Allah yolunda ölmek

uður1

Well-known member
[FONT=&quot]Allah[/FONT][FONT=&quot] [/FONT][FONT=&quot]yolunda[/FONT][FONT=&quot] [/FONT][FONT=&quot]ölmek[/FONT]

[FONT=&quot]Sual:[/FONT][FONT=&quot] Selefi meşrepli biri, (Şefaat ya Resulallah demek şirktir, çünkü Peygamber ölüdür) dedi. (Allah yolunda ölenlere ölü demeyin, onlar diridir ve rızıklandırılır) diye âyet yok mu dedim. (O âyet şehitler içindir, Peygamber ölüdür) dedi. (Peygamberimiz, şehitlerden üstün değil mi? Peygamberimiz Allah yolunda değil mi? Şehitlere ölü denmezse Peygamberimize nasıl ölü denir?) dediysem de, Peygamber de ölüdür diye ısrar etti. Ölen beden değil mi? Ruhlar ölür mü?[/FONT]
[FONT=&quot]CEVAP[/FONT]
[FONT=&quot]Dedikleriniz çok doğrudur. Elbette, şehidlerin ruhu ölmez de, âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullah'ın ruhu ölür mü? Ruh ölmez, kâfirlerin ruhu da ölmez. Peygamberin Allah yanında bir şehid kadar da kıymeti yok mu?[/FONT]
[FONT=&quot]Şehid Cennette rızıklandırılıyor da, Peygamber niye rızıklandırılmasın? Peygamber hâşâ Allah yolunda olmazsa, şehid Allah yolunda nasıl olur?[/FONT]
[FONT=&quot]Peygamber diri olmazsa şehid nasıl diri olur? Peygamber işitmezse, şehid nasıl işitir? Hâlbuki şehidin, Müslümanlığı da, şehidliği de, bu Peygambere iman etmesine bağlıdır.[/FONT]
[FONT=&quot]Şehidler Allah yolunda da, hâşâ Peygamberler, başka yolda mıdır? Resulullah, son hastalığında, (Hayber’de yediğim zehirli etin acısını hâlâ hissediyorum. Zehrin tesirinden aort damarım, bıçak gibi kesiliyor) buyurdu. (Buhari)[/FONT]
[FONT=&quot]İbni Mesud hazretleri ve diğer Eshab-ı kiram, (O zehirli etin tesiriyle Resulullah şehid oldu) buyurdu. Peygamberlik şehitlikten üstündür. Fakat şehid olmak da ayrı bir nimettir. Allahü teâlâ Resulüne bu nimeti de vermek için son hastalığında bu zehrin etkisini göstermiştir. (Mevahib-i ledünniyye)[/FONT]
[FONT=&quot]İki hadis-i şerif meali şöyledir:[/FONT]
[FONT=&quot](Her Peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.)[/FONT][FONT=&quot] [Beyheki, Ebu Ya’la][/FONT]
[FONT=&quot](Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir.)[/FONT][FONT=&quot] [İbni Mace, Ebu Davud][/FONT]
[FONT=&quot]İki âyet-i kerime meali şöyledir:[/FONT]
[FONT=&quot](Peygamber, müminlere kendi canlarından üstündür.)[/FONT][FONT=&quot] [Ahzab 6][/FONT]
[FONT=&quot](Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Resulünü hidayet ve hak dinle gönderen Odur.)[/FONT][FONT=&quot] [Fetih 28][/FONT]
[FONT=&quot]Bu iki âyetten anlaşıldığı gibi, Peygamberimizin dini diğer dinlerden üstün olduğu gibi, kendi de herkesten üstündür. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:[/FONT]
[FONT=&quot](Ben bütün insanların seyyidiyim, efendisiyim.)[/FONT][FONT=&quot] [Buhari][/FONT]
[FONT=&quot]Peygamber efendimiz, bütün peygamberlerden ve bütün insanlardan üstün de, şehitlerden üstün değil midir? Herkesten üstün olan bir Peygamber için ölü demek çok alçakça bir iftiradır.[/FONT]

 

uður1

Well-known member
Açlıktan ölmek
Sual: Allah rızka kefil olduğuna göre, açlıktan ölmek nasıl oluyor? Rızkın mahiyeti nedir?
CEVAP
Rızık, denince genelde yiyecek şeyler anlaşılır. Ev ve giyim eşyası da rızıktandır.
Allahü teâlâ, her insanın ve her hayvanın rızkını ezelde takdir etmiş, ayırmıştır. İnsanların ve hayvanların ecelleri ve nefeslerinin sayısı belli olduğu gibi, her insanın rızkı da bellidir. Rızık hiç değişmez. Azalmaz ve çoğalmaz. Kimse kimsenin rızkını yiyemez. Kimse kendi rızkını yiyip bitirmeden veya kullanmadan ölmez. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Allahü teâlânın rızık vermediği, bir canlı yoktur.) [Hud 6]
Allahü teâlâ, herkesin rızkına ölene kadar kefildir. Herkes için belli bir rızık, belli sayıda nefes takdir edilmiştir. Eceli gelen ölür. Kimisi hastalıktan ölür, kimisi trafik kazasında ölür, kimi intihar ederek ölür, kimi de açlıktan ölür. Bunlar ölünce de Allahü teâlânın kefil olduğu, takdir ettiği rızık bitmiş olur. Hiç kimse takdir edilen rızkını bitirmeden veya kullanmadan ölmez. Rızık için endişe etmemelidir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Rızık için üzülme, takdir edilen [ezelde ayrılmış olan] rızık seni bulur.) [İsfehani]
Allahü teâlâ, çok şeyi sebeplerle yaratmaktadır. Mesela, hastalıklara şifayı veren de Allahü teâlâdır. Ancak doktoru, ilacı, sebep kılmıştır. İlaca şifayı veren de O’dur. Doktora gitmeyen, tedaviyi, ilacı kabul etmeyen, hastalıktan ölebilir. Bu hasta, kendisine takdir edilen rızkını bitirdikten sonra ölmüştür. Rızkı Allah verir, ama çalışmayı, yiyip içmeyi sebep kılmıştır. Çalışmayan veya yiyip içmeyen, açlıktan ölebilir. Bu da, kendisine takdir edilen rızkını bitirdikten sonra ölmüştür. Yani kendisine kefil olunan rızkı yemiş veya kullanmıştır, kefil olunan rızıktan mahrum kalmamıştır.
Bir de, çok aç kalan kimse, zamanla hastalanıyor ve ölüyor. Ölüm her ne kadar hastalıktansa da, açlık sebep olduğu için, açlıktan öldü demenin mahzuru olmaz.

Belirsiz taksitle satış
Sual: Taksitleri belirlemeden, bir yılda ara sıra ödemek şartıyla mal satmak caiz midir?
CEVAP
Caizdir, çünkü zaman bellidir. Bir yıl sonra ödenmesi gerekiyor.
 

uður1

Well-known member
MESNEVİ-İ NURİYE DERSLERİ 5.3.LÂSİYYEMALAR(DEVAMI)
Binaenaleyh, herşeyin suret-i maddiyesinde, kudret-i Rabbânî ustadır, kader mühendistir. Suret-i mâneviyesinde ise, kader mistardır, yani, teşekkülâtın çizgilerini çizer; kudret mastardır, yani o çizgiler üstünde yapılan teşekkülât, kudretten sudur eder.

Ey kâfir! Bunu işittikten sonra iyice düşün. Bir zerreye bir terzilik san’atını öğretmeye kudretin var mıdır? Kendine hâlık ittihaz ettiğin tabiat ve esbab, herşeyin muhtelif ve mütenevvi suretlerini biçip dikmesine kudretleri var mıdır?

Bak, ey gözden mahrum kâfir! Şecere-i hilkatin semeresi ve kuvvet ve ihtiyarca esbabdan üstün olan insan, terziliğin bütün kabiliyetlerini, bilgilerini cem edip dikenli bir şecerenin âzâlarına uygun bir gömleği dikemez. Halbuki, Sâni-i Hakîm herşeyin nemâsı zamanında pek muntazam, cedid ve taze taze gömlekleri ve yeşil yeşil hulleleri kemâl-i sür’at ve sühuletle yapar, giydirir. Fesübhânallah!

Evet, münezzehtir, herşeyin vücudu emrine bağlı olan Allah münezzehtir. Herşeyin içyüzü elinde bulunan Sâni münezzehtir. Bütün mahlûkata merci olan Sâni münezzehtir.

Arkadaş! Herbir mevcudun üstünde, Sâni-i Ehad ve Samedin bir sikkesi, bir hâtemi olup, o mevcudun Sâni-i Ehad ve Samedin mülkü ve eser-i san’atı olduğuna şehadet ediyorlar.

Evet, gayr-ı mütenahi ehadiyet sikkelerinden ve samedâniyet hâtemlerinden, yalnız bahar mevsiminde sahife-i arza darb edilen sikkeye bak ki, şu zikredilecek müteselsil fıkralar, cümleler o sikkeyi güneş gibi gösteriyorlar ve izhar ediyorlar.


Lügatler :
âzâ : organ
binaenaleyh : bundan dolayı
cedid : yeni
cem etmek : toplamak
darb edilme : basılma, damga vurulma; basılan vurulan
ehadiyet : Allah’ın birliğinin her bir varlıkta ayrı ayrı tecellî etmesi
esbab : sebepler
eser-i san’at : san’at eseri
Fesübhânallah : “Allah’ı her türlü kusur, ayıp ve eksiklerden tenzih ederim” mânâsına gelen bir tür hayret ifadesi
gayr-ı mütenahi : sonu olmayan, nihayetsiz
hâlık : yaratıcı
hâtem : mühür
hulle : elbise
ihtiyar : irade, dileme; istediği şekilde hareket edebilme
ittihaz etmek : edinmek, kabullenmek
kader : Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce bilmesi, takdir etmesi, plânlaması
kâfir : Allah'ı veya Allah’ın bildirdiği bir şeyi inkâr eden kimse
kemâl-i sühulet : noksansız bir kolaylık
kemâl-i sür'at : noksansız bir hız, ideal hız
kudret : Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
kudret-i Rabbânî : her şeyi terbiye ve idare eden Allah’ın kudreti
mahlûkat : yaratılmışlar, varlıklar
mastar : kaynak, güç merkezi
merci : başvurulacak, sığınılacak yer
mevcud : varlık
mistar : şablon; plân; çizelge
muhtelif : çeşitli, ayrı ayrı
muntazam : düzenli, tertipli
mülk : sahip olunan şey
münezzeh : arınmış, kusur ve eksiklikten yüce
mütenevvi : çeşit çeşit, değişik
nemâ : gelişme, büyüme, çoğaltma
sahife-i arz : yeryüzü sahifesi; bir kitabın sayfasını andıran yeryüzü
Samed : Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan, fakat herşey Kendisine muhtaç olan Allah
samedâniyet : herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmaması
Sâni : her şeyin san’atkârı olan Allah
Sâni-i Ehad : Zâtı bir olan ve herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Sâni-i Hakîm : her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah
semere : meyve
sikke : damga
sudur etmek : ortaya çıkmak; meydana gelmek
suret : biçim, şekil
suret-i maddiye : maddî suret, şeklî görüntü
suret-i mâneviye : mânevî suret; maddî olmayan şekil, biçim
şecere : ağaç
şecere-i hilkat : yaratılış ağacı
şehadet etmek : şahid olmak
tabiat : doğa, canlı cansız bütün varlıklar, doğadaki kanunlar
teşekkülât : varlıkların belli bir nizamla meydana getirilmesi
vücud : varlık, var oluş
zerre : atom, çok küçük parça
zikretmek : bildirmek, belirtmek, anlatmak



 

uður1

Well-known member
OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ OTUZ ÜÇ PENCEREDİR
ON DOKUZUNCU PENCERE
[SUP]1[/SUP]تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ وَمَنْ فِيهِنَّ وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
sırrınca, Sâni-i Zülcelâl, semâvâtın ecrâmına o kadar hikmetler, mânâlar takmış ki, güya celâl ve cemâlini ifade etmek için, semâvâtı güneşler, aylar, yıldızlar kelimeleriyle söylettirdiği gibi, cevv-i semâda olan mevcudata dahi öyle hikmetler ve mânâlar ve maksatlar takmış ki, güya o cevv-i semâyı berkler, şimşekler, ra’dlar, katreler kelimeleriyle intak ediyor ve kemâl-i hikmet ve cemâl-i rahmetini ders veriyor.
Ve nasıl zemin kafasını hayvânat ve nebâtat denilen mânidar kelimeleriyle söyleştirip kemâlât-ı san’atını kâinata gösteriyor.

Öyle de, o kafanın birer kelimesi olan nebatları ve ağaçları dahi yapraklar, çiçekler, meyveler kelimeleriyle intak edip yine kemâl-i san’atını ve cemâl-i rahmetini ilân ediyor.

Ve birer kelime olan çiçekleri ve meyveleri dahi tohumcuklar kelimeleriyle konuşturup dekaik-i san’atını ve kemâl-i rububiyetini ehl-i şuura talim ediyor.

İşte, bu hadsiz kelimât-ı tesbihiye içinde, yalnız tek bir sünbül ve tek bir çiçeğin tarz-ı ifadesine kulak verip dinleyeceğiz, nasıl şehadet eder, bileceğiz.

Evet, herbir nebat, herbir ağaç, pek çok lisanla Sânilerini öyle gösteriyorlar ki, ehl-i dikkati hayretlerde bırakır ve bakanlara “Sübhanallah, ne kadar güzel şehadet ediyor” dedirtirler.

Evet, herbir nebâtın çiçek açması zamanında ve sünbül vermesi ânında, tebessümkârâne mânevî tekellümleri hengâmındaki tesbihleri, kendileri gibi güzel ve zâhirdir.

Çünkü, herbir çiçeğin güzel ağzıyla ve muntazam sünbülün lisanıyla ve mevzun tohumların ve muntazam habbelerin kelimâtıyla hikmeti gösteren o nizam, bilmüşahede, ilmi gösteren bir mizan içindedir.

Ve o mizan ise, maharet-i san’atı gösteren bir nakş-ı san’at içindedir.

Ve o nakş-ı san’at, lütuf ve keremi gösteren bir ziynet içindedir. Ve o ziynet dahi, rahmet ve ihsanı gösteren lâtif kokular içindedir.

Ve birbiri içinde bulunan şu mânidar keyfiyetler öyle bir lisan-ı şehadettir ki, hem Sâni-i Zülcemâlini esmâsıyla tarif eder, hem evsâfıyla tavsif eder, hem cilve-i esmâsını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.

İşte, birtek çiçekten böyle bir şehadet işitsen, acaba zemin yüzündeki Rabbânî bağlarda umum çiçekleri dinleyebilsen, ne derece yüksek bir kuvvetle Sâni-i Zülcelâlin vücub-u vücudunu ve vahdetini ilân ettiklerini işitsen, hiç şüphen ve vesvesen ve gafletin kalabilir mi? Eğer kalsa, sana insan ve zîşuur denilebilir mi?

Gel, şimdi bir ağaca dikkatle bak. İşte, bahar mevsiminde yaprakların muntazaman çıkması, çiçeklerin mevzunen açılması, meyvelerin hikmetle, rahmetle büyümesi ve dalların ellerinde, masum çocuklar gibi, nesîmin esmesiyle oynaması içindeki lâtif ağzını gör. Nasıl bir dest-i keremle yeşillenen yaprakların diliyle ve bir neş’e-i lütufla tebessüm eden çiçeklerin lisanıyla ve bir cilve-i rahmetle gülen meyvelerin kelimâtıyla ifade edilen hikmetli nizam içindeki adilli mizan; ve adli gösteren mizan içinde bulunan dikkatli san’atlar, nakışlar; ve maharetli nakışlar ve ziynetler içinde rahmet ve ihsanı gösteren ayrı ayrı tatmaklar; ve ayrı ayrı güzel kokular ve hoş tatmaklar içinde birer mu’cize-i kudret olan tohumlar ve çekirdekler, gayet zâhir bir surette bir Sâni-i Hakîm, Kerîm, Rahîm, Muhsin, Mün’im, Mücemmil, Mufaddılın vücub-u vücudunu ve vahdetini ve cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rububiyetini gösterir.

İşte, eğer bütün rû-yi zemindeki ağaçların lisan-ı hâllerini birden dinleyebilsen, [SUP]2[/SUP]
يُسَبِّحُ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَافِى اْلاَرْضِ hazinesinde ne kadar güzel cevherler bulunduğunu göreceksin, anlayacaksın.

İşte, ey nankörlük içinde kendini başıboş zanneden bedbaht gafil! Bu derece hadsiz lisanlarla kendini sana tanıttıran ve bildiren ve sevdiren bir Kerîm-i Zülcemâl, tanımak istenilmezse, bu lisanları susturmalı. Madem ki susturulmaz, dinlemeli. Gafletle kulağını kapasan kurtulamazsın. Çünkü sen kulağını kapamakla kâinat sükût etmez, mevcudat susmaz, vahdâniyet şahitleri seslerini kesmezler. Elbette seni mahkûm ederler.

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP] : “Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
[SUP]2[/SUP]: “Göklerde ve yerde olan herşey Allah’ı tesbih eder.” Haşir Sûresi, 59:24.

Lügatler :
adilli : adaletli
adl : adalet
bedbaht : kötü bahtlı, tahlihsiz

berk : şimşek, yıldırım
bilmüşahede : gözle görüldüğü gibi
cemâl-i rahmet : rahmetin güzelliği
cevv-i semâ : gökyüzü, boşluk

cevher : asıl, temel, öz
cilve-i esmâ : isimlerin görüntüsü
cilve-i rahmet : rahmetin görüntüsü
dekaik-i san’at : san’at incelikleri

dest-i kerem : cömertlik eli
ehl-i dikkat : dikkat sahipleri
ehl-i şuur : bilinç ve idrak sahibi olanlar
esmâ : isimler
evsâf : özellikler

gafil : duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan
gaflet : duyarsızlık, umursamazlık
habbe : dane, tohumcuk
hayvânat : hayvanlar
hengâm : ân, zaman
hikmet : herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
ihsan : iyilik
intak : konuşturma
kâinat : evren, yaratılmış herşey
katre : damla
kelimât : kelimeler, sözler

kemâl-i rububiyet : mükemmel terbiye ve idare
kelimât-ı tesbihiye : Allah’ın yüceliğini dile getiren sözler
kemâlât-ı san’at : olgun, güzel san’atlar
kemâl-i hikmet : eksiksiz ve mükemmel hikmet
kemâl-i rububiyet : mükemmel terbiye ve idare
kerem : cömertlik, ikram

Kerîm : sonsuz cömertlik ve ikram sahibi olan Allah
Kerîm-i Zülcemâl : sonsuz güzellik, ikram ve cömertlik sahibi olan Allah
keyfiyet : nitelik, özellik
lâtif : hoş, güzel
lisan : dil

lisan-ı hâl : hal dili
lisan-ı şehadet : şahitlik eden dil
lütuf : iyilik, ihsan, bağış
maharet-i san’at : san’attaki ustalık

maharetli : becerikli, hünerli
mevzunen : ölçülü ve dengeli olarak
mizan : ölçü, denge
mu’cize-i kudret : kudret mu’cizesi
Mufaddıl : dilediğine dilediği konuda üstünlük veren, lütufta bulunan Allah
Muhsin : yarattıklarına bağış ve iyiliklerde bulunan Allah
muntazaman : düzenli olarak
Mücemmil : herşeyi en güzel şekilde yaratan Allah
Mün’im : yarattıklarına nimetler veren Allah
nakş-ı san’at : san’atlı nakış, işleme
nebat : bitki
nebâtat : bitkiler

nesîm : hoş ve hafif rüzgâr
neş’e-i lütuf : lütuf ve ikramdan kaynaklanan sevinç
nizam : düzen
ra’d : gök gürültüsü

Rabbânî : Rab olan Allah’a ait
Rahîm : rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah
rahmet : şefkat, merhamet
rû-yi zemin : yeryüzü
Sâni : herşeyi san’atla yaratan Allah

Sâni-i Hakîm : herşeyi hikmetle ve san’atla yaratan Allah
Sâni-i Zülcelâl : herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah
Sâni-i Zülcemâl : sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi san’atla yapan Allah

suret : şekil, görüntü
Sübhanallah : “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”
sünbül : başak; bir çiçek cinsi
şehadet : şahitlik, tanıklık
taarrüf : kendini tanıtma
talim : öğretme
tarz-ı ifade : ifade etme tarzı
tavsif : vasıflandırma, özelliklerini anlatma
tebessümkârâne : gülümsercesine
tefsir : açıklama, yorumlama
tekellüm : konuşma
tesbih : Allah’ı, yüce şanına lâyık ifadelerle anma
teveddüd : kendini sevdirme

umum : bütün
vahdet : birlik
vesvese : kuruntu, şüphe
vücub-u vücud : varlığının zorunlu oluşu
zâhir : açık, gözle görünür
zemin : yer

zîşuur : şuur ve bilinç sahibi
ziynet : süs


Kur'an bil'ayan ve şübhesiz, saadet-i dareyne isal eder, beşeri ona sevkeder. Kimin şübhesi varsa, bir defa Kur'anı okusun ve dinlesin ne diyor? Hem Kur'anın verdiği meyveler; hem mükemmeldir, hem hayatdardır. Öyle ise, Kur'an ağacının kökü hakikattadır, hayatdardır. Çünki meyvenin hayatı, ağacın hayatına delalet eder. İşte bak; her asırda ne kadar asfiya ve evliya gibi mükemmel ve kamil zihayat ve zinur meyveler vermiş.
Hem hadsiz müteferrik emarelerden neş'et eden bir hads ve kanaatla, Kur'an hem ins, hem cinn, hem meleğin makbulü ve mergubudur ki; okunduğu vakit onlar iştiyakla pervane gibi etrafına toplanıyorlar.

(Bediüzzaman Said Nursi - 19. Mektub'dan)

Lügatler
Asfiya :safiyet ve takva sahibi sünnet yolunu ihyaya çalışan muhakkik zatlar
Asır: yüzyıl
Beşer: insan
Bil’ayan :açık olarak, meydanda olarak
Cin :latif ve ruhani varlıklar
Delalet : delil olmak
Emare :alamet,işaret, belirti, iz, ipucu
Evliya :veliler, Allah dostları
Hads :ani ve doğru anlayış
Hadsiz : sayısız, sınırsız
Hakikat: gerçek, doğru
Hayatdar :canlılık gösteren
İns: insan
İsal :ulaştırmak, yetiştirmek
İştiyak :çok arzu ve istek
Kâmil :bütün, tam,olgun, eksiksiz, kemal ve fazilet sahibi
Kanaat :helalle yetinmek, kısmetine razı olmak, aç gözlü olmamak, tatmin olmak, inanmak
Makbul :kabul olunan, beğenilen, sevaplı
Merğub :rağbet edilmiş, beğenilmiş, çok kıymet verilen, istenen
Mükemmel :olgun, noksansız, tamam, eksiksiz, çok iyi
Müteferrik :çeşitli, kısım kısım, başka başka, dağınık
Neş’et etmek :meydana gelmek, çıkmak, yetişmek
Pervane :fırıldak, çark, haberci, dönen şey
Saadet-i dareyn :iki dünya saadeti
Sevketmek :ileri sürmek, önüne katıp sürmek, göndermek, yollamak
Zihayat : hayat sahibi, canlı
Zînur :nurlu, ışıklı, parlayan





--
 

uður1

Well-known member
Said Nursi'nin mezar yeri resmen açıklansın
06 Aralık 2011 / 10:56
Çelik, Bediüzzaman gibi isimlerin mezar yerlerinin resmi olarak açıklanmasını istedi

Yakup Bulut'un haberi:
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Seyyit Rıza, Bediüzzaman Said Nursi, İskilipli Atıf Hoca gibi isimlerin mezar yerlerinin resmi olarak açıklanmasını istedi.
Çelik, “Sadece Seyit Rıza değil. Bediüzzaman’ın ve diğerlerinin mezarları da var. Hepsinin belli olması lazım. ‘Son Devrin Din Mazlumları’ arasında sadece Süleyman Hilmi Tunahan’ın mezar yerinin Çamlıca’da olduğunu biliyorum. Onun dışındaki din mazlumlarının mezar yerleri de belli olmalı” diye konuştu.
Söz konusu kişilerin mezarlarıyla ilgili resmi kayıtlarında bilgi bulunabileceğini ifade eden Çelik, bu kayıtların açıklanması gerektiğini belirtti. Yakın tarihle yüzleşmenin kimseye zararı olmayacağını kaydeden Çelik, İstiklal Mahkemeleri arşivlerinin de açıklanması gerektiğini de söyledi. Dini önderlikleri ile ön plana çıkan şahsiyetlerin mezarlarına dahi tahammül edilemezken, bu insanların yaşadıkları dram günümüze kadar sürdü.
Star
 

uður1

Well-known member
Said Nursi ve yeni dünya düzeni
05 Aralık 2011 Pazartesi 05:43
Birinci ve ikinci dünya savaşları, sanayi devrimi sonrası, insanlığın gördüğü en büyük savaşlardı. Milyonlarca insanın, kitle imha silahları ile öldürüldüğü ve adeta teknolojinin, insanlığa meydan okuduğu karanlık bir yüzyıldı. Ve yüzyılın sonuna gelindiğinde, dünya, yeni düzenini kurmuş oluyordu. Bu yeni düzen, gücün iktidarı belirlediği, gücün daima haklı, insani erdemlerin kapital ile yer değiştirdiği, bireyin devlete yenildiği,yerel ve küresel ortamları doğurmuştu. Sanayi devrimi, en büyük zayiatını vermişti.
Geçen yüzyıldan devraldığımız bu yeni dünya düzeni, yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde krize girmiş bulunmaktadır. Büyük oranda, ekonomik bir kriz olarak lanse edilen bu kriz, kapitalizm ve ulus-devlet krizini de beraberinde sürüklemektedir. Bu krizi, sanayi devriminin ikinci büyük zayiatı biçiminde de okumak da mümkündür.
Bunu bir ‘sanayi devrimi’nin krizi biçiminde yorumlamak erken olabilir. Ancak bu, sanayi devriminin paradigmalarını tartışmamıza engel değildir. Paranın gücü, sermayenin tekelleşmesi, küresel sermaye, devletin kutsallaştırılması gibi kavramlar kapitalist çevrelerce hiç tartışılmadı. Dindar müslüman çevrelerin de bu değerlere sahip olmasından sonra, bu kavramların dindar çevrelerce tartışılmasının yoğunluğu da azalmış oldu. ‘Yeşil sermaye’ nitelemesini haklı kılacak şekilde, kaptializme yeşil rengi verilmiş oldu. Son on yılda, devlet iktidarı da yeşile boyanınca, iktidar problemi çözümlenmişcesine rafa kaldırıldı.
Yazının başlığının çağrıştırdığı bu düşüncelerle, 15 Kasım tarihindeki, Nesil Grubunun düzenlediği Yasin Ceylan’ın ‘Yeni Dünya Düzeni ve Said Nursi’ başlıklı seminerine gittim. Seminerde, yeni dünya düzenine ilişkin olarak beklediğim kavramların tartışılmasından ziyade, bu kavramların felsefi arka planındaki kavramlar arz-ı endam ediyordu.
Yasin Ceylan, Said Nursi için, ‘benim de hocamdır’ gibi bir ifade kullandı ve İ’caz-ül Kur’anı okuduğunu söyledi. Risalelerle ilgili okumaları, gençliğinde okudukları ile sınırlı olan Ceylan, Risale-i Nuru okuduktan sonra, kendi filozofik ürünlerini ortaya koysaydı, hem Nursi’yi daha iyi anlamış hem de kendi filozofisini de Said Nursi üzerinden test etmiş olurdu. Özetle Ceylan, Said Nursi’yi hiç okumamışçasına yorum yapıyordu. İsterseniz önce Yasin Ceylan’ın ne dediğini özetle sunalım. Değerlendirmeyi ondan sonra hep beraber yapalım.
"Said Nursi’nin yaşadığı dönem, islam aleminin zelzleleli olduğu bir dönemdi. Batıya karşı mağlup olmuş bir islam aleminde, çare arayanlar çoktu. Efgani-Abduh çizgisi ve onlardan sonra gelenler, bu mağlubiyete çare aramaya çalışmışlardı. Çare arayanlar arasında, Said Nursi de vardı. Efgani ve Abduh’un mirası, uzun sürmedi. Reformist bakış, islam aleminde tutmadı. Ama Said Nursi’ni fikri tuttu.
"İslam alemi, neden bir zelzele yaşadı? Aydınlanma döneminden sonra, batıda radikal bir değişiklik olmuştu. Bir çok doğulu aydın düşünür, bunu anlamamıştı. Ama Said Nursi, bu değişimi anlayabilmişti ve bunları yazmıştı. Abbasiler döneminde, eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesiyle, yeni bir felsefe cemaati oluşmuştu. Abbasilerden ve dini bilgilerin tehlikeye girmesinden sonra, 12. asırdan 14. asra kadar, Gazali’nin ortaya çıkmasıyla, bir tür savunma eserleri yazıldı. Bu tercüme hareketleri sonucu, batı ile karşılaşmasından, islam dünyası zaferle çıkmıştır. Ancak, daha sonra, İslam aleminin XIX. Yüzyıldaki yeni felsefi dünya görüşüyle olan karşılaşmada, İslam dünyası, zaferle çıkamamış ve çatışma hala sürmektedir.
Gazali’nin şansını, Said Nursi yakalamamış olabilir. Ancak Gazali’nin hatasını, Said Nursi yapmamış ve Yunan bilimlerini dışlamamıştır.

"XIX. yüzyılın sonuna doğru, bilim tamamen dine karşıydı. Bu yeni düşünce tarzında, Tanrı yoktur. Descartes, Allah’a inanıyor. Ama felsefesinde, Tanrı yoktur. Laibniz de öyle. Bu yeni düşünce tarzı, kötülüğe yol açtığı gibi, bir çok iyiliğe de yol açmıştır. ‘İlerleme’ anlayışı, bu düşüncenin yeni bir kazanımıdır. Terakki düşüncesi, yeni batı düşüncesinde var, ancak islam düşünce sisteminde terakkinin yeri yoktur.
Öte yandan, bu ilerlemeci görüşün bazı olumsuz yan etkileri de olmuştur. Hazcı bir insan tipi, batıda gelişmiştir. Hazcılık, ilerlemeciliğin yan etkilerinden birisidir. Ancak batı, kendisini sürekli yeniliyor. Bu yüzden, batıda ‘kalıcı kötülük’ vardır demek yanlıştır.

"Buna karşı Said Nursi, ne kadar başarılı olacak? İnsanın misyonu, insanda kamil olan istidatların ortaya çıkmasıdır. Dini anlayış, buna müsaade etmiyor. İslam alemi, Hristiyan ve batı düşüncesi, diyalektik bir biçimde birbirinden etkilenmektedir.
Bu günkü eğitim tarzımız, batı eğitim modelinin kopyasıdır. Bir görüşe göre insanoğlu, belli bir zamanda bir düşünce biçimi ortaya koymaktadır. Bu kişilerin fikirleri, kendilerinin mi? Yoksa dini kaynaklı mı? Geleneksel islamda, terakki umdesi yoktur. Çünkü mü’min, kendi kişiliğini inancıyla özleşleştiriyor, hafsalasında başka bir boşluk bırakmıyor. İlk müslümanlar, içlerindeki iyiliğin karşılığını, dinde buldukları için müslüman olmuşlardır. ‘Dini iyilik’ten önce, insanın içinde bir iyilik vardır. İnsanın, inandığı şeyle kendisini özleşleştirmesi, ona katkı sağlaması ve ona ilaveler yapması lazım. Eğer ilaveler olmazsa, mükemmeliyet bitmiştir. Halbu ki batıda, her şey eleştirilebilir. Her türlü rejim, eleştiriye izin vermekle, kendisini yenilemeye izin vermiş olur. İnsanın, kendi ideolojisinde boğulmaması lazım.

"Asıl yaşam, pratik yaşamdır. Dünyevi hazlardan uzak durması, Said Nursi’nin en önemli özelliğidir. O, hiç takiyye etmemiş ve muhalefetini açık açık dile getirmiştir. Onun dışında, bu tarzda davranan başka hiçbir alim yoktur. Said Nursi’nin bu erdemi nereden geliyor? Neden onun dışında kimse ortaya çıkamadı? Bu sorunun cevabını vermek lazım. Nursi, Kemalist ideolojiye karşı meydan okuyup, siyasi hayattan çekildi. İlk Said, projelerinin pek faydalı olmadığını gördüğünde, bunlardan vazgeçti ve siyasetten uzak durmaya çalıştı. Şiddetten uzak bir islam anlayışını, o ortaya koymuştur. Halbuki, islam dünyasının çoğunda şiddet modeli var. Nursi’nin üslubu,güzel ahlak ve ikna üslubudur. İkna ile islamiyeti anlatmak ve yaşamak, islamiyetin batı felsefesine karşı olumlu bir hamledir.
"İslamiyet ve batı medeniyeti, bu günkü haline gelene kadar, zaman içinde bir çok ürün vermiştir. XVII.asırdan sonra, insanlık, kendi bilgisine önem vermiş ve dini bilgiyi uzaklaştırmıştır. Doğa bilgisini keşfederek de Tanrı’ya yaklaşılabilir. Tanrı adını zikretmeyip, doğayı keşfederek de Tanrı bulunabilir ve O’na yaklaşılabilir. İmanı, inancı araştırmakla neyi geliştireceksiniz? İnançların, şüphe ile yüzyüze gelmesi lazım. Şüphe, insan zihninin temel fonksiyonlarından biridir. İlk müslümanlar, kendi şühelerinden şüphe etselerdi, müslüman alamazlardı. Şüphenin inanca da uyulanması lazım. Bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek, yanlışından da şüphe etmek lazımdır. Bu yüzden, ‘Ya Rabb, kalbime şek ve şüphe sokma!’ dememek lazım. Zihin, rahat bırakılmalı; zihinle yabancılaşmamlıyız. Zihni ve zihinsel faaliyetleri, rahat bırakmak lazım, yoksa zihin, çalışamaz ve zaaf ortaya çıkar.
"İnsanları, inanan-inanmayan diye yapılan ayrımları, realizasyona tabi tutmak lazım. Şevket Eygi, ‘Japon Ahlakı’ ile ilgili yazısında, Japonlar’ın İslamiyeti yaşadıklarını söylüyor. Oysa ki, onların bir semavi dini de yok. Japonya’ya giden Hristiyanlar, orada hırsızlık olmadığını görünce, kendi Papazlarının yalan söylediklerini düşünmüşler ve söylemişlerdir. İslamiyet dışı kültürleri, islamiyete aykırı saymamak lazım. Bu gün artık, bütün kültürler elde edilebilir hale gelmiştir. Bir kültürle yetinmemek lazım. Birden fazla kültürle muhatap olmak ve küresel insan olmak lazım."
Elbette ki, Yasin Ceylan’ın bütün dediklerini cümle cümle analiz edecek değilim. Daha ehil olanlar, gereken cevabı verecektir elbette. Ancak onun dediklerini birkaç ana başlıkta eleştiriye tabi tutmak gerekir.
I.Eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesi ve İslam düşünce yapısında, fikir üretiminin donması meselesi:
Tercümeler asrında (miladi 8-9. yüzyıl), eski Yunan metinleri bir bir Arapçaya tercüme ediliyor ve İslam Dünyası, eski Yunan metinleriyle yüzyüze geliyordu. Abbasi Halifesi Me’mun döneminde, devlet eliyle Sokrat, Eflatun ve Aristo başta olmak üzere, eski Yunan filozoflarının bir çok eseri Arapça’ya tercüme edilmiştir.
Eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesinin, biri İslam medeniyetine, diğeri Eski Yunan metinlerine ait iki sonucu olmuştur:
Birincisi, İslam medeniyetinde var olan mutezile akımı güçlenerek, içeride bulamadığı fikri desteği dışarıdan gelen takviye ile bulmuştur. Böylece mutezile düşüncesi, önceleri islami kaynakları anlama çabası iken, tercümelerden sonra felsefi bir mecraya dönüşmüştür. Bir çok mitolojiyi de içinde barındırdığından dolayı Yunan felsefesi, özelde mutezileyi genelde de İslam düşüncesini derin bir şekilde etkilenmiştir. İslam aklı da bu dönüşümden nasibini alarak durağanlaşmış ve taklid dönemi başlamıştır. Bu açıdan bakıldığında, Yasin Ceylan’ın iddia ettiği durağanlaşmanın sebebi Gazali değil, felsefenin kendisidir. Bediüzzaman da muhakematında, eski Yunan eserlerinin tercüme edilmesini, taklidin sebeplerinden birisi olarak görmektedir.
İkincisi, tercümelerden sonraki eski Yunan eserleri de değişime uğramış, ve eski metinler İslami bir cilayla parlatılmıştır. Bir tür bilginin islamileştirilmesi(doğruluğu tartışılmalı) gibi bir muameleye tabi tutulan Eski Yunan metinleri, müslümanca bir okumaya tabi tutulmuştur. Dolayısıyla eski eserler, saf halini muhafaza edememiş, Müslümanların tercümesiyle batıya sunulmuştur.
Daha sonraları ortaya çıkan Rönesans hareketlerine ve günümüzdeki batı medeniyetinin inşasına, işte bu eserlerin tercüme edilmesinin etkisi göz ardı edilmemelidir. Dolayısıyla bu günkü batı medeniyetine de, sırf eski Yunan medeniyetinin saf ve yeni bir versiyonu diye bakmamak gerekiyor. Çok baskın olmasa da içinde vahyin unsurlarını barındıran bir niteliğin varlığını gözlemliyoruz. Bu yüzden topyekün kabul ya da reddiye esası üzerine bina edilen bir batı eleştirisi mümkün olmamalıdır.
Bu yüzden, Yasin Ceylan’ın, batıda ‘kalıcı bir kötülük’ olmadığını söylemesine ben de katılıyorum. Nitekim Bediüzzaman da, Avrupa’yı ikiye ayırmaktadır. Birinci Avrupa’da, insanlığa büyük faydalar sağlayan ve önemli ilerlemelerin kaydedilmesine imkan veren bir medeniyet anlayışı vardır. İşte böyle bir medeniyet, sadece Hıristiyanlığın malı değildir. Bu medeniyetin arka planında; asırlar boyunca devam edegelen fikirlerin birbirlerine ilave edilmesi ile oluşan birikim, semavi dinlerin katkısı, fıtri ihtiyaçların zorlamaları ve özellikle İslamiyet'in de katkısı vardır
Ancak ikinci Avrupa’yı da görmek lazımdır. Bu ikinci Avrupa, iki dünya savaşını meyve vererek, sayısız zulüm ve adaletsizliklere yol açmıştır. Dolayısıyla batı dediğimizde, önce şunu sormamız lazım: Hangi batı? Birinci Avrupa mı? İkinci Avrupa mı?
Hangi batı sorusuna cevap verebilmek için, Bediüzzaman’ın 25. Sözdeki iki medeniyet mukayesesindeki, batı medeniyetinin kıstaslarını kullanmamız elverişli olur. Bir medeniyet ki, temelinde kuvvet belirleyicidir; hedefi menfaattir; hayat prensibi mücadeledir ve güçlünün zayıfı ezmesi üzerine kuruludur; toplumsal bağları, milliyetçilik esasına dayanmaktadır. İşte bu esaslar üzerine kurulu olan bir medeniyeti, ikinci avrupa olarak okumamız mümkündür.
II.Yasin Ceylan, Said Nursi’nin batıdaki gelişmelerden duyarsız kalmadığını ve onları anladığını düşünüyorsa, bu konuda daha sıkı okumalar yapması gerekir. Zira, risalelerde en az 4-5 yerde, Kur’an medeniyeti ve batı medeniyeti karşılaştırması yapan Bediüzzaman, sırf batı karşıtlığından ziyade, bu günkü batı medeniyetinin olumsuzluklarını ortaya çıkaran asıl belirleyici faktörleri bulup eleştirmiştir.
Batı medeniyeti,toplumlarıbirarada tutanbağolarakırkıve menfi milliyetigörür.Bu medeniyetin gayesi,nefsanî hevesleri tatmin ve ihtiyaçları çoğaltmaktır. Kuvvetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Menfaat, her arzuya kâfi gelmediğinden, onun gösterdiği yol, boğuşmaktır. Cidal prensibinin gösterdiği yol, çarpışmaktır. Başkasını yutarak beslenen ırk ve menfi milliyetin gösterdiği yol, tecavüzdür. Kur'an'ın hikmeti ise, dayanak noktası olarak kuvvet yerine "hakk"ı kabul eder. Gayede, menfaat yerine "fazileti ve rıza-yı İlâhî"yi kabul eder. Hayatta, cidal yerine "yardımlaşma" prensibini esas tutar. Toplumu birarada tutan bağ olarak, ırk ve menfi milliyet yerine "din ve vatan" bağını gözetir. Kur'an hikmetinde gaye, nefsanî heveslerin meşru olmayan tecavüzlerine set çekmek, kişiyi ulvî emellere teşvik etmek ve insanı kemâle eriştirmektir. Hakkın gösterdiği yol , birleşmedir. Faziletin gösterdiği yol, dayanışmadır. Yardımlaşmanın gösterdiği yol, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin gösterdiği yol kardeşliktir. Benliği gemlemenin ve ruhu kemâle erdirmeye çalışmanın gösterdiği yol, dünya ve ahiret saadetidir.
III.‘Dini iyilik’ten önce, insanın içinde bir iyilik olması hususunu ‘vicdan’ kavramı ile karşılayabiliriz. İnsanda, hem iyiliğe hem de kötülüğe meyyal istidatlar vardır. Bu istidatlar, çoğu kere kendi başlarına ‘iyilik’ kavramına ulaşamayabilirler. Çoğu kere, dini bir iyilik kavramı ile karşılaştığında, insandaki iyilik kavramı, daha da açığa çıkar ve kamil insan öyle ortaya çıkar. Aksi halde, insanın içindeki iyilik istidadı, uygun bir mecra bulamazsa, körelip gitmektedir.
Dini iyilikten önce, insanın içinde apriorik olarak bir iyilik bulunması düşüncesi, Hem Eflatun’da var hem de, Farabi gibi bir çok hükemada da vardı. Öyle ki, insanın içindeki bu iyilik düşüncesi, felsefe ile ortaya çıkarılabilecek durumdaydı. Bu düşünceden dolayı felsefeye o kadar değer atfettiler ki, felsefeyi bu konuda yeterli saydılar ve hatta nübuvvete gerek olmadığını bile söylediler. Bu yüzden, Yasin Ceylan’ın içindeki bu iyilik düşüncesine atfettiği değeri, felsefenin bu bakışı ile birlikte okuduğumuzda, daha da anlamış oluyoruz.
IV.Ceylan’ın ‘doğa bilgisini keşfederek de Tanrı’ya ulaşabilirsiniz’ cümlesini de bu bağlamda okumak mümkündür. Doğa bilgisi, bilimsel verilerle keşfedilmektedir. Dolayısıyla, bu bilgiye ulaşıldığında da Tanrı’ya ulaşılabiliyorsa, artık ille de dini kavramlarla Tanrı’ya ulaşmaya gerek yoktur. Felsefi kavramlarla ya da insanlığın icad ettiği kavramları tek başına kullanarak da Tanrı’ya ulaşılabilir.
Bu sorunlu bir yaklaşımdır. Zira nasıl ki, akıl tek başına doğruyu bulmaya yetmemektedir. Aklın ürünü olan, kavramlar ve sistemler de doğruyu bulmaya yetemez. Bu durumda, aklı tek başına bırakmak yerine, vahy desteğiyle doğruyu bulmasına yardımcı olabiliriz. Bediüzzaman’da bu durum, akıl-kalb dengesi biçiminde okunmaktadır. Demokrasi de insanlığın bulduğu önemli bir icaddır. Ancak, tek başına yetmediği yüzyılların tecrübesiyle ortaya çıkmıştır. Demokrasinin eksiklerini ve yanlışlarını da vahy eksenli bakışlarla, tashih etmek ve düzenlemek gerekir.
Yine Bediüzzaman’da iki türlü kitap anlayışı vardır. Birincisi, Allah’ın Kelam sıfatından gelen bildiğimiz Kur’an-ı Kerimdir. Diğeri ise, Kainat kitabıdır. Kainat kitabını keşfetmek, tek başına dünyevi saadeti sağlayamamaktadır. Bunu mutlaka, Kelam sıfatından gelen emirlerle buluşturmak lazım. Bu yüzden Ceylan’ın, ‘doğa bilgisini, keşfederek de Tanrı’ya ulaşabilirsiniz’ cümlesi sorunludur.
Geçtiğimiz yüzyıldaki dünya, doğa bilgisinin en fazla keşfedildiği bir dünya idi. Ama bunu keşfedenlerin büyük bir çoğunluğu, bu keşfi Tanrı’ya ulaşmak yerine, birbiriyle savaşarak harcadı. Ve halen de savaşmaya devam ediyor. Kimsenin de elinde üçüncü bir dünya savaşının yapılmayacağına dair bir garantisi yoktur.
Kadim felsefenin, bilimsel pozitivizme evrildiği ve bunun da bu savaşları meyve verdiği bir dünyada, hala doğa bilgisinin tek başına hakikati bulmaya yeteceğini söylemek çok mantıklı görünmüyor. Bu yüzden başta da ifade ettiğim gibi, sayın Ceylan’ın, felsefesini mutlaka Risale-i Nurlarla test etmesini öneriyorum.
 

uður1

Well-known member
Kılıçdaroğlu, Bediüzzaman’ı dinlese...
05 Aralık 2011 Pazartesi 05:43
Türkiye, çok önemli bir eşiğe geldi nihayet... Ve nihayet, “devr-i sabıkın” hatalarını tartışabilecek bir düzlemdeyiz. (Dersim katliamı tartışmaları bize bu imkanı verdi, çok şükür.) Yalnız elbette bu tartışmalar için bir hayli geç kaldık, bunu kabul etmek gerek. Öyle ki; hemen sonrasında tartışılsa(ydı) çözülebilecek meseleler, bugün iyice kronikleşmiş (ve çözümü zor bir hale gelmiş) bir şekilde toplumsal hayatımıza nüfuz etmiş durumda. Belki bir elli yıl daha böyle devam edecek...
Ancak yine de on yılda bir yaşadığımız “darbe ve postmodern darbe” süreçleri düşünüldüğünde bu noktaya varışımızın bile ne denli büyük bir başarı olduğu anlaşılır. Şimdi önemli olansa (kanaatimce); demir sıcakken dövmeye devam etmek. Tekrar soğumasın izin vermemek... Evet, bence öncelikle kendi geçmişimizle, yakın tarihimizle hesaplaşmamızı bitirmemiz gerekiyor. Ki o hesaplaşma bitmeden, onlardan miras aldığımız kavgaların defterleri de bir türlü kapanmayacak gibi...
Miras bahsi açılmışken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP’nin başında Dersim krizini yönetiş şekline de değinmek istiyorum. Sayın Kılıçdaroğlu, yalnızca bir tek cümleyle kurtulabileceği bir mesuliyetten ve çamurdan bir türlü kaçmayı, kurtulmayı beceremiyor. (Halbuki başbakanın telaffuz ettiği cümleyi bir kez telaffuz etse, yeter.) Sanki, bir bataklığın içinde debelendiği (ve bir türlü çıkamadığı) halde, kendisine uzatılan elleri ve ipleri reddeden biri gibi çırpınıyor da çırpınıyor...
Halbuki CHP’deki bu basiret bağlanmasının, akıl tutulmasının kilidini çözecek anahtar da Bediüzzaman’ın savunmalarında gizli. Eserlerinde defaatle geçmişe bakarken başarının veya başarısızlığın, hataların veya hasenatların hangi adreslerde aranmasının ve hangi adreslere dağıtılmasının daha doğru olduğunu izah eden Bediüzzaman, bakınız Şualar isimli eserinde neler söylüyor:
“Evet nasıl o insafsız (savcıyı kastediyor), o çok kusurlu adamı sevmemekle beni ittiham etti, âdeta vatan hâini yaptı. Ben de onu, orduyu sevmemekle ittiham ediyorum. Çünkü bütün şerefi ve mânevî ganimeti o dostuna verip, orduyu şerefsiz bırakıyor. Hakikat ise, müsbet şeyler, haseneler, iyilikler cemaate, orduya tevzi edilir ve menfîler ve tahribat ve kusurlar başa verilir. Çünkü birşeyin vücudu, bütün şeraitin ve erkânının vücudu ile olur ki, kumandan yalnız bir şarttır. Ve o şeyin ademi ve bozulması ise, bir şartın ademiyle ve bir rüknün bozulmasıyle olur, mahvolur, bozulur. O fenalık başa ve reise verilebilir. İyilikler ve haseneler, ekseriyetle müsbet ve vücudîdir. Başlar sahip çıkamazlar. Fenalıklar ve kusurlar, ademîdir ve tahribîdir. Reisler mes’ul olurlar. Hak ve hakikat böyle iken, nasıl ki bir aşiret fütuhat yapsa, “Aferin Hasan Ağa”; mağlûp olsa “Aşirete Tuh” diye aşiret tezyif edilse, bütün bütün hakikatin aksine hükmedilir. Aynen öyle de, beni ittiham eden o müddeî bütün bütün hak ve hakikatin aksine bir hatâsıyla, güya adliye namına hükmetti.”
İşte Kemal Kılıçdaroğlu’nun, CHP’nin ve CHP’lilerin de yapması gereken yukarıdaki mantıkla hareket etmek. Yoksa kimse zaten onları Dersim katliamından suçlu bulmuyor. “Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez” ayetini herkes biliyor. İnsanların istediği, sadece onaylamadıklarını göstermeleri. Bunu göster(e)meyerek, aslında milletimiz adına öyle bir cürüm yapıyorlar ki, telafisi mümkün değil.
Belki özür dileseler, dileyebilseler; o kem hatıra geçmişte kalıp unutulacak. Bir daha adı anılmayacak... Ama özür dilemeyerek o kusuru bütün bir CHP’ye, hatta millete teşmil ediyorlar. Başa, reise verip kurtulamıyorlar. “Böyle bir katliam olmadı” yahut “Onun haberi yoktu” demekle günahı birken bine çıkarıyorlar.
CHP yönetimine ve Dersim sorununda ters köşeye yatan (aydın, siyasi vs...) bütün karakterlere Bediüzzaman’ın bu savunmasından ders almalarını salık veriyoruz. Bir hatayı bin hata yapmasınlar. Bir günahı bin günaha çıkarmasınlar... Temsildeki gibi reise versinler, kurtulsunlar! Yoksa görmüyorlar mı, savunmaya kalktıkları hata, bir milletin hepsine (belki hiç suçları olmadığı halde) maloluyor. Bu yaptıkları kendi milletlerine ve taraftarlarına dahi bir zulümdür, eziyettir, haksızlıktır. El-insaf diyoruz sadece... El-insaf...
 

uður1

Well-known member
Devlet tepkisi: 'Hepsi müttehimdir!'
05 Aralık 2011 Pazartesi 07:29
Dersim'de devletin niçin gereğinden fazla haşin ve nisbetsiz güç kullandığını anlamak için, hadiseden yıllarca önce Menemen'de vukubulan Kubilây hadisesinin pek bilinmeyen bir yönüne eğilmekte fayda var.
Aşağıda zikredeceğim örnek, bize kısaca o dönemde "Devlet refleksi"nin ölçülerini ve karar mekanizmalarının iç yüzünü gösteriyor. Bu bilgileri iki yıl önce (21 Kasım 2009) yayınladığım "Çekiç ve Çivi" başlıklı yazımdan iktibas ediyorum. O yazı şöyle bitiyordu: "Birinin elinde çekiç varsa, karşılaştığı her meseleyi çivi gibi görmeye başlar."
Yeni bir tartışma konusu icad etmek için değil, anlamak için...
*
7 Ocak 1931 Çarşamba günü, Cumhurbaşkanı Atatürk, Başvekil İnönü, Meclis Başkanı (General) Kâzım Özalp, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, Milli Savunma Vekili Zekai ve II. Ordu Komutanı Fahrettin Altay Çankaya Köşkü'nde bir araya gelerek iki hafta önce Menemen'de vukubulan irtica olayını görüştüler. Fahrettin Altay, kitabında (On Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yay. 1970, s.434 vd), "Bu konuşma bana bir talimat mahiyetinde olduğundan not ettim" diyor. O sayfalardan bazı yerlerini atlayarak aynen aktarıyorum:
Gazi Paşa- (...) Ceza edilemeyen kesif yerler de örfen dağıtılmalıdır, mahkum olanları birer ikişer tecziye etmelidir ... En az kabahatı seyirci kalmış Menemen halkı orayı terketmelidir. Hepsi müttehimdir (...) Şimdiye kadar malum olan siyasi halleri bu meselede alakadar olduklarına delil-i kâfidir. Son Posta, Yarın gibi gazeteler (...) hükümet korkulacak bir şey değildir fikrini vermiş ve körüklemişlerdir. Onların cesaretini takviye eden avamilden [unsurlardan] bu gazete mesul müdürleri Divanıharbe gelmelidir. Terakkiperverlerin bir kısmı behemahal bu siyaset içindedir. Fethi Bey değildir. Kazım Karabekir Hüradam'da imzasız makaleler yazmaya başladı. Hükümeti düşürmek için bir harekettir (...) bu gazetecilerle de temas etmek ve hiçbir şey yapılmasa bile Divanıharbde sorguya çekmek lazımdır. Ali Seydi'nin babası Nakşibendi şeyhlerindenmiş, Osman Şevket Paşa da oranın müridi imiş... Ona divanıharbde sormak lazım: Şeyhin kimdir, kaç mürit yetiştirdin? Zabitan içinde müritlerin kimlerdir? Bu tarikati ekraze (ecrase; baskı) etmek. Pek çok müritten bahsolunuyor, bunların hepsi korkunç olamaz fakat konvenkü [?] olanlar musırrdır her şeyi yaparlar.
İsmet Paşa- Konvenkü olanlara hıyanete alet oldukları ikna ve ihsas etmelidir ki manen itham edilmiş olsunlar. Serbest Fırka'nın bunların rüesası [önderleri] ile bir itilaf yaptıkları arayıp çıkarmalıdır. Fransızların neşriyatı, Gazi ve İsmet Paşalar Serbest Fırka'yı ezmek için bunu tertip ettiler. Doğru mudur diye soruyorlar, bu bir propagandadır.
Gazi Paşa- Kısa zamanda bu işi bitirmeli, her şey çıkmazsa da zararı yok, ayrı bir safha olur.
Kâzım Paşa- Nakşıbendi teşekkülü siyasidir, bütün isyanlar bunun hareketi ile başlamıştır. Abdülhamit de bundandır. Eski ihtilallerde öne düşen şeyhler hep Nakşibendidir. Bu malumatla Divanıharp, isyanı yapan tarikatın siyasi olduğunu tesbit eder ve şeyhleri mevkufen mahkemeye alır. Tarihî ananeler böyledir. (...)
Gazi Paşa- ... Gazetecilik yapanlara hürriyet-i matbuatın böyle olmadığı divanıharpte sorguya çekilmekle anlatılmalıdır.
Şükrü Kaya- Bayburt ihtilâlinde askerimizi kesenler Nakşibendilerdi. 31 Mart vakasında Vahdeti de Nakşi idi.
Kazım Paşa- ... Bozkır isyanını yapanlarda da Nakşıbendiler vardır.
Gazi Paşa- Bunlara müsamaha etmek doğru değildir. Kumandanlar bilmelidir ki bu tarikat yok edilecektir, siyasi tertibat aranacaktır.
Kazım Paşa- Bu tarikat muzır bir yılandır, mahvedilmelidir.
Gazi Paşa- Hiçbir yerde kutup ve kutbülektap bırakılmamalıdır.
İsmet Paşa- Başkumandan'a seferde idam selahiyeti verileceği kanun-ı esasiye girmelidir. Bunda idam cezası Meclis'e aittir.
Gazi Paşa- İdam cezasını Meclis tasdik etsin (Buna karar verildi.)
Zaman

Üstad hapse gelen aşureyi geri çevirmezdi
06 Aralık 2011 / 06:21
Muharrem ayında hapishaneye aşure ve tatlı gibi yiyecekler gelirdi

Risale Haber-Haber Merkezi
Son Şahitler'den İbrahim Fakazlı anlatıyor:
Mübarek Kandil Gecelerinde, bayramlarda ve Muharrem ayında hapishaneye aşure ve tatlı gibi yiyecekler gelirdi. Hz. Üstad onları teberrük diyerek alıp yememizi tavsiye ederdi. Dışarıdan nohut, börülce, fasulye ve bulgur gibi şeyler az gelirdi.
Son Şahitler
 

uður1

Well-known member
Arapların en büyük keşfi
06 Aralık 2011 Salı 06:55
Ufkumuz sınırlarımızı aştı. Artık ulus devletin düşüncemize ve yaşam alanımıza çizdiği dar kalıplar içinde kalmaya niyetimiz yok. Çünkü, hayatın ulus devlet düzeneğinden ibaret olmadığını biliyoruz. Dışarda kocaman bir dünya var, ve o dünyada olup bitenler hayatımızı fena etkiliyor.

Abant Platformu 25. toplantısında 'Arap Baharı'nı tartışmaya açarken tam da böyle 'dünyalı' bir tavır sergiliyordu. Zirve Üniversitesi'nin evsahipliğinde toplantının Gaziantep'te yapılması bile anlamlıydı. Gaziantep, Arap Baharı'nın ateşini en yakından hisseden ilimiz. Geleneksel olarak Suriye ile çok derin ticari ve sosyal ilişkileri var kentin. Dolayısıyla sınırın öte yanında olup bitenleri kaygıyla izliyorlar; biliyorlar ki sınırlar durdurmuyor sorunların geçişini. İnsanlar Suriye'de, Mısır'da, Libya'da yaşananların hayatlarını, işlerini, geleceklerini etkileyeceğinin farkındalar.
Dolayısıyla tepedeki üç beş yöneticinin yürüttüğü devletlararası siyasi ilişkilerin hayatlarını, işlerini, geleceklerini belirlemesine izin vermektense süreci etkilemeye çalışıyorlar. Sonuçta da 'dış politika' denilen ve düne kadar dışişleri bürokratlarının işiymiş gibi algılanan konuda halk bir aktör olarak öne çıkıyor; ulusal siyasetçilerin dış politika tercihlerini ve kararlarını etkilemeye çalışıyor.
Aslında 'Arap Baharı' denilen 'başkaldırı' hareketi de farklı bir şey değil. Abant Platformu'nda da konuşuldu; süreç, Arap halkının onur, hak, özgürlük ve adalet arayışının sonucu olarak gelişti. Eski Arap rejimleri, ne refah üretebildiler halkları için, ne özgürlük ve güvenlik verebildiler. Verdikleri kabaca bir yolsuzluklar düzeni ve polis devletiydi. Yıkılan, yıkılma tehdidi altındaki rejimler 'yönetim hakkı'nı halkın 'rıza'sına dayandırıp 'meşruiyet' kazanamadılar.
Sonunda da bir kıvılcım on yıllardır pasifize edilen, dışlanan, ezilen halkı sokağa taşırdı. Romantize etmek niyetinde değilim ama, Arap Baharı modern dönemde devleti, siyasi sistemi, kaderi hep 'dışardan' belirlenen bir halkın kendini, kendi iradesiyle ve tercihleri doğrultusunda yeniden inşa girişimidir. Yani Arap devrimleri modern tarihe, modern tarihin kalıplarına birer isyandır. Arap toplumu modern dönemde belki de ilk kez kendi başına bir 'aktör', siyaseti belirleyici bir güç olarak çıkıyor karşımıza.
Ve bu halk yıllarca iki seçeneğe sıkıştırıldı. Ya baskı rejimlerine razı olmaları söylendi onlara ya da İslamcı totaliter bir rejimde yaşamaya hazırlanmaları. Tunus'la başlayan süreç 'üçüncü yol'un mümkün olduğunu gösterdi; halk katılımına ve temsile dayanan demokrasi.
Olan şu; Tunus'tan Suriye'ye halk, değişimin taşıyıcı bir aktörü olarak öne çıkıyor. Yöneticilerinin uzaydan, Batı'dan gelen veya Tanrı tarafından gönderilen 'değiştirilemez süper varlıklar' olmadığını biliyorlar artık. Ve değiştiriyorlar onları...
Yani güçlerini keşfettiler. Bu, demokrasi biçimi alarak kurumsallaşacak mı, bilmiyoruz henüz. Değişimin yönü ve varacağı sonuç tartışılabilir, ama durdurulması bence söz konusu değil.
Arap Baharı'nın henüz ulaşmadığı rejimler de kendine biraz çekidüzen vermek zorunda. Bazı Arap ülkeleri reformlarla, bazıları da 'refah transferlerini' artırarak halklarını memnun etmeye çalışıyorlar. 'Halkın memnuniyeti'ni dert edinen her yönetim gücün, meşruiyetin ve yönetim hakkının kimde olduğunu anlamıştır. Her durumda Arap Baharı, halkın iktidarı ve zenginliği daha fazla 'paylaşması'yla sonuçlanacak. Zaten istenen de bu; paylaşım. Halk, iktidarı ve imkânları paylaşmak ister. Demokrasi de bunun mekanizmasıdır.
Ortadoğu'da tarih hızla akmaya başladı. Modern dönemde adeta derin dondurucuya hapsedilen halk ve 'halk gücü' isyanın ateşiyle 'uyandı'. Boşuna sürece 'Arap Uyanışı' adını da vermiyorlar. Uyanan, kendi iradesi ve iktidarını fark eden halk, yeni bir dünya kuruyor.
Modern Ortadoğu, isminden başlamak üzere kolonyal bir 'icad'. Batı'nın 'icad' ettiği Ortadoğu'nun sonuna geldik. Yapay bir icattan, içe doğru bir yolculukla kendini keşfetmeye çalışan 'yeni Ortadoğu'ya geçiyoruz. Bu yeni Ortadoğu'da Arapların en büyük keşfi, ceberut yöneticilere karşı 'halkın gücü'nün nelere kadir olduğunu görmeleri..
Zaman
 

uður1

Well-known member
Atıf Hoca'yı neden astılar?
06 Aralık 2011 Salı 06:53
"Hürriyet" yazarı Rahmi Turan, 1926'da idam edilen İskilipli Atıf Hoca'ya değindiği yazısında resmin bütününü göstermek yerine sadece bir parçasını tercih etmiş.
"Teal-i-İslâm Cemiyeti" adına bastırılan bir bildirinin Yunan uçakları tarafından Anadolu'ya atıldığını, bildiride Mustafa Kemal ve silah arkadaşlarının padişaha başkaldıran asiler olarak nitelendiğini belirtmiş.
"İstiklal Mahkemesi" zabıtlarına göre Atıf Hocanın "vatana ihanet" suçundan idam edildiğini dile getirmiş.
"Geçmişte uğraşmak yerine önümüze bakalım" türünden yaklaşımı bir parça anlayışla karşılamak mümkün ama olaylar çarpıtılarak aktarıldığında vicdanlar da buna razı gelmiyor.
Sözkonusu bildiri 1920'de yazılmıştı.
Rahmi Bey'in yazısından Atıf Hoca'nın bu bildiri yüzünden arandığı ve 5 yıl sonra yakalandığı gibi bir anlam çıkıyor.
İşin gerçeği şudur..
1925'de "Şapka Kanunu" çıkarılmış, bu kanuna yurdun bazı bölgelerinde tepkiler gösterilmişti.
Bu tepkilerle Atıf Hoca'nın Şapka Kanunu'ndan 1,5 yıl önce neşrettiği "Frenk Mukallitliği ve Şapka" risalesi arasında bağ kurulmuştu.
Atıf Hoca, risaleyi neşreden matbaacı, bu risaleyi dağıtanlar, yanı sıra Şapka Kanunu aleyhinde bulunmakla suçlanan birkaç hocaefendi "İstiklal Mahkemesi"ne çıkarılmışlardı.
***
Mahkemede sanıkların aleyhindeki havayı köpürtmek için 5 yıl önceki bu bildiri de gündeme getirilmişti.
Aslında bu bildiride Atıf Hoca'nın bir dahli de yoktu.
Tahir'ul-Mevlevi "İstiklal Mahkemeleri" isimli hatıratında işin gerçeğini tafsilatıyla anlatır.
Buna göre Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin İstanbul Hükümeti'nin baskısıyla vücuda getirdiği bir bildiriydi bu.
Üstelik Cemiyet adına hazırlanan bu bildiri Cemiyetin İdare Heyetinin bilgisi dışındaydı.
Mustafa Sabri Efendi, Atıf Hocadan bildirinin cemiyetin mührü ile mühürlenmesini istemişti.
Atıf Hoca da İdare Heyetine danışmadan böyle bir şeyi yapamayacağı cevabını vermişti.
Cemiyetin İdare Heyetinden Tahir'ul-Mevlevi ile birlikte Mustafa Sabri Efendi'nin yanına çıkan Atıf Hoca, "Biz buna razı olmayacağız. Çünkü Teal-i İslam siyasi değil ilmi ve dini bir cemiyettir. Biz hükümetin işine karışmayacağımız gibi hükümet de bizi karıştırmasın" demişlerdi.
Konu Cemiyetin toplantısında da gündeme gelmişti. .
Hükümet taraftarları itirazlara rağmen bildirinin Anadolu'ya gönderileceğini söylediklerinde Atıf hoca ve arkadaşlarından "gazetelerde tekzip ederiz" cevabı almışlardı.
Bu sözlere Hükümet taraftarları "Edemezsinin, Matbuat Müdürlüğüne emir verilmiştir" diyerek karşılık vermişlerdi.
Atıf Hoca ve arkadaşları bunun üzerine toplantı çıkışında itirazlarını şifahen ilan edeceklerini söylemişlerdi.
Sonunda beş üye "kabul", beş üye de "hayır" cevabı vermişti.
Reis Atıf Hoca'nın da "hayır" oyu vermesiyle birlikte bu bildirinin yok hükmünde sayılmasına ekseriyetin görüşü ile karar verilmişti.
***
Aradan 5 yıl kadar geçtikten sonra Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından tutuklanan Atıf Hoca, mahkemede Cemiyetin Anadolu'ya hiçbir vakit beyanname (bildiri) göndermemiş olduğuna dair "Vakit" gazetesi ile yapılan ilanı da göstermişti.
Savcı, Atıf Hoca hakkında 10 yıl hapis cezası istemişti ama mahkeme heyeti idam cezasına hükmetti.
İstiklal Mahkemesi kararlarının temyizi yoktu.
Prof. Ergun Aybars'ın dediği gibi Cumhuriyet sonrasındaki İstiklal Mahkemeleri devrimlerin gerçekleşmesi amacıyla kurulmuştu.
Şapka Kanununa itirazların önünü kesmek için Atıf Hoca kurban edilmişti.
Durum budur.

Suriye ve tarihi fırsat..

17 Ağustos 2011 tarihli "Arap Birliği elini taşın altına sokacak mı?" başlıklı yazımda Suriye halkına yönelik insanlık dışı uygulamaların son bulması için Arap Birliği'nin devreye girmesi gerektiğine işaret etmiştim.
Sözkonusu yazımda 1970'lerde Lübnan'daki iç savaşı durdurmak için "Arap Birliği Acil Birlikleri" bayrağı altında Suriye'nin askeri müdahalede bulunduğunu da dile getirmiştim.
Arap Birliği daha işin başında devreye girseydi belki de yaşamını yitiren Suriyelilerin sayısı dört bini bulmayabilirdi.
Beşşar Esad, "Arap Birliği" devreye girdikten sonra da oyalama taktiklerini sürdürmeye devam etti ama bunun da bir sınırı var.
Çünkü Suriye sorunu, "bölgesel" ve "insani" bir sorun olduğu kadar aynı zamanda "Araplararası" bir sorun.
Bölgesel ve insani açıdan Türkiye üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalışıyor.
Gösterilere sert müdahaleden vazgeçmemesi ve Arap gözlemcilerin ülkeye girişine izin vermemesi halinde mali ve ekonomik yaptırımların yürürlüğe gireceği uyarısında bulunmuştu Arap Birliği.
Esad rejimine verilen süre de pazar günü itibariyle son ermişti.
Suriye, Arap gözlemcilerin Suriye'ye gönderilmesinin kabul edildiğini açıklamış.
Bu kararın sonuçlarını ilerleyen günlerde göreceğiz.
Türkiye'nin de içinde olduğu bazı ülkeler tarafından alınan yaptırım kararları Suriye üzerinde etkili oldu.
Mesela Suriyeliler için hayati önem taşıyan mazotun fiyatları yükselmeye başladı.
Suriye ordusundan ve istihbarat örgütlerinden kopmalar sürüyor.
Esad rejiminin ömrünün fazla sürmeyeceği çok açık şekilde görülüyor ama ölümler de artarak devam ediyor.
Aslında gönlümüz "Türkiye", "İran" ve "Mısır" gibi bölge ülkelerinin kendi aralarında anlaşarak Esad rejiminin uygun bir şekilde işbaşından uzaklaştırılmasını istiyor.
Bölge dışı güçlerin ve özellikle Batılı devletlerin Suriye'ye askeri müdahalede bulunmasını önlemek için bir başka yol görünmüyor.
Batılı güçlerin perde arkasında oynadıkları "büyük oyun"u bozmanın başka bir çaresi de yok.
İran'ın bu oyunun bozulmasında ciddi katkısı olacağını düşünüyorum.
Esad Diktatörlüğüne arka çıkarak büyük oyunun bozulması mümkün değil.
Umulur ki İranlı yöneticiler gelecekteki çıkarlarının Esad rejiminin devamında değil tam aksine bu rejimin Suriye halkının talepleri çerçevesinde değiştirilmesinden yana olduğunu anlarlar.
Vakit geç olmadan Türkiye, İran ve Mısır, Arap Birliği'ni de yanlarına alarak bölgesel inisiyatiflerini Suriye halkından yana kullanmalılar.
Böyle bir işbirliği tarihin seyrini de değiştirecektir.
Zira böyle bir "tarihi fırsat" her zaman ele geçmiyor.
Yenişafak

Sahabeler arasındaki ihtilaflara nasıl bakıyoruz?
06 Aralık 2011 Salı 06:51
Kerbela'yı anma günlerinde çokça sorulan bir soru bu: Hazreti Resulullah'ın (sas) aziz torunu Hz. Hüseyin'in başında bulunduğu 72 Ehl-i Beyt'in, Kerbela'da gönülleri yakan şehadetlerini neden uzun müddet gündemde tutmuyorsunuz? Cemel ve Sıffin savaşlarını ayrıntılarıyla yazarak zalimlere karşı bedduanızı neden ısrarla sürdürmüyorsunuz? Sahabeler arasında geçmiş olan ihtilaf ve zulümleri tekrar etmekten alıkoyan gerekçeniz mi var yoksa sizin?..
Sıkça sorulan bu gibi sorulara verdiğimiz cevaplarımız hep aynı olmaktadır:
- Sahabeler arasında cereyan etmiş olan kimi içtihada dayanan, kimi de zalim siyasetin haksız gerekçesi gibi görünen gönül yakıcı, vicdan sızlatıcı ihtilafları, bugün yeni yaşanmış gibi tekrarlayarak kabuk bağlamış yaraları kaşıyıp kin ve nefretleri körüklemeyi, Ehl-i Sünnet alimleri faydalı bulmamış, zararlı görmüşlerdir.
Nitekim Müslümanların hep birlik beraberliğini savunan Bediüzzaman Hazretleri gibi maneviyat büyükleri, bu gibi hassas konularda uyarılarda bulunarak diyorlar ki:
- Ehl-i Sünnet imamları, sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı yasaklamışlardır!
- Çünkü Cemel vak'asında Aşere-i Mübeşşere'den Zübeyir ve Talha ve Aişe-i Sıddika (ra) da bulunmasıyla Ehl-i Sünnet vel cemaat, o savaşı, içtihat neticesi deyip "Hazreti Ali (ra) haklı, ötekiler haksız; fakat içtihat neticesi olduğundan affedilmiştir." diyerek konuyu kapatmışlar, kabuk bağlamış yarayı yeniden kaşıyarak cepheler oluşturmayı mahzurlu görmüşlerdir!
- Hatta, Haccac-ı zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere! ilm-i kelamın büyük allamesi Sadeddin-i Teftazani, "Yezid'e lanet caizdir." demiş, fakat "Lanet vaciptir!" dememiş, "Hayır vardır, sevaplıdır." diye bir teşvikte bulunmamıştır!. Çünkü hem Kur'an'ı, hem Peygamber'i, hem bütün sahabelerin kudsi sohbetlerini inkar eden bugün çok kimseler vardır! Onlardan söz etmeyip de geçmişin yaralarını yeniden deşeleyip kanatmakta, cepheleri harekete geçirmekte fayda yoktur!
- Kaldı ki, şer'an, bir adam lanetlikleri hiç hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yoktur!. Çünkü zem ve lanet, medih ve muhabbet gibi (sevap getiren faziletlerden) değildir. Onlar salih amele dahil de olamazlar.
- İşte bu gibi gerekçelerden dolayı başta dört imam ve Ehl-i Beyt'in on iki imamı olarak Ehl-i Sünnet, Müslümanlar içinde o eski zaman fitnelerinden söz açıp münakaşa etmeyi caiz görmemişler, faydasız, zararı var, demişlerdir.
- Hem o savaşlarda her nasılsa çok ehemmiyetli sahabeler iki tarafta da bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakiki sahabelere, Talha ve Zübeyir (ra) gibi Aşere-i Mübeşşere'ye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Halbuki, hata varsa tövbe ihtimali kuvvetlidir. Bunları düşünmeden o büyük sahabelere karşı itiraz duygusuna girmek bir şey kazandırmaz, ama çok şey kaybettirebilir!.
- Bu gibi sebeplerle, geçmiş zamana gidip lüzumsuz, zararlı, din emretmeden o üzücü olayları yeniden kurcalamaktansa, şimdi bu zamanda bilfiil İslamiyet'e dehşetli darbeleri vuran, binler lanete, nefrete müstahak olanların verdikleri zararları önlemeye çalışmak görevimiz olmalıdır!. Mevcutların devam eden zararlarını düşünmeyip, geçmiştekilerin tarihin derinliklerinde kalan zararlarını tekrar gündeme taşımak, hep kucaklaşmayı savunan müdakkik müminlerin birlik beraberliğe hizmet anlayışlarına da muvafık düşmese gerektir.
Ömer bin Abdülaziz gibi birinci hicret asrının ilk müceddidi, bu konudaki uyarısında demiş ki:
"Allah bizim elimizi o hadiselerden temiz tuttu, biz de dilimizi temiz tutar, Müslümanlar arasında kin ve nefreti körükleyecek söz ve davranışlardan uzak durmaya gayret ederiz!."
İşte bu gibi gerekçelerden dolayı Kerbela şehitlerimizi, camilerimizde hatimler indirip mevlitler okuyarak şanlarına layık şekilde anmayı görev biliriz.
Yarın: Hz. Hüseyin, savaşta küstüğü Abdullah ile nasıl barıştı?
Zaman
 

uður1

Well-known member
Başka Dersim'ler var mı?
04 Aralık 2011 Pazar 07:12
Bu defaki Dersim tartışması, CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün'ün 10 Kasım 2011 tarihli Zaman'da çıkan demeciyle başladı ve bu konuda en son konuşması gereken Deniz Baykal'ın açıklamasıyla doruğuna ulaştı.
Baykal'a göre Dersim tartışması bir "tuzak"tı ve CHP bu tuzağa düşmeyecekti. Oysa bu bir "tuzak" ise, buna düşmemenin yolu, onu görmezden gelmek değil, tanıyıp bu kabuk bağlamış yaranın sahiplerinden özür dilemekten geçmez miydi?
Bu defaki Dersim 'açılımı', uzun bir süredir bu köşeden benim de kendi imkânlarımla katkıda bulunduğum yakın tarihin aydınlanması girişimleri için çok önemli bir adım oldu. Bunun arkası gelecek ve başka Dersim'ler de birer ikişer gün yüzüne çıkacak. Bakın, şimdiden sıraya girdiler bile.
Cumhuriyet devrinde yaşanan bu 'öteki Dersim'lerden birisi de, 1930 yazında gerçekleştirilen Zilan katliamıdır. Öyle ki, bu katliam, yapıldığı tarihte -Zilan'ı duymazlıktan gelen solcularımızın kulakları çınlasın- Zürih'te toplanan Sosyalist Enternasyonal tarafından kınanmış, dünya kamuoyunun dikkatlerini "Türk oligarşisi"nin Kürt halkını kurban ettiğine çekmiş, bölgede işlenen "kanlı suçlar"ın kapitalist ülkeler tarafından görmezlikten gelindiğini ifade ederek bunu protesto etmiştir. (W. Jwaideh, Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi, İletişim: 2004, s. 413-4)
Peki Zilan'da ne oldu?
1925 yılında patlak veren Şeyh Said ayaklanmasının şiddetle bastırılması ve ardından gelen kitlesel zorunlu iskân uygulaması adeta Kürt milliyetçiliğinin gelişmesi için uygun bir zemin hazırlamış oldu. 1927 baharında bir Kürt Milli kongresi toplandığını ve kongrede bütün milliyetçi örgütlerin dağıtılarak hepsinin Hoybun (Bağımsızlık) adlı bir örgüt çatısı altında birleştirilmesine karar verdi. Ve bir bayrağı da olan minyatür bir devletin Ağrı Dağı eteklerinde kurulduğunu görüyoruz.
Önceleri şaşırtıcı bir şekilde uzlaşmacı davranan Türk yetkilileri müsait davrandılar ama Kürt milliyetçileri bunun bir tuzak olduğu inancıyla anlaşmaya yanaşmadılar. Bunun üzerine Türk devleti Mayıs 1930'da 4. ve 6. Kolordulara Salih (Omurtak) Paşa komutasında hareket emri verdi. Yine de ilk ateş, Kürtlerden geldi. 11 Haziran'da başlayan hücum ilk aşamada başarılı oldu, Türk ordusu Ağrı Dağı'ndan atıldı.
Ancak savaş uzayıp yayıldıkça kimin daha dayanıklı olduğu anlaşılıyordu. En son 2 Eylül'de meydana gelen büyük bir çarpışmada Kürt kuvvetleri Türk askerini Diyarbakır'a doğru geriletmeyi başardılar ama bu başarı, aynı zamanda kuvvetlerinin son damlasını kullandıkları anlamına geliyordu. Üstün asker sayısı ve ikmal imkânlarıyla Türk askeri kontrolü ele geçirdi ve isyancılar dağıldı; Kürtlerin komutanı İhsan Nuri İran'a kaçmayı başardı. Bir isyan daha bastırılmış oluyordu.
Ancak iş orada kalmadı. İsyanın bastırılmasını ağır ve kesin cezai tedbirler, yani tehcir (zorunlu göç), toplu tutuklamalar ve alelacele infazlar takip etti. Bölgedeki Kürt köyleri uçaklarla bombalanıp ateşe verildi. Bugün hâlâ son tanıkları hayatta olan sivillerin katledildiğini biliyoruz.
'Nereden biliyoruz?' diye soracaksınız haklı olarak. Tabii günün birinde bir Başbakan çıkıp da Dersim'de öldürülenlerin resmi sayısını açıkladığı gibi Zilan deresinde öldürülenlerin sayısını açıklayıncaya kadar da kesin ölü sayısını bilemeyeceğiz. Ancak devrin gazetelerinde, özellikle Cumhuriyet gazetesinde önemli bilgiler var. Aşağıda bu bilgilerin bir kısmını o gazetelerden aktaracağım.
Mesela 16 Temmuz 1930 tarihli Cumhuriyet'te bir yandan Ağrı Dağı harekâtının yeni başladığı ifade edilirken öbür taraftan uçaklarımızın bombardımanın devam ettiğini okuyoruz. Robert Olson'un tezi böylece doğrulanıyor. Biz daha çok Sabiha Gökçen'in Dersim'i bombalamasına takmış durumdayız ama açık gerçek şudur: Kürt isyancıların ve köylerin bombalanması sayesinde stajını tamamlamıştır Türk Hava Kuvvetleri!
16 Temmuz tarihli Cumhuriyet'i okumaya devam ediyoruz:
"Ağrı Dağı tepelerinde kovuklara iltica eden 1.500 kadar şaki kalmıştır. Tayyarelerimiz bilafasıla (aralıksız) uçuşlara devam ederek, şakiler üzerinde çok yakından bombardıman ediyorlar. Hava ateşi süreksiz devam etmekte, Ağrı daimi infilak ve ateş içinde inlemektedir. (...) Süvarilerin yetişemediği yerlerde Türk'ün demir kartalları asilerin hesabını temizlemektedir."
Fakat operasyon sadece Ağrı Dağı'nda değil, daha güneyde, Van Gölü'nün kuzeyindeki Erciş'te, Zilan deresinde de bütün hızıyla devam etmektedir. Aynı gazeteye göre Ağrı eteklerinde eşkıyaya iltica eden köyler ahalisi Erciş'e sevk olunmuştur. Gazetede yazıldığına göre,
"Zilan harekâtında imha edilen eşkıya miktarı 15 binden fazladır. Yalnız bir müfreze önünde düşüp ölenler 1.000 kişi tahmin edilmektedir. Buradaki harp pek müthiş bir tarzda cereyan etmiş, Zilan deresi lebalep ecsad ile dolmuştur."
Bu nasıl bir bilgidir? Zilan deresinin ağzına kadar cesetle dolduğunu bildiren gazetedeki haberin bir kısmı devletin okuru gaza getirmek için verdiği yanlı bilgiler olsa dahi, Ağrı Dağı harekâtının henüz başlamadığı hesaba katılırsa Zilan deresinde öldürülen 15 bin kişinin hepsinin eşkıya ya da bugünkü deyimle terörist olması mümkün müdür? Akla mantığa sığmayan bu veriyi sunanlar, sadece Zilan'da 15 bin teröristin bulunmasının ne anlama geleceğini anlaşılan kimsenin fark etmeyeceğini zannetmektedir. Bu açıkça bir katliamdır ve katliamın Dersim'de veya Zilan'da olmasının bir önemi olmamak gerekir. Dersim için ayağa kalkan Türkiye'nin Sünni Van'a bağlı Erçiş'teki Zilan halkı için de sesini yükseltmesi gerekmez mi?
Velhasıl diğer Dersim'leri de tartışmaya hazır mıyız?
Zaman

İran'ı ve politikalarını anlamak
05 Aralık 2011 Pazartesi 07:21
İran'ı ve politikalarını anlamak ve bilhassa Türkiye açısından değerlendirmenin önemli ipuçlarından biri, 12 İmam Şiîliği'nin Safevîlerle birlikte devrin şartlarında Rafızîlik tonunda İran'da devlet olmasıdır.
Başlangıçta Sünnî Erdebil tekkesine dayanan Safevîler, tekkelerini siyaset kurumu haline getirince rakip gördükleri Osmanlı Devleti'nin karşısında 12 İmam Şiîliği'ni tercih ve zaten muhalif karakterli Şiîliği âdeta Rafızîlik şeklinde benimseyip tatbik ettiler.
İranlı Ebu'l-Fazl İzzetî'nin A History of the Spread of Islam (İslâm'ın Yayılış Tarihi) adını verdiği güzel ve değerli bir çalışması vardır. Şiî bir İranlının bu objektif çalışmasına baktığımızda, tarihte İslâm'ın yayılışında Şiî-Rafizîliğin bir katkısının olmadığını görürüz. Çünkü İslâm içinde bir muhalif hareket olan Şiîlik, nasıl Müslümanların büyük çoğunluğuna karşı konumlanmış ve mücadelesini bu çoğunluğa karşı vermişse, Safevîler de, Osmanlı Devleti içinde bilhassa Türkmenleri, Celâlîleri kışkırtıp durmuşlar, Osmanlıları kendileriyle meşgul olmaya mecbur bırakarak, Batı'ya yönelik açılmalarına ve genişlemelerine önemli ölçüde engel olmuşlardır.
1979 devriminin önderi Ayetullah Humeynî ve Ali Şeriatî gibi bazı ideologları, Safevîliği reddetmişlerdir. Humeynî, hacda Sünnîlerle birlikte namaz kılma, namazları günde beş vakit olarak kılma gibi Müslümanların birliği adına tavsiyelerde bulunmuş ve İrşad Bakanlığı bünyesinde Mezhepleri Yaklaştırma Bürosu açılmıştır. Ne var ki, Humeynî'nin tavsiyeleri müsbet ve kalıcı bir tesir meydana getiremediği gibi, Mezhepleri Yaklaştırma Bürosu'nun pek çok yayınında da mezhep farklılığı ön planda olmuştur. Meselâ, bu büronun yayınlarından olan Es-Sünnetü fi'ş-Şerîati'l-İslâmiyye adlı kitabın ilk 17 sayfası Sünnet'i ve önemini işlerken, kalan 150 kadar sayfası bütünüyle elbette Şiîleri "şüphesiz haklı" çıkaracak şekilde Sünnet ve Hadis çerçevesinde Sünnî-Şiî farklılığını tartışmaya ayrılmıştır.
İşte, İran'ın politikalarını anlamada İran'ın tarihî Osmanlı-Türkiye rekabeti ve Şiîliği Sünnîlik karşısında muzaffer görme hedefi ve psikolojisi nazardan uzak tutulamaz. İran'ın devrimden sonra da takip ettiği politikalarına baktığımızda, meselâ Pakistan'da Butto yönetimiyle iyi geçinirken, merhum Ziyaü'l-Hak'ka muhalif olduğunu, Afganistan'da Taliban'ı ve yönetimini hiçbir zaman istemediğini, bugün nasıl Nusayrî Suriye yönetimine destek veriyorsa, 1982 korkunç Hama katliamında da Suriye'nin yanında durduğunu görürüz. Bunları, İran'ın tarihî Osmanlı-Türkiye rekabetini ve Şiîlikle de desteklenen İslâm dünyasındaki çoğunluğa karşı muhalif tavrını dikkate almadan sadece strateji ve menfaatle izah etmek eksik kalır. Bir ülkenin mezhebine karışmak veya bu ülkenin politikalarını değerlendirirken mezhep ayrımı yapmak elbette işimiz değil. Fakat bir realiteyi anlamaya çalışır ve bu realite karşısında nasıl davranılması gerektiğini değerlendirirken elbette bu faktörler göz ardı edilmeyecektir.
İran, devrimden bu yana Amerika'yı ve İsrail'i düşman kutba oturtmuş da olsa, 30 yılı aşkın süredir ne İran'ın Amerika'ya, ne de bilhassa bölgemizde Amerikan politikalarının İran'a zarar verdiğine şahit olduk. İran, Amerika ve İsrail karşıtlığıyla Müslümanlar nazarında prestij kazanırken, bölgede bilhassa son on yıllık Amerikan politikaları da hep İran'ın lehine gelişti. Tabiî bu tesbiti yaparken, Amerika ile İran'ın alttan alta birbirlerini kolladığı gibi bir iddiada da değiliz. Ama Afganistan'da olsun, Irak'ta olsun Amerikan politikalarının bölgemizde İran'ı nasıl güçlendirdiğini ve İslâm dünyasında tehlikeli bir Sünnî-Şiî ayrışması ve kutuplaşması doğurabilecek şekilde geliştiğini de görmezden gelemeyiz.
İsrail, İran'a saldırır mı? İsrail, elinden gelse hâmisi Amerika dahil, kendinden başka hiçbir ülkede nükleer silah olsun istemez. Bunun için belki İran'ın nükleer çalışmalarına kalıcı darbe vurmak teşebbüsünde bulunabilir; fakat herhalde bir İran-İsrail sıcak çatışması zor olsa gerektir.
Zaman
 

uður1

Well-known member
Dine uymalı her an!​

Alınan her nefeste,
Dine uymalı her an!
Olsak bile kafeste,
Dine uymalı her an!

Sünnet üzere yaşa!
Günün geçmesin boşa!
Er ol, istersen paşa,
Dine uymalı her an!

Haramdan çek elini!
Tut gıybetten dilini!
Tüketirler pilini!
Dine uymalı her an!

Boşa geçirme yaşı!
Mümin ismini taşı!
İman her şeyin başı,
Dine uymalı her an!

Müminin güler yüzü,
Haramdan çeker gözü,
Hoca, dinle bu sözü!
Dine uymalı her an!

 

uður1

Well-known member
Hıristiyanlar Said Nursi’den istifade edebilir
06 Aralık 2011 / 13:01
Schillinger: Hristiyanlar bazı konularda Said Nursî’nin düşüncelerinden istifade edebilir

İsmail Tezer'in haberi:
Kültürlerarası Köprü Derneği’nin (ICBA) düzenlediği “Küresel Barış İçin Diyalog Arayışları-I: Nübüvvet” konulu forum önceki gün İstanbul Ticaret Üniversitesi konferans salonunda gerçekleşti.
Moderatörlüğünü Av. Kadir Akbaş’ın yaptığı toplantıda Prof. Dr. Niyazi Öktem, Doç. Dr. İsmail Hacınebioğlu ve Yrd. Doç. Jamie Schillinger konuşmacı olarak yer aldı.
Açış konuşmasına “Bu toplantı bir başlangıçtır, bir besmeledir, inşaallah devamı gelir” sözleriyle başlayan ICBA Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Hakan Yalman, insanoğlunun Hz. Âdem’den bugüne gösterdiği sosyal gelişim sürecinin biyolojik gelişimiyle benzerlikler gösterdiğine dikkat çekerek şöyle konuştu:
“Hz. Âdem’i bir hücreye benzetirsek, ondan çoğalan insan nesli tıpkı insan vücudundaki dokular ve organlar gibi çeşitlilik göstermiştir. Ama neticede insan da biyolojik olarak tek bir ‘nokta’da özetlenmektedir. İşte insanlığın da, yüzyıllar boyu ayrıştıktan sonra, küreselleşmeyle birlikte farklılıklarını bir zenginlik olarak kabul edip ortak değerler etrafında yeniden bir araya gelmesi süreci gözlemlenmektedir. İşte tam da bu yeniden bütünleşme sürecinde nübüvvet müessesenin çok önemli bir fonksiyon icra ettiğini ve edebileceğini görmekteyiz.”
‘ÖTEKİLEŞTİRMEK’ KUR’ÂN’A ZIT
‘Ötekileştirme’nin anlamsızlığına dikkat çeken ve Kur’ân’ın ötekileştirmediğini, aksine birleştirdiğini vurgulayan Prof. Dr. Niyazi Öktem “Hepimiz Hz. Âdem ve Hz. İbrahim (as) neslinden geliyoruz. Başlangıcımızda bir çelişki yok. Çelişkileri sonradan sosyal, siyasal vs. sebeplerle biz insanoğlu çıkarmışız. Aslında bütün din mensupları, özlerine dönse hep aynı şeyi söylediklerini, vahdeti dillendirdiklerini görecekler” dedi. Bediüzzaman’ın geçmişte Papa’ya mektup yazarak ve Fener Patriği Athanegaros’u ziyaret ederek onları tevhide davet etmesinin çok önemli olaylar olduğunu da söyleyen Öktem, “Liderlerin böylesi mesajlar vermesi gerçekten çok önemlidir. Bu, onları takip eden kitlelerin de imana, hakikata geleceklerinin bir göstergesi olarak olarak kabul edilebilir. Said Nursî, bu anlamda, fikirleriyle dünyadaki barış sürecine büyük katkı sağlayacak bir insandır.” dedi.
BEDİÜZZAMAN'IN ÇAĞRISI, PEYGAMBERÎDİR
Yrd. Doç. Jamie Schillinger, Bediüzzaman’ın, Hristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ‘ortak düşmana karşı’ dayanışmayı arttırma yönündeki çağrısının Peygamberî bir çağrı olduğunu vurgu yaparak, Hristiyanların bazı konularda Said Nursî’nin düşüncelerinden istifade edebileceklerini söyledi. Said Nursî’nin ayet-i kerimelerden yola çıkarak ehl-i kitaba yaptığı çağrıya da dikkat çeken Schillinger, bu çağrılar üzerinde düşünülmesi ve bunların anlaşılması gerektiğine dikkat çekti.
“TEK BİR KELİME”DE BİR ARAYA GELEBİLİRİZ
Doç. Dr. İsmail Hacınebioğlu, farklı din ve kültürlerdeki insanların diyaloğu önünde öncelikle kavramsal bazı temel sıkıntıların olduğuna vurgu yaparak, “Belki de birbirimizi tam olarak anlayamamızın öncelikle sebebi, bu kavramsal sıkıntıdır” dedi. Tartışmaların daha ziyade epistemolojik alanla ilgili olduğunu dile getiren Hacınebioğlu, ‘saf bilgi’nin ne olduğunda birleşilebilirse temel problemin de ortadan kalkacağını söyledi. Peygamberlerin söylediği ‘ortak sözler’in, bilginin kaynağındaki ortaklığa dikkat çektiğini ve âyet-i kerimede yer alan “Sizinle bizim aramızdaki ortak olan kelimeye (Lâilâhe illâllah) gelin...” vurgusunda da bunun saklı olduğunu dile getiren Hacınebioğlu, Bediüzzaman’ın naklî bilgi ile aklî bilgiyi bir yerde buluşturduğunu, böylelikle bu ikisinin kaynağının aynı olduğunu işaret ettiğini söyledi.
FELSEFE NÜBÜVVETİN HİZMETİNDE OLMALI
ICBA olarak “bütünleşme”nin hızlandırılmasına çalıştıklarını ve bunu çok önemsediklerini ifade eden Dr. Hakan Yalman, bu amaçla dernek olarak bütün dünyadaki insanların “Rabbini tanıma sürecine” katkı sağlamaya çalıştıklarını ve bunu da Bediüzzaman’ın Tabiat Risalesi gibi bazı temel eserlerinin bütün dünyada okunması ve anlaşılması yönündeki faaliyetlerle desteklediklerini ifade etti. Nübüvvet’in semavî dinlerin ortak konusu olduğuna dikkat çeken Yalman, “Nübüvvette birleşince, oradan yola çıkarak tevhidde de birleşeceğimizi umuyoruz. Bu amaçla ilk toplantımızı nübüvvet konusuna hasretmeyi düşündük” dedi.
Av. Kadir Akbaş ise, Bediüzzaman’ın Rabbimizi bize tarif eden “üç büyük delil”den biri olarak “nübüvvet”i sunduğuna dikkat çekerek, “Ene Risalesi’nde de bahsedildiği gibi, insanlık içerisinde Hz. Âdem’den beri iki silsile devam edegelmiştir. Bunlar nübüvvet ve felsefedir. Ama felsefe nübüvvete hizmet ettiği ve onun terbiyesinde olduğu sürece insanlık rahat etmiş, nice güzelliklere kavuşmuştur. Dolayısıyla dünya barışına katkı sağlayacak olan da bu nübüvvet çizgisidir” dedi.
Yeni Asya
 

uður1

Well-known member
Atıf Hoca’yı astıktan sonra şapka giydirdiler
06 Aralık 2011 / 08:20
Hoca ağır adımlarla, dualar mırıldanarak sehpaya yürüdü. Kılıç Ali’nin öfkesi ise bitmemişti

Muharrem Coşkun'un haberi:
2 Şubat 1926 günü, mahkemede müdde-i umumi (savcı) Necip Ali(Küçüka) bey tarafından okunan iddianamede tek idam isteği, Babaeski müftüsü Ali Rıza efendi hakkındaydı. Atıf efendi ise, 10 senelik sürgün (kürek) cezası istenen mazlumlar arasındaydı.Mahkeme son müdafaaları dinlemek ve hükmünü vermek üzere ertesi güne tehir olundu (ertelendi).

‘Sarıklılar gelsin’ diye anons edildi

Ertesi sabahın (3 Şubat 1926) ilk ışıklarıyla mazlumlar topluca İstiklâl Mahkemesi’ne götürüldüler. Jandarma topluluktan öncelikle Babaeski Müftüsü Ali Rıza ve Atıf Efendileri mahkemeye aldı. Jandarma ikinci defa kapıyı açtığında “sarıklılar gelsin” dedi. Ali Haydar Efendi başta olmak üzere eski tabirle ilmiyeden ne kadar zevat varsa içeriye girdiler. 10 dakika sonra sarıklılar geri döndü fakat dönemeyen iki kişi vardı: Atıf Hoca ve Ali Rıza Efendi. Ardından da karar açıklandı: “(...) Frenk Mukallitliği ve Şapka adındaki kitabı yazdığı ve muhtelif bölgelere göndererek halkı isyana teşvik ettiğinden dolayı 7/12/1341(M.1925)tevkif edilen Fatih Dersiamlarından Hoca Atıf (..) ve diğer arkadaşları haklarında yapılan muhakemeleri neticesinde: İskilipli Atıf ve Babaeski eski Müftüsü Ali Rıza Efendilerin salben(asılarak) idamlarına... karar verildi.” Kararın açıklandığı an, Hoca’nın ağzından çıkanları, o günün tanıklarından Tahiru’l-Mevlevi aktarıyor: “Zalim ve katillerle elbette mahşer gününde hesaplaşacağız.” Posta müvezzii İskilipli Atıf Hoca’nın evine hapishane müdürünün ağzıyla yazılan şöyle bir telgraf teslim ediyordu: “Hoca Atıf vefat etmiştir. Cevaben bildirilir.”

‘Hasır şapkalı zat bağırıyordu’

Muhakemeyi takip eden yazar Şevket Süreyya Aydemir tanıklığını şöyle anlatıyor: “Hükümlüler arasında sarıklı bir müderris göze çarpıyordu. Müderrisin başında fes ve sarık vardı. Cübbesi ve kıyafeti temizdi. Suçu, o sıralar yayınlanan şapka kanununa muhalefet etmekti. Fakat bu suç, bir takım ithamlarla da karışınca mahkemeden en ağır hükmü yemişti. Artık son saatlerini yaşıyordu. Hocanın yüzü sakindi. Metanetini muhafaza ediyordu. Yalnız dudakları kımıldıyor ve galiba bir dua okuyordu. Fakat eskiden kalpaklı ve şimdi hasır şapkalı zat, bu hükümle de kanmamış gibiydi. Bağırıyor, çağırıyordu. Acaba Hoca’yı bir tekmeyle merdivenlerden aşağıya yuvarlayacak mı diye bekledim. Fakat olmadı. Müderris, bu sözler üzerine kendisine değilmiş gibi bekledi. Sonra sağanak geçince yürüdü. Muhafızların arasında merdivenlerden indi. Önümüzden geçerken gene dudakları kımıldıyordu.” Ve

4 Şubat 1926 Perşembe... Sabahın ilk saatleri... Eski meclis binası yakınlarındaki Karaoğlan Çarşısı... Metin bir şekilde, dilinde dualarla idam sehpasına gelen Atıf efendi, kelime-i şehadetle, bu dünya defterinin kapısını kapıyor ve “yevme tüble’s serair” (bütün sırların açığa çıkacağı gün) olarak Kur’an’da bildirilen dar-ı ahiretin özel bir bekleme salonu olan şehadet kapısını çalıyordu. O gece, rüyasına girdiği hanımına “Ben artık gidiyorum. Sakın ağlamayın. Yalnız bana yedi Yasin okuyun” diyordu...

Hukuk katliamı yapıldı

Hiç şüphesiz Atıf Hocanın yargılama süreci skandallar zinciriyle doluydu.İlk skandal, İskilipli Atıf Hoca’nın Şapka Kanunu’nun çıkmasından 1,5 yıl kadar önce bastırdığı kitapçıktan yargılanıp idama mahkûm edilmiş olmasıydı. İkinci skandal ise bir gün önce Savcı Necip Ali’nin 3-15 yıl ağır hapis cezası istediği İskilipli Atıf Hoca’yı, mahkeme başkanının, son anda idama mahkûm etmiş olmasıydı. Böylece hem bir kanunun geçmişe doğru işletilmesi gibi temel bir hukuk kuralının ihlali, hem de savcının talebinden derece değil, mahiyet itibarıyla “farklı” bir ceza verierek hukuk da katledilmişti.

Rüyada davet alınca müdafasını yırtarak çöpe attı

Necip Fazıl Kısakürek “Son Devrin Din Mazlumları” adlı eserinde özetle şunları yazmıştı: Mahkeme Reisi maznunlara hitap etti: Yarın müdafalarınızı hazırlayınız! Maznunlar, mıhlı hapishaneyi boyladılar. Yatsı namazından sonra Atıf Hoca yatağına oturdu ve müdafaasını yazmaya başladı. Bir aralık, günlerdir uykusuz, sabahlara kadar namaz ve niyazla vakit geçiren Atıf Hoca hafifçe daldı. Giyimli olduğu halde, başı taş duvarda, ellerinde yarım kalmış müdafaası, gözleri yumulu, kendinden geçti. Arkadaşı Tahir-ül-Mevlevî bu manzaraya bakarak mırıldandı: Zavallı âlim ve fazıl, büyük bir adam! Bu muydu ilim ve faziletinin mükâfatı? Atıf Hoca’nın uykusu uzun sürmüyor.. Yüzünde derin ve ince bir tebessüm.. Ne o hocam çabuk uyanıverdin? Atıf Hoca sakin: Uykudan murad hasıl oldu! Yani?... Yani beklediğim rüyayı gördüm.

Atıf hoca doğrulmuş ve müdafasını karaladığı kağıtları elinde büzmüştür: Kainatın fahrini gördüm. Bana ‘yanıma gelmek dururken ne diye müdafaa karalamakla uğruşayorsun’ dedi. Ne diyorsun? Beni idam edecekler Allah’ın sevgilisine kavuşacağım.. Rüyanın sadık olduğuna hiç şüphem yok.”

Kılıç Ali’nin öfkesi asmakla dinmedi

Son anlarında kurbanının yanında bulunmayı adet edinmiş bulunan İstiklal Mahkemesi üyesi Kılıç Ali’nin ilk işi, Atıf Hoca’nın idamının hemen ardından sarığını çıkarttırmak olmuştu. Bununla da yetinmeyen Klıç Ali, son nefesini veren İslam alimine darağacındayken elindeki şapkayı giydirmişti. Hafız Cevdet Soydanses ve Dr. Rıza Nur bu durumu şöyle anlatıyor: “İskilipli Hocanın asılmasında tam boynuna ilmek geçirilirken, Kılıç Ali de sarığı alıp başına bir şapka geçirmiş. ...Ve küfürler etmiş. Zavallı bu şekilde saatlerce teşhir edilmiş.”

Ailesinin yaşadığı büyük dram

Atıf Hoca’nın yeğeni Bahaddin İmal,“Hoca’nın eşi Zahide hanımla, kızı Melahat, idamından sonra İstanbul’dan İskilip’e geldiler. Zahide hanım köyde hanımlara Kur’an okuttu. Kızı Melahat, babasının evden götürülmesi ile akli dengesinde gelgitler yaşamış. ‘Bu halim doğuştan değil. Babamı gözlerimin önünde evden alıp götürmeleri büyük bir korku meydana getirdi. Bu hâl yaşadıklarımın eseri’ demiş” diye anlatıyor.

‘Gördüğüm manzara beni mıhladı’

ATIF Hoca’yı idam sehpasında görenlerden biri de, yakın arkadaşı Tahir ül Mevlevi’dir. Tahir bey, sabah namazı sonrası eski Meclis binasının önüne gelince, gördüğü manzarayı şöyle anlatır: “Birdenbire gözüme ilişen manzara, beni olduğum yere mıhladı. Evet, eski Meclis önündeki meydanın ortasına iki tane sehpa dikilmiş, onların arasına da iki vücut çekilmişti (Atıf Hoca ve Ali Rıza efendi).Elimde olmadan gözlerimden yaşlar akarken dudaklarımdan da meşhur bir mersiyenin matlaı (taziye konulu kaside beyti) olan:’Uluvvün fi’l hayati ve fi’l memat / Le-hakkun ente ikdü’l mucizat’ (Sen hayatta da, ölümünde de yücesin. Gerçekten sen mucizelerden birisin) beyti döküldü.”

Atıf Hoca Kimdir?

1876’da İskilip’in Tophane köyünde doğan Muhammed Atıf, Rüştiye’yi İskilip’te bitirdi. 17 yaşında geldiği İstanbul’da son Osmanlı Âlimlerinin rahle-i tedrisinden geçti. Kabataş Lisesi Lisan Öğretmenliği’ne atandı. Medaris Müfettişliği’ne, bugünün tabiriyle YÖK Başkanlığı’na getirildi. Alemdar, Mahfil ve Sebilürreşad dergilerinde yazmayı sürdürdü. Milli Mücadelede, İzmir’in işgaline karşı protestoya imza attı. ‘Frenk Mukallitliği ve Şapka’yla birlikte 9 eseri bulunan Atıf Hoca 4 Şubat 1926’da idam edildi. Mezarı 2008’de bulunabildi..

Star
 

uður1

Well-known member
Öğrenci Allah'ı Risale-i Nur'la daha iyi anlıyor
05 Aralık 2011 / 21:02
Bir Gün gazetesinin manşet haberinde suçladığı yönetmen İbrahim Demirkan gazeteye cevap verdi

Ahmet Bilgi’nin haberi:
RİSALEHABER-Bir Gün gazetesinin "Dersimiz Said-i Nursi" başlıklı manşet haberinde suçladığı yönetmen İbrahim Demirkan gazeteye cevap verdi. Risale-i Nur’dan bilinçli olarak ve açık bir şekilde yararlandığını vurgulayan Demirken, gazete ve muhabirin ideolojik davrandığını söyledi.
DİN DERSİNDE ATEİST VE DEİSTLERİN KİTABI OKUTULUYORDU
Haberi yapan kişinin Talim-Terbiye kurumunun eski çalışanlarından olduğunu ifade eden Demirkan, Ünal Özmen zamanında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersinde “akla ziyan” kitapların tavsiye edildiğini vurguladı. Demirkan, “7. ve 8. sınıf Din dersi kitaplarında Aziz Nesin ve Cemil Sena’dan okuma parçaları vardı. Yanlış duymadınız din dersi kitabında Aziz Nesin ve ateist mi deist mi olduğu tartışılan Cemil Sena’nın okuma parçaları. Ama din konusunda kafa yormuş, çileli ömründe muhteşem eserler ortaya koymuş bir din aliminin fikirlerinden bahsedilmesine gelince ‘olmaz böyle şey!’ Yahu dersin adı Din Kültürü sonuçta. Materyalizm değil” dedi.
BU TANIMLARDA DA HİÇ ANORMAL BİR ŞEY YOK
(Gazete bu başlıkla haberi manşete taşımıştı.)
Lise-9 dersinde Risale-i Nur’dan yararlandığını ifade eden Demirkan, “Programlarda bir çok tanımlar, ayetler, hadisler v.s var ama öğrencinin dersi en kolay şekilde algılamasını sağlayacak ve bu sayede dini en güzel şekilde kavramasını sağlayacak bir metotla yaptık o programı. Haberi gören de sabah-akşam programda Bediüzzaman’dan bahsediliyor zanneder. Halbuki toplasanız 10 programdaki 50 tanımdan sadece 10 tanesi Bediüzzaman’a aittir. Örneğin Bediüzzaman’a ait ibadetin tanımı var yine haberde de bahsedilen peygamberin peygamberliğini ispat eden bir örneği var. Bu tanımlarda da hiç anormal bir şey yok” şeklinde yazdı.
RİSALE-İ NURDA GEÇEN ÖRNEKLERLE KONULARI ANLATTIM
Demirkan, yazısında şu görüşlere yer verdi:
“Bediüzzaman’ın din eğitimine ne katkısı olabilir diye soranlara bir çok panel ve sempozyumda verdiğim örneği söyleyerek cevap vereceğim. Okullarda bilindiği gibi Allah’ın sıfatları konusu işlenir. Yıllar boyunca müfredatta değişik sınıflarda ve konularda/alanlarda yer almıştır ama ben okurken de vardı öğretmenlik yaparken de. Burada Allah’ın sıfatları; Zati Sıfatlar ve Subuti sıfatlar diye ikiye ayrılır. Herkesin malumu ve maalesef yıllarca papağan gibi ezberlerdik. Risale-i Nurları okuyunca gördüm ki tevhid konusu, Allah’ı tanıma ve tanıtma işi sadece satırlarda yazılanı ezberlemekle olmuyormuş. Burada tabiat ve örneklendirmelerde çok önemliymiş.
Risale-i Nurda geçen örneklerle bu konuları anlatmaya başladım.
“Diyelim ki Muhalefetül Havadis (Allah’ın yarattıklarına benzememesi) maddesini söyleyince çocuklara Bediüzzaman’dan aldığım şu örneği veriyordum; “Bir binayı yapan usta binaya benzer mi? Binayla aynı cinsten midir?” İşte bizi yaratan Allah da bize benzemez. (Özellikle çocuk yaştaki öğrencide soyut düşünme gelişmediği için özellikle Allah’ı, antropomorfik dediğimiz düşünce tarzıyla insan gibi düşünür. İşte Bediüzzaman’a ait bu cümle o yanlışlığı da ıslah eden mükemmel bir örnektir.) Hatta çalıştığım bir okulda Lise 10 Sosyal sınıfında (okulun çok çektiği ve disiplin sorunları olan bir sınıftı) sınıfın çoğunluğu bile bu sıfatları Bediüzzaman’ın örnekleriyle o kadar iyi öğrenmişlerdi ki sınıfa girip yaptırdığım tekrarlarda neredeyse hepsi doğru cevap verince sınıfın en haşarı öğrencisinin ‘Ulan hepimiz nasıl da öğrendik bunları’ diye hayret ettiğini görmüştüm. Buradaki iksir Bediüzzaman’ın örneklerindeydi. Neresi yanlış bunun?
NE FARK ETTİRMEMESİ BİZ FARK ETMENİZİ İSTEDİĞİMİZ İÇİN YAYINLADIK ZATEN
(Demirkan, cevabını Memur-Sen'in sitesinden de yayınladı.)
“Haber öyle bir veriliyor ki sözde ben ‘fark ettirmeden’ verdik demişim. Bir defa habere kaynaklık eden video aylardır İstanbul İlim ve Kültür vakfı ile Tercümanı Ahvalde yayında. Gizli iş yapan insan bu videoyu alenen yayınlar mı? Ne fark ettirmemesi biz fark etmenizi istediğimiz için yayınladık zaten. Dost meclisinde olduğuma güvenmişim de falan filan. Doğru (!) ben salağım (!) konuşurken oradaki kamerayı görmedim ve bu video yayınlandığı günden itibaren de hiç haberim olmadı! Videodan haber çıkartanlar karakolda filan konuştuğumu zannediyorlar herhalde ya da kafadan mahkum ettikleri o kadar belli ki ne dersen de biz hakim sen mahkumsun durumu yani?
“Haberdeki ‘Senaryolar cemaate yazdırılıyor’ alt başlığı ise tamamen iftira. Başlığı gören senaryolar ısmarlanmış cemaatlerde yazmış zanneder halbuki tam tersi konuşmayı dinleyenler görecek ki ‘İslami hassasiyeti olanlar yazmıyor, bu işlere girmiyor’ diyorum. Hatta ‘bunun yeri cemaatler değil film şirketi’ dediğim halde haberi hazırlayan sözlerimi çarpıtmış tam tersi olmayan bir şeyi olmuş gibi vermiş.
TEK SESLİLİK HAKİKATİN EN BÜYÜK DÜŞMANIDIR
“Bu haberde bahsedilen MEB’in sitesindeki Lise 9’a ait Din dersi videolarını izlemek üzere MEB’in resmi sitesine herkesi davet ediyorum. Videoları izledikten sonra lütfen Bir Gün gazetesinin ‘Dersimiz Said Nursi’ haberini bir daha okuyun. Anlatılan İslam dini mi yoksa haberde denildiği gibi ‘Sünni İslam gruplardan Nur cemaatinin manifestosu olarak bilinen dini görüşler’i mi siz karar verin.”
“Din dersi olsun diğer derslerde olsun dünya ve ülkemizin tarihinde yer almış her fikirden bahsedilmeli. Tek seslilik hakikatin en büyük düşmanıdır. Sol kalemlerin korkusu da nedense İslamcıların herkesi susturup birkaç alimin görüşüyle toplumu boğacağı şeklindedir. Halbuki biz fikirlerimizden o kadar eminiz ki kendi özgüvenimiz yüksek olmasa bu düşüncelerimizi seslendirmezdik. Böyle bir derdimiz yok.
 

uður1

Well-known member
Düşünen bir topluluk için ayetler vardır
06 Aralık 2011 / 04:40
Günün Ayet-i Kerime meali...

Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Bakara Sûresi 164. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün ard arda gelişinde, insanlara yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip - yaymasında, rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır.
 

uður1

Well-known member
Kul, Allah hakkında ne düşünüyorsa...
06 Aralık 2011 / 05:10
Günün Hadis-i Şerifi...

Bismillahirrahmanirrahim
Ebû Hüreyre (r.a.) rivayet ediyor:
Kul, Allah hakkında ne düşünüyorsa, Allah katında aynı muameleyi görür. Kul, sevdiğiyle beraberdir.
[4:374, Hadîs No: 5669]

Zemin ile gök bir hükümetin iki memleketi gibi
06 Aralık 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
İKİNCİ BASAMAK
Zemin ile gökler, bir hükûmetin iki memleketi gibi birbirine alâkadardırlar. Ortalarında ehemmiyetli irtibat ve mühim muameleler vardır. Zemine lâzım olan ziya, hararet ve bereket ve rahmet gibi şeyler semâdan geliyor, yani gönderiliyor.
Vahye istinad eden bütün edyân-ı semâviyenin icmâı ile ve şuhuda istinad eden bütün ehl-i keşfin tevatürüyle, melâike ve ervah semâdan zemine geliyorlar.
Bundan, hisse karib bir hads-i kat’î ile bilinir ki, sekene-i arz için, semâya çıkmak için bir yol vardır. Evet, nasıl herkesin akıl ve hayal ve nazarı her vakit semâya gider. Öyle de, ağırlıklarını bırakan ervâh-ı enbiya ve evliya veya cesetlerini çıkaran ervâh-ı emvat, izn-i İlâhî ile oraya giderler. Madem hiffet ve letafet bulanlar oraya giderler. Elbette cesed-i misalî giyen ve ervah gibi hafif ve lâtif bir kısım sekene-i arz ve hava, semâya gidebilirler. [On Beşinci Söz]
Bediüzzaman Said Nursi
Sözlük:
istinad: dayanan
edyan-ı semaviye: vahiyle gelen semavi dinler
icma: görüş birliği
şuhud: kalp gözüyle görme
ehl-i keşfin: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler
tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
melaike: melekler
ervah: ruhlar
sema: gök
karib: : yakın
hads-i kati: doğru ve kesin sezgi
sekene-i arz: dünyalılar, yer sakinleri
ervah-ı enbiya: peygamberlerin ve velilerin ruhları
ervah-ı emvat: ölüelerin ruhları
hiffet: hafiflik
letafet: maddî ağırlık ve sınırlamalarla kısıtlı olmama
cesed-i misali: maddi yapısı olmayan vücut, misalî beden
 

uður1

Well-known member
Said Nursi'nin mezar yeri resmen açıklansın
06 Aralık 2011 / 10:56
Çelik, Bediüzzaman gibi isimlerin mezar yerlerinin resmi olarak açıklanmasını istedi

Yakup Bulut'un haberi:
AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Seyyit Rıza, Bediüzzaman Said Nursi, İskilipli Atıf Hoca gibi isimlerin mezar yerlerinin resmi olarak açıklanmasını istedi.
Çelik, “Sadece Seyit Rıza değil. Bediüzzaman’ın ve diğerlerinin mezarları da var. Hepsinin belli olması lazım. ‘Son Devrin Din Mazlumları’ arasında sadece Süleyman Hilmi Tunahan’ın mezar yerinin Çamlıca’da olduğunu biliyorum. Onun dışındaki din mazlumlarının mezar yerleri de belli olmalı” diye konuştu.
Söz konusu kişilerin mezarlarıyla ilgili resmi kayıtlarında bilgi bulunabileceğini ifade eden Çelik, bu kayıtların açıklanması gerektiğini belirtti. Yakın tarihle yüzleşmenin kimseye zararı olmayacağını kaydeden Çelik, İstiklal Mahkemeleri arşivlerinin de açıklanması gerektiğini de söyledi. Dini önderlikleri ile ön plana çıkan şahsiyetlerin mezarlarına dahi tahammül edilemezken, bu insanların yaşadıkları dram günümüze kadar sürdü.
Hannover Nur Cemaatine Almanya’dan ödül
06 Aralık 2011 / 08:43
Almanya'nın Hannover şehrinde bulunan Nur Cemaatine izci ödülü verildi

Cemil Şahinöz’ün haberi:
ALMANYA-Almanya´nın Hannover şehrinde bulunan Nur Cemaatine izci ödülü verildi. Hristiyan İzci Kurumu VCP ile kültürlerası ve dinlerarası projeler üreten Hannover Nur Cemaati, projeleriyle topluma fayda sağladığı gerekçesiyle ödüllendirildi. Yapılan projeler sayesinde her iki derneğin gençleri birbirlerini daha iyi tanıyabildikleri vurgulandı.
Hannover Nur Cemaatinin başkanı Hüsameddin Kudu şunları söyledi: "Biz Risale-i Nur´lardan müsbet hareketi öğrendik. Asayiş memurları olduğumuzu öğrendik. Sadece öğrendiklerimizle kalmadık. Yaşadığımız şehirde bunları gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu nedenle bizlere bu ödülün verilmesine çok mutlu olduk. Çünkü bu Risale-i Nur´daki müsbet hareket ve asayişi koruma düstürlarının ne kadar doğru olduğunu gösteriyor.“

Üstad hapse gelen aşureyi geri çevirmezdi

06 Aralık 2011 / 06:21
Muharrem ayında hapishaneye aşure ve tatlı gibi yiyecekler gelirdi

Risale Haber-Haber Merkezi
Son Şahitler'den İbrahim Fakazlı anlatıyor:
Mübarek Kandil Gecelerinde, bayramlarda ve Muharrem ayında hapishaneye aşure ve tatlı gibi yiyecekler gelirdi. Hz. Üstad onları teberrük diyerek alıp yememizi tavsiye ederdi. Dışarıdan nohut, börülce, fasulye ve bulgur gibi şeyler az gelirdi.
Son Şahitler
 

uður1

Well-known member
Hannover Nur Cemaatine Almanya’dan ödül
06 Aralık 2011 / 08:43
Almanya'nın Hannover şehrinde bulunan Nur Cemaatine izci ödülü verildi

Cemil Şahinöz’ün haberi:
ALMANYA-Almanya´nın Hannover şehrinde bulunan Nur Cemaatine izci ödülü verildi. Hristiyan İzci Kurumu VCP ile kültürlerası ve dinlerarası projeler üreten Hannover Nur Cemaati, projeleriyle topluma fayda sağladığı gerekçesiyle ödüllendirildi. Yapılan projeler sayesinde her iki derneğin gençleri birbirlerini daha iyi tanıyabildikleri vurgulandı.
Hannover Nur Cemaatinin başkanı Hüsameddin Kudu şunları söyledi: "Biz Risale-i Nur´lardan müsbet hareketi öğrendik. Asayiş memurları olduğumuzu öğrendik. Sadece öğrendiklerimizle kalmadık. Yaşadığımız şehirde bunları gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Bu nedenle bizlere bu ödülün verilmesine çok mutlu olduk. Çünkü bu Risale-i Nur´daki müsbet hareket ve asayişi koruma düstürlarının ne kadar doğru olduğunu gösteriyor.“
 
Üst