Nur-u Muhammedî ifadesini biraz açıklar mısınız?-1-

Nevzatt

Well-known member
Nur-u Muhammedî, mahlûkat âleminin ilk çekirdeğidir.

Nur, her çeşit karanlığın, zulmetin zıddıdır. İlim nurdur; cehalet karanlığını yok eder. Hidayet ayrı bir nur; dalâlet onunla ortadan kalkar. İman da nurdur, küfür karanlıklarını mahveder.

Her nur bir zulmeti giderir ve bir hakikati gösterir.

İşte, bu âlem yaratılmazdan önce her şey yokluk karanlığında idi. Cenâb-ı Hakk lütuf ve ihsanıyla bu karanlığa son verdi ve bütün varlıklara çekirdek olacak ilk mahlûkunu yarattı. Bu varlık Nur-u Muhammedî idi.

“Allah’ın ilk yarattığı şey benim nurumdur.” hâdis-i şerifi üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü, bu konuda bir takım yanlış yorumlar yapılıyor.

Bilindiği gibi canlıların bütün karakterleri genetik şifrelerinde yazılı. Bu yazı, kader kalemiyle işlenmiş bir İlâhî programdır. Bir tohumdaki şifrede ne ağacın şeklini, ne gövdesinin sertliğini, ne yaprağının yeşilliğini, ne de meyvesinin tadını bulabilirsiniz. DNA’da bütün bu özellikler baz sıralaması şeklinde yazılıdır, ama o program ne serttir, ne yumuşak; ne yeşildir, ne kırmızı. Bunların hepsi o şifrede bir plan, bir program olarak mevcut, ama ağacın bütün özelliklerini o şifrede aynen bulmaya çalışmak da boş bir çabadır. Bu noktayı dikkate almadan, bütün mahlûkatın nur-u Muhammedî'den yaratılışını düşünenler, yıldızlarla, ormanlarla, denizlerle bu nur arasında bir benzerlik kurmaya kalkışır ve aldanırlar.

“Bir şey mutlak zikredilince kemâline masruftur.” kaidesince, insan denilince de insanlık âleminin en ileri ferdi ve risalet semasının güneşi olan Hz. Muhammed (asm.) akla gelir.

Bütün İlâhî isimler ilk defa nur-u Muhammedî'de tecelli etmişler. Meselâ, onda Muhyi isminin tecellisi var ve o nur hayat sahibi. Sonraki safhalarda yaratılacak olan bütün hayatlar, ilk defa onda tecelli eden bu ismin ayrı tezahürleridir. O nurlu hayat, bütün hayatların başlangıç noktası ve çekirdeğidir. Ama, bütün hayat çeşitleriyle Resulûllah Efendimizin (asm) o pak ve münezzeh ruhu arasında bir ilişki kurmaya kalkışmanın da yanlışlığı ortadadır.

“Mukteza-yı hikmet, şu şecere-i hilkatin de bir çekirdekten yapılmasıdır. Hem öyle bir çekirdek ki; âlem-i cismanîden başka, sair âlemlerin nümûnesini ve esasatını câmi’ olsun.” (Sözler)

Vahdetü’l-Vücud meşrebinin sahibi Muhyiddin Arabi hazretlerine göre, ebede kadar yaratılacak bütün varlıkların mahiyetleri (kendi ifadesiyle ayan-ı sabiteleri), tâbiri caizse nuranî bir çekirdek halinde, Allah’ın ilminde mevcuttu. Bütün mahiyetleri icmalen taşıyan bu ilk taayyün mertebesini Muhyiddin Arabî hazretleri, “hakikat-ı Muhammediye”, “âlem-i vahdet”, “vücud-u icmâli”, “nur-u Muhammedî” gibi isimlerle dile getiriyor.

Buna göre, nur-u Muhammedî, bütün mahiyetlerin ortak ismidir ve eşyanın yaratılmasıyla bu mahiyetler ilim dairesinden kudret dairesine geçmişlerdir.
 

Nevzatt

Well-known member
Nur-u Muhammedî ifadesini biraz açıklar mısınız?-2-

İmam-ı Rabbanî hazretleri de Mektûbat'ında şöyle buyurur:

“Hakikat-i Muhammediye'den terakki vaki oldu mânâsında yazdığım cümleye gelince, bu hakikatten murat, o hakikatın zıllıdır ki o hakikat için “hazret-i ilmin icmâlinden ibarettir” demişler ve “Vahdet” tabirini kullanmışlardır.”

Âlem-i Vahdet, Muhyiddin Arabî hazretlerinin ilk taayyün mertebesine verdiği dört isimden birisidir.

Bilindiği gibi vahdet birlik mânâsına geliyor, kesret ise çokluk. Çekirdekte vahdet vardır ve bu vahdetten kesret doğmuştur. Yüzlerce meyve, binlerle yaprak kesreti ifade ederler ve bu kesret âlemi bir vahdetten doğar. Sonsuz yıldızların kaynaştığı sema, yine sonsuz canlıların oynaştığı yer yüzü, sayısını bilemediğimiz melekler âlemi ve daha nice varlıklar hep kesreti ifade ederler ve bunların tamamı âlem-i Vahdetten, Nur-u Muhammedî'den doğmuşlardır.

Nur Külliyatı'ndan önemli bir ipucu:

“Muhakkak, semavat ve arz bitişik idiler, biz onları ayırdık.” meâlindeki âyet-i kerime’nin değişik tefsirleri nazara sunulduktan sonra şu mânâya da yer verilir:

“Mezkûr âyetin tabaka-i avama ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki: Nur-u Muhammediye’den (asm.) yaratılan madde-i aciniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun macun ve hamurundan infisâl ettirilmesine işarettir.” (Mesnevî-i Nuriye)

Bu ifadelerden anlaşıldığı gibi, bu hikmet âleminin yaratılış çekirdeği olan nur-u Muhammedîden âlem safha safha yaratılmış. Bütün fizik âleminin, semavat ve arzın yaratılışı da bu kaide çerçevesinde gerçekleşmiş. Bu nurdan, Üstadın ifadesiyle bir “madde-i aciniye” yaratılmış ve bu öz macun, bu şifre mahlûk göklerin ve yer küremizin yaratılmasında esas olmuş.

“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur” hadis-i şerifinin devamında âlemin yaratılış safhaları sırayla, kalem, levh, arş, hamele-i arş olan melekler, kürsi, diğer melekler, gökler, yerler... şeklinde ifade edilir. Belki de, göklerin ve yerlerin yaratılmasından önceki safhalarda, yaratılış doğrudan doğruya nur-u Muhammedîden gerçekleştirilmiş, bu safhada ise nur-u Muhammedîden “madde-i aciniye”, bir öz madde yaratılmış ve göklerin ve yerin yaratılmasında bu çekirdek esas olmuştur. Her şeyin bir sebebe bağlandığı bu hikmet dünyasında, şu görünen âlemin başlangıcının böylece takdir edilmiş olması İlâhî hikmete muvafık düşmektedir.

Maddenin nurdan yaratılması garip karşılanmamalı. Nitekim madde dediğimiz şeyin, aslında, kesifleşmiş bir enerji olduğu bilinmektedir. Atomun, parçalandığında enerjiye dönüşmesi, işin temelinde kuvvet ve kudretin bulunduğunu gösterir. Bunlar ise kesif ve maddî değil, lâtif ve nuranîdirler.

“Hiçbir şey yoktur ki onu hamd ile tesbih etmesin.” meâlindeki âyet-i kerimeye göre, her şey Allah’ı bilmekte, hamd ve tesbih etmektedir. Kâinatın gerek İlâhî ilimdeki ilk icmâline, gerek şehadet âlemine çıkışındaki o çekirdek varlığa “nur-u Muhammedî” denilmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ı bilmede, onu hamd ve tesbih etmede en ileri mertebe Allah Resulüne (a.s.m ) aittir. Bütün İlâhî isimlerin en ileri mertebesine de, O Zat mazhardır. Kâinatın yaratılmasından asıl gaye O’dur. Diğer varlıkların yaptıkları bütün ibadetler, erdikleri bütün marifetler ve zevk ettikleri bütün muhabbetler onun yanında ancak bir gölge gibi kalır.

“Hem ism-i â’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlâhî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir.” (Sözler)

Demek ki, ruh-u Muhammedî'nin ulviyeti diğer bütün mahiyetleri âdeta gölgede bırakmış ve o ilk çekirdek varlığa nur-u Muhammedî denilmiş.
 
Üst