Habbe

Huseyni

Müdavim

Habbe

Cennet-i Kur’âniyenin semerâtından bir semerenin ihtiva ettiği
حَبَّه مِى كُويَدْ
مَنْ شَاخِ دِرَخْتَمْ بَرَازْ مَيْوَهءِ تَوْحِيدْ
يَگْ شَبْنَمَمْ اَزْيَمْ بُرْاَزْ لُؤْلُؤِ تَمْجِيدْ
blank.gif
1


besmele.jpg


اَلْحَمْدُ ِللهِ عَلٰى دِينِ اْلاِسْلاَمِ وَكَمَالِ اْلاِيمَانِ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلٰى مُحَمَّدٍنِالَّذِى هُوَ مَرْكَزُ دَائِرَةِ اْلاِسْلاَمِ وَمَنْبَعُ اَنْوَارِ اْلاِيمَانِ وَعَلٰى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ اَجْمَعِينَ مَادَامَ الْمَلَوَانِ وَمَادَامَ الْقَمَرَانِ
blank.gif
2


İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu gördüğün büyük âleme büyük bir kitap nazarıyla bakılırsa, nur-u Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.


Eğer o âlem-i kebir bir şecere tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî hem çekirdeği, hem semeresi olur.

Eğer dünya mücessem bir zîhayat farz edilirse, o nur onun ruhu olur.

Eğer büyük bir insan tasavvur edilirse, o nur onun aklı olur.


Eğer pek güzel şaşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse, nur-u Muhammedî onun andelîbi olur.




[NOT]Dipnot-1 Ben tevhid meyveleriyle yüklü bir ağaç dalıyım. Tevhid incileriyle dolu bir denizin damlasıyım.


Dipnot-2
Din-i İslâm ve kemâl-i iman için Allah’a hamd olsun. Daire-i İslâmın merkezi ve envâr-ı imanın menbaı olan Muhammed ile onun bütün âl ve ashabına, gece gündüz, ay ve güneş devam ettikçe salât ve selâm olsun.
[/NOT]



andelîb: bülbülcennet-i Kur’âniye: Kur’ânî cennet; bu tabirle, insana dünya ve âhiret saadetini bahşeden Kur’ân’î hakikatler ve esaslar kastediliyor
farz etmek: var saymakihtiva etmek: içermek
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkâtib: yazar, müellif; bütün varlıkları bir kitap yazar gibi, mükemmel bir şekilde yaratan Allah
mücessem: cisimleşmiş, maddî şekle bürünmüşnazar: bakış
nur: aydınlık, ışıknur-u Muhammedî: bütün varlıkların yaratılışının mayası, aslı, esası olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nuru
ruh: hayat kaynağı, can, cevhersemere: meyve, netice
semerât: meyveler, neticelertahayyül etmek: hayal etmek
tasavvur etmek: düşünmek, zihinde canlandırmak, hayal etmekzîhayat: canlı, hayat sahibi
âlem: evren, kâinatâlem-i kebir: büyük âlem, evren
şaşaalı: gösterişli, parlakşecere: ağaç

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 155


Eğer pek büyük bir saray farz edilirse, nur-u Muhammedî o Sultan-ı Ezelin makarr-ı saltanat ve haşmeti ve tecelliyat-ı cemâliyesiyle âsâr-ı san’atını hâvi olan o yüksek saraya nâzır ve münâdi ve teşrifatçı olur. Bütün insanları dâvet ediyor. O sarayda bulunan bütün antika san’atları, harikaları ve mu’cizeleri târif ediyor. Halkı o saray Sâhibine, Sâniine iman etmek üzere câzibedar, hayretefzâ dâvet ediyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Hilkat şeceresinin semeresi insandır. Malûmdur ki, semere bütün eczânın en ekmeli ve kökten en uzağı olduğu için, bütün eczânın hâsiyetlerini, meziyetlerini hâvidir. Ve keza, hilkat-i âlemin ille-i gaiye hükmünde olan çekirdeği yine insandır.

Sonra, o şecerenin semeresi olan insandan bir tanesini şecere-i İslâmiyete çekirdek ittihaz etmiştir. Demek o çekirdek, âlem-i İslâmiyetin hem bânisidir, hem esasıdır hem güneşidir. Fakat o çekirdeğin çekirdeği kalbdir. Kalbin ihtiyacat saikasıyla âlemin envâıyla, eczâsıyla pek çok alâkaları vardır. Esmâ-i Hüsnânın bütün nurlarına ihtiyaçları vardır. Dünyayı dolduracak kadar o kalbin hem emelleri, hem de düşmanları vardır. Ancak, Ganiyy-i Mutlak ve Hâfız-ı Hakikı ile itminan edebilir.

Ve keza, o kalbin öyle bir kabiliyeti vardır ki, bir harita veya bir fihriste gibi bütün âlemi temsil eder. Ve Vahid-i Ehadden başka merkezinde birşeyi kabul etmiyor. Ebedî, sermedî bir bekadan maada birşeye razı olmuyor.


İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iska edilmekle





Ganiyy-i Mutlak: hiçbir şeye hiçbir şekilde muhtaç olmayan ve bütün varlıkların her türlü ihtiyaçları gayb hazinelerinde bulunan sınırsız zenginliğe sahip olan AllahHâfız-ı Hakiki: bütün varlıkların hallerinden hareketlerine kadar her şeyini kaydeden ve onları her türlü kötülüğe ve tehlikeye karşı gerçek koruyucu olan Allah
Sultan-ı Ezel: sonsuz otorite ve hâkimiyet sahibi Ezelî Sultan, AllahSâni: herşeyi san’atlı ve mükemmel bir şekilde yaratan Allah
Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen Allahalâka: ilgi, bağlantı
antika: eski ve kıymetli san’at eseribekà: devamlılık, kalıcılık
bâni: binâ eden; kuran, kurucucâzibedar: çekici bir şekilde
ebedî: sonu olmayan sonsuzlukeczâ: cüzler; parçalar, kısımlar
ekmel: en mükemmelemel: istek, arzu
envâ: neviler, türleresmâ-i Hüsnâ: Allah’ın güzel isimleri
farz etmek: var saymakfihriste: özet, bir şeyin içeriği
harika: olağanüstü, hayranlık verenhayretefzâ: hayret içinde bırakacak şekilde; hayret saçan
haşmet: heybet, görkem, büyüklük, yücelikhilkat: yaratılış
hilkat-i âlem: âlemin, kâinatın yaratılışıhâsiyet: özellik
hâvi: içine alanihlâs: içtenlik, samimiyet; ibadet ve davranışlarda sadece Allah’ın rızasını gözetme
ihtiyacat: ihtiyaçlarille-i gaiye: asıl hedef, gerçek sebep
itminan etmek: tatmin etmekittihaz etmek: edinmek, kabullenmek
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkabiliyet: yetenek
keza: bunun gibimaada: –den başka, –in dışında
makarr-ı saltanat: saltanat, otorite ve hâkimiyet merkezimalûm: bilinen
meziyet: üstün özellikmu’cize: bir benzerini yapmakta başkasını âciz bırakan olağanüstü şey
münâdi: nida eden, seslenen, çağırannur: aydınlık
nur-u Muhammedî: bütün varlıkların yaratılışının mayası, aslı, esası olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nurunâzır: bakan, gören
razı olmak: hoşnut olmaksaika: yönlendirme, sebep
semere: meyve, neticesermedî: devamlı, sürekli
tarif etmek: anlatmak, tanıtmaktecelliyat-ı cemâliye: İlâhî güzelliklerin akisleri, yansımaları
teşrifatçı: önemli bir mekânda, gelenleri buyur edenubudiyet: Allah’a kulluk
âlem: dünya, evrenâlem-i İslâmiyet: İslâm âlemi
âsâr-ı san’at: san’at eserlerişecere: ağaç
şecere-i İslâmiyet: İslâmiyet ağacı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 156


imanla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılâp edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.

Ve keza, o habbe-i kalb için, pek çok hizmetçi vardır ki, o hâdimler kalbin hayatiyle hayat bulup inbisat ederlerse, kocaman kâinat onlara tenezzüh ve seyrangâh olur. Hattâ kalbin hâdimlerinden bulunan hayal, meselâ en zayıf, en kıymetsiz iken, hapiste ve zindanda kayıtlı olan sahibini bütün dünyada gezdirir, ferahlandırır. Ve şarkta namaz kılanın başını Hacerü’l-Esvedin altına koydurur. Ve şehadetlerini Hacerü’l-Esvede muhafaza için tevdi ettirir.

Mâdem benî Âdem kâinatın semeresidir. Nasıl ki, bir harmanda başaklar döğülür; tasfiye neticesinde semereler istibka ve iddihar edilir. Binaenaleyh, haşir meydanı da bir harmandır; kâinatın başak ve semeresi olan benî Âdemi intizar etmektedir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Şu görünen umumî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler, umumî âlemin aynıdır. Yalnız umumî âlemin merkezi şemstir. Hususî âlemlerin merkezi ise şahıstır. Her hususî âlemin anahtarları o âlemin sâhibinde olup letâifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü ve kubhu, ziyası ve zulmeti, merkezleri olan eşhasa tâbidir. Evet, ayinede irtisam eden bir bahçe, hareket, tegayyür ve sair ahvalinde ayineye tâbi olduğu gibi, her şahsın âlemi de, merkezi olan o şahsa tâbidir: Gölge ve misal gibi. Binaenaleyh, cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünkü, kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsufa tutturur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene’dir, diğeri tabiattır. Birinci tâğutu gayr-ı



Hacerü’l-Esved: (bk. bilgiler – Kâbe)ahval: haller, davranışlar
benî Âdem: Âdemoğulları, insanlarbinaenaleyh: bundan dolayı
cismânî âlem: beden dünyasıene: ben; benlik
eşhas: kişilerhabbe-i kalb: kalbin tohumu, çekirdeği
hadim: hizmetçihaşir meydanı: öldükten sonra yeniden diriltilip Allah’ın huzurunda toplanılacak yer, meydan
hususî âlem: şahsa ait, özel âlem, özel dünyahüsün: güzellik
iddihar etmek: biriktirmek, depolamakinbisat etmek: genişlemek, gelişmek, yayılmak
inkılâp etmek: değişmek, dönüşmekintibah: uyanış
intizar etmek: beklemekirtisam eden: resmedilen, görünen
iska etme: su verme, sulamaistibka: devamını isteme, geriye bırakma; bâkîleştirme
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkasâvet: katılık, sertlik
keza: bunun gibikubuh: çirkinlik, kötülük
kâinat: evren, yaratılmış herşeyküsuf tutturmak: örtmek, perdelemek
letâif: insanın mânevi yapısında bulunan ince duygularmisal: aynadaki yansıma, görüntü
misâlî: yansıyan, görüntü halinde olannur: aydınlık
nurânî: nurlu, parlakruh: hayat kaynağı, can, cevher
safvet: paklık, temizliksemere: meyve, netice
seyrangâh: gezi ve seyir yeritabiat (tâğutu): tabiat putu; maddeci görüş tabiatı bir put gibi şöyle tarif eder
tasfiye: temizleme, arındırmategayyür: başkalaşım
tenezzüh: gezintiterbiye: eğitim
tevdi etmek: emanet olarak bırakmak, emanet etmektâbi: bağlı
tâğut: ibadet edilen bâtıl şey, putumumî âlem: genel dünya, evren
zerre: en küçük madde parçasıziya: ışık
zulmet: karanlıkâlem: dünya, evren
âlem-i emir: Allah’ın kudret ve emrinin tecellî etiği âlem; Cenâb-ı Hakk’ın değişmeyen sabit hakikatler şeklinde devam eden kanunlar âlemişark: doğu
şecere-i nurânî: nurlu, parlak ağaçşehadet: şahidlik
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 157


kastî, gölgevâri bir ayine gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.

İkinci tâğut ise, onu İlâhî bir san’at, Rahmânî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey, İlâhî bir san’attır. Cenâb-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.

Evet, Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubâb risalelerinde ispat ve izah edildiği gibi, mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye ve san’at-ı şuuriye-i Rahmâniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza, firavunluğa delâlet eden ene’den, Sâni-i Zülcelâle râci olan Hüve tebârüz etti.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dünyada sana ait çok emirler vardır. Amma ne mâhiyetlerinden ve ne âkıbetlerinden haberin olmuyor:

Biri, cesettir. Evet, cesedin genç iken lâtif, zarif ve güzel gül çiçeğine benzerse de, ihtiyarlığında kuru ve uyuşmuş kış çiçeğine benzer ve tahavvül eder.

Biri de hayat ve hayvaniyettir. Bunun da sonu ölüm ve zevaldir.

Biri de insaniyettir. Bu ise, zeval ve beka arasında mütereddittir. Dâim-i Bâkînin zikriyle muhafazası lâzımdır.




Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
Dâim-i Bâkî: kendi varlığı sonsuza kadar devam eden, dilediği varlığa da bekà veren, onları sonsuz ve kalıcı yapan Allah
Firavun: (bk. bilgiler)Habbe: dane, tohum; Mesnevî-i Nûriye’de yer alan bir risale
Hubâb: daneler, tohumlar; Mesnevî-i Nûriye’de yer alan bir risaleKatre: damla; Mesnevî-i Nûriye’de yer alan bir risale
Nemrud: (bk. bilgiler)Nokta: Mesnevî-i Nûriye’de yer alan bir risale
Rahmânî: rahmeti sonsuz olan, yarattıklarını esirgeyip koruyan, şefkat eden ve rızıklandıran Allah’a âitSâni-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Zerre: en küçük madde parçası, atom; Mesnevî-i Nûriye’de yer alan bir risalebekà: devamlılık, kalıcılık
delâlet etmek: işaret etmekemir: iş, olay, olgu
ene: ben, benlikfeyiz: mânevî gıda, ilham, bereket, bolluk
firavunluk: kendini Firavun gibi ilâh derecesinde büyük görmegaflet: umursamazlık, duyarsızlık; âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hâli
gölgevâri: gölge gibi, gölgeye benzerhamd: övgü, teşekkür, minnet
hayvaniyet: canlılık, hayat taşımahüve: O, Allah
insaniyet: insanlıkizah edilmek: açıklanmak
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkasten: bilerek ve isteyerek
keza: bunun gibilâtif: şirin, güzel, hoş
maahaza: bununla beraber, bununla birliktemaddiyun: materyalistler, herşeyi maddeye bağlayıp, madde ile açıklamaya çalışanlar
mevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılanmezkûr: zikredilen, ifade edilen
mâhiyet: temel özellik, asıl nitelikmütereddit: şüpheli, kararsız; iki şey arasında gidip gelen
nakış: işleme, süsnazar: bakış, görüş
nazar-ı ehemmiyete alma: önem vermerisale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
râci: dönen, ait olansanem: put
san’at-ı şuuriye-i Rahmâniye: rahmeti sınırsız olan Allah’ın sonsuz ilminin neticesi olarak ortaya çıkan san’atısıbğat: boya
tabiat: (tabiat fikri) materyalist düşünce; tabiat için, “insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç” düşüncesitahavvül etmek: bir halden başka bir hale dönüşmek
tebârüz etmek: belirmek, görünmektâğut: ibadet edilen bâtıl şey, put
zarif: ince, nazikzeval: yokluk
zikir: devamlı Allah’ı anmaâkıbet: netice, son
İlâhî: Allah’a ait, Allah’tan gelenŞemme: bir kere koklama; Mesnevî-i Nûriye’de yer alan bir risale
şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye: düzeni ve ahengi sağlamak için Allah tarafından kainata koyulan ve bütün varlıkların uymak zorunda olduğu kanun ve kuralların tamamışükür: minnet duyup, teşekkür etme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 158


Biri de ömür ve yaşayıştır. Bunun da hududu tayin edilmiştir; ne ileri, ve ne de geri bir adım atılamaz. Bunun için elem çekme, mahzun olma. Tahammülünden âciz, tâkatinden hariç olduğun tûl-i emel yükünü yüklenme.

Biri de vücuttur. Vücut zaten senin mülkün değildir. Onun mâliki ancak Mâlikü’l-Mülktür. Ve senden daha ziyade senin vücuduna şefkatlidir. Binaenaleyh, Mâlik-i Hakikînin daire-i emrinden hariç o vücuda karıştığın zaman zarar vermiş olursun: ümitsizliği intaç eden hırs gibi.

Biri de belâ ve musibetlerdir. Bunlar zâildir, devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir.

Biri de, sen burada misafirsin. Ve buradan da diğer bir yere gideceksin. Misafir olan kimse, beraberce getiremediği birşeye kalbini bağlamaz. Bu menzilden ayrıldığın gibi, bu şehirden de çıkacaksın. Ve keza, bu fâni dünyadan da çıkacaksın. Öyle ise, aziz olarak çıkmaya çalış. Vücudunu Mûcidine feda et. Mukabilinde büyük bir fiyat alacaksın. Çünkü, feda etmediğin takdirde, ya bâd-ı hevâ zâil olur, gider, veya Onun malı olduğundan, yine Ona rücû eder.

Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir. Ve keza, vücuduna kıymet vermek fikrinde isen, o vücuttan senin elinde ancak bir nokta kalabilir. Bütün vücudun cihât-ı erbaasıyla ademler içerisinde kalır. Amma, o noktayı da elinden atarsan vücudun tam mânâsıyla nurlar içinde kalır.

Biri de, dünyanın lezzetleridir. Bu ise, kısmete bağlıdır. Talebinde kalâka düşer. Ve sür’at-i zevali itibarıyla, aklı başında olan, onları kalbine alıp kıymet vermez.

Dünyanın âkıbeti ne olursa olsun, lezâizi terk etmek evlâdır. Çünkü, âkıbetin ya saadettir; saadet ise şu fâni lezâizin terkiyle olur. Veya şekavettir. Ölüm ve idam intizarında bulunan bir adam, sehpanın tezyin ve süslendirilmesinden zevk ve lezzet alabilir mi? Dünyasının âkıbetini küfür sâikasıyla adem-i mutlak olduğunu




Mâlik-i Hakikî: herşeyin gerçek sahibi olan AllahMâlikü’l-Mülk: bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah
Mûcid: icad eden, varlıklara vücut verip yaratan Allahadem: yokluk, hiçlik
adem-i mutlak: mutlak yok oluş, tamamen ve ebediyen yok olmaaziz: çok değerli, izzetli
binaenaleyh: bundan dolayıbâd-ı hevâ: karşılıksız; boş, boşu boşuna
cihât-ı erbaa: dört yön, tarafdaire-i emir: emir dairesi, alanı
elem: acı, keder, üzüntüevlâ: daha iyi
fâni: geçici olan, ölümlühariç: dış
hariç olmak: dışında olmakhudud: sınırlar
intaç etmek: netice, sonuç vermekintizar: bekleyiş
itimad etmek: güvenmekkalâk: endişe, iç sıkıntısı, gönül darlığı
keza: bunun gibiküfür: Allah’ı veya Allah’ın bildirdiği herhangi bir şeyi inkâr etme, inançsızlık
kısmet: hisse, pay, nasiplezâiz: lezzetler
mahzun olmak: hüzünlenmekmenzil: yer, mekân
mukabilinde: karşılığındamusibet: belâ, büyük sıkıntı
mâlik: sahipmülk: sahip olunan şey
nur: aydınlık, ışıkrücû etmek: dönmek, geri dönmek
saadet: mutluluksâika: sebep, neden
sür’at-i zeval: hızlıca geçip gitme, yok olmatahammül: dayanma, katlanma
taleb: istemetayin edilmek: belirlenmek
tezyin: süslemetâkat: güç, kapasite
tûl-i emel: bitmez tükenmez, sonsuz arzu ve isteklervücud: beden
vücut bulmak: var olmak (bk v-c-d)zeval: geçici olma
ziyade: çok, fazlazâil: geçip gidici, yok olucu
zâil olmak: geçip gitmek, yok olmakâciz: güçsüz
âkıbet: netice, sonşefkat: merhamet
şekavet: mutsuzluk, bedbahtlık

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 159


tevehhüm eden adam için de terk-i lezâiz evlâdır. Çünkü, o lezâizin zevaliyle vukua gelen hususî ve mukayyed ademlerden, adem-i mutlakın elîm elemleri her dakikada hissediliyor. Bu gibi lezzetler o elemlere galebe edemez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mer’ayı tecavüz eden koyun sürüsünü çevirtmek için çobanın attığı taşlara musâb olan bir koyun, lisan-ı haliyle, “Biz çobanın emri altındayız. O bizden daha ziyade faidemizi düşünür. Madem onun rızası yoktur, dönelim” diye kendisi döner, sürü de döner.
Ey nefis! Sen o koyundan fazla âsi ve dâll değilsin. Kaderden sana atılan bir musibet taşına mâruz kaldığın zaman,
blank.gif
1 اِنَّا ِللهِ وَاِنَّا اِلَيْهِ رَاجِعُونَ söyle ve merci-i hakikîye dön, imana gel, mükedder olma. O seni senden daha ziyade düşünür.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kalbin umûr-u dünyeviye ile kasden iştigal etmek için yaratılmış olmadığı şöylece izah edilebilir:

Görüyoruz ki, kalb, hangi birşeye el atarsa, bütün kuvvetiyle, şiddetiyle o şeye bağlanır. Büyük bir ihtimamla eline alır, kucaklar. Ve ebedî bir devam ile, onunla beraber kalmak istiyor. Ve onun hakkında tam mânâsıyla fena olur. Ve en büyük ve en devamlı şeylerin peşindedir, talebindedir. Halbuki umur-u dünyeviyeden herhangi bir emir olursa, kalbin istek ve âmâline nazaran bir kıl kadardır. Demek kalb, ebedü’l-âbâda müteveccih açılmış bir penceredir; bu fâni dünyaya razı değildir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân, semâdan nâzil olmuştur. Ve onun nüzûlüyle semâvî bir mâide ve bir sofra-i İlâhiye de nâzil olmuştur. Bu mâide, tabakat-ı beşerin iştiha ve istifadelerine göre ayrılmış safhaları hâvidir. O mâidenin sathında,



[NOT]Dipnot-1 “Biz Allah’ın kullarıyız; sonunda yine Ona döneceğiz.” Bakara Sûresi, 2:156.
[/NOT]



adem: yokluk, hiçlikadem-i mutlak: mutlak yok oluş; her şeyden tamamen ve ebediyen ayrılıp gitme
dâll: hak yoldan sapanebedî: sonu olmayan sonsuz
ebedü’l-âbâd: sonsuzların sonsuzu, âhiret hayatıelem: acı, keder, üzüntü
elîm: acı ve sıkıntı veren, üzücüevlâ: daha iyi
fena: yok olma, ölme, fâni olmafâni: geçici olan, ölümlü
galebe etmek: üstün gelmekhususî: özel
hâvi: içine alanihtimam: özen gösterme, önem verme
istifade: faydalanmaiştigal etmek: meşgul olmak, uğraşmak
iştiha: iştah, istek, arzui’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kader: Allah’ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi, plânlamasıkasden: bizzat yönelerek
lezâiz: lezzetlerlisan-ı hâl: hâl, davranış ve beden dili
merci-i hakikî: gerçek başvurulacak, sığınılacak yermer’a: hayvanların otladığı yer, otlak, çayır
mukayyed: kayıtlı, sınırlımusibet: belâ, büyük sıkıntı
musâb olan: isâbet alan; vurulanmâide: sofra
mânâ: anlammâruz kalmak: uğramak, bir şeyin tesirinde kalmak
mükedder olmak: dertli, üzüntülü, kederli olmakmüteveccih: yönlenmiş, yönelen
nazaran: bakarak, –görenefis: insanın kendisi; insanı daima kötülüğe, zevk ve isteklere sevk eden duygu
nâzil olmak: inmeknüzûl: inme
razı: hoşnutrıza: hoşnutluk
safha: sayfa; bir şey üzerinde meydana gelen değişik hallerden her biri, herbir aşamasatıh: yüzey
semâ: gök; burada semanın yüksekliğine teşbih edilerek sonsuz yücelik ve azamet sahibi Allah’ın yüce katı kastedilmiştirsemâvî: Allah tarafından olan, İlâhî
sofra-i İlâhiye: Allah tarafından gönderilen sofra, nimetlertabakat-ı beşer: insan tabakaları
terk-i lezâiz: lezzetleri terketme, bırakmatevehhüm etme: kuruntuya kapılma, zannetme
umûr-u dünyeviye: dünyaya ait işler, dünya işlerivukua gelmek: gerçekleşmek
zeval: geçici olmaziyade: çok, fazla
âmâl: emeller; arzular, isteklerâsi: isyan eden

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 160


yüzünde bulunan ilk safha tabaka-i avâma aittir. Meselâ:

blank.gif
1 اَنَّ السَّمَوٰاتِ وَ اْلاَرْضَ كَانَتَا رَتْقًا فَفَتَقْنَاهُمَا âyet-i kerimesi, beşerin birinci tabakasına şu mânâyı ifham ve ifade ediyor:

Semâvat, ayaz, bulutsuz, yağmuru yağdıracak bir kabiliyette olmadığı gibi, arz da kupkuru, nebatatı yetiştirecek bir şekilde değildir. Sonra ikisinin de yapışıklıklarını izâle ve fetk ettik. Birisinden sular inmeye, ötekisinden nebatat çıkmaya başladı. Mezkûr âyetin ifade ettiği şu mânâya delâlet eden 2 وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاۤءِ كُلَّ شَىْءٍ حَىٍّâyet-i kerimesidir. Çünkü, hayvanî ve nebatî olan hayatları koruyan gıdalar ancak arz ve semânın izdivacından tevellüd edebilir.

Mezkûr âyetin tabaka-i avâma ait safhasının arkasında şöyle bir safha da vardır ki, nur-u Muhammediyeden (a.s.m.) yaratılan madde-i acîniyeden, seyyarat ile şemsin o nurun mâcun ve hamurundan infisal ettirilmesine işarettir. Bu safhayı delâletiyle teyid eden
blank.gif
3 اَوَّلُ مَا خَلَقَ اللهُ نُورِى olan hadis-i şerifidir.

İkinci misal: اَفَعَيِينَا بِالْخَلْقِ اْلاَوَّلِ بَلْ هُمْ فِى لَبْسٍ مِنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ 4 olan âyet-i kerimenin tabaka-i avâma ait safhasında şu mânâ vardır:

“Onlar, daha acip olan birinci yaratılışlarını şehadetle ikrar ettikleri halde, daha ehven, daha kolay ikinci yaratılışlarını uzak görüyorlar.” Şu safhanın arkasında haşir ve neşrin pek kolay olduğunu tenvir eden büyük bir burhan vardır.



[NOT]Dipnot-1 “Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık.” Enbiyâ Sûresi, 21:30.

Dipnot-2 “Her canlı şeyi sudan yarattık.” Enbiyâ Sûresi, 21:30.

Dipnot-3 “Cenâb-ı Hak herşeyden evvel benim nurumu yarattı.” Bu hadis, Câbir bin Abdillah tarikiyle Abdürrezzak’tan şu lafızlarla rivayet edilmiştir: “Evvelu mâ halakallâhu nûra nebiyyike yâ Câbir” Yani, “Cenâb-ı Hak herşeyden evvel senin Peygamberinin nurunu yarattı ey Câbir.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:205, 2:129.

Dipnot-4 “Onların ilk yaratılışı Bize zor mu geldi ki, tekrar diriltmekten âciz kalalım? Doğrusu onlar ilk yaratılışlarını kabul ettikleri halde yeni bir yaratıştan şüphe ediyorlar.” Kaf Sûresi, 50:15.
[/NOT]



acip: hayret vericiarz: yeryüzü
beşer: insanburhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delil
delâlet: işaret etme, göstermeehven: daha kolay
fetk etmek: yapışık bir şeyi ayırmakhadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hayvanî: hayvansalhaşir ve neşir: öldükten sonra tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma
ifham etmek: anlatmak, anlamasını sağlamakikrar etmek: kabul etmek, doğrulamak
infisal: ayrılmaizdivac: birbirine eş olma, evlenme
izâle etmek: ortadan kaldırmak, yok etmekkabiliyet: yetenek
madde-i acîniye: yoğrulmuş hamur, macunmezkûr: zikredilen, anılan
misal: örnekmâcun: karıştırılmış; karışım
mânâ: anlamnebatat: bitkiler
nebatî: bitkiselnur: aydınlık
nur-u Muhammedî: bütün varlıkların yaratılışının mayası, aslı, esası olan Peygamberimiz Hz. Muhammed’in (a.s.m.) nurusafha: sayfa, yüz; bir şey üzerinde meydana gelen değişik hallerden her biri, herbir aşama
semâ: gökyüzüsemâvat: gökler
seyyarat: gezegenlertabaka-i avâm: halk tabakası
tenvir etme: aydınlatmatevellüd etmek: doğmak
teyid etmek: doğrulamakâyet-i kerime: şerefli âyet; Kur’ân’ın herbir cümlesi
şehadet: şahidlik, tanıklıkşems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 161


Ey haşir ve neşri inkâr eden kafasız! Ömründe kaç defa cismini tebdil ediyorsun? Sabah ve akşam elbiseni değiştirdiğin gibi her sene de bir defa tamamıyla cismini tebdil ve tecdid ediyorsun, haberin var mıdır? Belki her senede, her günde cisminden bir kısım şeyler ölür, yerine emsali gelir. Bunu hiç düşünemiyorsun. Çünkü kafan boştur. Eğer düşünebilseydin, her vakit âlemde binlerce nümuneleri vukua gelen haşir ve neşri inkâr etmezdin. Doktora git, kafanı tedavi ettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefsin belâhet ve hamakatine bak ki, bir Rabb-i Muhtar-ı Hakîm tarafından terbiye edildiğini ve o Rabb-i Hakîmin memlûk ve masnûu olduğunu bildiğine ve bu temellük ve terbiyenin bütün efrad, envâ, ecnasta câri olmakla meselenin bir kaide-i külliye şeklini aldığına ve bu feyzin şümullü olmakla bir nevi icmâ ve fiilî bir tasdike mazhar olduğuna nazaran kanun ve düstur şeklinde olan hâdiseye ve kesb-i külliyet eden kaideye bakarak kanaat ve itminan etmesi lâzım iken, bütün âfâkı cilvelendiren tecelliyât-ı esmâyı—kendisi de o cilvelerde hissedar olduğu halde—vasıta-i tesettür ve alâmet-i ihmal sanıyor. Güya o nefsin fevkinde onun bütün ahvâlini kontrol eden kimse yoktur. Ve kendisini, yaptığı fiillerinde fiil içinde müstetir Hû gibi görüyor. Tecelliyâtın genişliğini imtinâa, büyüklüğünü ademe hamletmekle, şeytanı bile yaptığı mugalâtadan utandırıyor.



Rabb-i Hakîm: herşeyi hikmetle belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratan ve herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayıp idare eden AllahRabb-i Muhtar-ı Hakîm: herbir varlığın her türlü ihtiyacını karşılayan, dilediğini dilediği gibi yapan, herşeyi belirli maksat ve faydalara uygun ve tam yerli yerinde yaratan Allah
adem: yokluk, hiçlikahvâl: haller, davranışlar
alâmet-i ihmal: ihmal belirtisi, başı boş bırakılmışlık işaretibelâhet: aptallık, ahmaklık
cilve: görüntü, yansımacilvelendirmek: akisleriyle doldurmak
câri olmak: geçerli olmakdüstur: kural
ecnas: cinsler; altında türlerin sıralandığı sınıflarefrad: fertler, bireyler
emsal: benzerlerenvâ: neviler, türler
fevkinde: üstündefeyiz: bereket, bolluk
fiil: iş, hareketfiilî: hareketlerle, davranış ve uygulama olarak
hamakat: ahmaklıkhamletmek: yüklemek, isnat etmek, vermek
haşir ve neşir: öldükten sonra tekrar diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanmahissedar: pay sahibi
hâdise: olay, olguicmâ: fikir birliği; bir asırda müçtehid kimselerin, dinî bir meselede vardıkları görüş birliği
imtinâ: imkânsızlıkinkâr etmek: reddetmek
itminan etmek: tatmin olmak, emniyet ve güven hissetmeki’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kaide: düstur, prensipkaide-i külliye: genel, kapsamlı kural; kendisine cüz’î, detay meselelerin tatbik edilebildiği genel kural
kendisini fiil içinde müstetir Hû gibi görmek: fiillerin, arkasında bulunan gerçek tesir sahibi olan Allah’ı görmeyerek, hâşâ o fiilleri ben yaptım demekle kendini özne yapmakkesb-i külliyet: kapsamlılık, genellik özelliği kazanma
masnû: san’at eseri varlıkmazhar olmak: ayna olmak, nail olmak
memlûk: mülk olan, sahip olunan şeymesele: konu, problem
mugalâta: demagoji; aldatmak maksadıyla yanlış sözler söylemenazaran: bakarak, –göre
nefis: insanı daima kötülüğe, zevk ve isteklere sevk eden duygunevi: çeşit
nümune: örnektasdik: doğrulama, onaylama
tebdil etmek: değiştirmektecdid etmek: yenilemek
tecelliyât: tecellîler; yansımalar, görüntülertecelliyât-ı esmâ: Allah’ın isimlerinin tecellileri, yansımaları
temellük: sahiplenmeterbiye: belli bir amaca erişecek şekilde geliştirme, olgunlaştırma
vasıta-i tesettür: örtünme, gizlenme aracıvukua gelme: gerçekleşme, meydana gelme
âfâk: ufuklarâlem: dünya, evren
şümullü: kapsamlı

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 162


İ’lem eyyühe’l-aziz! Nefis daima ıztıraplar, kalâklar içinde evhamdan kurtulup tevekküle yanaşmıyor. Hükm-ü kadere razı olmuyor. Halbuki, şemsin tulû ve gurubu muayyen ve mukadder olduğu gibi, insanın da bu dünyada tulû ve gurubu ve sair mukadderatı, kalem-i kader ile cephesinde yazılıdır. İsterse başını taşa vursun ki, o yazıları silsin—fakat başı kırılır, yazılara birşey olmaz ha!

Ve illâ muhakkak bilsin ki: Semâvat ve arzın haricine kaçıp kurtulamayan insan, Hâlık-ı Külli Şeyin rububiyetine muhabbetle rızâdâde olmalıdır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Birşeyin sânii, o şeyin içinde olursa, aralarında tam bir münasebet lâzımdır. Ve masnûatın adedince sânilerin çoğalması lâzımdır. Bu ise muhaldir. Öyle ise, sâni, masnû içinde olamaz. Meselâ, matbaa ile teksir edilen bir kitap, yine bir adamın kalemiyle yazılıyor. O kitabın nakışları, harfleri, kendisinden sümbüllenmez. Kâtip de o kitâbet san’atı içinde değildir. Ve illâ, intizamdan çıkar. Öyle ise, masnûun nakışları kendisinden değildir. Ancak, kudret kalemiyle kaderin takdiri üzerine yazılıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklın pek garip bir hali vardır. Öyle bir yed-i tûlâ sahibidir ki, bazan kâinatı ihata etmekle kucağına alıyor. Bazan daire-i imkândan çıkar, en yüksek dairelere müdahaleye çalışır. Bazan da bir katre suda boğulur, bir zerre içinde yok olur, bir kılda kaybolur. Maahaza, hangi şeyde fena ve kaybolursa, bütün varlığı o şeye münhasır olduğunu bilir. Ve hangi bir noktaya girse bütün âlemi beraberce götürmek isteğindedir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüt, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima



Hâlık-ı Külli Şey: herşeyi yaratan Allaharz: yer, dünya
cephesinde: alnındadaima: devamlı, sürekli
daire-i imkân: imkân dairesi; birşeyin var veya yok olabilme ihtimalinin eşit olduğu daire, kâinatevham: vehimler; kuruntular, şüpheler
fena: yok olmagarip: şaşırtıcı
gurub: batma, batışhariç: dış
hükm-ü kader: kaderin hükmüihata etmek: içine almak, kapsamak
illâ: ancakintizam: disiplin, düzen
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkader: Allah’ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi
kalem-i kader: kader kalemikalâk: endişe, sıkıntı, huzursuzluk
katre: damlakitâbet san’atı: yazı yazma san’atı
kudret: güç, iktidarkâinat: yaratılmış herşey, evren
kâtip: yazıcı, yazarkülfet: yük, yüklenme
maahaza: bununla beraber, bununla birliktemasnû: san’at eseri varlık
masnûat: san’at eseri varlıklarmuayyen: belirlenmiş
muhabbet: sevgimuhakkak: kesinlikle
muhal: olması imkânsız olan şeymukadder: takdir olunmuş, belirlenmiş
mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş ileride meydana gelecek haller ve olaylarmüdahale: karışma
mülkiyet: mülk sahipliğimünasebet: bağlantı, ilişki
münhasır: ait, sınırlınakış: işleme, süsleme
nefis: insanı daima kötülüğe, zevk ve isteklere sevk eden duygunimet: ihsan
razı olmak: hoşnut olmakrububiyet: Rablık; herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
rızâdâde olma: razı olma, kabul etmesair: başka
semâvat: göklersâni: san’atkâr, san’atla iş yapan
taahhüt: üstüne alma, sorumluluğu üstlenmetahaffuz: korunma
teksir etme: çoğaltmatevekkül: Allah’a dayanma ve güvenme
tulû: doğma, doğuşvücud: varlık, beden
yed-i tûlâ: uzun elzerre: maddenin en küçük parçası, atom
zılliyet: gölgelik; zahirî sahiplik ve korumaâlem: dünya, evren
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 163


rahatsız olursun. Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun. Halbuki, o nimetler, Mün’im-i Kerîmin taahhüdü altındadır. Senin işin Onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır. Çünkü şükür, nimette in’âmı görmek demektir. İn’âmı görmek, nimetin zevalinden hasıl olan elemi def eder. Zira, nimet zâil olduğundan, Mün’im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.

Evet;
blank.gif
1 وَاٰخِرُ دَعْويهُمْ اَنِ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in’am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Âfâkî malûmat, yani hariçten, uzaklardan alınan malûmat, evham ve vesveselerden hâli olamıyor. Amma, bizzat vicdanî bir şuura mahal olan enfüsî ve dahilî malûmat ise, evham ve ihtimallerden temizdir. Binaenaleyh, merkezden muhite, dahilden harice bakmak lâzımdır

İ’lem eyyühe’l-aziz! Küre-i arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Tâdili, büyük bir himmete muhtaçtır. Ve keza, beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır. Bunların kapatılması, ancak Allah’ın lütfuna mazhar olanlara müyesser olur.



[NOT]Dipnot-1 “Onların duaları şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” Yûnus Sûresi, 10:10.

[/NOT]



Mün’im-i Hakikî: gerçek nimet verici olan AllahMün’im-i Kerîm: her türlü nimetin asıl sahibi olan ve her bir varlığı, zevklerine en uygun nimetlerle yedirip içiren sonsuz lütuf, ihsan ve cömertlik sahibi Allah
ayn-ı lezzet: lezzetin ta kendisibeşeriyet: insanlık
bilâkis: tersinebinaenaleyh: bundan dolayı
bizzat: doğrudandahil: iç
dahilî: iç, içe âitdef etmek: uzaklaştırmak, ortadan kaldırmak
delâlet etmek: işaret etmekelem: acı, keder, üzüntü
enfüsî: iç dünyaya aitevham: vehimler; kuruntular, şüpheler
gaflet: sorumsuzluk, vurdumduymazlık; Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâlihamd: övgü, minnet ve şükür
hariç: dışhasıl olma: meydana gelme
himmet: ciddî gayrethâli: uzak, boş
in’âm: nimetlendirme, nimet vermei’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
keza: bunun gibi, böyleceküre-i arz: yerküre
lütuf: iyilik, ihsan, bağışmahal: yer
malûmat: bilgilermazhar olma: erişme, nâil olma
medeniyet-i sefihe: insanları zevk ve eğlenceye yönelten alçak medeniyet; Batı medeniyetimenfez: delik, gedik
mevcut: var olanmeşakkat: güçlük, zorluk
misil: benzermuhafaza: koruma
muhit: çevre, etrafmüyesser olmak: nasip olmak
nimet: ihsan; insan hayatına lâzım olan maddî ve mânevî her şeynâzır: bakan
ruh: hayat kaynağı, can, cevhersemere: meyve, netice, sonuç
sofra-i ihsan: bağış, iyilik, lütuf sofrasıtaahhüd: garanti, güvence, vaat
tasavvur: düşünme, hayal etmeteceddüd: yenilenme, tazelenme
tedarik: elde etmetelef olmak: zayi olmak, yok olmak
tâdil: düzeltmek, ıslah etmekvesvese: şüphe, asılsız kuruntu
vicdanî: vicdana ait; kalbe ait hislerin aynası hükmünde olan vicdanla ilgilizeval: yokluk
zeval-i nimet: nimetin yok olması, sona ermesizira: çünkü
zâil olmak: geçip gitmek, yok olmakâfâkî: dış dünyaya ait
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesişecere: ağaç
şuur: bilinçşükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 164


İ’lem eyyühe’l-aziz! Bir zerre, kocaman şemsi tecelli ile, yani in’ikâs itibarıyla istiâb eder, içine alır. Fakat küçücük iki zerreyi bizzat, yani hacimleri itibarıyla içine alamaz. Binaenaleyh, yağmurun şemsin timsaline mâkes olan katreleri gibi, kâinatın zerrat ve mürekkebatı, ilim ve iradeye müstenit kudret-i nurâniye-i ezeliyenin, tecellî ve in’ikâs itibarıyla lem’alarına mazhar olabilirler. Fakat, gözün içindeki bir hüceyre zerresi, âsab, evride, şerâyinde tesirleri görünen bir kudret, şuur ve iradeye menba olamaz. Bu acip san’at, muntazam nakış, ince hikmetin iktizasına göre, kâinatın herbir zerresi, herbir mürekkebatı, ulûhiyete mahsus muhit ve mutlak sıfatlara menbâ ve masdar olması lâzım gelir. Veya o sıfatlarla muttasıf Şems-i Ezelînin tecelliyat lem’alarına mâkes olmaları lâzımdır.

Birinci şıkta kâinatın zerratı adedince muhalât vardır. Binaenaleyh, herbir zerre, o büyük yükün tahammülünden âciz olduğunu ikrar ile “Mûcid, Hâlık, Rab, Mâlik, Kayyum ancak Allah’tır” diye şehadetini ilân eder. Ve keza, herbir zerre, herbir mürekkebat, muhtelif lisan ve delâletleriyle şu beyti terennüm ediyorlar:

عِبَارَاتُنَا شَتّٰى وَحُسْنُكَ وَاحِدٌ وَكُلٌّ اِلٰى ذاَكَ الْجَمَالِ يُشِيرُ
blank.gif
1


Evet, herbir harf kendi vücuduna bir vecihle delâlet eder. Amma kâtibinin, sâniinin vücuduna çok vecihlerle delâlet eder. Evet,




[NOT]Dipnot-1 Sözlerimiz muhtelifse de, Senin hüsnün birdir. O sözlerin hepsi de o güzelliğe işaret eder.
[/NOT]



Hâlık: her şeyi yaratan AllahKayyum: herşeyi Kendi varlığıyla ayakta tutan Allah
Mâlik: görünen ve görünmeyen her şeyin gerçek sahibi olan AllahMûcid: icad eden, herşeyi yaratan Allah
Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allahacip: hayret verici
beyit: iki mısradan oluşan şiirbinaenaleyh: bundan dolayı
bizzat: doğrudandelâlet: işaret etme, gösterme
evride: toplardamarlarhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hüsün: güzellikikrar: doğrulama, kabul etme, kabülü dile getirme
iktiza: bir şeyin gereğiin’ikâs: yansıma
irade: dileme, tercih etme ve seçme gücüistiâb etmek: içine almak, kaplamak
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir deyimkatre: damla
keza: bunun gibi, böylecekudret: güç, iktidar
kudret-i nurâniye-i ezeliye: nuranî ve ezelî olan kudretkâinat: yaratılmış herşey, evren
kâtib: yazanlem’a: parıltı
lisan: dillâzım gelmek: gerekli olmak
mahsus: has, özgümasdar: kaynak; bir şeyin asıl çıkış yeri
mazhar olmak: ayna olmakmenbâ: kaynak
muhalât: imkânsızlıklar, olması imkânsız olan şeyler muhit: kapsamlı, herşeyi içine alan, kuşatan
muhtelif: çeşitlimuntazam: düzenli
mutlak: kayıtsız, sınırsızmuttasıf: vasıflanmış, nitelendirilmiş
mâkes: yansıma yeri, görüntü alanımâkes olma: ayna olma
mürekkebat: bir bütünü oluşturan parçalar, unsurlarmüstenit: istinad eden, dayanan
nakış: işleme, süslemesâni: san’atkâr, san’atla iş yapan
sıfat: özellik, niteliktahammül: dayanma, katlanma
tecelli: akis, yansımatecelliyat: tecellîler; yansımalar, görüntüler
terennüm etme: güzel sesle şiir söylemetimsal: görüntü
ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye lâyık olma, İlâhlıkvecih: yön
vücud: varlıkzerrat: zerreler, atomlar
zerre: maddenin en küçük parçası, atomâciz: güçsüz
âsab: sinirlerŞems-i Ezelî: Ezelî Güneş; başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran Allah
şehadet: şahidlik, tanıklıkşems: güneş
şerâyin: atardamarlarşuur: bilinç

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 165


تَأَمَّلْ سُطُورَ الْكَاۤئِنَاتِ فَإِنَّهَا مِنَ الْمَـَلإِ اْلاَعْلٰىَ اِلَيْكَ رَسَاۤئِلُ
blank.gif
1

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman ve saire gibi, tecellî-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır. Maddiyat-ı kesifenin timsalleri hem münfasıl, hem ölü hükmündedirler. Çünkü, asıllarına gayr oldukları gibi, asıllarının hâsiyetlerinden de mahrumdurlar. Nurânîlerin timsalleri ise, asıllarıyla muttasıl ve asıllarının hâsiyetlerine mâlik ve asıllarına gayr değillerdir. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hak, şemsin hararetini hayat, ziyasını şuur, ziyadaki renkleri duygu gibi yapmış olsaydı, senin elindeki ayinede temessül eden şemsin timsali seninle konuşacaktı. Çünkü, o, timsalinde oldukça harareti, ziyası, renkleri olurdu. Hararetiyle hayat bulurdu. Ziyasıyla şuurlu olurdu. Renkleriyle de duygulu olurdu. Böyle olduktan sonra, seninle konuşabilirdi. Bu sırra binaendir ki, Resul-i Ekrem (a.s.m.), kendisine okunan bütün salâvat-ı şerifeye bir anda vakıf olur.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Sübhanallah ve Elhamdü lillâh cümleleri Cenâb-ı Hakkı celâl ve cemâl sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar.

Celâl sıfatını tazammun eden Sübhanallah, abdin ve mahlûkun Allah’tan baid olduklarına nâzırdır. Cemâl sıfatını içine alan Elhamdü lillâh, Cenâb-ı Hakkın rahmetiyle abde ve mahlûkata karib olduğuna işarettir. Meselâ, biri kurb, diğeri bu’d olmak üzere, bize nâzır, şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle, hararet ve ziyayı veriyor. Bu’d cihetiyle, insanların mazarratlarından tâhir ve sâfi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.



[NOT]Dipnot-1 Kâinatın satırlarını dikkatle mütalâa et. Zira onlar, yüce semâvî meclisten sana gönderilmiş mektuplardır.
[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahResul-i Ekrem: Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” anlamında bir tesbihabd: kul
akis: yansımaasıl: bir şeyin kendisi
baid olmak: uzak olmakbinaen: dayanarak
binaenaleyh: bundan dolayıbu’d: uzaklık
celâl: azamet, yücelik, haşmetcemâl: güzellik
cihet: yön, tarafelhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur”
fâil: işi yapan, fiil sahibi, öznegayr: başka
hararet: ısıhâsiyet: özellik
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkabil: alıcı; bir şeyin karşısında olma, karşısında durarak ondan gelen şeyleri alma, kabul etme
karib: yakın; Allah’ın kula olan yakınlığıkurb: yakın; yakınlık
maddiyat-ı kesife: kesif, şeffaf olmayan maddelermahal: yer
mahlûk: yaratılmış olan varlık, yaratıkmahlûkat: yaratılmışlar, yaratılmış olan varlıklar
mahrum: yoksunmazarrat: zararlar, ziyanlar
mazhar: ayna, yansıma yerimuttasıl: yapışık, bitişik
mâlik: sahipmüessir: tesir sahibi, tesir eden, etken
münfasıl: ayrılmış, ayrıknurânî: nurlu, parlak
nâzır: bakanrahmet: İlâhî şefkat, merhamet
sair: başkasalâvat-ı şerife: Peygamberimize (a.s.m.) edilen rahmet ve esenlik duaları
sâfi: temiz, arınmışsıfat: özellik, nitelik
tavsif etmek: özelliklerini anlatmaktazammun etmek: içine almak, kapsamak
tecellî-i timsal: görüntünün belirmesi, yansımasıtemessül etme: belirme, görünme, aksetme
timsal: görüntü, benzertâhir: temiz
vâkıf olmak: etraflıca bilmekziya: ışık
zımnen: içinde bulundurmakla, dolaylı olarakâlem-i misal: bütün varlıkların ve olayların görüntülerinin yansıdığı madde ötesi âlem
şems: güneşşuur: bilinç

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 166


Kezalik—bilâ teşbih—Cenâb-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamd ediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle Onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh, rahmetiyle kurbuna bakarken hamdet. Ondan baid olduğuna bakarken tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma. Ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem edebilirsin. Evet, Sübhanallahi ve bihamdihî her iki makamı cem eden bir cümledir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Dört şey için dünyayı kesben değil, kalben terketmek lâzımdır:

1. Dünyanın ömrü kısa olup, sür’atle zeval ve guruba gider. Zevalin elemiyle, visalin lezzeti zeval buluyor.

2. Dünyanın lezâizi zehirli bala benzer. Lezzeti nisbetinde elemi de vardır.

3. Seni intizar etmekte ve senin de sür’atle ona doğru gitmekte olduğun kabir, dünyanın ziynetli, lezzetli şeylerini hediye olarak kabul etmez. Çünkü dünya ehlince güzel addedilen şey, orada çirkindir.

4. Düşmanlar ve haşerat-ı muzırra arasında bir saat durmakla dost ve büyükler meclisinde senelerce durmak arasındaki muvazene, kabir ile dünya arasındaki aynı muvazenedir. Maahaza, Cenâb-ı Hak da bir saatlik lezzeti terk etmeye davet ediyor ki, senelerce dostlarınla beraber rahat edesin. Öyle ise, kayıtlı ve kelepçeli olarak sevk edilmezden evvel, Allah’ın davetine icabet et.

Fesübhanallah, Cenâb-ı Hakkın insanlara fazl ü keremi o kadar büyüktür ki, insana vedia olarak verdiği malı, büyük bir semeni ile insandan satın alır, ibka ve himaye eder. Eğer insan o malı temellük edip Allah’a satmazsa, büyük bir belâya düşer. Çünkü o malı uhdesine almış oluyor. Halbuki kudreti taahhüde



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahSübhanallahi ve bihamdihî: Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir ve ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur
addedilen: sayılanbaid: uzak
bilâ teşbih: benzetme olmaksızın; Allah’ı yaratılmışlara benzemekten uzak tutmak için kullanılırbinaenaleyh: bundan dolayı
cem etmek: toplamak, bir araya getirmekcihet: yön, taraf
dünya ehlince: dünyada yaşayanlarcaelem: acı, keder, üzüntü
fazl: lütuf, ihsanfesübhanallah: “Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden tenzih ederim” mânâsında bir şaşkınlık ifadesi olarak kullanılır
gurub: batma, batışhak: gerçek
hamd etmek: şükür ve övgülerini sunmakhaşerat-ı muzırra: zararlı böcekler
himaye etmek: korumakibka: sürekli ve kalıcı hale getirme
icabet etmek: davete uymak, çağrıya cevap vermekiltibas: karışma
intizar etmek: beklemekistikamet: doğruluk
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkalben terketme: kalbini bağlamama
karib: yakın; Allah’ın kula olan yakınlığıkerem: Allah’ın cömertlik ve ikramı
kesben: çalışma ve kazanma olarakkezâlik: bunun gibi, böylece
kudret: güç, iktidarkurb: yakınlık; Allah’ın kula olan yakınlığı
lezâiz: lezzetlerlâkin: ama, fakat
maahaza: bununla beraber, bununla birliktemakam: derece, yer
meclis: toplulukmezc olma: karışma
muvazene: karşılaştırmamültebis olmak: karışmak
nazar: bakış; bakış açısınisbet: oran
rahmet: İlâhî şefkat, merhametsemen: kıymet, değer; para, fiyat
sevk edilmek: gönderilmeksür’at: hız
taahhüd: sorumluluğunu üstlenme, güvence vermetebdil: değiştirme
temellük etme: sahiplenmetesbih etmek: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak, şanına lâyık ifadelerle anmak
uhde: sorumluluğunu üstlenme, üzerine almavedia: emanet, ödünç
visal: kavuşmazeval: yokluk
zeval bulmak: yok olmak, sona ermekziynet: süs

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 167


kâfi gelmiyor. Çünkü, arkasına alırsa, beli kırılır, eliyle tutarsa, kaçar, tutulmaz. En nihayet meccânen fena olur gider, yalnız günahları miras kalır.

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuş idi. Ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım” mealinde olan
وَعَيْنِى قَدْ نَامَتْ بِلَيْلِ شَبِيبَتِى وَلَمْ تَنْتَبِهْ اِلاَّ بِصُبْحِ مَشِيبِ
şiirin şümulüne dahilim. Çünkü gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaret imiş. Binaenaleyh, medenîlerin iftihar ila dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilesinden olsa gerektir.

Onların misali, rüyasında güya uyanıp, rüyasını halka hikâye eden nâim meselidir. Halbuki, rüyasında onun o intibahı uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir nâim ölü gibidir; yarı buçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?

Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz

İ’lem eyyühe’l-aziz! Mâsiyetin mahiyetinde, bilhassa devam ederse, küfür tohumu vardır. Çünkü, o mâsiyete devam eden, ülfet peyda eder, sonra ona âşık ve müptelâ olur. Terkine imkân bulamayacak dereceye gelir. Sonra o mâsiyetinin ikaba mûcip olmadığını temenniye başlar. Bu hal böylece devam ettikçe, küfür tohumu yeşillenmeye başlar. En nihayet, gerek ikabı ve gerek dârü’l-ikabı inkâra sebep olur.

Ve keza, mâsiyete terettüp eden hacâletten dolayı, o mâsiyetin mâsiyet olmadığını iddia etmekle, o mâsiyete muttali olan melekleri bile inkâr eder. Hattâ şiddet-i hacâletten, yevm-i hesabın gelmeyeceğini temenni eder. Şayet yevm-i





bilhassa: özelliklebinaenaleyh: bundan dolayı
dalâlet: doğru yoldan sapkınlıkdem vurmak: söz etmek
dârü’l-ikab: günahkârların azap diyarı; Cehennemfena olmak: yok olmak
hacâlet: utançhatt-ı muvasala: birleşme çizgisi, ortak çizgi, ortak yol
hikâye etmek: anlatmak, aktarmakiftiharla: övünerek
ikab: cezaikaz etmek: uyarmak
iltihak etmek: katılmakinkâr etmek: reddetmek, inanmama
intibah: uyanış, uyanmaintikal etmek: geçmek, ulaşmak
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkabile: tür, benzer, gibi
keza: bunun gibiküfür: Allah’ın kesin olarak bildirdiği herhangi bir şeyi inkâr etme (k-f-r)
mahiyet: asıl nitelik, temel özellikmeal: anlam
meccânen: ücretiz, bedavamedenî: medeniyet ehli, çağdaş kimseler; burada insanı yasak zevk ve eğlenceye sevkeden medeniyete, Avrupa medeniyetine mensup olan kimseler kastediliyor
mesel: misal, örnekmisal: yansıma, görüntü
muttali olma: haberdar olma, bilmemâsiyet: günah, isyan
mûcip olma: gerektirmemüptelâ: bağımlı, düşkün
müsamaha: hoşgörünihayet: son
nâim: uyuyantemennî: bekleme, umma
temin etmek: sağlamaktenevvür-ü intibah: uyanışdaki nurlanma, aydınlanma
terettüp etme: bir şeyin sonucu olarak meydana gelme, ortaya çıkmateşebbüh: benzemek
umûr-u diniye: dine ait işler, meselelerülfet peyda etme: alışkanlık kazanma
şahika: zirveşiddet-i hacâlet: büyük utanç, şiddetli utangaçlık
şümul: kapsam

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 168


hesabı nefyeden ednâ bir vehmi bulursa, o vehmi kocaman bir burhan addeder. En nihayet nedâmet edip terk etmeyenlerin kalbi küsufa tutulur, mahvolur, gider. El-iyâzü Billâh!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın i’câz ve belâgatine dair Lemeat nâmındaki eserimde izah edilen bazı lem’aları dinleyeceksin:

1. Kur’ân’ın okunuşunda yüksek bir selâset vardır ki, lisanlara ağır gelmez.


2. Büyük bir selâmet vardır ki, lâfzan ve mânen hatâdan sâlimdir.

3. Âyetler arasında büyük bir tesanüt vardır ki, kârgir binalar gibi, âyetleri birbirine dayanarak bünye-i Kur’âniyeyi sarsılmaktan vikaye ediyor.

4. Büyük bir tenâsüp, tecâvüp, teâvün vardır ki, âyetleri birbirine ecnebî olmadığı gibi, birbirinin vuzuhuna yardım, istizahına cevap veriyor.

5. Parça parça, ayrı ayrı zamanlarda nâzil olduğu halde, şiddet-i tenâsüpten sanki bir defada nâzil olmuştur.


6. Esbab-ı nüzul ayrı ayrı ve mütebâyin olduğu halde, şiddet-i tesânütten, sanki sebep birdir.

7. Mükerrer, mütefavit suallere cevap olduğu halde şiddet-i imtizaç ve ittihaddan sanki sual birdir.

8. Müteaddit, mütegayir hâdisâta beyan olduğu halde, kemâl-i intizamdan, sanki hâdise birdir ve bir hâdiseye cevaptır.

9. “Tenezzülât-ı İlâhiye” ile tâbir edilen, muhatapların fehimlerine yakın ve münasip üslûplar üzerine nâzil olmuştur.




Kur’ân-ı Mucizü’l-Beyân: ifade ve açıklamalarıyla benzerini yapmaktan akılları âciz bırakan Kur’ân-ı KerimLemeat: Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan bir eser
belâgat: sözün düzgün, kusursuz, yerinde, hâlin ve makamın icabına göre söylenmesibeyan olma: açıklama, izah
burhan: güçlü ve sarsılmaz kesin delilbünye-i Kur’âniye: Kur’ân’ın yapısı
ecnebî: yabancıednâ: en basit, en küçük
el-iyâzü billâh: Allah korusunesbab-ı nüzul: iniş sebepleri; Kur’ân-ı Kerim âyetlerinin gelmesine neden olan olaylar
fehim: anlayış, kavrayış gücühâdise: olay
hâdisât: olaylaristizah: izahını isteme, açıklama isteme
ittihad: birlik, birleşmeizah edilmek: açıklanmak
i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmaktan başkalarını aciz bırakmai’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kemâl-i intizam: mükemmel bir düzen, sistemkârgir: taş ve harçla yapılmış olan
küsufa tutulma: güneş tutulması gibi kararmalem’a: parıltı
lisan: dillâfzan: kelime olarak, söz ve ifade olarak
muhatap: hitap edilenmükerrer: tekrarlanan
münasip: uygunmüteaddit: çeşitli
mütebâyin: birbirinden ayrı, farklımütefavit: ayrı, farklı
mütegayir: farklınedâmet etmek: pişman olmak
nefiy: inkâr etme, uzak görmenâzil olma: inme
selâmet: kusur ve hatalardan arınmış sağlam olma, düzgünlük ve doğrulukselâset: sözün akıcı olma hâli; ifadedeki âhenk, açıklık, kolaylık ve akıcılık
sual: sorusâlim: sağlam, eksiksiz
tecâvüp: birbirinin ihtiyacına cevap vermetenezzülât-ı İlâhiye: Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de konuları kullarının anlayabilecekleri şekilde bildirmesi, onların anlayış seviyelerine göre hitap etmesi
tenâsüp: birbirine uyumluluk, uygunluktesanüt: dayanışma
teâvün: birbirine yardım etme, yardımlaşmatâbir edilmek: ifade edilmek, isimlendirilmek
vehim: kuruntu, varsayım, olmayan şeyi varmış gibi gösteren düşüncevikaye etmek: korumak
vuzuh: açıklıküslûp: ifade tarzı
şiddet-i imtizaç: tam bir uyum; birbiriyle tam bir uyum içinde karışma, birleşmeşiddet-i tenâsüp: büyük uyum, tam bir uygunluk
şiddet-i tesânüt: tam, büyük bir dayanışma

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 169


10. Bütün zaman ve mekânlarda gelip geçen insanlara tevcih-i kelâm ettiği halde, suhulet-i beyandan dolayı sanki muhatap birdir.

11. İrşadın gayelerine isal için tekrarları, tahkik ve takriri ifade eder. Maahaza, tekrarları halel vermez. İadesi, zevki izale etmez. Tekerrür ettikçe misk gibi kokar.

12. Kur’ân kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifâdır. Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha melûf ve menus olduğundan lezzeti artar.

13. İnsan maddî hayatında, her anda havaya, her vakit suya, her zaman ve hergün gıdaya, her hafta ziyaya muhtaçtır. Bunların tekerrürü haddizatında tekerrür olmayıp, ihtiyaçların tekerrürü içindir. Kezâlik, insan, hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kur’ân’da zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Bazı nevilere her anda muhtaçtır: Hüvallah gibi. Çünkü ruh bununla nefes alıyor. Bazı nevilere her vakit, bazılarına her zaman muhtaçtır. İşte, hayat-ı kalbiyenin ihtiyaçlarına binaen, Kur’ân tekrarlar yapıyor. Meselâ, Bismillâh, hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden, kesret-i ihtiyaca binaen Kur’ân’da çok tekrar edilmiştir.

14. Kıssa-i Mûsâ gibi bazı hâdisât-ı cüz’iyenin tekrarı, o hâdisenin büyük bir düsturu tazammun ettiğine işarettir.

Hülâsa: Kur’ân hem zikirdir, hem fikirdir, hem hikmettir, hem ilimdir, hem hakikattir, hem şeriattır, hem sadırlara şifa, mü’minlere hüdâ ve rahmettir.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Fıtrat-ı insaniyenin garip bir hali, gaflet zamanında letâif ile havâssın hükümlerini, iltibas ile birbirine benzetir, tefrik edemez. Meselâ, el ile gözü birbirine benzetip hizmetlerini ve vazifelerini tefrik edemeyen bir mecnun, yüksekte gözüyle gördüğü birşeyi almak için elini uzatıyor. El gözün komşusu olduğu münasebetle, onun yaptığı işi el de yapabilir zanneder.



binaen: dayanarakbismillâh: Allah’ın adıyla
cihet: yön, tarafdüstur: kural, kanun
fıtrat-ı insaniye: insanın yaratılışı, tabiatıgaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız olma hâli
garip: tuhaf, şaşırtıcı, ilginçgaye: amaç
haddizatında: aslında, esasenhakikat: doğru, gerçek
halel vermek: zarar vermekhava-i nesîmî: hafif ve hoşça esen rüzgâr, tatlı, hoş hava
havâs: duygular, hislerhayat-ı kalbiye: kalbe ait hayat
hayat-ı ruhiye: ruha ait, ruhsal hayathikmet: ilim, yüksek bilgi
hâdise: olayhâdisât-ı cüz’iye: ferdî hâdiseler, bireysel olaylar
hüdâ: hidayet, doğru yolu gösterme, doğru yolhüküm: yargı, bir şeyi diğer bir şeye olumlu veya olumsuz olarak isnad etme; “namaz farz bir ibadettir” gibi
hülâsa: özet olarakhüvallah: “O Allah’tır”
iltibas: karıştırmairşad: doğru yol gösterme
isal: ulaştırma, eriştirmeizale etmek: gidermek, ortadan kaldırmak
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkesret-i ihtiyac: büyük ihtiyaç, ihtiyacının çokluğu
kezâlik: bunun gibikıssa-i Mûsâ: Hz. Mûsâ’nın (a.s.) kıssası
letâif: insanın mânevi yapısında bulunan ince duygularmaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
mecnun: delimelûf: kendisine ısınılan, dostluk ve yakınlık kurulan, dost
menus: alışılmış, yabancılık hissedilmeyenmisk: güzel koku
muhatap: hitap edilennevi: çeşit, tür
rahmet: İlâhî şefkat, merhametruh: hayat kaynağı, can, cevher
sadır: kalp, göğüssuhulet-i beyan: açıklamanın kolaylığı
tahkik: kesin olduğunu teyit etme; bir hüküm ve gerçekliği ispat edip kuvvetle ifade etmetakrir: yerleştirme, sağlamlaştırma; ders verme
tatmin etmek: doyurmaktazammun etmek: içine almak, kapsamak
tefrik etmek: ayırmak, ayırd etmektekerrür: tekrarlanma
tevcih-i kelâm: sözü birine yöneltme, seslenme, biriyle konuşmazikir: Allah’ı anma
zikredilen: anlatılan, belirtilenziya: ışık
şeriat: Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 170


Kezâlik, insan-ı gafil, kendi şahsına ait ednâ, cüz’î bir tanzimden âciz olduğu halde, gururuyla, hayaliyle Cenâb-ı Hakkın ef’âline tahakkümle el uzatıyor.

Yine insanın fıtratında acip bir hal: İnsanın efradı arasında cismen ve sureten ayrılık varsa da pek azdır. Amma mânen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır. Fakat sair hayvanat öyle değildir. Meselâ, balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar. En küçüğü, en büyüğü gibidir. Çünkü insanın kuvve-i ruhiyesi tahdit edilmemiştir. Enaniyet ile o kadar aşağı düşerler ki, zerreye müsavi olur. Ubudiyet ile de o kadar yükseğe çıkıyor ki, iki cihanın güneşi olur: Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm gibi.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Eşyada esas bekadır, adem değildir. Hattâ ademe gittiklerini zannettiğimiz kelimat, elfaz, tasavvurat gibi serîüzzeval olan bazı şeyler de ademe gitmiyorlar. Ancak suretlerini ve vaziyetlerini değişerek, zevalden masun kalıp bazı yerlerde tahassun ile, adem-i mutlaka gitmezler. Fen dedikleri hikmet-i cedide, bu sırra vakıf olmuş ise de, vuzuhuyla vakıf olamamıştır. Ve aynı zamanda, “Âlemde adem-i mutlak yoktur. Ancak terekküp ve inhilâl vardır” diye ifrat ve hatâ etmiştir. Çünkü, âlemde Cenâb-ı Hakkın sun’uyla terkip vardır. Allah’ın izniyle tahlil vardır. Allah’ın emriyle icad ve idam vardır.

يَفْعَلُ اللهُ مَايَشَاۤءُ
blank.gif
1 وَيَحْكُمُ مَا يُرِيدُ
blank.gif
2


İ’lem eyyühe’l-aziz! Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azaptır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar.




[NOT]Dipnot-1 “Allah dilediğini yapar.” İbrahim Sûresi, 14:27.

Dipnot-2
“Allah dilediği gibi hükmeder.” Mâide Sûresi, 5:1.
[/NOT]



Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunCenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref ve yücelik sahibi Allah
acip: ilginç, tuhaf, acayipadem: yokluk, hiçlik
adem-i mutlak: sınırsız yoklukbeka: devamlılık ve kalıcılık
cihan: dünya, âlemcihet: yön, taraf
cismen: cisim ve madde açısındancüz’î: küçük, basit, bireysel
ednâ: en basit, en küçükefrad: fertler, bireyler
ef’âl: fiiler, işlerelfaz: kelimeler, sözler
emir: buyrukenaniyet: benlik, gurur
eşya: varlıklarfen: bilim
fıtrat: yaratılış, mizaçhal: durum
hayvanat: hayvanlarhikmet-i cedide: yeni bilim
icad: var olma, yaratılmaidam: yok edilme, ortadan kaldırılma
ifrat etmek: aşırılığa kaçmakinhilâl: dağılma, unsurların çözülüp ayrışması
insan-ı gafil: vurdumduymaz, habersiz, sorumsuz insan; âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olan insani’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
kelimat: kelimelerkezâlik: bunun gibi
kuvve-i ruhiye: ruhî güç, ruhsal güçkıymet-i ruhiyece: ruhsal özelliklerin değeri, zenginliği açısından
masun: korunmuş, muhafaza edilmişmânen: mânevî olarak
müsavi olmak: denk olmakrahmet: İlâhî şefkat, merhamet
ruhen: ruha ait olarak, ruhsal açıdan
sair: başka
serîüzzeval: hızla, süratle yok olup gidensun’: san’atla yapma, yaratma
sureten: görünüştesır: ince hakikat
tahakküm: zorla, dilediği gibi hükmetme, baskı altına almatahassun: sağlam korunma, iyi muhafaza edilme
tahdit edilmek: sınırlanmaktahlil: çözülme, dağılma, ayrışma
tanzim: düzenleme, düzene koymatasavvurat: düşünceler, zihinde canlandırmalar, hayaller
terekküp: oluşum, unsurların birleşmesiterkip: oluşum, unsurların bir araya getirilmesi
ubudiyet: kullukvuzuh: açıklık
vâkıf olmak: bilmek, üzerinde durmak, ele almakzerre: en küçük madde parçası
zeval: sona, yokluğa doğru gitme, yok olmaâciz: güçsüz
âlem: dünya, evrenâlem-i âhiret: âhiret âlemi; öldükten sonraki sonsuz hayat
şems: güneş

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 171


Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeye iştiyakın yok mudur? Evet, vakit yaklaştı. Dünya kazûratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa, onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan’da hayattadır diye ziyaretine bir dâvet vuku bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh, İncil’de “Ahmed,” Tevrat’ta “Ahyed,” Kur’ân’da “Muhammed” ismiyle müsemmâ iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmed’lerle muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatâdır.


Şu esâsata dikkat lâzımdır:

1. Allah’a abd olana herşey musahhardır. Olmayana herşey düşmandır.

2. Herşey kaderle takdir edilmiştir. Kısmetine râzı ol ki, rahat edesin.

3. Mülk Allah’ındır; sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccânen zâil olur, gider.

4. Devamı olmayan birşeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hâzırı da zâildir. Bunlar saniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.

5. Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.

İ’lem eyyühe’l-aziz! “Sübhanallah, “Elhamdü lillah”, “Allahu ekber”—bu üç mukaddes cümlenin faidelerini ve mahall-i istimallerini dinle:

1. Kalbinde hayat bulunan bir insan, kâinata, âleme bakarken, idrâkinden âciz, bilhassa şu boşlukta yapılan İlâhî manevraları görmekle hayretler içinde kalır. İşte bu gibi hayret ve dehşet-engiz vaziyetleri, ancak “Sübhanallah” cümlesinden nebean eden mâ-i zülâli içmekle o hayret ateşi söner.



Ahyed: Resûl-ü Ekrem Efendimizin (a.s.m.) Tevrat’ta geçen ismi
Allahuekber: “Allah en büyüktür”
Farukî Ahmed: (bk. bilgiler – İmâm-ı Rabbânî)Hindistan: (bk. bilgiler)
Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”Tevrat: (bk. bilgiler)
abd: kulbilhassa: özellikle
binaenaleyh: bundan dolayıcihan: dünya, âlem
dehşetengiz: dehşet verici, ürperticielhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur”
esâsat: esaslar, temellerfâni: geçici olan, ölümlü
gusül: yıkanıp temizlenme; boy abdestihayattar: canlı
ibka etmek: devamlı ve kalıcı hale getirmek, bâki kılmakidrâk: anlayış, kavrayış
ikrah etmek: kötü görme; tiksinme, nefret etmeiltihak: bir topluluğa katılmak
istikzar: kir ve pisliklerden nefret etme, tiksinmeiştiyak: çok arzu ve istek
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkader: Allah’ın ezelî ilmi ile kâinatta olmuş ve olacak herşeyi bilip takdir etmesi, plânlaması
kazûrat: pislikler; artık şeylerkâinat: evren, yaratılmış herşey
mahall-i istimal: kullanma yerimeccânen: ücretsiz, bedava
muhafaza etmek: korumak, saklamakmuhat: etrafı çevrilmiş, kuşatılmış
mukaddes: kusur ve eksiklikten uzak, yücemusahhar: boyun eğmiş, emrine verilmiş
mâ-i zülâl: saf, temiz, soğuk ve tatlı sumülk: sahip olunan her şey
müsemmâ: isimlendirilennebean etme: doğma, yerden çıkma, kaynama
razı olmak: hoşnut olmaksâkin: ikâmet eden, oturan, oturmuş
takdir edilme: belirlenmevaziyet: durum, konum
vuku bulmak: gerçekleşmek, meydana gelmekzeval: yokluk
zâil: geçip gidici, yok olucuâciz: güçsüz
âhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayatâlem: evren
İlâhî: Allah tarafından yapılanİmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî: (bk. bilgiler – İmâm-ı Rabbânî)
İncil: (bk. bilgiler)şekl-i hâzır: şu andaki şekli, mevcut hâl, durum

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 172


2. Aynı o insan, gördüğü leziz nimetlerden duyduğu zevkleri izhar etmekle, hamd ünvanı altında in’âmı nimette ve Mün’imi in’amda görmekle idame-i nimet ve tezyid-i lezzet talebinde bulunarak, “Elhamdü lillâh” cümlesiyle nîmetler definesini bulan adam gibi nefes alıyor.

3. Aynı o insan, mahlûkat-ı acibe ve harekât-ı garîbeden aklının tartamadığı ve zihninin içine alamadığı şeyleri gördüğü zaman, “Allahü ekber” demekle rahat bulur. Yani, Hâlıkı daha azîm ve daha büyüktür. Onların halk ve tedbirleri kendisine ağır değildir.


İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsan, seyyiatıyla Allah’a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ, hariçte, vâkide ve hakikatte Allah’ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenâb-ı Hakkın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünkü, hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, Kâmil-i Mutlak olduğundan, lizatihî mahbubdur. Allah, Mûcid, Vâcibü’l-Vücud olduğundan kurbiyetinde vücut nurları, bu’diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah, melce’ ve mence’dir. Kâinattan küsmüş, dünya ziynetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce’ ve mence’ odur. Allah Bâkîdir; âlemin bekası ancak Onun bekasıyladır. Allah Mâliktir; sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah, Ganiyy-i Muğnîdir; herşeyin anahtarı Ondadır. Bir insan Allah’a hâlis bir abd olursa, Allah’ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.




Allahüekber: “Allah en büyüktür”
Bâkî: Kendi varlığı sonsuza kadar devam eden ve dilediği varlığa bekà veren, onları sonsuz ve kalıcı hale getiren Allah
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahGaniyy-i Muğnî: bütün varlıkların ihtiyaçlarını karşılayan ve her varlığın zenginliği Kendisinin tükenmez hazinesinden çıkan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan sınırsız zenginlik sahibi Allah
Hâlık: her şeyi yaratan AllahKâmil-i Mutlak: sınırsız mükemmellik ve kusursuzluk sahibi Allah
Mâlik: görünen ve görünmeyen her şeyin gerçek sahibi olan AllahMûcid: icad eden, var eden Allah
Mün’im: gerçek nimet verici olan AllahVâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah
abd: kuladem: yokluk, hiçlik
azîm: büyük, yücebeka: devamlılık ve kalıcılık
bu’diyet: uzaklıkelhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur”
hakikat: asıl, gerçekhalk: yaratma
hamd: övgü ve şükürharekât-ı garîbe: hayret verici, şaşırtıcı hareketler
hariç: dışhizb: bir görüş üzerinde birleşen topluluk; taraftarlardan oluşan grup, parti
hâlis: içten, ihlâslıidame-i nimet: nimetin, ihsan ve lütfun devamı, sürdürülmesi
in’âm: nimetlendirmeizhar etmek: göstermek, açığa çıkarmak
i’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir sözkurbiyet: yakınlık; kulun Allah’a yakınlığı
kâfi: yeterlikâinat: evren, bütün yaratılmışlar
lizatihî: bizzat kendisi, kendisinin bir özelliği olarak mahbub: sevgili, sevilen
mahlûkat-ı acibe: şaşırtıcı mahlûklar, harika yaratıklar, varlıklarmelce: sığınak
mence: kurtaracak yermüdahale etmek: karışmak
mülk: sahip olunan şeynefis: bir kimsenin kendisi
nimet: hayat için lâzım olan her şey; iyilik, lütuf, ihsannur: aydınlık
seyyiat: günahlar, kötülüklertedbir: çekip çevirme, ihtiyacını karşılama
tevekkül etme: Allah’a dayanme ve güvenmetezyid-i lezzet: lezzeti arttırma, fazlalaştırma
vâki: düşüncede değil, gerçek dünyadaki var olma; zihindeki bir şeyin dış dünyada da bulunması hâli, gerçekliği vücut: varlık
ziynet: süszulmet: karanlık
âlem: dünya, evrenâsâr: eserler
ünvan: isimşerik: ortak

 

Huseyni

Müdavim
Cevap: Habbe - Sayfa: 173


İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mesrur ve ne de kaybettiği şeye mahzun olmaz. Zira dünya durmuyor, gidiyor. İnsan da beraber gidiyor. Sen de yolcusun. Bak, ihtiyarlık şafağı, kulakların üstünde tulû etmiştir. Başının yarısından fazlası beyaz kefene sarılmış. Vücudunda tavattun etmeye niyet eden hastalıklar, ölümün keşif kollarıdır. Maahaza, ebedî ömrün önündedir. O ömr-ü bâkide göreceğin rahat ve lezzet, ancak bu fâni ömürde sa’y ve çalışmalarına bağlıdır. Senin o ömr-ü bâkiden hiç haberin yok. Ölüm sekeratı uyandırmadan evvel uyan!

İ’lem eyyühe’l-aziz! Cenâb-ı Hakka malûm ve mâruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünkü, bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema’dır. Hakikati ilâm edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvan ile fehme gelen mânâ, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zât-ı Akdesi mülâhaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenâb-ı Hakka mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, mârufiyet şuâları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecellî eden sıfât-ı mutlaka-i muhîta ile, bu mevsufun o ünvandan tulû etmesi ağır gelmez.

İ’lem eyyühe’l-aziz! Esmâ-i Hüsnânın herbirisi ötekileri icmâlen tazammun eder: ziyânın elvan-ı seb’ayı tazammun ettiği gibi. Ve keza, herbirisi ötekilere delil olduğu gibi, onların herbirisine de netice olur. Demek, Esmâ-i Hüsna, mir’at ve ayine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh, neticeleri beraber mezkûr kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okunması mümkündür.


endOfSection.gif
endOfSection.gif



Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, sonsuz şeref ve yücelik sahibi AllahEsmâ-i Hüsnâ: Cenâb-ı Hakkın en güzel isimleri
Zât-ı Akdes: bütün kusurlardan, çirkinliklerden, eksiklikten, benzer ve ortak edinmekten sonsuz derecede yüce olan Allahbinaenaleyh: bundan dolayı
delil: işaret, alâmet; kendisine, doğru bir bakış açısıyla bakıldığında istenilen hedefe ulaştıran şeyebedî: sonu olmayan sonsuz
elvan-ı seb’a: yedi renk; güneşin ışığındaki yedi ana renkfehim: anlayış, kavrayış gücü
fâni: geçici olan, ölümlühakikat: asıl, gerçek
icmâlen: kısacailka etmek: bırakmak, koymak
ilâm etmek: bildirmek, duyurmaki’lem eyyühe’l-aziz: “Bil ey aziz, saygıdeğer kardeşim!” mânâsında muhatabı uyarmak ve dikkatini çekmek için kullanılan bir söz
keza: bunun gibikâinat: evren, bütün yaratılmışlar
kıyas: karşılaştırmamaahaza: bununla beraber, bununla birlikte
mahzun: hüzünlümalûm: bilinen
malûmiyet: bilinirlik, bilinir olmamenkûr: bilinmeyen; belirsiz
mesrur: mutlumevcud-u meçhul: bilinmeyen varlık
mevsuf: sıfatlanan; nitelendirilen, vasıflandırılanmezkûr: ifade edilen, anılan, zikredilen
mir’at: aynamâruf: bilinen, tanınan
mârufiyet: bilinirlik, tanınır olmamülâhaza: düşünme, akla getirme
nevi: çeşitsa’y: çalışma
sekerat: ölüm sarhoşluğu, can çekişme halisema’: duyuş, duyma, işitme
sıfât-ı mutlaka: Allah’ın yüce Zâtını niteleyen sınırsız ve sonsuz kutsal özelliklersıfât-ı mutlaka-i muhîta: Allah’ın yüce Zâtını niteleyen ve bütün kâinatı kuşatan sınırsız ve sonsuz kutsal özellikler
taklidî: taklid edilentavattun etmek: bir yeri vatan edinmek, bir yerde yerleşmek
tazammun etmek: içine almak, kapsamaktebarüz etmek: ortaya çıkmak, belirmek, görünmek
tecellî etme: yansımatulû etmek: doğmak, görünmek, zuhur etmek
umur: işler, olaylarvücud: beden
ziyâ: ışıkömr-ü bâki: devamlı ve kalıcı ömür
örfî: âdetlerde olan, yapılagelen şeylerdenülfet: alışkanlık
ünvan: isimşuâ: ışın, ince ışık hüzmesi

 
Üst