruz…” gibi tabirleri çok kullanmışızdır.
İbadetin ruhu ihlastır. İhlas ise yapılan ibadetin yalnız Allah’ın emri olduğu için yapılmasıdır. Dünyevi ve uhrevi bir maksat ibadetimizde maksat olsa o ibadeti iptal eder veya en azından sevabını azaltır. Demek ki dünya menfaati için yapılmayacağı gibi uhrevi bir maksat için veya en azından uhrevi zevkleri bu dünyada almak için de yapılmaz. Eğer Cenab-ı Hak fazlından olarak dünya işlerimizi kolaylaştırsa ve bizlerin kalbimize de ferah verse o zaman şükredebiliriz. Yoksa bunlar maksat yapılmaz ve istenilmez. İstenilirse ihlası kaçırır, riyaya kapı açar.

Dünyada yediğimiz bir elmanın yerine ancak bir sene sonra yeni bir elma gelmektedir. Halbuki bu meyve eğer cennette olsaydı kopardığımız zaman yerine aynen gelecekti.

“Dünyanın yüz bahçesi, fani olmak haysiyetiyle, ahiretin baki olan bir ağacına mukabil gelemez. Halbuki, hazır lezzete meftun kör hissiyat-ı insaniye, fani, hazır bir meyveyi, baki, uhrevi bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirtleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar.
Risale-i Nur şakirtlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zat, haremiyle (hanımıyla) beraber büyük bir makamda bulundukları halde, maişet müzayakası (maddi sıkıntı) yüzünden haremi, demiş zevcine: "İhtiyacımız şedittir."
Birden, altından bir kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: "İşte Cennetteki bizim kasrımızın bir kerpicidir."
Birden o mübarek hanım demiş ki: "Gerçi çok muhtacız ve ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat fani bir surette bu zayi olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Dua et, yerine gitsin; bize lazım değil." Birden yerine gitti, Keşifle gördüler diye rivayet edilmiş.” (Emirdağ Lahikası)

“Ben gördüm ki, ehl-i diyanet, belki de ehl-i takvâ bir kısım zatlar bizimle gayet ciddi alakadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rastgelsin. Hatta tarikatı, keşif ve keramet için ister. Demek ahiret arzusunu ve dinî vezâifin uhrevî meyvelerini dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevâid-i dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa, o ameli iptal eder; lâakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.” (Kastamonu Lahikası)
 

Eyvàh!

Well-known member
İşte burada da görüldüğü gibi bir kısım Müslümanlar sırf dünya işlerinin iyi gitmesi için ibadete yöneliyorlar. Kazançları bereketlensin diye dini hizmetleri yapıyorlar. Bunlar maksatlarına ulaşamayacakları gibi ibadetlerinin de ihlası kaçar, ancak yaptıkları zahmet yanlarına kar kalır.

“Birbirinizi enaniyetle veya sadakatsizlikle ittiham etmemek için, bir hakikati beyan etmek ihtar edildi.
Ben bir zaman enaniyetini bırakmış ve nefs-i emmâresi kalmamış büyük evliyadan şiddetli bir surette nefs-i emmâreden şikâyet ettiğini gördüm, hayrette kaldım. Sonra katî bildim ki, âhir ömre kadar mücahede-i nefsiyenin sevabdar devamı için, nefs-i emmârenin ölmesi üzerine onun cihazatı damarlara ve hissiyata devredilir, mücahede devam eder. İşte o büyük evliyalar, bu ikinci düşmandan ve nefsin vârisinden şikâyet ederler.
Hem mânevî kıymet ve makam ve meziyet, bu dünyaya bakmıyor ki, kendini ihsas etsin. Hattâ en büyük makamda bulunanlardan bazı zatlara verilen büyük bir ihsan-ı İlâhîyi hissetmediklerinden, kendilerini herkesten ziyade biçare ve müflis telâkki etmeleri gösteriyor ki, avâmın nazarında medar-ı kemâlât zannedilen keşif ve keramet ve ezvak ve envâr, o mânevî kıymet ve makamlara medar ve mehenk olamaz. Sahabelerin bir saati, başka velîlerin bir gün, belki bir çilesi kadar kıymeti olduğu halde, keşif ve mânevî hârikulâde hâlâta evliya gibi mazhariyetleri her Sahabede olmaması, bu hakikati ispat ediyor.” (Şualar, 13. Şua)

Şu hakikat da güzeldir. Çünkü bizlerde nefsi öldürmek olmadığından dolayı nefsimizi terbiye edebilsek de yine mücadelenin devam edebilmesi için o nefsin vazifesini görecek hisler mevcuttur. Çünkü nefsin ölümünden sonra terakki devresi yavaşlar. Buna dair şöyle bir hikaye anlatırlar:
Mesela: Bizim bir atımız bulunsun. Eğer biz nefsimizi öldürürsek yani atı öldürürsek o zaman gideceğimiz yere artık yürüyerek gitmek zorunda kalırız. Eğer nefsimizin esiri olursak o zaman at bizi nereye isterse oraya götürür. Eğer biz nefsimizi terbiye edersek o zaman ata binip onun dizginini nereye çevirirsek oraya gider.

Burada dikkat edilmesi gereken bir husus vardır. Nefs-i emmare terbiye edilse bile onun vazifesini devam ettiren bir his mutlaka yaşıyor. Bu da terakki edebilmemiz için lazımdır. Bazı büyük insanlar kendilerini en adi bir durumda görüyorlar. Kendilerine verilen büyük makamları hissetmediklerinden kendilerini diğer insanlardan çok daha aşağı hissediyorlar.
Keşf ve kerametler henüz terakki edemeyen ve teşvike muhtaç olan insanlara Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanı olarak verilir. Terakki etmiş insanlarda keşf ve keramete ihtiyaç olmaz, onlar doğrudan doğruya hakikati buldukları için bu hakikat onlar için kırılmaz ve sarsılmaz hüccetleri taşır. Daha keşf ve kerametlere ihtiyaç hissetmezler.
 
Üst