Otuz ÜÇÜncÜ sÖz

uður1

Well-known member
İbnu Meryem el-Ezdî (Radiyallahu Anh) anlatıyor:

"Hz. Muaviye (Radiyallahu Anh)'nin yanına girmiştim. Bana: "Ey Ebu Fülan, seni hangi rüzgâr attı?" diyerek (ziyaretimden memnuniyetini izhar etti).

Ben de: "Resulullah'tan (Sallallahu Aleyhi Vesssellem) işitmiş olduğum şu hadis, (size hatırlatmayı düşündüm)" dedim:

"ALLAH kime Müslümanların işlerinden bir şeyler tevdi eder, o da onların ihtiyaçlarına, isteklerine, darlıklarına perde olur (giderirse), kıyamet gününde ALLAH da onun ihtiyaç, istek ve darlıklarına perde olur (giderir)."

Ravi der ki: "Bunun üzerine Hz. Muaviye (ra) insanların ihtiyaçlarıyla ilgilenmek üzere bir adam tayin etti."

(Tirmizi, Ahkâm 6)

OTUZ ÜÇÜNCÜ SÖZ OTUZ ÜÇ PENCEREDİR
ON ÜÇÜNCÜ PENCERE
[SUP]1[/SUP]وَاِنْمِنْشَىْءٍاِلاَّيُسَبِّحُبِحَمْدِهِ
sırrınca: Her şey lisan-ı mahsusu ile Halıkını yadeder, takdis eder. Evet bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kal ile ettiği tesbihat, bir tek Zat-ı Mukaddes'in vücudunu gösteriyor. Evet fıtratın şehadeti reddedilmez. Delalet-i hal ise, hususan çok cihetlerle gelse, şübhe getirmez. Bak hadsiz fıtri şehadeti tazammun eden ve nihayetsiz tarzlarda lisan-ı hal ile delalet eden ve mütedahil daireler gibi bir tek merkeze bakan şu mevcudatın muntazam suretleri, her biri birer dildir. Ve mevzun heyetleri, her biri birer lisan-ı şehadettir. Ve mükemmel hayatları, her biri birer lisan-ı tesbihtir ki, Yirmidördüncü Söz'de kat'i isbat edildiği gibi, o bütün diller ile pek zahir bir surette tesbihatları ve tahiyyatları ve bir tek mukaddes zata şehadetleri, ziya güneşi gösterdiği gibi bir Zat-ı Vacib-ül Vücud'u gösterir. Ve kemal-i ulûhiyetine delalet eder.
Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
[SUP]1[/SUP]: “Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.
Lügatler
cihet : yön, taraf
Daire :sınır içi, bir manevi tesirin hükmünün geçtiği alan, çember

delâlet : delil olma, işaret etme
delâlet-i hal : halin işareti, delil olması
Dil :lisan, konuşma

fıtrat : yaratılış
fıtrî : yaratılıştan gelen
hadsiz : sayısız, sınırsız
Hâlık :yaratıcı, yaratan(Allah)

Hamd :medih, öğmek, şükür, minnet, övgü
heyet : genel yapı, şekil
hususan : özellikle
İsbat :doğruyu delil göstererek ortaya koymak, delil ve şahitle doğrulamak

kat’î : kesin
kemâl-i ulûhiyet : ibadete ve itaat edilmeye layık olmanın, ilâhlığın mükemmelliği
lisan-ı hâl ve kal : hal ve konuşma dili
lisan-ı hâl : hal dili
Lisan-ı mahsus :kendine has dil

lisan-ı şehadet : şahitlik eden dil
lisan-ı tesbih : Allah’ı tesbih eden, şânına lâyık ifadelerle anan dil
mevcudat : varlıklar
mevzun : ölçülü
Mukaddes :kutsal, temiz ve pâk, her türlü kusurdan uzak olan

muntazam : düzenli
Mükemmel :olgun, noksansız, tamam, eksiksiz, çok iyi

mütedahil : iç içe, birbiri içinde
nihayetsiz : sonsuz
reddedilmek :kabul edilmemek, geri döndürülmek

Sır :herkesin bilmediği gizli hakikat
suret : şekil, biçim
şehadet : şahitlik, tanıklık
Şey :madde, eşya, varlık

Şüphe :kuşku doğuran şey, kafada tam cevaplanmamış şey
tahiyyat : selamlar ve dualar
Takdis :kutsamak, büyük hürmet göstermek, mukaddes bilmek, Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmek

Tarz :usul, şekil, metod, yol
tazammun : içine alma, kapsama
Tesbih :Allah’ı her şeyden yüce tutmak, Allah’ı şanına layık ifadelerle anmak

tesbihat : Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma
vücud : varlık
Yâd etmek:anmak, zikretmek, hatır yapmak, hatırda tutmak, hatır, gönül

zâhir : açık
Zat : hürmete layık kimse, kişi

Zât-ı Mukaddes/Mukaddes Zât : her türlü noksanlık ve çirkinlikten yüce olan Zât, Allah
Zât-ı Vâcibü’l-Vücud : varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Zât, Allah
ziya : ışık


 

uður1

Well-known member
Ortak medeniyetin çocuklarıyız
30 Kasım 2011 / 11:55
Diyanet İşleri Başkanı Görmez, Ermeni Başpiskopos Ateşyan’ı kabul etti

Dİyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Türkiye Ermenileri Patrikliği Genel Vekili Başepiskopos Aram Ateşyan’ı kabul etti. Başkan Görmez, yaptığı konuşmada, Türkiye’nin aslî unsurlarından kabul ettikleri önemli bir cemaatin Patrik Vekili Ateşyan’ı ağırlamaktan mutluluk duyduğunu belirterek, Türkiye Ermenileri Patriği Mesrob Mutafyan’a da acil şifalar diledi.
Artık modern zamanlarda kimlikleri sayılar üzerinden konuşmanın doğru olmadığını ifade eden Görmez, insanları ve kimlikleri, azınlık ve çoğunluk diye ayırmanın dahi artık doğru olmadığını söyledi. Kimliklerin, sayılarla ifade edilemeyeceğini vurgulayan Görmez, ‘’Bir kişinin kimliği bile bir kişiyse, o müstakil bir kimlik kabul edilir ve saygı değerdir. Onun için her zaman ülkemizde var olan, asla azınlık demiyorum, cemaatlerle Diyanet İşleri Başkanlığımız arasında daima çok güzel ilişkiler olmasını istemişizdir’’ diye konuştu.
Gelecek yıllarda ilişkilerin çok daha güzel olmasını dileyen Görmez, şöyle devam etti:
‘’Zaten bizim ortak tarihimiz bunun en önemli delilidir. Biz bütün dünyada farklı kimliklerin yan yana yaşamasının en zor olduğu zamanlarda dahi bu topraklarda farklı dinleri, farklı kültürleri, farklı medeniyetleri birlikte barış içinde yaşatmış bir ortak medeniyetin, ortak tarihin, ortak kültürün çocuklarıyız. Tarihimizden aldığımız ilhamla bunu geleceğe en güzel şekilde taşımak, Türkiye’deki bütün farklı dinlerin ve o dinlerin temsilcilerinin aslî görevlerinden birisidir.’’
ERMENİ PATRİK VEKİLİ'NİN ANLAMLI MESAJI
Ateşyan da Diyanet İşleri Başkanlığına ilk resmî ziyaretini gerçekleştirdiğini belirterek, Ermeni Patrikhanesi ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasındaki sıcacık ilişkileri tazelemek ve kardeşlik, sevgi bağını daha da güçlendirmek istediklerini söyledi. Artık azınlık anlayışının bir tarafa bırakılması gerektiğini belirten Ateşyan, ‘’Ben azınlık kelimesinden üzülüyorum, ben azınlık değil, ben binlerce senedir burada yaşayan kişiyim. Asırlarca iki din ve iki toplum mensubu olarak kardeşçe yaşadık burada. Bunu tarih zaten gösterir. Her ne kadar bu ülkede bazı odakların sayesinde biraz huzursuzluk yaratıldıysa da artık bu dönem onları bir tarafa bırakıp, eski günleri yaşama dönemidir. Bunu, bu hükümet döneminde sık sık görüyoruz. Görüyoruz ki artık azınlık diye bir şey yok’’ diye konuştu.
Diyanet
 

uður1

Well-known member
. Kendisine ömür verilenin ömrünün uzatılması
30 Kasım 2011 / 04:38
Günün Ayet-i Kerime meali...

Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Fatır Suresi 11. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
Hem Allah sizi bir topraktan, sonra bir damla su'dan yarattı. Sonra sizi çiftler kıldı. O'nun bilgisi olmadan ne bir dişi hâmile olur, ne doğurur. Kendisine ömür verilenin de ömrünün uzatılması da, ömründen kısaltılması da mutlaka bir kitapta yazılıdır. Şüphe yok ki bu, Allah'a göre kolaydır.





. : Kur'an'dan Bir Mesaj : . . . "Kim Allah'a ve resulüne itaat ederse işte onlar, Allah'ın nimetlerine mazhar ettiği nebîler, sıddîkler, şehidler, salih kişilerle beraber olacaklardır. Bunlar ne güzel arkadaşlar! Bu, Allah'tan bir lütuftur. Bu lütfa lâyık olanların kadrini Allah'ın bilmesi yeter de artar!"
[Nisa Suresi 4,69-70]
 

uður1

Well-known member
Said Nursi'nin filmi sürpriz yaptı, hala zirvede!
29 Kasım 2011 / 21:31
NTV'ye göre Said Nursi'nin hayatını anlatan 'Allah'ın Sadık Kulu' adlı animasyon filmi çok izlenmekle sürpriz yaptı

Risale Haber-Haber Merkezi
NTV'ye göre Said Nursi'nin hayatını anlatan 'Allah'ın Sadık Kulu' adlı animasyon filmi çok izlenmekle sürpriz yaptı.
"Sürpriz film' hala gişenin zirvesinde" başlığyla verilen haberde Allah'ın Sadık Kulu: Barla'nın 4. haftada 1,5 milyon seyirciye ulaştığı bildirildi.
Vizyona giren yeni filmlerle ilgili de gişe bilgilerinin verildiği haberde şu ifadeler yer aldı:
"Gişenin zirvesinde ise hala sürpriz bir film, 'Allah'ın Sadık Kulu: Barla' yer alıyor. Said Nursi'nin hayatını konu alan film, 3 boyutlu bir animasyon. 4. haftasında 239 bin kişi tarafında izlenerek zirveyi bırakmayan 'Allah'ın Sadık Kulu', toplamda 1 milyon 408 bin kişi tarafından izlendi."
 

uður1

Well-known member
Bediüzzaman ve Dersim olayı
29 Kasım 2011 Salı 07:26
Dersim, bugünkü Tunceli yöresi idi. Osmanlı devrinde Erzurum’a ve Elazığ’a bağlı bir sancak oldu. Osmanlı devleti zamanında idari yönden bazı isyanlar çıktı, bunlar bastırıldı. Dersim halkı, Şeyh Said ayaklanmasına katılmadı. Bununla birlikte 1930'da gerçekleşen Ağrı İsyanına katıldı. 1937 yılında vergi vermek istemeyen aşiret reisleri isyan başlattı. İsyan bastırıldıktan sonra bazı kimseler idam edildi.
1938 yılında Fransa ve İngiltere’nin tahrikiyle bir isyan daha yaşandı. Bu isyan, kanlı bir şekilde bastırıldı. Dersim İsyanını bastırmakla görevli olan subaylardan birisi de Bediüzzaman’ın ilk talebelerinden Albay Hulusi Yahyagil idi. Yahyagil’in, bu konudaki hatıraları şöyledir:
1938’de bizi Dersim isyanını bastırmaya memur etmişlerdi. Bize verilen emir tek kelimeyle imha idi. “Canlı bir şey bırakmayın. Genç-ihtiyar, çocuk-kadın demeden imha edin!” “Bize gelen yazıda dehşetli bir ifade vardı. Aynen şöyle diyordu: ‘Dersim’e derhal gidilecek ve orada canlı varlık adına hiçbir şey bırakılmayacaktır. Parantez içerisinde “Bunlar içerisine her çeşit hayvan dahildir. Bunlara her çeşit ot ve buğday da dahildir” deniliyordu.
Ben kıta komutanıydım. En zor ve çetin vazifeyi bize verdiler. “Sen piyadesin, seni topla takviye etmek gerekir” dediler. Halbuki ben o zamana kadar bütün cephelerde silahlı düşmanla savaşmıştım. Bir asker silahsız masum insanları nasıl öldürebilir? Bu yüzden müthiş bir hüzün ve ıztırap içindeydim....
Kimseye hissimi açmaya imkan yok. Kimseye emniyet edip söyleyemiyorum... Merhum pederimle tam vedalaştım. Kapımızın önünden geçen tabura yetişmek üzere atıma bindim, gidiyordum. Zor bir durumdaydım. Baktım bizim hizmet eri elinde bir zarfla bana doğru koşuyor... (İhsan Atasoy, Nur’un Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil, s. 111, 442)
Bu mektup Üstad Bediüzzaman’dan geliyordu. Kastamonu’dan yazılmıştı. Üstad, “Birinci Talebesi”ni şöyle teselli ediyordu.
Hulûsi'nin bir sıkıntısı var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur'un talebelerine yardım ve rahmet, bekçilik ederler ve korurlar. Dünyanın sıkıntıları mâdem sevap verir, geçerler; o musibetlere karşı sabır içinde şükürle, metanetle karşılık vermek gerektir. Hem o, hem sizler bütün dualarımda ve kazançlarımda benimle berabersiniz. (Günümüz Türkçesiyle ve Açıklamalı Kastamonu Lahikası, s. 267-269)
Hulusi Bey isyan bölgesine gittiğinde, halkın dağlara çekildiğini görür. Elini kana bulamadan geri döner.
Bediüzzaman, kendisine yapılan zulümlerden bazılarını nazara verdiği Mahkeme-i Kübrâya Şekva isimli on maddelik müdafaasında, Dokuzuncu ve Onuncu Maddelere yer vermez. Bu iki maddeyi şöyle geçiştirir:
Dokuzuncusu: Çok önemlidir; kuvvetlidir. Fakat siyasete temas ettiği için susuyorum.
Onuncusu: Bu da hiçbir kanun müsaade etmediği ve hiçbir maslahat bulunmadığı halde sırf manasız kuruntudan küçük bir meseleyi abartıp, olduğundan büyük göstermekten ibaret olup hiçbir kanuna sığmayan bir saldırıdır. Mesleğimizce bakamadığımız siyasete temas etmemek için bunun hakkında da konuşmayarak….
Sonraları bu Dokuzuncu Madde Abdurrezzak ve diğerleri tarafından kaleme alınıp yayınlandı. Bu maddeler savcının Üstad’ı Mustafa Kemal’e Süfyan demiş olmasıyla ilgili. Fakat iki yerde Dersim Olayı’ndan bahsediliyor. Aktüel olduğu için müdafaalarda yer almayan bu kısma yer vermek istiyoruz:
En Has Nurculara mahsustur
Bizi mahkum eden heyetin Risale-i Nuru okumalarının hatırı için Üstadımız, Ahiretin Büyük Mahkemesine Şikayet dilekçesinin Dokuzuncu Maddesini mahrem tutup yazmamış. Fakat madem en inatçı Avrupa filozofu ve en gururlu ve tutucu Mı-sır ve Şam’ın âlimleri bir defa Zülfikar ve Asay-ı Mûsa’yı okumakla onlara taraftar olup beğendikleri halde, bu insafsız heyet, onları iki sene dikkat ile okudukları halde gizlemeye çalışmaları ve serbest bırakmadılar, öyle ise “Daha onların hatırı tutulmaz” diye o mahrem ifade şöyle açıklandı:
Said ve Nurcular aleyhindeki kararnamenin 57. sayfasında bizi mahkum etmek için son suçlamalardan birisi şudur:
“Said Nursi, devletin kanunlarını uygulayarak kanunlara karşı çıkan ve muhalefet edenleri adâletin pençesine teslim eden çok âmir ve memurları yılan, zındık, gizli komünist, vatan düşmanı, dinsiz ve münafık olarak tabir etmekle tam suçlu olduğu için mahkum ediyoruz.”
Bunların bu suçlamalarına karşı hapse giren Nurun bir kısım talebeleri şöyle cevap veriyorlar: “1938 senesinde Dersim Faciası ki Doğu Mecmuasının 17. sayısında “Doğu Faciası” manşetiyle bu olayın tam tamına aynını yazdı ki: Dünyada hiç örneği gerçekleşmemiş, büyük bir zındıklık, münafıklık ve vatan millete hadsiz bir düşmanlık olduğunu kesin olarak ispat ediyor……
Hayret vericidir ki, savcının iftira dolu suçlamasında en fazla iliştiği ve Said’i suçlama sebebi olarak gösterdiği Siracunnur’un sonundaki Beşinci Şua’nın Meselelerinde “Said demiş ki: Başa şapka koymaya zorlayan süfyan, öyle dehşetli bir baskı rejimi ile hareket eder ki: Bir câni yüzünden yüz köyü harap eder, bir asi yüzünden binler masumu mahv eder” ifadesi için Said’in mahkumiyetine ısrarlı bir şekilde çalışıp: “...(şahsa) hakaret ediyor, inkılaplar aleyhindedir” demiş.
Cevap: Yine o cevabı veren Nur talebelerinden Abdurrezzak isminde birisi diyor ki: İşte, o davanın doğruluğunu gösteren yüz emareden birisi, 1938'deki Dersim faciasında binlerce masumu, ihtiyar kadınları hem öldürüp, hem ateşlere atması; bir isyan kuruntusu ve ihtimali yüzünden yaktırması, Beşinci Şua’nın o hükmünü kesin hakikat olarak gözlerine sokuyor. (Günümüz Türkçesiyle ve Açıklamalı Tarihçe-i Hayat 1:603-607)

Bir özür de Ayasofya için gerekmez mi?
28 Kasım 2011 Pazartesi 06:32
Tarihimizin en karanlık bölümü, ne acıdır ki en yakın olanı. Yakın tarihimizin büyük bölümü yeniden aydınlatılmaya muhtaç. Başbakan Erdoğan'ın açıkladığı Dersim belgeleriyle başlayan tartışma, yakın tarihimizle yüzleşme için kapıyı aralamış gibi görünüyor. Resmi tarihe göre Dersim bir "isyan"dı, şimdi ise "katliam". Gerçeğin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkabilmesi için tüm arşivlerin açılması, siyasilerden çok tarihçilerin meseleye el atması gerekiyor.
Evet Dersim tartışması yakın tarihimizle yüzleşmemizi sağladı. Ancak yakın tarihimizin, özellikle CHP'nin tek parti döneminin yüzleşilmesi gereken tek olayı değil Dersim... İstiklal mahkemeleri, İskilipli Atıf, Said Nursi, Türkçe ezan, Kur'an öğretenlerin çektikleri acılar, yıkılan camiler... "Hepsi mazide kaldı, bunları yeniden hatırlatmanın kime ne faydası var?" diye sorabilirsiniz. Ama mazide kalmayan, hâlâ devam eden bir acı daha var. Ayasofya...
İstanbul'un Müslümanlar tarafından fethinin simgesi Ayasofya Camii... Osmanlı dönemindeki adıyla Fethiye Camii... Osmanlı'nın son günlerinde, İstanbul işgal altındayken bile minarelerinden ezan sesi susmayan, İzmir'in düşman işgalinden kurtulduğu gün dönemin padişahınca mevlidler okutulan Ayasofya Camii hâlâ ibadete kapalı.
Gelin önce, Ayasofya Camii'nin müzeye nasıl çevrildiğini şöyle bir hatırlayalım. Ayasofya'nın müze yapılmasına kadar varan süreç, Sultan Abdülmecid döneminde Fossati tarafından yapılan restorasyonla başlar. Bu adımı, 1931 yılında Harvard Üniversitesi Bizans Enstitüsü kurucusu Thomas Whittemore'a verilen mozaikleri ortaya çıkarmaya yetkisi takip eder.
1934 yılında camideki çalışmaları inceleyen Maarif Vekili Abidin Özmen, mabed dışındaki kısımlarının perişanlığını görüp, bu yerlerin ihya edilip, bir müze halinde halka açılması fikrini Atatürk'e açar. Atatürk'ün talimatıyla İstanbul Müzeler Müdürü Aziz Ogan başkanlığında 9 kişilik bir heyet kurulur. Heyette Tahsin Öz, Efdalettin Tekiner, Prof. Osman Ferid, Alman Prof. Erkhard Ungar gibi isimler görev alır. Ayasofya'yı inceleyen heyet, 27 Ağustos 1934 tarihinde bakanlığa sunduğu raporda, ibadet kısmının kapatılıp Bizans Asarı Müzesi haline getirilmesini önerir. Ne acıdır ki, ibadet kısmının kapatılması fikrine heyetten sadece Alman Profesör Erkhard Ungar itiraz eder.
Maarif Vekâleti, Bakanlar Kuruluna yazdığı 14.11.1934 tarihli yazısında: "... eşsiz bir mimarlık sanat abidesi olan İstanbul'daki Ayasofya Camii'nin tarihi vaziyeti itibariyle müzeye çevrilmesi bütün şark alemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle, bunun müzeye çevrilmesi..." teklifinde bulunur. 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya Camii müzeye çevrilir. 1 Şubat 1935 tarihinde müze olarak açılışı yapılır.
Ancak bakanlar kurulu kararı, fiziki özellikleri ve altında yer alan Atatürk imzasındaki çelişki nedeniyle hâlâ tartışma konusu. Belgenin birinci sayfasında Kararlar Müdürlüğü, ikinci sayfasında Muamelat Müdürlüğü antetli kağıt kullanılır. Bugüne kadar, konuyu inceleyen araştırmacıların iddialarına göre, kararname 24 Kasım 1934 tarihli ve 1589 sayılı. Halbuki 22 Kasım 1934'te çıkan en son kararname numarası 1590-1606 arasında. Ayasofya kararnamesi bu tarihten iki gün sonra çıkarılmış görünüyor. Dolayısıyla kararnamenin numarası 1606 sayısını takip eden bir sayı olması gerekiyor. Oysaki kararnamenin numarası, tarihi sonra; sayı numarası ise daha önceki tarihlere ait. Bu nedenle kararnamenin gerçek olup olmadığı hâlâ tartışılıyor.
Bir başka tartışma konusu ise belgenin altında bulunan Cumhurbaşkanı Atatürk'e ait imzayla ilgili. 24 Kasım tarihli kararnamede "K. Atatürk" imzası bulunuyor. Soyadı kanunundan önce Gazi Mustafa Kemal imzasını kullanan Atatürk, K. Atatürk soyadını ise ancak 27 Kasım 1934'ten itibaren kullanıyor. Tarihçiler, Atatürk'ün üç gün öncesinden bu imzayı kullanmasının mümkün olmadığını belirtiyorlar.
Gazeteci Ziyad Ebuzziya'nın anlattığı şu olay da, kafaların karışmasına neden oluyor: "Ayasofya işini inceleyen komisyonun cami kısmını da müzeye çevirmek teklifinde bulunduğu Bab-ı Ali'de duyulmuştu. Komisyon'un bu yersiz ve üzücü düşüncesinin, hükümetçe ne dereceye kadar benimsendiğini öğrenmek üzere Velid Bey, beni Maarif Vekili ve Dahilliye Vekiline gönderdi. Abidin Özmen Bey'i (Maarif Vekili) ziyaret ederek Ayasofya hakkında, vekaletinin tasavvurlarını sordum. Rahmetli Ayasofya'nın ibadete kapatılmasının söz konusu olup olmadığını sorunca, irkildi ve 'İbadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya camidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksat budur.' dedi. Vekilin bu sarih teminatına rağmen endişeliydim. Kendisi Atatürk'ün yakını değildi. Buna mukabil, o sırada dahiliye vekili olan Şükrü Kaya Bey ise, Atatürk'ün yakınıydı. Kendisine gittim. Aynı suali sordum. Rahmetli Şükrü Kaya Bey de 'Kesinlikle söz konusu değil.' dedi ve ilave etti: 'İbadet bölümünü Bizans müzesi yapmak fikrine Atatürk fena halde kızdı.' dedi."
Sözkonusu Bakanlar Kurulu kararının Resmi Gazete'de yayınlanmaması, Sicilli Kavanin, Düstur ve Kanunlarımız gibi devletin resmi diğer kayıtlarında da izine dahi rastlanmaması ilginç bulunuyor. Anlayacağınız, Bakanlar Kurulu kararı nerede belli değil.
Araştırmacılar, Ayasofya'yı müzeye çeviren Bakanlar Kurulu Kararı'nın hukuki olmadığı görüşünü belirtiyorlar. Ayasofya vakıf malı ve vakfiyesi de Fatih Sultan Mehmet'e ait. 19 Şubat 1936 tarihli tapu senedine göre, Türkiye Cumhuriyeti tapu kayıtlarında bu gayrimenkul 57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmet Vakfı adına "Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi Müştemil Ayasofya-yı Kebir Camii Şerifi" vasfı ile cami olarak tapulu. Vakıflar Genel Müdürlüğü Emlak Dairesi Arşivi'ndeki 1967 tarihli İstanbul Mazbut Hayrat Kütük Defteri'nde de bu mekan cami olarak kayıtlı bulunuyor ve sahibi Fatih Sultan Mehmet. Ancak kararname ile, Ayasofya vakfıyesinde yazılan açık hükümlere rağmen amacı dışında müzeye çevriliyor.
Başında Fatih Sultan Mehmet'in mührünün bulunduğu Ayasofya Vakfiyesi, 63.5 metre uzunluğunda. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde bulunan vakfiye, 1950'de bir sergi için İngiltere'ye götürülüyor. Ancak, büyük zarar görüyor. 5 metresi yırtılmış olarak ülkeye geri dönüyor.
İşte Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya Vakfıyesi'nden bir bölüm:
"İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya'yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camii'nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allâh'ın, Peygamber'in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyyen laneti onun ve onların üzerlerine olsun; azapları hafiflemesin; haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allâh'ın azabı onlaradır. Allâh işitendir, bilendir."
Başbakan Erdoğan'ın tam da Dersim çıkışını yaptığı günlerde, yani 24 Kasım 1934'te çıkartıldığı söylenen tartışmalı bir kararname ile Ayasofya müzeye çevriliyor. Hazır Dersim arşivlerinin açılması gündemdeyken, Ayasofya arşivlerinin de açılması çağrısında bulunuyoruz.
Gerçekten arşivlerde böyle bir kararname var mı? Belgedeki Atatürk'ün imzası gerçek mi? Ayasofya'nın mülkiyeti kimde? Alınmış bir karar varsa bu ne kadar hukuka uygun? Bunca tartışmaya rağmen neden hâlâ Ayasofya Camii ibadete açılmamaktadır? Önünde hangi engeller vardır? Batılı ülkelerde Ayasofya'yı yeniden kilise yapma gayretlerine ve Avrupa Parlamentosu'nda bu yönde karar çıkartma çabalarına rağmen, neden hâlâ bir adım atılamamaktadır?
Geliniz, Dersim için özür dilerken, bir özrü de Fatih Sultan Mehmet Han'dan dileyelim. Vakfıyesine uyup, Ayasofya'nın zincirlerini kıralım.

Atatürk'ün Said Nursi'yi ziyareti uçuk bir iddia
30 Kasım 2011 / 12:21
Said Nursi'nin talebesi Mehmet Fırıncı, Atatürk'ün Said Nursi'yi ziyaret iddiasını "Çok uçuk bir iddia" şeklinde yorumladı

Kemal Benek'in haberi:
RİSALEHABER-Bediüzzaman Said Nursi'nin talebesi Mehmet Fırıncı, yazar Ahmet Özkılınç'ın "Atatürk Said Nursi'yi Barla'da gizlice ziyaret etti" sözlerini "Çok uçuk bir iddia" şeklinde yorumladı.
ATATÜRK'ÜN SAİD NURSİ ZİYARETİ UÇUK BİR İDDİA
Risale Haber'e konuşan Mehmet Fırıncı ağabey, bugüne kadar Bediüzzaman'ı görenlerden böyle bir şey duymadığına dikkat çekerek, "Çok uçuk bir iddia gibi geldi bana. Şimdiye kadar Barla'dakilerin bir kısmıyla görüştük. Böyle en küçük bir şey duymadık. Eğirdir'deki abiler vardı onlarla da görüştük. Üstada yapılan muameleleri anlatırlardı ama ziyaret ettiğine dair bir şey duymadım onlardan" dedi.
BİZZAT KENDİSİNİN GİTTİĞİNİ DÜŞÜNEMİYORUM
En fazla akıl yürütebileceğini ifade eden Fırıncı ağabey, "Akıl yürüterek söylüyorum belki yakın bir eleman gitmiş, Üstadla konuşmuş olabilir. Böyle bir şey olmuş olabilir diye düşünüyorum. O da sadece bir akıl yürütme. Yoksa bizzat kendisinin (Atatürk) gittiğini pek ben düşünemiyorum. Ama dünyada olmaz olmaz derler" şeklinde konuştu.
ÖNCEDEN HABERİM OLSAYDI...
Yazarın bu iddiasından önceden haberi olsaydı delilini soracağına dikkat çeken Mehmet Fırıncı ağabey sözlerini şöyle sürdürdü:
"Kitaptaki bu iddiayı evvelden görmedim. Görseydim o hususta edillesi, delili kimdir diye sorardım. Ama yayınlanmış artık.
"Bugüne kadar Üstaddan ve yakın abilerden böyle bir şey de duymadım. 1953'ten sonra evlerini Üstada tahsis eden Hacı Enver vardı. İstanbul'da kapalı çarşıda esnaftı. Üstadın sırtına yorgan alıp da çektiği fotoğrafı o çekmiş. Bu fotoğrafın Ankara'ya gönderildiğini -Allah rahmet eylesin- Hacı Enver'den dinlemiştim.
BÖYLE BİR ŞEY DUYMADIK
"Barlalılarla hep görüştük. Hacı Enver efendinin Bakırköy'de evleri vardı. Belki 10 defa evine gittik, yemeğini yedik, sohbet ettik. Annesi Zehra anne Üstada çok hizmet etmiş Barla'da. Böyle bir kimseydi. Sıddık Süleyman abiyle çok defa görüştük. Böyle bir şey duymadık. Ama Üstadın yakın takip altında olduğunda şüphe yok. Mesela Eskişehir'e götürülmezden evvel yahut götürüleceği sırada İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın, bizzat 50 mi 80 mi askerle Isparta'ya gittiği bir vakıa. Vesikalarıyla, resmi yazışmalarla sabit. Ahmet Özkılınç kardeş nerden buldu bunu bilmiyorum ama benim acizane kanaatim öyle.
ZİYARET İDDİASINDA NELER VARDI
Yazar Ahmet Özkılınç, iddiasını Asker Yıldız'ın duyduğu bir hatıraya dayandırıken hadisenin M.Kemal’in Isparta’nın Eğirdir ilçesini ziyaret ettiği günün sabahında yaşandığını belirtti. O iddia şöyleydi:
“Dönemin Isparta Emniyet Müdürü bana trende anlattı: ‘M.Kemal Isparta’ya teftişe geldi. O gece Eğirdir’de kaldı. Sabahı çok erken saatte gizlice Barla’ya gitmek istediğini bana söyledi. Refakat ettim. Bir de şoför vardı. Hiç kimseye haber vemeden Bediüzzaman’ın odasına gittik. O ve ben, ikimiz içeri girdik. Bediüzzaman yatağa yan uzanmış bir halde üzerinde yorgan örtülü vaziyette uzanıyordu. Hiç kalkmadı. M. Kemal’e yerdeki şilteyi gösterip, ‘Otur’ dedi. O da, rafta duran Kur’ân’ı alarak Tîn sûresini açtı, ‘Lekad halaknel însâne fi ahseni takvîm’ âyetini okudu. ‘Bu âyet bana bakıyor’ dedi. Bediüzzaman; ‘Yanlışlıkla komşunun kapısını çalmışsın. Yaptıklarınla, sonraki sûre sana bakıyor’ dedi. Ne o konuştu, ne ben, ne de Bediüzzaman. Oradan ayrıldık. Mustafa Kemal, dışarı çıkınca bana; ‘Hocaefendi aynı inadında devam ediyor’ dedi.”
www.RisaleHaber.com

Milli Gazete
 

uður1

Well-known member
Ya Bediüzzaman doğrudan Van’a gitmediyse?
29 Kasım 2011 Salı 07:24
Şu bir hakikat ki; Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ı üzerine yapılan çalışmaları “karşılaştırmalı” bir okumaya/sınamaya tâbi tutmaya ihtiyacımız var. Zira bu hususta yapılan o kadar çok çalışma var ki; bu çalışma eflasyonu içinde iyi ile kötünün, özenli ile özensizin birbirinden ayrılması pek güç... Özellikle hatıra nakli üzerine bina edilmiş tarihçe anlatımlarının doğurduğu sıkıntılar ortada. Bu hatıraların çok güzel ve değerli olanları bulunmakla birlikte, başka başka kaynaklarda nakledilirken değişikliklere uğramış, ayrıntılarda birbirlerinden farklılık taşıyanlar da var. Bunların bir güzel tasnif edilmesi ve muhakkik tarihçilerin elinden geçmesi şart. Böylece Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ı adına daha sağlam adımlarla geleceğe yürümemiz mümkün...
Ben de bu yazıda işte bu karşılaştırmalı okumaya bir örnek göstermek istiyorum. Bu ayrıntı aslında okuduğum kitaplardan birisinde dikkatimi çekmişti. Külliyata ait iki eser arasında yapacağım bu karşılaştırmada yıllardır sahip olduğumuz bir bilginin “bildiğimizden biraz farklı” olabileceğini öğreneceğiz. (Zira ben de bu yazıyı yazmadan önce arkadaşlarıma bu meseleyi nasıl bildiklerini sordum. Hepsinin malumatı benimkisi gibiydi. Bazıları külliyatı defalarca bitirmiş insanlar olmalarına rağmen dikkatlerini çektiğim ayrıntı ile şaşırdılar.)
Üzerinde konuşacağımız ve metinler okuyacağımız mesele Üstad’ın Ankara’dan ayrılıp Van’a gidişi üzerine... Birçoğunuz da belki benim gibi Üstad’ın Ankara’daki yönetimle anlaşamayarak doğrudan Van’a gittiğini bilenlerdensiniz. Böyle bilmeniz normal, zira Tarihçe-i Hayat’ta da mesele zaten böyle anlatılıyor. Metinden okuyalım:
“(...) Ankara’da teşrik-i mesai edemeyeceği için, kendisine tevdi edilmek istenen meb’usluk, Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye gibi Diyanetteki azalığı, hem vilâyât-ı şarkiye vaiz-i umumiliği tekliflerini kabul etmez. Kendisini fikrinden vazgeçirmek için çalışan ve Ankara’dan ayrılmamasını rica için istasyona kadar gelen bir kısım meb’usların da arzularına uyamayacağını bildirerek Ankara’dan ayrılır, Van’a gider. Ve orada hayat-ı içtimaiyeden uzaklaşarak Erek Dağı eteğinde, Zernabad Suyu başında bir mağaracıkta idame-i hayat etmeye başlar.”
Evet, Tarihçe-i Hayat’ta hadiselerin gelişimi Üstad Hazretlerinin tren vasıtasıyla doğrudan Van’a gittiği şeklinde aktarılıyor. En azından okuyanların tamamı meseleyi benim anladığım gibi anlıyor. Ama bakınız Üstad Hazretleri, Şualar’da, Mustafa Sungur ağabeye yazdırdığı metinde olayı nasıl aktarıyor:
“ (...) Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyeye âzâ oldum. Mütareke zamanında, istilâ kuvvetlerine karşı bütün mevcudiyetimle İstanbul’da çalıştım. Millî hükûmetin galibiyeti üzerine, yaptığım hizmetler Ankara hükûmetince takdir edilerek Van’da üniversite açmak teklifi tekrarlandı.
Buraya kadar geçen hayatım bir vatanperverlik hali idi. Siyaset yoluyla dine hizmet hissini taşıyordum. Fakat bu andan itibaren dünyadan tamamen yüz çevirdim ve kendi ıstılahıma göre “Eski Said”i gömdüm. Büs bütün âhiret ehli “Yeni Said” olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul’un Yûşâ Tepesine çekildim. Daha sonra doğduğum yer olan Bitlis ve Van tarafına giderek mağaralara kapandım.”
Dikkatinizi çekti mi sizin de? Üstad burada doğrudan Van’a gitmediğini söylüyor. Önce İstanbul’a, Yûşâ Tepesine çekildiğini, orada bir süre kaldığını ve daha sonra Bitlis ve Van taraflarına gittiğini beyan ediyor. Bizzat kendisi Mustafa Sungur ağabey vasıtasıyla yazdırıyor bunu...
O halde Tarihçe-i Hayat’taki bilgi ne? Elbette ki, bilgi yanlış değil. Yine yanlış anlaşılmayayım. Ancak belki bir dipnot, bir haşiye, bir uyarı bilgisi içermesi gerekiyor. Üstad Ankara’dan Van’a gidiyor, bu doğru... Ancak doğrudan değil. Diğer tarihçe çalışmaları da okunduğunda mesele iyice ayrıntılarıyla ortaya çıkıyor. Mesela Necmeddin ağabey de Gebze’den Van’a hareket ettiğini söylüyor. Bunun gibi başka yollar söyleyenler de var.
Bütün bunları düşününce soruyorum: Üstad’ın hayatını tüm ayrıntılarıyla ve sağlıklı bir şekilde ortaya koyma adına, artık karşılıklı okumalar eşliğinde bir tarihçe yapılmasının zamanı gelmedi mi? Yoğun bir bilgi sağnağı olan böyle meselelerde birazcık “eleştirel” gözle bakmak bana tahkik mesleği icabı elzem görünüyor. Dışarıdan birileri bize bu eleştirileri sunmadan, kendi içimizde bunları konuşmamız şart... Yoksa, eleştiri geldiğinde çok sarsılırız.

Mahkumiyet ve mağduriyet
30 Kasım 2011 Çarşamba 06:25
Hazret-i Ömer’in ihtida hikayesini bilirsiniz. İslam tarihi kaynakları Hazret-i Ömer’in cahilliye devrinde yaşadığı iki olaydan birinin kendini hüzünlendirdiğini, diğerinin de güldürdüğünü aktarır. Hz. Ömer’i güldüren olay cahilliye devrinde sefere çıkmadan önce kafirlerin helvadan put yaptıklarını, acıktıklarında bu putları yediklerini hatırlamasıydı. Onu hüzünlendiren olay ise yine cahilliye devri adetleri uyarınca kızını diri diri toprağa gömeceği mezarı kazarken kızının, babası Ömer’in alnındaki terleri silmesini hatırlamasıydı.

Adalet Kur’an’ın dört temel kavramından birisi. Evet cahilliye Ömer’i büyük bir zulmü irtikap ederek kızını diri diri toprağa gömmek suretiyle ölüme mahkum etmişti. Oysa Ömer Kur’an’ı dinleyerek ihtiha edip, Hz. Ömer unvanını aldıktan sonra, o Kitap ona öyle bir hak, hukuk ve adalet anlayışı vermişti ki, adil bir hükümdar ve makul bir hakim olarak tarih sahnesinde yerini almıştı. Bunun içindir ki o tarihten günümüze kadar milyonlarca insanın zihninde adalet ve Hz. Ömer isimleri birbirlerinin mütemmim cüzü gibi algılanır hale gelmişti.

Risale-i Nur, Kur’an’ın bu asırdaki manevi mucizesi. Bediüzzaman’ın tabiriyle Risale-i Nur’un mesleği Ömeriyye. Risale Hz. Ömer’in meşrebini takip etmiş. Bunun içindir ki adalet Risalenin en temel unsurlarından birisidir.

Risaleyi 1990 yılında lise yıllarındaKırklareli’de tanıdım. O günlerde başımdan geçen bir olay, hatırladıkça aradan geçen bunca zamana rağmen beni hala Hz. Ömer’i hüzünlendiren olay gibi hüzünlendirir.

Samimiyetine güvendiğim, samimiyetime de güvendiğine inandığım Ahmet adında benden 2 yaş küçük halis bir nur şakirdi kardeşim vardı. Ben Üniversiteyi okumak üzere Kırklareli’nden ayrılmıştım. Ama Kırklareli’deki Risale hizmeti ve Ahmet ile olan irtibatım devam ediyordu. O yıl Ahmet üniversite sınavına girecekti. Meşveret kararı uyarınca Ahmet’e Risale hizmeti adına daha hayırlı olacağı düşüncesiyle Hukuk Fakültesi yerine ona nispetle yaklaşık 50 puan düşük olan bir okulu yazması yönünde telkini aşan bir dayatmada bulunduk.

Ahmet bizim tercihlerimiz doğrultusunda tercihlerini yaptı. Sınava girdi. Sonuçlar açıklandı. Ahmet Hukuk Fakültesine girecek bir puan aldığı halde 50 puan eksik olan -tam da bizim istediğimiz- okulu kazanmıştı.

Oysa arkadaşlarımızın çoğu o dönem Hukuk Fakültesinde okuyordu. Şimdi beraber Risale hizmeti yaptığımız bu arkadaşlarımızdan çoğu hakim, savcı veya avukat oldu. Ahmet ise daha düşük bir ekonomik güç ve statü ile hayatını devam ettiriyor.

Ahmet’in bu durumunu düşündükçe haksız hüküm vererek birinin mağduriyetine ve mahrumiyetine neden olmuş hakim hüznü yaşıyorum. Bundan mıdır, nedir, bir süredir mahkum ve hakim kavramlarının bendeki karşılıkları üzerine kafa yoruyorum. Hakim kim, mahkum kim, mahkumiyet ne demek?...

Hepimizin bildiği üzere, mahkumiyet, insanın yaşam alanlarının daraltıldığı veya sıkışan ilişkilerin hayata yön verdiği toplumlarda toplumu oluşturan bireylere karşı bazen başkalarının, bazen de kişinin kendi kendisine takındığı bir tavrın sonucudur.

Mahkum kişi bu durumun sonucu olarak bir dizi mağduriyetin veya mahrumiyetin içinde bulur kendini. Bu durum kişinin mahkumiyetine neden olan kişi ile bu duruma neden olan olayların türüne göre değişiklik gösterir.

Gerçekte toplumda birini mahkum etme yetkisi sadece hakime verilmiştir.Hakim yazılı ve yazılı olmayan örfi hukuk ile vicdanının birleştiği noktada kararını vererek sanık pozisyonunda olan kişiye cezai müeyyideyi uygular. Bu tür mahkumiyet haklı nedene dayalı bir mahrumiyetler silsilesi olarak karşımıza çıkar. Fakat devlet idaresi yozlaşan toplumlarda hakim sıfatının yerini çoğu kere “hakim güçler” alır. Hakim güçler “Hakim” bile olsalar verilen hüküm hukukla bağdaşmaz. Bu durumda verilen hükmün sonuçları sadece mahrumiyet ile sınırlı kalmaz; mağduriyeti de kapsar.

Mahkumiyet, haklı nedenler olmaksızın başka kişi veya güçler tarafından uygulanan bir cezai müeyyide olarak karşımıza çıktığı takdirde, mahkumun toplumu oluşturan diğer bireyler tarafından bir kahraman gibi algılanması kolaylaşmaktadır. Dolayısıyla görünüşte mahkum edilen kişi bir süre sonra toplumun vicdanında hakim irade olarak etkili olmaya başlamaktadır.

Bir toplumda kişi sadece başkaları tarafından mahkum edilmez. Kişi bazen de kendi kendini mahkum eder. Bu tür mahkumiyette “hakim” kişinin kendi nefsidir. Nefsinin emirlerine teslim olan kişi özgürlüğünü kaybeder. Böyle bir mahkumiyette hem mağduriyetten hem de mahrumiyetten bahsetmek mümkündür.

Peygamberimiz döneminde ölüm cezasını gerektiren suçlar ile şeriatta ve örfi hukukta cezası açıkça tanımlanmış fiiller dışındaki suçlarda müeyyide olarak bir kişiye verilebilecek en büyük ceza sürgün ve halkla konuşmaktan men edilmek şeklindeydi. Zamanla genişleyen İslam coğrafyası zindanları ve cezaevlerini doğurdu.

İslam tarihi günümüze kadar mahrumiyet ve mağduriyet merkezinde haklı veya haksız nedenlerle bir çok mahkumiyet olayına şahit oldu. Bediüzzaman ve Ebu Hanife gibi bir çok İslam büyüğü ömrünün bir kısmını haksız sebeplerle hapishanelerde geçirmek zorunda kaldı. Bu gün de bir çok İslam büyüğü aynı gerekçelerle dünyanın dört bir tarafındaki hapishanelerde ömürlerini geçiriyor…
Yarın devam edelim…
 

uður1

Well-known member
İhlas Risalesi kime okunur?
28 Kasım 2011 Pazartesi 07:11
Hz. Ömer'in destansı halifeliği esnasında gerçekleşen olayların belki de en büyüğüdür minbere çıkıp da yüreğini kasıp kavuran o büyük endişeyi iman kardeşlerine açtığı olay...
“Eğrilirsem, beni nasıl doğrultursunuz?”
Bunu sormuştur halife Ömer.
Peygamber aleyhissalâtu vesselam’ın, ‘hak ile bâtılı ayırma’ kabiliyetiyle vasfedip ‘Fâruk’ ünvanıyla şereflendirdiği bir güzide isim olarak bunu sormuştur üstelik.
Aldığı cevap, “Eğrilirsen, seni kılıçlarımızla doğrulturuz” şeklindedir.
Bu kısa ve sert cevap, iki önemli mesajı beraberce içermektedir:
Bugüne kadar senin icraatına ve ictihadına karşı muhalefet sergilememiş isek, bu sen yanlış yapıyor olduğun halde bizim de yanlışa meyyal oluşumuz dolayısıyla susmayı tercih edişimizden değildir. Doğru yolda yürüdüğün kanaatindeyiz ki, karşında değiliz. Yarın hayatî bir noktada ümmeti yanlış bir yola sevketmeye kalkıştığını ve bunda da ısrar ettiğini görecek olsak, hakkın hatırını senin hatırına tercih ederiz.
Rivayetler, aldığı bu cevap üzerine Hz. Ömer’in çok sevindiğini ve halife olarak böyle bir mü’minler topluluğu içinde yaşıyor olduğu için Allah’a şükrettiğini bildirir.
Hz. Ömer, sevinip şükretmiştir; çünkü bu söz hem ümmetin o güne kadarki icraat ve ictihadında bir yanlış görmediğinin teyididir, hem de o günden sonra bir yanlış durumunda koca bir ümmetin de sorumluluğunu almış vaziyette yanlış yolda yürümesine müsaade edilmeyeceğinin...
Hz. Ömer’in bu tavrı çokça zikredilir de, tatbikatına pek de rastlanmaz mü’minler topluluğunun yaşayışında.
Bilakis, mutad uygulama, ‘mürşid’ makamında gördüğümüz kişiler tarafından yapılan yanlış bile olsa bir hikmeti olduğunu düşünmek, “Hikmeti nedir?” diye sual edeni ise “Hikmetinden sual olunmaz” diye susturmak şeklindedir.
O yüzden, bir eleştiri ahlâkı yerleşmemiştir bugünün ehl-i dininin dünyasına.
Onun yerine, ‘eleştiri’yi ahlâksızlık olarak görme gibi bir tutum tercih edilmektedir.
Hatta, ‘ihanet’ olarak...
İman kardeşine sırtındaki akrebi veya koynundaki yılanı haber vermek ‘uhuvvet’e ters; sırtındaki akrebi veya koynundaki yılanı görmezden gelmek mahzâ uhuvvettir!
Ortada bir yanlış mı var? Elimiz ve dilimiz, yanlışı düzeltmek için değil; yanlışa dikkat çekeni ‘hizaya getirmek’ için çalışır hemen.
Susmayı tercih edip rahat edecek yerde, yanlışa işaret edip izalesi için çırpınan bir mü’min görünce, Hz. Ömer misali şükür sözleri dökülmez dilimizden...
Ömer ‘kılıçla’ düzeltilmeye dahi razıyken, bizim ‘sözle’ doğrultulmaya dahi tahammülümüz yoktur.
Bilakis, ‘Sus!’ der ellerimiz, “Şimdi geliyorum ha!” mesajı verir ayaklarımız, ‘ihlas’ı hatırlatır dillerimiz.
Bir yanlışı, bir eksiği, bir kusuru âdâbınca ifade etmek, Bediüzzaman’ın “Haklı tenkid hakikatı rendeçler” beyanına, “Mehenge vurunuz. Sözlerim bakır çıktıysa...” diye başlayan ricasına rağmen, ‘tenkitçilik hastalığı’ damgasını yer hemen.
Ardından, ‘ihlas’ hatırlatılır.
Sizin getirdiğiniz uyarı ‘tenkitçilik hastalığı’dır da, sizin uyarınıza ‘tenkitçilik hastalığı’ yaftasını vurmak tenkitçilik değil, hastalık hiç değil, bilakis sıhhat alâmetidir!
Siz bir yanlışa dikkat çektiğinizde “İhlas Risalesi’ni kendi nefsi için okumak” ölçüsünden söz edilir de, bu uyarıyı yapanın daha bu uyarıyı yaparken “İhlas Risalesi’ni nefsi için değil, bir mü’min kardeşi olarak size karşı” okuyor olduğu çelişkisi asla görülmez.
İhlas Risalesi, elbette, öncelikle ve esasen kendimiz için, kendi nefsimizi sigaya çekerek okunmalıdır; bu açık...
Ama İhlas Risalesi’ni yazarak Bediüzzaman ‘kendi nefsi’ni değil ‘kardeşlerinin nefsi’ni de muhatap aldığına, “Şöyle yapın, bundan sakının” diye nasihatlarda bulunduğuna göre; kendi nefsini unutmamak kaydıyla İhlas Risalesi’nin ölçüleri pekâlâ iman kardeşlerimiz de değerlendirme alanında tutularak okunabilmelidir.
Nitekim, yukarıda da dikkat çektiğim üzere, ortada çelişik bir durum vardır zaten.
Bir mü’minin bir yanlışın izalesi gayretiyle getirdiği bir eleştiri İhlas Risalesi düsturları hatırlatılarak ‘ihlassızlık’ kapsamında değerlendirirken gerçekleşen, elbette ki bir mü’mini ‘ihlassızlıkla’ suçlama ‘ihlası’ değildir!
Hayır, haklı tenkid ‘ihlas düsturları’na aykırı değildir. (“Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat, nefs ve hevâ ve his ve vehim bazen aldatıyorlar. Onun için, bazen şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefs ve heva ve his ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız.”)
Haklı tenkid ‘ihlas düsturları’na ters olmadığı için, bir noktada kritik bir yanlış görüp ona dikkat çeken de, o yanlış görülenin aslında ‘yanlış’ olmadığı veya ‘kritik’ nitelikte olmadığı cevabıyla mukabele eden de ‘ihlassızlık’ ediyor değildir.
Benim için bir eleştiri/özeleştiri ikliminde ‘ihlas’ kriteri, haklı olduğu hallerde dahi zayıfı ‘ihlas düsturları’nı hatırlatarak eleştirenin, haksız olduğu bir halde kuvvetliye de ‘ihlas düsturları’nı hatırlatma yürekliliği gösterip göstermediğidir.
Bir gerilim anında küçüklere İhlas Risalesi’ni hatırlatanların, büyüklere de İhlas Risalesi’ni hatırlatıp hatırlatmadığıdır.
Haksız olduğu halde güçlüye birşey diyememek, mağdur olduğu halde zayıfa ‘ihlas’ düsturlarını hatırlatmak...
Hayır, ihlas bu değildir.
Bu, ihlas değildir.
‘Uhuvvet’i tesis etmenin yolu da buradan geçmememektedir.
Hz. Enes radıyallahu anh anlatıyor:
“Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
‘Kardeşine, zalim de olsa mazlum da olsa, yardım et.’
‘Mazlumsa yardım ederim de, zalime nasıl yardım ederim?’ diye sorulmuştu.
‘Onu zulümden alıkoyarsan, bu da ona yardımdır’ buyurdu.” (Bkz. Buhârî, Mezalim 4, İkrah 7; Tirmizî, Fiten 68).
Yeni dönemde yeni bir İmam Hatip Lisesinden izlenimler
28 Kasım 2011 Pazartesi 07:07

Van depremi ve kader ciheti
10 Kasım 2011 Perşembe 08:33
Geçtiğimiz günlerde Van’da gerçekleşen ve büyük bir musibet olarak kayıtlara geçen deprem, gerisinde ağır bir bilanço bıraktı. Yüzlerce ölü ve binlerce yaralı. Sakatlar, yetim kalanlar ve evlerini kaybeden binlerce insan…
Depremin getirdiği bu ağır bilanço bir anda bütün Türkiye’nin dikkatlerini bu bölgeye çevirdi. Düzenlenen kampanyalar ve bölgeye yağarcasına gönderilen yardımlar ülkemizin insanın ne kadar duyarlı olduğunu bir kez daha gösteriyor. Bu durum kardeşliğimizi pekiştiren çok önemli bir vazife gördü. Uzun bir zamandan sonra doğu ve batı insanı arasındaki bağlar hiç olmadığı kadar kuvvetlenmiş gözüküyor.
Van’daki depremzedelere gönderilen temel ihtiyaçların önemli bir bölümünü kışlıklar oluşturuyor. Battaniye, yorgan, kalın giysiler bölgede ihtiyaç duyulan kışlıkların bir bölümü olarak söylenebilir. Bu battaniyelerin birini alan bir depremzede, soluğu doğruca deprem masasında alıyor.
Battaniye kılıfının içinde bulduğu 5.000 lirayı bir kuruşuna bile dokunmadan geldiği yerin adresini de vererek iade ediyor. Deprem masasına isminin ne olduğu söylemeden uzaklaşan depremzedenin bu davranışı, işte kardeşlik dedirtecek cinsten… Aslında bu davranış Türklerin ve Kürtlerin kardeşlik bağlarını belirtmek için küçücük bir örnek sadece.
Depremin ardından söylenen bazı menfi sözlerin ve saçmalıkların halk nezdinde itibar bulmadığı da bir gerçek. Bu söylemler, sözüm ona kendilerini bu milletin tek sahibi sananların, bu bölgeden gelen şehit haberlerinin arkasından bulundukları söylemler. Onlara göre depremin merkez üssünün Van’da olması, akan şehit kanlarına karşı ‘’ilahi bir ceza.’’
Bazı olayların tam olarak nasıl gerçekleştiğini ve şekillendiğini bilmek için bölge insanı olmak veya bu bölgede yaşamış olmak gerekiyor. Bu sözlerin, hayat şartları üzerinde yorum yaptıkları bölgenin insanlarına yabancı ve hayat şartlarına uzak olan çevrelerce dile getirilmesi, bir kez savundukları görüşün safsatadan öteye geçemediğini gösteriyor. Depremin gerçekleştiği zamanın üzerinden birkaç çıkarımda bulunmakta fayda var. Çünkü bu zamanlama, bazı medyatik şahsiyetlerin sahip oldukları faşist zihniyetlerini dışarıya vurdu. Bu deprem bu yönden bir turnusol kâğıdı hüviyeti gördü.
Deprem gerçekleşmeden kısa bir süre önce düzenlenen saldırılarda verilen 24 şehidin acısını bütün ülkemiz kalbinde hisseti. Acısını hissetmeyle kalmadı ve şehit haberlerine karşı sert tepkilerde bulunuldu. Şehit verilen birçok ilde BDP temsilciliklerine düzenlenen saldırılar bu tepkilerin ne kadar hat safhaya ulaştığının canlı örnekleri.
Gelen şehit haberlerini arkasından düzenlenen sınır ötesi operasyonlarla birlikte PKK ağır kayıplara uğratıldı ve PKK’nin kayıpları yüzler ile ifade edildi. BBC’ye göre bu rakam 1400’lerle ifade ediliyor. Doğu illerinde PKK sempatizanları tarafından düzenlenen gösterilerde meydana gelen olumsuz görüntüler, maddi kayıplar bütün milleti üzen bir görüntü veriyor.
PKK’ye bu kadar ağır zayiatın verilmesinin ardından gerçekleştirilmesi muhtemel saldırıların ne kadar yıkıcı olabileceğini düşünmek bile insanı ürkütüyor. Fakat burada Van depreminin araya girmesi ile birlikte bu eylemler geri planlarda kaldı veya herhangi bir ilgi görmedi. Bu ağır yıkım tam da iki tarafın da büyük kayıplar vermesinin ardından gerçekleşmesi depremi ülkemizin birinci gündem maddesi haline getirdi ve öbür haberlerin geri planda kalmasını sağladı.
İlahi takdir her şeyin üstünde. Depremin neye hizmet ettiği ve ne amaçla gönderildiği ancak ve ancak İlahi malumat dâhilindedir. Biz Allah’ın takdirinin sebebini çoğu zaman bilemeyiz. Fakat bu deprem, bu milletin bütün fertleri arasında yeni ve sağlam bir kardeşlik tesis etti.
Bazen acılardan, Rabbimiz çok güzel sonuçlar çıkarabilir. Dua edelim ki, Van depreminin de neticesi, yetmiş beş milyon insan arasında yeni ve kalıcı bir kardeşliğe vesile olması gibi hayırlı ve ihtiyaç duyduğumuz bir güzellik olsun.

Yeni dönemde yeni bir İmam Hatip Lisesinden izlenimler

28 Şubat süreci denilen post modern darbe, cuntacı maceracı paşalarla toplum mühendislerinin projesiydi. Uygulamada en büyük travmayı İmam-Hatip okulları yaşadı. Meslek Liseleri de İmam-hatiplerin narında birlikte yandı.
Yeni dönem denilmesi YÖK’ün İmam-Hatip ve Meslek Liseleri için katsayı engelinin kaldırılması sonrası dönemdir.
12 yıl geride kaldı. Üç kuşak İmam-hatip liseleri ve meslek liseleri adeta bir fetret dönemi geçirdi.

Asıl aktörler ve azmettiriciler kimlerdi?
-Resmi ideolojinin aktörleridir. Milletin ekseriyetini potansiyel tehdit olarak algılayan devletle kendini eşitleyen bürokrasi. Ordu ve yargının paslaştığı kapalı kast sistemidir. Korumacılık ve devlete ağzını dayayarak zengin olmuş iş dünyası ve merkez medya.
-Devlet teşviklerinin en büyük payını alan yüzde bir gibi küçük sayıdaki insanların yönettiği İstanbul sermayesidir.

Gerekçeleri ve gizli ajandalarındakiler nelerdi?
-“Anadolu çocuklarının neyine üniversite okumak?” Resmi ideolojinin mantığı bu. Yazar Murat Belge ve Sosyolog Gündüz Vassaf’ın tespitlerine göre Köy Enstitüleri öğretmenlerle hem dinsiz bir nesil yetiştirmek, hem de köyde kalıp verimli tarım yapacak nesil yetiştirme projesidir.
-“Meslek liseleri de işçi olarak çalışsın üretsin. Mavi yakalı olsun yeter.”Beyaz yakalılar seçkinci elitten olmalıydı.

İmalat hatası(!) ve beklenmedik sapmalar(!)
-Fakat öyle olmadı. Köylü çocuklarının okuduğu imam hatipli çocuklar, imanlı gençlik oldu. Mülkiyeye girdi kaymakam vali oldular. Haram yemiyor içki içmiyordu.
-Meslek lisesinde okuyanlar da yine Anadolu’da hâkim olan değerlerine sahip imanlı çocuklardı.
-Risale-i Nurla yüz binlerce insan imanını kurtardı. Toplumun değer yargıları resmi ideolojinin hesapladığı gibi olmadı. İman tekniğe meydan okudu.
-İmanlı gençlik onlara göre imalat hatasıydı.
-Din sadece vicdanlara hapsetmek istediler. Fakat imanlı bir nesil bütün menhus hesapları bozdu.
-Meslek lisesine gidenler daha ileri gitti mühendis oldu Anadolu’da devletten destek almadan üretip ihracat yapmaya başladı. Şehirli oldular.
-Seçkinci elit panikledi. Anadolu çocukları köyde sanayide ırgat olarak üretecek, vergi verecek askere gidecek ama asla yönetim kademelerinde olmayacaktı. Ama realite hiç de planlandığı gibi olmayınca bir şekilde dur denilmeliydi.

Ne yaptılar?
-27 Mayıs 1960 darbesi ve sonrası sara nöbeti gibi nükseden darbelerle konumlarını korumaya çalıştılar.
-12 Eylül 1980 ihtilali tarihin en büyük toplumsal travması ve fitnedir. O darbecilerin yaptığı anayasa da halen birçok makro sıkıntıların kaynağıdır.
-Güç adına her düşündüklerini uygulayan bu zihniyet yine de istedikleri toplumsal değişimi başaramadılar. Kamu vicdanında yer bulamadılar. Çünkü fıtrata aykırıydı. Ahir zamanın dehşetli şahısların yöntemi olan “aldatmakla iş görürler” politikası sun’i gerilimler üreterek milleti hep baskı altında tuttular.
-Aslında 28 Şubat sırasında ekonomi iyi dudumdaydı.
-Yoktan kriz çıkardılar. Kamu imkânlarını peşkeş çektiler sonunda 1999 ilâhi ikaz, 2001’de tarihin en büyük ekonomik krizi ürettiler.
-2002 yılı ise 28 Şubat sürecinde rolü alan her ne makamda olursa olsun herkesi nisyana yani unutulmaya, sahneden silinmenin miladı olmuştur. Şu zamanın üst noktalarında yer alanlar sahneden silindiği gibi gönüllerden de silindi.

Gelelim imam hatip okullarının yeni dönem ve yeni ahvaline…
-Mahallimizde üçüncü yılına giren bir imam hatip lisesi faaliyete başladı. Ankara’nın kentsel dönüşüm yeniden inşa edilmiş örnek yerleşim bölgesi Elvankent semtinde adı ile binası ile ilk olarak öğrenime başlamasıyla yepyeni bir İmam-Hatip Lisesi açıldı.
-Üniversiteye girişte uygulanan katsayı engelinin kaldırılmasından sonra imam hatip okullarına olduğu gibi bu okula da ilgi fazla olmuş.
-Kızım 28 Şubat süreci öncesi henüz orta kısmı faaliyette iken orta kısmında okudu. Orta kısmın son ürünlerindendir. Onun için imam hatip liselerine özel ilgi ve yakınlık duyanlardanım.
-Adını bahsettiğim okula zamanla ziyarete gidiyorum. Öğretmenlik ve yöneticilik geçmişimiz ve meslekdaşlık ortak payda dolayısyla öğretmen odalarında sohbet imkânı bulduk. Müdür, müdür yardımcıları ile uzun sohbetlerimiz oldu.
-Bu uzun yazı yerine röportaj yapmak istemiştim. Ancak yönetici arkadaşlar memuriyetin basına bilgi vermesinin valinin iznine tabi olduğunu söyledikleri için izlenimlerimi yazmakla yetiniyorum.
-İki yıl olmasına rağmen eğitim ve öğretim için bütün temel ihtiyaçların karşılanmış, fizik, kimya laboratuarları tam donanımlı kurulmuş.
-Anadolu lisesi bölümü ve düz imam hatip bölümü var. Herhangi bir Anadolu Lisesinin tüm dersleri yanında ek olarak dini dersler de verilmekte. Taleplere tam cevap verememişler.
-Sanat eğitimi de nitelikli yapılıyor. Müzik dersinde sana müziği, tasavvuf müziği, resim dersinde hat ve tezhip dersleri veriliyor.
-Kız öğrenciler hem başı kapalı hem açık olarak okuyanlar var. Tam özgür bir ortam.
-Özgürlükler açısından örnek bir tablo denilebilir.
-İdareci, öğretmen öğrenci herkesin gözleri ışıldıyor. Mutlukları her hâllerinden anlaşılıyor.

Geçmişin deneyimleri ile özeleştiri yapılmış mı?
-28 Şubat süreci ve sonrasında yaşanan travma aynı zamanda öz eleştiri vesilesi olup olmadığını merak ettim. Evet henüz o travma atılabilmiş değil. Üç kuşak zayi olmuş. Şimdikiler de hâlen biraz tedirgin.
-Öz eleştiri konusunda idareciler kısa bir duraklamadan sonra, “evet özeleştiri yapıyoruz hocam” diye cevap veriyorlar. Sevindirici bir durum. Musibetten ders çıkarmak, ibret almak bağlamında öz eleştiri önemli.

Kısa bir nostalji ve eleştirel bir değerlendirme
-İmam –Hatip okulları iftihar tablosu oluşturacak çok münevver insanların ve şuurlu bir gençliğin yetişen ilim yuvası olarak misyon ifa etmiştir. Devamı olan Yüksek İslâm Enstitüleri aynı işlevi tekâmül ettirdi. 12 Eylül 1980 sonrası YÖK kapsamında klasik ilâhiyat fakültesine dönüştü.
-28 Şubat süreci uygulamalarına kader nokta-i nazarından bakıldığında imam hatip liseleri için şefkat tokatı denilebilir. Kendi çocuğum da imam-hatip tezgâhından geçen birisi olarak kanaatimi paylaşıyorum. Ailemizden iki kardeşim de imam hatip tezgâhından geçmiştir.
-“Beşer zulmeder kader adalet eder” demek bilmem ağır kaçar mı?
-1970’li yılların başında sahneye çıkan Siyasal İslam hareketi ve anlayışını besleyen bir arka bahçe olarak görülmesi ilk başta akla gelen savrulmanın başlangıcıdır.
-Gençliğin hissiyatını okşayan “cihad ruhu” olarak kabul gören yüksek motivasyon rasyonel yaklaşımdan ütopik ve havanın hâkim olmasını netice vermiştir.
-İslâm tarihinde Bedir savaşında namaz için Hz. Peygamberimiz (asm) “küçük cihaddan büyük cihada gidiyoruz” meâlindeki beyanı “cihad” kavramını önceliğin ne olması gerektiğini açık bir şekilde tanımlıyor.
-Büyük cihadla küçük cihad algısının yer değiştirmesi olumsuz sonuçların nedenlerden biridir…
-Büyüklük ile küçüklük yer değiştirmesi aşırılıklara neden olmuştur.
-Nefisle cihadı ihmal edip geniş dairede iktidar kavgasının motive ettiği cihat sloganik içi boş bir harekete dönüşmüştür.
-Genelleme yapmak haksızlık olabilir. Göze çarpan tablo ve hâkim hava maalesef böyleydi.
-Bireysel odaklı inanç, itikat, nefis terbiyesi, ibadet, İslâm âhlakı ve iman hakikatleri davranışlara tam olarak yansımadı. “Tek Yol İslâm” sloganları siyasi isyan olarak algılanmasına neden oldu.
-“Darül harp” gibi düşüncelerin etkisi ve bahanesi ile Cuma kılmayanlar, haramı helâl kılan uçuk aşırılıklar toplumdan soyutlanmaya kadar gitti. Bunların kaynağı imam hatip olmamakla beraber fatura imam hatiplere kesildi. Birileri zaten bahane arıyordu.

Risale-i Nur metodu İmam-Hatip müfredat mantığı ile örtüşür. Ancak?
-Risale-i Nur’a mesafeli kaldılar. “Din umumun malıdır siyasete alet edilmez, din adına da siyaset yapılmaz”diyor Bediüzzaman. En küçük dairedeki en büyük vazife, geniş dairedeki ara sıra gereken küçük vazife ölçüsü esas alınmalıydı.
-Risale-i Nur’un sosyal ve siyasi ilkeleri, müspet hareket yaklaşımı “Siyasal İslam” anlayışının tepkisine gerekçe oldu. Dolayısıyla Risale-i Nur’dan istifadelerine perde olmuştur.
-Ne zaman anladılar Risale-i Nur hareketinin isabetini? Ta ki 28 Şubat’a toslayınca.
-Siyasi hedefler peşinde motive olan gençlik imanın hayata hayat olmasının gereği olan tahkiki imanın neticesi, sünnet-i seniye dairesinde farzlarını, İslâm âhlâkını hayatın her alanına yansıtmak gibi asli görevler ihmal edildi. Dava şuuru yerine iktidar kavgalarını önceleyen bir hava hâkim oldu.

Bugünden sonra strateji ne olmalı?
-Bu gün gençlerin istikamet üzere günahlardan korunaklı bir yaşama biçimi sürdürmeleri çok zorlaşmış. Çok dehşetli bir zamandayız. Okuldaki derslerle yeterli şuur kazanılması için yeterli değildir. İllaki Risale-i Nurlarla gençlerin imanlarının kurtulması ve muhafaza edebilmeleri ile mümkündür.
-Çok kuvvetli bir iman ve imanın hayata hayat olduğu bir şuur sahipleri ancak kendilerini muhafaza edebilirler.
-Nasıl ki Kur’an umum insanlığa gelmiş umuma hitap ediyor. Risale-i Nur da umumun malıdır. Hiçbir cemaat ve cemiyetin tekelinde olmadığını bütün cemiyet ve cemaatler bilmeli. İmam-hatipliler özellikle daha iyi bilmelidir. Dirayetli dirençli dava adamı olmak ancak Risale-i Nur’la mümkündür.
-Bu konuda Risale-i Nur camiası da öz eleştiri yapmalıdır.
-Müfredatın teorik mantığı din ilimleri ile fen ilimlerinin birlikte okutulması gerçeği. Fakat realitede keyfiyetin öyle olmadığıdır. İmam-hatip lisesinde verilen dini ilimlerin çok yüzeysel kaldığıdır. Zira lise müfredatının tüm dersleri yanında ek olarak meslek dersleri.
-Bugün her bir imam hatiplinin hayallerini süsleyen bir idol olarak Başbakan var. Demek İmam Hatip çıkışlı birisi başbakan da olabiliyor kanaati çok etkileyici bir hedeftir.
-Başbakanlık bir sonuçtur. Başak yüksek makamlar da sonuçtur. Konuyu sadece siyasi meşguliyet ve mensubiyetin neticesi olarak değerlendirmek yanılmalara ve hayal kırıklıklarına neden olabilir. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok. İlla herkesin belirli bir deneyim yaşadıktan sonra gömlek çıkarması gerekmez. Nasıl bir gömlek giymek gerektiğine gençlikte karar vermek daha isabetli olur.
-Sonuç olarak İmam-hatip liseleri yakın geleceğin parlayan yıldızlarını yetiştirebilir. “Şu istikbal inkılabı içinde en gür seda İslâmın sedası olacaktır” İnşaallah. İmam hatipler de vesileler arasında hak ettiği yeri alacaktır temennimiz.
 

uður1

Well-known member
Cennet’e davetiye!
25 Kasım 2011 Cuma 08:25
Namaz; ruhlar âleminden kalkıp, ana rahminden yola devam eden insan oğlunun, çocukluktan, gençlikten, ihtiyarlıktan, dünyadan, kabirden, berzahtan, haşirden ve sırattan geçen uzun imtihan seferinde; yokluğa ve ayrılığa, Sâni-i Zülcelâlin taze taze, renk renk, çeşit çeşit, nakış nakış mucizelerini, kudret harikalarını ve rahmet tecellilerini tam bir lezzetle seyir ve temâşaya birer vâsıta hüviyeti kazandıran; ölümü, dünya zindanından cennetler bahçesine ve Rahmânın huzuruna götüren emre âmâde bir at ve burak suretinde gösteren; o uzun ve karanlıklı ebediyet yollarının gıdası, zahiresi, ışığı, nuru, beratı, bileti, senedi ve burağı hüviyetinde bir rahmet tılsımı şeklinde tanımlanır.(Bediüzzaman, Sözler, s.35,36,245)

Namaz; insanın Rabbine en saf, en samimî, en nazdâr, en niyazdâr, en feyizdâr, en bereketli, en sevaplı, en kapsamlı, en değerli, en mükemmel yönelişi, teveccüh edişi, teveccühe mazhar oluşudur.
Namaz; bir iltica, bir yakarış, bir sığınma ve kâinatın Hâlıkına inkıyad, imtisal, intisâp, i’timat ve güvenin mücessem bir ruh hâlidir. Kalp ve kalıbıyla Kâbenin Rabbine yöneliştir.

Çocukluğum, bizim yaşımızdaki bir çok kişinin çocukluğunda olduğu gibi, komşu bahçelerde, dar, tozlu sokak aralarında ve de cami avlularında oynayarak geçti. Mahallemizdeki caminin o yüksek tavanlarını, süslü duvarlarını, hiç birimizin evinde olmayan o ışıl ışıl avizelerini seyrederken hayran kalır, ‘burası dünyadan cennete açılan bir kavşak olmalı’ diye düşünürdüm...Minareler hep aynı vakit aynı mânayı ve mesajı hava zerreleri aracılığıyla tüm varlık âleminin kulaklarında/gönüllerinde/ruhlarında dalgalandırdıklarında, müezzinin gür sesiyle ezan okumaya başladığında, ne işle meşgul olursa olsun, evdeki herkesin saygı ile bir an durup toparlandıklarını, bir kaç kelime duâ mırıldanıp sonra günlük işlerine geri döndüklerini görürdüm hep...

Evimizde işler, ezan ve namaz saatlerine göre ayarlanırdı. Günlük zaman ayarlaması yapılırdı: ''Öğlen namazından sonra yemek yenir, sabah namazı vakti kalkılır, akşam ezanından sonra da her kes evde olur,v.b...”

Bundan dolayıdır ki, minareler-camiler bizim için hep sihirli bir beyan, bir tebliğ, bir mesaj, bir teneffüs olmuştur. Minareler ne zaman ezan sesiyle gürlese, ruhlarımızı kendi iklimlerine çeker, onları kendi dünyalarında dolaştırır, herkesle , onların anlayabilecekleri gönül ve ruh diliyle konuşararak kendilerini ifade eder olmuşlardır.

Bu ezan seslerinin ne mânaya geldiğini, neye/nereye çağırdığını bilenler, her zaman ona koşmuşlardır. Çünkü insanı altın iklimlere taşıyan, Cennet yamaçlarına çağıran ve ''Kâinatta imandan sonra en büyük hakikat olan'' namaza çağırıdır bu sesler.

Âdetâ gök/semâ sofrasında dâvet vardır her vakit...Ve bu ebedî yolun kutlu yolcuları da her dâim Sıbğatullah’a/mâna ve ruh ikliminde boyanmaya can atarak koşarlar.

Yüzlerinde ve kalplerinde, rahmet ve lütfun sıcaklığını hissetmek için, önden giden o şanlı önder/rehber Nebî’nin (a.s.m) arkasından giderler.
Refref’le, asırlar önce, o kutlu yolculuğu cismen ve rûhen gerçekleştiren Rasûl'ün açtığı o nurânî yolu, mi’râc ve yükseliş yolunu takip ederler...

Hele hele o seher vakitlerinde ve imsâkın sökün verdiği demlerde kılınan namazlar yok mu? Seher, incelik emaresi, rahmet kapısının şifresidir. Kalbi yorulmuş bir ihtiyarın merdivenleri çıkarken çektiği zorluk gibi; gaflet ehlinin de, seherde uyanıklığın ifade ettiği mânâyı ve sızlanışları fark edip anlaması da o nisbette zordur...


Hak dostları, gönül ehli ve gönül erleri için seher vakti; cennete kurulan bir köprü, kabre açılan bir nur menfezi, mahşer sıkıntılarını izâle eden bâkiyât-ı sâlihât (kalıcı sâlih/güzel ameller) olacaktır biiznillah...
Peygamberimiz (s.a.v) de ''namaz, mü’minin mi'râcıdır'' dememiş midir? Namazlarımız o yüzden onun mi'racından bir işaret taşır. Başlangıç noktası Mescid-i Haram olan bu yolculuk için bizler de her namazda, kalplerimizi ve yüzlerimizi o yöne çevirmiyor muyuz bu yüzden?

Arzuların aşılması, şifrelerin çözülmesi, zincirlerin kırılması daha çok seher vakti gerçekleşir. Sırların çözülüp, nazara arz edildiği, hesapların sorulduğu, her kesin kendi derdine düştüğü; '' Ey insan! Seni engin kerem sahibi Rabbine karşı ne aldatıp isyana sürükledi?'' gerçeğinin mesuliyetini hatırlattığı andır seher vakitleri....

Seherlerde insan kendisini keşfetme imkânı bulur. Karanlığı delen Ay’ı, Güneş ve yıldızlar gibi, insan ruhuna açılan pencerelerden öteki âlemi seyreder adeta...

Ve bu şuurdaki insan bilir ki;''insan, fıtraten gayet zaiftir. Halbuki, herşey ona ilişir, onu mütessir ve mütellim eder. Hem, gayet âcizdir. Halbuki, belâları ve düşmanları pek çoktur. Hem, gayet fakirdir. Halbuki, hayatın tekâlifi gayet ağırdır.Hem, insâniyet onu kâinatla âlâkadar etmiştir. Halbuki, sevdiği, ünsiyet ettiği şeylerin zevâl ve firâkı, mütemâdiyen onu incitiyor. Hem, akıl ona yüksek maksadlar ve bâki meyveler gösteriyor. Halbuki eli kısa, ömrü kısa, sabrı kısadır. İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir kadir-i zülcelâlin, bir Rahîm-i zülcemâlin dergahına niyaz ile namaz ile mürâcaat edip arzuhal etmek, tevfîk ve medet istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinad olduğu bedâheten anlaşılır.'' (Bedîüzzaman Said Nursî, Sözler s.42)

Namaza alışmış/uyarlanmış ve onunla beslenen insanlar, ona hiç bir zaman doyamazlar. Doymak bir tarafa, her namaz bitiminde ''daha yok mu?'' der, nafileden nafileye koşarlar...

Namazla mi'râca dâvet, belki bizi insafa dâvettir. Bahsedilen nimetlerin hakkını veremeyen bizleri, mi'râclarını hakkıyla yapanların ardından bakmayalım. Bizler de, açtıkları o nurlu yolu takip edelim.Tüm mânevî kirlerimizden namazın o nuruyla temizlenelim.Ve evlerimizi, gece -gündüz Allah'ın (c.c) adının anıldığı Erkam b. Ebi'l-Erkam’ın evi gibi yapalım..

Şehitlere mektup
21 Ekim 2011 Cuma 09:10
Bir yanda doğumlar.. Bir yanda düğünler..
Bir yanda ölümler.. Bir yanda şehitler..
Ölü değildir onlar, diridirler…!
Ey şanlı şehitler, anneleriniz sizleri şehit olasınız diye doğurmadı elbette. Ama kaderde şehit olmak varmış, ne mutlu sizlere…
Sizler böyle yüce bir makama ulaşırken, sizleri şehit edenler utansın. Sizlere kıyabilenler utansın.
Gencecik bedenlerinizi kana bulayanlar, anne-babanıza evlat acısı yaşatanlar, eşlerinizi dul, çocuklarınızı babasız bırakanlar utansın.
Evlerinize ve aynı zamanda bu milletin bağrına bir kor gibi acınızı düşürenler utansın.
Sizin, uğruna canınızı feda ettiğiniz vatanda varsa size sahip çıkmayanlar utansın.
Ama sizler öyle şanslı askerlersiniz ki, milyonların gönlündesiniz...
Bu millet öyle vefalı ki, tüm dualar sizler için dökülüyor cümle dudaklardan…
Ey şanlı askerler, kanınızı dökenler Rabbim’e havale.. Sizler ise, Rabbim’e emanetsiniz…
Gözünüz arkada kalmasın, dökülen hiçbir kan damlası karşılıksız kalmaz!
Ya bu dünyada ya da ahirette..elbet bir gün her kan damlasının cezası görülecektir!
Ve siz üzerinizde o yüce kanlarınız olduğu halde yeniden dirildiğiniz gün, her bir damlanın hesabını bir bir alacaksınız!
Rabbim evlerinize düşen acıyı hafifletsin, ailelerinize sabırlar versin…
Siz ey gencecik şehitler, mekânınız cennet olsun…
Ruhunuza el-Fâtiha..!
 

uður1

Well-known member
Deprem sadece ilahi ikaz mıdır?
26 Ekim 2011 Çarşamba 08:12
Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz
Yunus Emre
23 Ekim Pazar günü düştü haber ekranıma. ‘Van’da 6.6 şiddetinde deprem’(7.2) Medyada çalışmanın en zor olduğu günlerdir bugünler. Bir yerde çatışma varsa önce bizim haberimiz olur. Ölenler, kurtulanlar, şehitler hepsi bir bir düşer ekrana teker teker hikayeleriyle birlikte… Kiminin nişanlısı vardır, kiminin bebeği. Kimi kazak ister anasından, kimi helallik… Okuyucular bu haberleri okuyana kadar önce biz yaşarız o acıyı…
***
Ben ana baba olmayı ailemden gördüğüm kadarıyla bilirim. Ne bir eşim var, ne de çocuğum. Ama baba olmanın, eş olmanın ne demek olduğunu bir kere daha gördüm Pazar günü… Elinde telefon, sağa sola koşturan, bir yandan ağlayan bir yandan yardım isteyen bir baba. “İçerde eşim var, 4 aylık kızım var” diye hıçkıra hıçkıra ağlıyor.
***
Ekrana bir anda düşen onlarca haber arasında takip ederiz hikayeleri. Yunus’u, Mehmet’i Kuran Kursu’nu, AKUT’u, kurtarma ekiplerini, yola çıkan yardımları vs.
***
Bir baba düşünün enkazında altında 7 kızının 5’i ve eşi vefat etmiş, 2’si yaralı… Göz yaşları içinde “ben onları gelin edecektim” diyor.
***
Sonra liseden arkadaşınız, yaşıtınız, 3 Aylık evli Özgür’ün eşiyle beraber vefat ettiğini, vatan evlatlarına ders vermek için Türkiye’nin bir ucundan bir ucuna giden öğretmen, o mutlu insanın enkaz altında kaldığını soğuk bir bilgisayar ekranından okur, şok olursunuz…
***
Sonra o feryat figan sağa sola koşturan babanın 24 saat sonra sevdiklerinin vefatıyla yıkılışını izlersiniz… vs.
***
Şimdi söyleyin ‘Deprem sadece bir ilahi ikaz mı?’
Deprem rahmet değil mi?
Deprem mucize değil mi?
DEPREM İMTİHAN DEĞİL Mİ?
Allah’ın mahluku olan yeryüzü elbette emr-i ilahi altındadır ve depremin insanlığı ikaz eden yönleri de vardır. Fakat özellikle içinde bulunduğumuz hassas dönemde bu hakikatin kullanılma şekli anlam kaymasına uğramaya ve yanlış anlaşılmaya müsaittir.
‘Deprem ilahi ikaz’ ifadesi Kur’an’dan mülhem ve Risale-i Nur’da da çeşitli yerlerde açıklanarak mahiyeti ve anlamı üzerinde tefekkür ettiğimiz bir tespit. Doğruluğu tartışılmaz. Fakat meselenin ‘ilahi’ boyutunu gündemdeki politik tartışmalara kurban vermemek için sabırlı olmak gerekiyor.
Milletin yüreği yanarken, daha vefat eden bir çok kişinin cenazesi kılınmamışken, hala enkaz altından çıkması ümit edilen insanlar varken ve inşallah çıkacakken, ‘Oh olsun’ der gibi (hele böyle bir konjonktürde) ‘Deprem ilahi ikaz’ cümlesini slogan gibi kullanmak anlamlı mı?
Bir hakikati bile söylemenin yöntemini söylemedi mi Bediüzzaman?
Ya da şöyle sorayım enkaz altında 4 aylık bebeğini kaybeden babanın gözlerinin içine baka baka söyleyecek tek bir cümlelik nefesiniz olsaydı, o adamın omzuna elinizi koyup ne derdiniz?
“-Kardeş ‘deprem ilahi ikaz’” mı?
http://twitter.com/emirfatih
 

uður1

Well-known member
Dersim, Kemalizm ve ahlak
30 Kasım 2011 Çarşamba 07:06
İngiliz Hıristiyan yazar G.K. Chesterton’ın bilgece bir sözü vardır. “İnsanlar, neyin kötü olduğu konusunda birbirlerinden pek ayrışmazlar” der. “Ancak hangi kötülükleri mazur görebildiklerine bakınca, aralarında uçurumlar belirir.”
Dersim katliamı tartışmaları, tam da bu yargıyı doğrulayan bir tablo koyuyor önümüze. Ortaya çıkıp da “masum insanlar öldürülmüş, oh canımıza değsin” diyecek kadar alçalan kimse yok tabi. Ama katliamı mazur görenler ve görmeyenler var. Aralarındaki ahlaki uçurum da tam o noktada ortaya çıkıyor.
Katliamı mazur görenlerin gerekçeleri, ahlaki zaafiyet kadar entelektüel sefalet de yansıtıyor. Mesela “her tarihsel olayın kendi şartları içinde değerlendirilmesi gerektiğini” hatırlatarak büyük bir savunma yaptıklarını sanıyorlar. Tamam, her olay kendi şartları içinde değerlendirilmeli de, bu “her eylem kendi şartları içinde doğrudur” demek değil. (Ona kalırsa, Hitler’in, Stalin’in veya Pol Pot’un da “şartları” var.) Dünyada masum insanların kitleler halinde öldürülmesini meşru kılacak herhangi bir “şart” ise yok.
‘Devrimler’in katliamı
Ama bu zatlara bakarsanız var aslında. Çünkü onlara göre “Atatürk devrimleri”, masum insanların hayatından daha değerli. Ulusalcı bir sitede yazan Kemalist bir ideolog, Dersim hakkındaki yazısında, “cumhuriyetin devrimleri yaşama geçirmesi gerekiyordu” diyor ve ekliyor:
“Devrimlerin önünü kesebilecek her türden ortaçağ artığının direncine hoşgörülü olmak olanaksızdı.”
Yani, “Ortaçağ artığı” olarak tanımlanmak, cumhuriyet tarafından öldürülmek için yeter gerekçe. Aynen “şapka devrimi” denen zorbalığa direnen İskilipli Atıf Hoca’nın ve diğer masumların “gerici” oldukları için katledilmesi gibi.
Trajik olan şu ki, Kemalistlere Kemalist dönemin cinayetlerinin neden mazur görülemeyeceğini anlatmak imkansız gibi bir şey. Çünkü zihinlerinde, “Atatürk ilke ve inkılapları”ndan başka bir doğru-yanlış ölçüsü yok. Bir şey Atatürk tarafından yapıldı ise, o şey zaten tanımı gereği “doğru” olmuş oluyor.
Çünkü standart Kemalist zihin, kendisine Kemalizm’i sorgulatabilecek ahlaki kıstasları zaten kategorik olarak reddediyor. İslam kültürünün “şeriat”, “kul hakkı”, “mazlumların âhı” gibi değerleri, “Ortaçağ karanlığı” diye lanetlenmiş durumda. Modern Batı’nın “insan hakları” ise, Sevr’i hortlatmak isteyen emperyalistlerin oyunu sayılabiliyor. Geriye, kala kala, “görelim Atamız neylemiş, neylediyse güzel eylemiş” diyen bir zihniyet kalıyor.
CHP’nin devleti
Bu zihniyetin Dersim’i aklamak için ürettiği diğer argümanlar da çürük.
Örneğin, “katliamı CHP yapmadı, devlet yaptı” diyorlar. İyi de o dönemde devlet ve CHP özdeş zaten. Bu yolla CHP’yi temize çıkarmak ise “Stalin’in katliamlarını Komünist Parti yapmadı, Rus devleti yaptı” demek kadar ikiyüzlü.
Bir diğer ikiyüzlülük, dönemin başvekilinin Celal Bayar oluşundan hareketle olayın sorumluluğunu Demokrat Parti’ye atmak. Oysa Bayar, tam da CHP zihniyetinden ayrıştığı için DP’ye öncülük etmiş, Dersimliler de bu sebeple 1950’de DP’ye oy vermişti. DP’yi DP yapan ise Bayar değil Menderes’ti. 27 Mayısçı katiller, bu yüzden Bayar’ı değil Menderes’i hedef aldılar.
“En iyi savunma saldırıdır” mantığıyla öne sürülen “siz asıl Madımak’ın hesabını verin” argümanı da yanlış. Çünkü, evet, muhafazakar Sünni kesimin Madımak katliamıyla ve Alevi-karşıtı önyargılarla yüzleşmesi şart. Ama Madımak, devlet eliyle ve reis-i cumhur kararıyla işlenmiş bir suç değil ki; faillerinin çoğu tutuklandı, yargılandı ve mahkum edildi.
Ama Dersim’in failleri hala yüceltiliyor. Onlarla yüzleşip “kral çıplak” diyebilmek içinse, her şeyden önce siyasi ahlak gerekiyor.
Star

Sürü içerisinde eşref-i mahlûkat
15 Eylül 2011 Perşembe 08:00
‘Sürü içinde’ tabiri, dışarıdan bakıldığında kulaklarımızı tırmalasa da, kibrimizi okşasa da, haklılık payı çok yüksek bir gerçekliktir. Sürü her yerde, her toplulukta ve her insanın zihninde vücut bulur.
Bir sürüye mensup olanlar ne yaparlar? Kapı açılıp “yürüyün” komutu gelince, yürürler, sabahtan akşama kadar bedenlerinin hizmetçiliğini yapıp; yer, içer ve yatarlar. Ve o türün bütün örnekleri, daha önce yapılan bu işi aynı şekilde devam ettirirler. Üstelik topluca… Sürüler halinde… Zaman, mekan, yaş farkı tanımadan. Aralarından hiç biri ;”ben bu gün otlamak istemiyorum. Yıldızları seyretmek istiyorum” demez.! Demiyor ve demeyecek de! Aralarından biri “ ben bu gün bu ırmağın kenarında otlanıp sulanmak yerine, bu güzel manzarada çiçeklerle böceklerle hayat kuracağım, onlarla konuşacağım” demez, diyemez! Veya topluca “biz neden yaratılmışız, yaradılış amacımız ne?” diye bir soru yöneltmezler kendilerine. Bu iş, yüz yıllardır aynı. Ye iç yat ve sağıl!
Bizim farklılığımız nerede???
Peki; insanlar ne yapar, onlar ne âlemde? Biz de belli bir zümrenin, toplumun içinde yaşarız. Toplumun genel geçer kurallarına uyarız. Genel olarak aynı işi yaparız. Gece yatarız, sabah bin bir zorlukla uyanırız, çalışırız ama çok çalışırız. Gündüz; akşamki yemeği ve hasret kaldığımız uykuyu düşünürüz. Gece; yarınki monoton hayatı düşünürüz. Tabi bize monoton gelmez hayat. O kadar uyanık değilizdir. Rüya âlemine bile dünyevi işleri karıştırıp aklımızdaki bütün meseleleri o âleme taşırız. Bunu isteyerek yapmayız. Zira rüyalarımıza yerleştirecek manevi âlemleri yakalayamayız.
Gel gelelim dualarımıza. Başlı başına ele alınacak bir konu olabilir. Ama söylemeden geçemeyeceğim. Bizler dua ettiğimizi zannedip duruyoruz uzun süredir. Dua ederken bile; araba, iş, eş, ev istiyoruz! Tabi zamanı değerlendirmek için bunu bir de kırk kere söyleyip garantiliyoruz. Nasıl bir keşmekeşin içerisinde çalkalanıyoruz. Dua bir müminin sadece maddi isteklerinden mi ibarettir yahu? Bu kutsal yüce varlık bu kadar kısıtlamak için kendini üzerine para mı veriyordur, nedir? Yakarıştır o. Sohbettir. Zikirdir. Anlık isteklerin aracı değil, daimi maneviyatın anahtarıdır.
İnsanoğlu ne hazindir ki bunlardan habersiz olmayı yeğleyerek, sürü içerisinde yaptığı bu tekdüze davranışlardan sıkılmaz vaziyette (?) devam eder yaşamaya. Sıkılır da, üstünü kapatır. Hiç düşünmemiş gibi yapar. Ve sürüye uygun hareket etiğinde, kendini rahat hisseder. Farklı olmaktan korkar. Monotonun dışına çıkmaktan, gündelik işlerin dışında hareket etmeyi irdelemekten çekinir. Sürünün vereceği tepkiden, sürüden dışlanmaktan çekinir.
Aslında insan gibi yaşamaktan ürker. Peki, korkulan şey nedir?
Öğrenmeye, sorgulamaya iten güç olmasın mı? Şöyle bir hayal edin; kendinize bakın, çevrenize bakın. Biz, gerçekten öğrenmekten korkan bir topluluğuz. Ama neden? İlk önce, öğrenmek için harcanacak çabadan, emekten, korkarız. Enerji kaybını gözümüzde büyütürüz. Oysaki yeni bir şeyler öğrenmek, vücudumuza her gün alışılmışı yaptırmaktan daha kolaydır. Bu aşamayı atlatınca, insan sorumluluk taşımaktan ürker. Bilir; bu yaptığı çok farklı, herkes gibi değil! Bu aşamayı da atlatınca, mesuliyet duygusu ve yol ayrımı çıkar insanın karşısına. İnsan bildiğinden mesuldür. Bu, çok ağır bir sorumluluk olarak gözükür insanın gözüne. Oysaki dağların, denizlerin, meleklerin üzerine almaya korktukları “Allah’ın Halifesi” sıfatını, O’nun tecelligahını almayı kabul edip, insan olmuştur (tabi bunu Rabbi istemiştir). Meleklerin secde ettiği, onların bile ulaşamayacağı makamlara ulaşmaya adaydır insan!
İnsan, öğrendiğini anlatmaktan, bildiklerini hayata geçirmekten asla vazgeçmemeli! İşte; bir yol ayrımı daha çıkıyor insanın karşısına! Ya öğrendiklerini bilmiyormuş gibi yapıp, o sıkıcı hayata tekrar döneceksin. Ya da, o sürüdekilerden farklı olup, kademe atlayacaksın. Öğreten olacaksın, öğrenmeyi bırakmadan! Alışverişi karlı olarak yapacaksın… Ayette de öyle demiyor mu; “Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu!”Maddi, geçici makamlarda derece atlamayı başarı sayan ve dünya hayatında farklı olmayı göze alıp, bu dünya ve öteki âlemde cenneti yakalamayı reddediyor. Başarısızlık, salaklık, hatta ve hatta delilik olarak görüyor. Mevlana’ya dans hocası, Bistami’ye kâfir, Şems’e münafık diyenler… Peygamber efendimize hâşâ “deli, sihirbaz” diyenler, aynı insanlar değil miydi? Aynı sürü değil miydi?
İşte insanoğlu! O’nu, öğrenmeye iten gücü umursamayarak, (sürüsüne)meydan okumayarak, hayatını geçirmeye çalışan aciz bir yaratık. Kendisine “sürü” tabirini yakıştırmaz, yakıştıramaz. Keşke onlar kadar vazifemizi yapabilsek… En azından onlar yaradılışlarının hakkını veriyorlar. Ne öğretilmişse onu yapıyorlar. Ne İsteniyorsa onu veriyorlar. Ya insanlar? Niye yaratıldığını bilen ne kadar insan var acaba? Yaratıcının, insanoğluna verdiği değerin, bahşedilen nimetlerin ne kadar farkında acaba? Nefes alıp verirken beynine giden oksijenden haberi var mı? Bize verilen ve istenenlere karşı, biz ne yapıyoruz, neredeyiz, nasılız? İlerde “Keşke toprak olsaydım.”dememek için, iyi düşünmek gerekir. Öğrenmekten, öğretmekten kaçmamak gerekir. Yaradılışımıza, mizahımıza uygun hareket edip, yaratıcımıza bunun şükrünü eda etmemiz gerekir. Bunun yolu da; korkuyu geride bırakıp, öğrenmek için adım atmaktan geçer. Öğrendiklerini hayata geçirip, gelecek nesillere aktarmaktan geçer. Bunun için de, önce sürüden ayrılmak, hayatı yeniden sorgulamak ve deliliğe ulaşmak gerek…
Sürüden ayrılma zamanımız gelmedi mi???
 

uður1

Well-known member
Bir özür de Ayasofya için gerekmez mi?
28 Kasım 2011 Pazartesi 06:32
Tarihimizin en karanlık bölümü, ne acıdır ki en yakın olanı. Yakın tarihimizin büyük bölümü yeniden aydınlatılmaya muhtaç. Başbakan Erdoğan'ın açıkladığı Dersim belgeleriyle başlayan tartışma, yakın tarihimizle yüzleşme için kapıyı aralamış gibi görünüyor. Resmi tarihe göre Dersim bir "isyan"dı, şimdi ise "katliam". Gerçeğin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkabilmesi için tüm arşivlerin açılması, siyasilerden çok tarihçilerin meseleye el atması gerekiyor.
Evet Dersim tartışması yakın tarihimizle yüzleşmemizi sağladı. Ancak yakın tarihimizin, özellikle CHP'nin tek parti döneminin yüzleşilmesi gereken tek olayı değil Dersim... İstiklal mahkemeleri, İskilipli Atıf, Said Nursi, Türkçe ezan, Kur'an öğretenlerin çektikleri acılar, yıkılan camiler... "Hepsi mazide kaldı, bunları yeniden hatırlatmanın kime ne faydası var?" diye sorabilirsiniz. Ama mazide kalmayan, hâlâ devam eden bir acı daha var. Ayasofya...
İstanbul'un Müslümanlar tarafından fethinin simgesi Ayasofya Camii... Osmanlı dönemindeki adıyla Fethiye Camii... Osmanlı'nın son günlerinde, İstanbul işgal altındayken bile minarelerinden ezan sesi susmayan, İzmir'in düşman işgalinden kurtulduğu gün dönemin padişahınca mevlidler okutulan Ayasofya Camii hâlâ ibadete kapalı.
Gelin önce, Ayasofya Camii'nin müzeye nasıl çevrildiğini şöyle bir hatırlayalım. Ayasofya'nın müze yapılmasına kadar varan süreç, Sultan Abdülmecid döneminde Fossati tarafından yapılan restorasyonla başlar. Bu adımı, 1931 yılında Harvard Üniversitesi Bizans Enstitüsü kurucusu Thomas Whittemore'a verilen mozaikleri ortaya çıkarmaya yetkisi takip eder.
1934 yılında camideki çalışmaları inceleyen Maarif Vekili Abidin Özmen, mabed dışındaki kısımlarının perişanlığını görüp, bu yerlerin ihya edilip, bir müze halinde halka açılması fikrini Atatürk'e açar. Atatürk'ün talimatıyla İstanbul Müzeler Müdürü Aziz Ogan başkanlığında 9 kişilik bir heyet kurulur. Heyette Tahsin Öz, Efdalettin Tekiner, Prof. Osman Ferid, Alman Prof. Erkhard Ungar gibi isimler görev alır. Ayasofya'yı inceleyen heyet, 27 Ağustos 1934 tarihinde bakanlığa sunduğu raporda, ibadet kısmının kapatılıp Bizans Asarı Müzesi haline getirilmesini önerir. Ne acıdır ki, ibadet kısmının kapatılması fikrine heyetten sadece Alman Profesör Erkhard Ungar itiraz eder.
Maarif Vekâleti, Bakanlar Kuruluna yazdığı 14.11.1934 tarihli yazısında: "... eşsiz bir mimarlık sanat abidesi olan İstanbul'daki Ayasofya Camii'nin tarihi vaziyeti itibariyle müzeye çevrilmesi bütün şark alemini sevindireceği ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle, bunun müzeye çevrilmesi..." teklifinde bulunur. 24 Kasım 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı ile Ayasofya Camii müzeye çevrilir. 1 Şubat 1935 tarihinde müze olarak açılışı yapılır.
Ancak bakanlar kurulu kararı, fiziki özellikleri ve altında yer alan Atatürk imzasındaki çelişki nedeniyle hâlâ tartışma konusu. Belgenin birinci sayfasında Kararlar Müdürlüğü, ikinci sayfasında Muamelat Müdürlüğü antetli kağıt kullanılır. Bugüne kadar, konuyu inceleyen araştırmacıların iddialarına göre, kararname 24 Kasım 1934 tarihli ve 1589 sayılı. Halbuki 22 Kasım 1934'te çıkan en son kararname numarası 1590-1606 arasında. Ayasofya kararnamesi bu tarihten iki gün sonra çıkarılmış görünüyor. Dolayısıyla kararnamenin numarası 1606 sayısını takip eden bir sayı olması gerekiyor. Oysaki kararnamenin numarası, tarihi sonra; sayı numarası ise daha önceki tarihlere ait. Bu nedenle kararnamenin gerçek olup olmadığı hâlâ tartışılıyor.
Bir başka tartışma konusu ise belgenin altında bulunan Cumhurbaşkanı Atatürk'e ait imzayla ilgili. 24 Kasım tarihli kararnamede "K. Atatürk" imzası bulunuyor. Soyadı kanunundan önce Gazi Mustafa Kemal imzasını kullanan Atatürk, K. Atatürk soyadını ise ancak 27 Kasım 1934'ten itibaren kullanıyor. Tarihçiler, Atatürk'ün üç gün öncesinden bu imzayı kullanmasının mümkün olmadığını belirtiyorlar.
Gazeteci Ziyad Ebuzziya'nın anlattığı şu olay da, kafaların karışmasına neden oluyor: "Ayasofya işini inceleyen komisyonun cami kısmını da müzeye çevirmek teklifinde bulunduğu Bab-ı Ali'de duyulmuştu. Komisyon'un bu yersiz ve üzücü düşüncesinin, hükümetçe ne dereceye kadar benimsendiğini öğrenmek üzere Velid Bey, beni Maarif Vekili ve Dahilliye Vekiline gönderdi. Abidin Özmen Bey'i (Maarif Vekili) ziyaret ederek Ayasofya hakkında, vekaletinin tasavvurlarını sordum. Rahmetli Ayasofya'nın ibadete kapatılmasının söz konusu olup olmadığını sorunca, irkildi ve 'İbadete kapatmak mı? Komisyon çizmeyi aştı. Böyle münasebetsizlik olur mu hiç? Ayasofya camidir, aynı zamanda da müze olacaktır. Maksat budur.' dedi. Vekilin bu sarih teminatına rağmen endişeliydim. Kendisi Atatürk'ün yakını değildi. Buna mukabil, o sırada dahiliye vekili olan Şükrü Kaya Bey ise, Atatürk'ün yakınıydı. Kendisine gittim. Aynı suali sordum. Rahmetli Şükrü Kaya Bey de 'Kesinlikle söz konusu değil.' dedi ve ilave etti: 'İbadet bölümünü Bizans müzesi yapmak fikrine Atatürk fena halde kızdı.' dedi."
Sözkonusu Bakanlar Kurulu kararının Resmi Gazete'de yayınlanmaması, Sicilli Kavanin, Düstur ve Kanunlarımız gibi devletin resmi diğer kayıtlarında da izine dahi rastlanmaması ilginç bulunuyor. Anlayacağınız, Bakanlar Kurulu kararı nerede belli değil.
Araştırmacılar, Ayasofya'yı müzeye çeviren Bakanlar Kurulu Kararı'nın hukuki olmadığı görüşünü belirtiyorlar. Ayasofya vakıf malı ve vakfiyesi de Fatih Sultan Mehmet'e ait. 19 Şubat 1936 tarihli tapu senedine göre, Türkiye Cumhuriyeti tapu kayıtlarında bu gayrimenkul 57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fatih Sultan Mehmet Vakfı adına "Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseyi Müştemil Ayasofya-yı Kebir Camii Şerifi" vasfı ile cami olarak tapulu. Vakıflar Genel Müdürlüğü Emlak Dairesi Arşivi'ndeki 1967 tarihli İstanbul Mazbut Hayrat Kütük Defteri'nde de bu mekan cami olarak kayıtlı bulunuyor ve sahibi Fatih Sultan Mehmet. Ancak kararname ile, Ayasofya vakfıyesinde yazılan açık hükümlere rağmen amacı dışında müzeye çevriliyor.
Başında Fatih Sultan Mehmet'in mührünün bulunduğu Ayasofya Vakfiyesi, 63.5 metre uzunluğunda. Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü'nde bulunan vakfiye, 1950'de bir sergi için İngiltere'ye götürülüyor. Ancak, büyük zarar görüyor. 5 metresi yırtılmış olarak ülkeye geri dönüyor.
İşte Fatih Sultan Mehmet'in Ayasofya Vakfıyesi'nden bir bölüm:
"İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya'yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camii'nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar. Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allâh'ın, Peygamber'in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyyen laneti onun ve onların üzerlerine olsun; azapları hafiflemesin; haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allâh'ın azabı onlaradır. Allâh işitendir, bilendir."
Başbakan Erdoğan'ın tam da Dersim çıkışını yaptığı günlerde, yani 24 Kasım 1934'te çıkartıldığı söylenen tartışmalı bir kararname ile Ayasofya müzeye çevriliyor. Hazır Dersim arşivlerinin açılması gündemdeyken, Ayasofya arşivlerinin de açılması çağrısında bulunuyoruz.
Gerçekten arşivlerde böyle bir kararname var mı? Belgedeki Atatürk'ün imzası gerçek mi? Ayasofya'nın mülkiyeti kimde? Alınmış bir karar varsa bu ne kadar hukuka uygun? Bunca tartışmaya rağmen neden hâlâ Ayasofya Camii ibadete açılmamaktadır? Önünde hangi engeller vardır? Batılı ülkelerde Ayasofya'yı yeniden kilise yapma gayretlerine ve Avrupa Parlamentosu'nda bu yönde karar çıkartma çabalarına rağmen, neden hâlâ bir adım atılamamaktadır?
Geliniz, Dersim için özür dilerken, bir özrü de Fatih Sultan Mehmet Han'dan dileyelim. Vakfıyesine uyup, Ayasofya'nın zincirlerini kıralım.
Milli Gazete

Dersim'den alnımızın akıyla çıkmak
28 Kasım 2011 Pazartesi 07:01
Aslında ilk adımı atan CHP milletvekili Hüseyin Aygün. Zaman muhabiri Habib Güler'e verdiği demeçte Dersim katliamını sorguluyor ve yaşanan faciadan o günkü tek parti yönetiminin (CHP yönetiminin) sorumlu olduğunu beyan ediyordu.
Tunceli milletvekili (aynı zamanda araştırmacı) Aygün, elde ettiği bilgi ve belgelere dayanarak, "Atatürk'ün haberi vardı." diyor. Söylenen sözde bir yanlışlık yok. Gerçeği bir CHP'li vekilin (üstelik genel başkana akraba olan bir vekilin) dile getirmesi, CHP için bir kazanç da olabilirdi. Ne yazık ki heba edildi ve CHP, tarihî bir fırsatı daha tepmiş oldu.
Parti içindeki muhalif kanat, Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu'ndan kelle isterken, Başbakan Tayyip Erdoğan, çok doğru bir hamle yaptı. Arşivlerdeki belgelerin bir kısmını açıkladı ve devlet adına özür diledi. Dersim inisiyatifini CHP'nin elinden aldı. Oysa CHP'nin başında Dersimli bir genel başkan vardı ve cesur bir duruş sergileyerek, kamu vicdanını rahatlatacak bir sorgulamaya imza atabilirdi. Maalesef öyle olmadı. Önce tereddüt, sonra sistemle karşı karşıya gelme telaşı yine CHP'nin kayıp hanesine yazıldı.
Şimdi mesele başka bir mecraya doğru sürükleniyor. Daha düne kadar Dersim üzerinden kısık bir ses tonuyla oy devşirip Alevileri etkileyen güçler, şimdilerde Dersim kelimesini ağzına alamıyor. Hatta bambaşka tartışmaları gündeme getirerek statükonun devamı için kendini paralıyor. Neymiş? Tayyip Erdoğan, PKK ile görüşülürken "Devlet görüşür." diyormuş da, Dersim söz konusu olduğunda, "CHP yaptı." diyerek başka bir hedef gösteriyormuş. Bu önermenin temelindeki, katliamı meşru gösterme çabası resmen sırıtıyor. 'PKK ile devlet kurumları adına görüşmek' nerede, 'devlet adına bir şehirdeki sivil insanların üzerine bomba yağdırmak' nerede? İnsaf!
Devlet, isyan çıkaran kişiler ya da kitlelerle tabii ki mücadele eder. Ancak hiçbir gerekçeyle devlet, sivil ve masum insanları öldüremez, isyanla ilgisi olmayan kişileri ibret-i alem için sürgün edemez. 90'lı yıllarda PKK ile mücadele ediyorum diye oradaki halka zulmedenlere de bu yüzden karşı çıkmak gerekiyordu. Kaldı ki, Dersim'de psikolojik bir harp metodu uygulanarak şartlar devletin müdahale etmesine müsait hale getirilmiştir. Ajanlar, provokatörler, tahrikçiler, saflar... Bunların hepsi de vardır o meş'um hadisenin içinde.
Yabancı parmağı da karışmıştır; eyvallah. Lakin insanların itiraz ettiği nokta bu değil. İtiraz şuraya: Devlet, hukuku askıya almış ve sivil insanların ölümüne ferman kesmiştir!
İşin içinde Atatürk, İnönü, Fevzi Çakmak, Celal Bayar vs. var diye yaşananları örtbas etmek dürüst bir tavır sayılamaz. Tarihe mal olmuş şahsiyetleri korumak için efsanelere sığınmak da yanlış, gerçekleri örtbas etmek de. Tarihle hesaplaşmak, öç almak için değil; aynı hataların bir daha yaşanmaması için yapılır...
Aleviler, bir gerçeği artık net görmeli: Dersim olayının bütün boyutlarıyla konuşulmasını isteyen 'Sünniler', o gün yaşanan acıları yüreğinde hissediyor. Bu tutum, basit bir siyasi manevra ile açıklanamaz. Öteden beri Aleviler üzerinden ahkam kesenlerin kartondan kaleleri yıkılıyor. Alevilerin de benzer zulümlere aynı duyarlılık içinde yaklaşması, İstiklal Mahkemeleri'nde insanların bir hiç uğruna idam edilmesinden tutun, Bediüzzaman'ın onlarca sene bitmeyen sürgün ve hapis hayatına kadar, yaşanan bütün acı hadiselere karşı tavır alması gerekir. Şayet bir daha devlet adına halk kitlelerine zulüm yapılmasını istemiyorsak, devlet otoritesini kullanan kişilere bu mesajı çok net vermek zorundayız. Alevi'siyle, Sünni'siyle, Kürt'üyle, Türk'üyle, Müslüman'ıyla, gayrimüslimiyle şunu demeliyiz: Devletin insanlar arasında ayırım yapması, onlara psikolojik harp taktikleriyle tuzak kurması, suçluyu suçsuzdan ayırmaksızın onları sindirmesi geçmiş asırda kalmıştır. Bir daha asla!
Dersim, bir samimiyet sınavıdır. İskilipli Atıf Hoca'nın hukuksuz bir şekilde idamı, takrir-i sükûnla insanların sindirilmesi, Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey'in tuzağa düşürülerek katledilmesi, 6-7 Eylül komplosuyla gayrimüslimlerin darmadağın edilmesi... Onlarca senedir süregiden derin operasyonların mağduru durumunda gözükenlerin derin yapıdan medet ummasını Ergenekon davası sürerken yakından gördük. Dersim tartışmalarında da aynı refleksler göze batıyor. Oysa Türkiye, şeffaf bir ufka ulaşabilmek için bu karanlık tünelden geçmek zorunda...
Zaman

Devrimci olmak zorunda mıyım?
29 Kasım 2011 Salı 07:00
Cumartesi günü Başbakan Erdoğan'ın Dersim temalı konuşmasını devasa bir Atatürk resmi önünde yapmasının "trajik" bir durum olduğunu yazmıştım.
Çünkü Başbakan, il başkanları toplantısında, "tek adam, tek parti" dönemi CHP'sine yükleniyordu. Ancak bu konuşmayı tam da eleştirmekte olduğu CHP'nin kurucusu ve Dersim tenkilinin siyasi sorumlusu önünde yapıyordu.
Yani Vesayet Rejimi görselleşmiş bir halde karşımızda duruyordu.
Peki, bu trajik durum sadece bir resimle mi oluşuyor? Yani o resmi oradan kaldırsak, sorun bitecek mi?
Hayır, bitmeyecek. Çünkü "Ordunun siyasetçiler üzerindeki egemenliği" anlamına gelen Vesayet Rejimi, kanunlara da sızmış durumda.
Örneğin Siyasi Partiler Kanunu... 1983'te yürürlüğe giren... Yani 12 Eylül 1980 darbesini yapan cuntanın eseri olan bu kanun 1982 Anayasası'nı andırıyor: Bazı değişiklikler yapılmasına rağmen, özü dimdik ayakta.
***

Mesela kanunun 4'üncü maddesi şöyle diyor:
"Siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır. Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı olarak çalışırlar."
("İnkılapları" şimdilik bir yana bırakalım...) Partilerin Atatürk ilkelerine bağlı olarak çalışması... Olacak iş mi?
"Atatürk ilkeleri" nedir? CHP'nin simgesi olan '6 Ok'tur!
Yani: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Halkçılık, Laiklik, Devletçilik, Devrimcilik...
Kenan Evren cuntasının yaptığı kanun, demokrasiden söz ediyor ama bütün partilerin CHP ilkelerine göre çalışmasını emrediyor!
Kardeşim ben bu çağda Devletçi olmak zorunda mıyım? Devletçiliği reddedip Serbest Piyasayı savunamaz mıyım? Yine bu çağda Devrimci olmak zorunda mıyım? İnsanları zorlamayan türde bir değişimden (evrimden) yana olamaz mıyım?
***

Gelim Kanun'un 85'inci maddesine:
"Siyasi partiler, Türk Milletinin Kurtarıcısı, Türkiye Cumhuriyetinin Kurucusu Atatürk'ün şahsiyet ve faaliyetlerini veya hatırasını kötülemek veya küçük düşürmek amacını güdemez ve buna yol açabilecek davranış ve faaliyetlerde bulunamazlar. Parti adları ile amblemlerinde Atatürk'ün adını veya resmini kullanamazlar."
Şu hale bakın: Diğer tüm partilerden CHP'nin kurucusunu eleştirmemeleri isteniyor! Böyle şey olur mu?
CHP oy toplamak için, kurucusu olan Atatürk'ün adını sonuna kadar kullanacak. Ama diğer partiler onların bu siyasetine gıklarını çıkaramayacak. 1923-1938 döneminin günahlarla dolu olduğunu bileceğiz ama görmezden geleceğiz. Susacağız.
***

Siyasi Partiler Kanunu elbette havada durmuyor. Dayanağı Anayasa'nın "Başlangıç" bölümü ve değiştirilemez ilk üç maddesi...
CHP'lilerin, Anayasa Uzlaşma Komisyonu çalışmalarına başlarken "Bizim kırmızıçizgilerimiz var" demeleri boşuna değil. Diğer partilerin CHP ilkelerine uymaları işlerine geliyor.
Çünkü Anayasa'nın "Başlangıç" bölümü, kısaca ifade edersek, "Atatürk milliyetçiliğinden ve ilkelerinden ayrılamazsınız" demekte.
***

Ben "siyasi hayat kuralsız olsun, herkes kafasına estiği gibi davransın" demiyorum elbette.
İyi de, siyaseti ve partileri, Atatürk'e endekslemek... Daha doğrusu Atatürk adına konuşanların çıkarlarına bağlamak, kural oluşturmak değil ki!
Kurallar, ilkeler ve yasaklar "soyut" olur. Halbuki biz Anayasasında ve kanunlarında "özel isim" üzerinden zorla yönlendirmeler ve yasaklar getiren üç ülkeden biriyiz. Diğerleri: Kuzey Kore ve İran...
AK Parti'nin gücü kendi başına Anayasa yapmaya yetmiyor. Peki, bu gerici kanunları niye değiştirmiyor?
Sabah
 

uður1

Well-known member
Davutoğlu: Bir neslin imtihanı
29 Kasım 2011 Salı 06:35
24 Kasım akşamı Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile SETA Vakfı'nın organizasyonunda, yaklaşık 6 saat beraber olduk.

Bir kısım yazar ve sivil toplum temsilcisi ile... Bu sürenin büyük kısmında Bakan konuştu. Kısa bir bölümü ise soru ve değerlendirmelerle geçti.
Bakan, çok açık yürekli değerlendirmeler yaptı. Bu uzun değerlendirmeden düzenli bir makale çıkarmak istemiyorum. Sadece -o da birebir Sayın Bakan'ın ifadeleri olmamak üzere- bazı cümleler aktaracağım. Şunu söyleyebilirim ki bu cümlelerin her birinin altında çok geniş bir açılım mevcut. Tüm sohbeti özetleyecek bir söz nakletmek gerekirse, Bakan'ın "Bu, dış politika meselesinin ötesine geçti, bir neslin imtihanı bu" sözünün altını çizebilirim.
İşte şöyle notlar aldım Davutoğlu'nun gecedeki konuşmasından:
-Tarihi süreci doğru zemine oturtmak lazım.
-Tüm coğrafyada yeni bir devrim süreci yaşanıyor. Eskinin tasfiyesi, yeninin inşası...
-Türkiye'nin misyonu: Yüzleşme ve çözüm bulma.
-Sistem arayışında Müslüman azınlıklar konusunu dikkate almalıyız. "İslam dünyası" dediğimiz olgunun üçte biri azınlık Müslümanlar'dan oluşuyor. Mesela Hindistan'da nasıl bir sistem kurulmasından yanayız? Köktendinci Hindu ya da Katolik yönetimi mi seküler yönetimler mi?

Önümüzdeki talep yığını

-Türkiye'nin önünde müthiş bir talep yığını var.
-Problemler ne tek bir hükümetin ne de kişi veya cemaatin altından kalkabileceği gibi değil.
-İki temel ilke:
1. Değişimin yanında yer almak.
2. Türkiye'de savunduğumuz ilkeleri diğer ülkelerde de savunmak.
-Arap gençliği ayağa kalktı ve o gençliğe saygı duymalıyız.
-Mümkün olan en az kanın dökülmesi için çaba göstereceğiz.
-Bu hareketler en büyük gücünü doğallığından alıyor.
-Eğer tarihin akışını doğru okuduğumuza inanıyorsak, politikamızda musır olmalıyız.
-Yaşadığımız sancılı bir normalleşme sürecidir.
-Gelecek gecikti.
-Bütün bu değişimin omurgası Mısır'dır.
-En zor sınav ise Suriye'dedir. 9 yılda 62 kere gitmişim Suriye'ye...
-Başbakan "Biz yeni Kerbela'lara izin vermeyiz" dedi. İran'ın da "Biz yeni Hama'lara izin vermeyiz" demesi lazım.

Kazımiye-Azamiye

-İran Dışişleri Bakanı'na, "Irak'ta önce Kazımiye, ardından Azamiye camiine gidelim birlikte" dedim.
-İslam dünyasındaki en önemli arayış, başarı hikâyesi.
-Toplumu dönüştürecek olan sivil toplumdur. Siyasi kadronun yapacağı şey özgürlük alanı açmaktır.
-Eğer bütün ülkelerde serbest seçimle yönetimin belirlenmesi mümkün olursa, "Halk hayırda birleşir" yaklaşımı gereği doğruya varılır. Bu sistem bir kere dönüşürse işler yoluna girer.
-İslam coğrafyasında 4 ilke önemli:
1. En üst düzeyde siyasi diyalog.
2. Karşılıklı ekonomik bağımlılık.
3. Çok kültürlülük. Çok dinli, çok etnisiteli bir yapı.
4. Bu zemin üzerinde bir güvenlik düzenlemesi.
-Ülke yönetiminde eğer talimatlar net ise bütün birimler buna uyarlar.
-Kudretli devlet imajı toplumun ve yönetimin her kesiminde bir özgüven oluşturuyor. Bu da herkesi memnun ediyor.
-Hacca gittim. Biraz içimi dinlemek istedim. Tavaf sırasında koluma yapışıp gözyaşları içinde Suriye için bir şeyler yapılmasını isteyenler oldu. Suriye yönetiminden razı olan bir tek kişiye rastlamadım.
Gecenin 03.00'ünde bitti toplantı. Bakan, sabah 08.30'da İtalya Dışişleri Bakanı ile görüşecekti. Bizden ayrılırken sohbete başladığı sıradaki kadar diri idi. Dedi ki tebessümle: "Bünyeme dayanacaksın diyorum, o da söz dinliyor." Ne diyelim, Allah güç kuvvet versin, nazardan saklasın.
Bugün

Hz. Hüseyin’i sevdiğimiz kadar dedesini de sevmeliyiz
30 Kasım 2011 Çarşamba 07:01
Sizce de garip değil mi?
Kim, Efendiler Efendisi (s.a.v.) kadar torunu Hz. Hüseyin Efendimizi sevebilir ki?
Kim, Hz. Ali Efendimiz ve Fatıma Anamız kadar, evlatları Hz. Hasan ile Hüseyin’i sevebilir ki?
Kim, Peygamber Efendimizi (s.a.v.) Hz. Ali Efendimizi, Hz. Fatıma Anamızı, Hz. Hasan ile Hüseyin’i birbirlerinden daha çok sevebilir ki?
Bu sorular, Müslümanca düşünmek isteyen insanımızın kafasındaki meselelerin netleşmesi için bir paylaşımdır.
*
Efendimiz (s.a.v.) buyurular ki, “Ben ilim şehriyim, Ali de bu şehrin kapısıdır.”
Hz. Ali Efendimiz, Peygaberimizin damadıdır ve Allah’ın aslanıdır. Dokuz yaşında Efendimiz için ölümü göze alan bir yiğittir.
Hz. Ali Efendimiz; kendisinden önce İslam halifeleri olan ve Efendimiz (s.a.v.)’in can arkadaşları, İslam’ın ilk kahramanları, Peygamberimiz uğruna; mallarıyla canlarıyla mücadele etmiş; Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman zamanında, üç halifeye de Şeyhülislamlık yapmış, yani fetva eminliği yapmış, öğretmenlik etmiştir.
Bu sebeple de en son sıra ona gelmiştir. Bütün İslam tarihçileri, İslam âlimleri bunu böyle bilir ve böyle anlatır.
Hz. Ali Efendimizi, iki cihan güneşi Peygamberimiz başta olmak üzere, can ve yol arkadaşları, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman Efendilerimiz, çok sevmiş, başlarına tac etmişlerdir. Başka türlü de olamazdı.
Böyle bir yiğit, kendisine karşı haksızlık edildiğinde, hakkını alamamaktan aciz midir ki, asırlardan beri Hz. Ali haksızlığa uğradığı iddiasıyla onun adına mücadele edilmektedir.
Kısacası, Efendimiz (s.a.v.)’in; “Ehli beytimi seviniz” Hadis-i şerifine uyarak; “Elhamdülillah ben de Müslümanlardanım” demek önemlidir.
¥
Bir de Muharrem ayında Hz. Hüseyin Efendimizin şehadeti vardır.
Evet Hz. Hüseyin Efendimizin şehadeti; dünyevi kin, öfke, garaz ve iktidar hırsına kapılmış Müslümanların elinden olmuştur.
Peki hemen o günden bugüne gelelim.
Bugün İslam dünyasında iktidar, mal ve siyaset hırsı yüzünden birbirini öldüren veya öldürten Müslümanlar yok mu?
İslam dünyası içerisinde hâlâ fitne ve fesatlara inan ve ahiretlerini dünyaya tercih eden Müslümanlar ile Kerbela’da Hz. Hüseyin Efendimizi şehit eden zihniyet arasında ne fark var?
¥
Söz uzarsa işin özü kaybolabilir. Hz. Hüseyin’i ve İslam’ı sevmek imandandır.
En iyisi meramımı Bediüzzaman Hz.lerinin şu sözüyle anlatayım:
“Katiyyen bil ki:
Hilkatin en yüksek gayesi ve fitratın en yüce neticesi; ‘İmanı Billah’tır.
Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, ‘İmanı Billah’ içindeki ‘Marifetullah’tır.
Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki ‘Muhabbetullah’tır.
Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalp, insan için en safi sevinç, o muhabbettullah içindeki ‘Lezzeti Ruhaniyye’dir.”
Yeniakit
CHP bu yüzleşmeden kaçamaz
29 Kasım 2011 Salı 06:25
Başbakan Erdoğan'ın Dersim özrü "siyasi tarihle yüzleşme"de bir milat oldu. Bu yüzleşmenin bize özgü bir yanı kuşkusuz var. Bir hazırlığımız yok, tarihe bütünsel bakmıyoruz ve konjonktürel yaklaşıyoruz. Ama bu, atılan ilk adımın öneminideğiştirmez.
O süreç başladı ve tarihimizin her döneminde yaşanan karanlık olaylarla öyle veya böyle yüzleşeceğiz.
Mustafa Suphiler'den Şeyh Said'e, Said Nursi'den Sabahattin Ali'nin öldürülmesine, Ağrı'dan Sason'a, 49'lar olayından Sivas Kampı'na, hatta 70'ler ve 90'lardaki kitle katliamlarına kadar, hepsiyle yüzleşmek zorundayız.
CHP ve çevresi, Dersim'le başlayan bu yüzleşmeyi "CHP'yi karıştırmak" veya"Kılıçdaroğlu'nu sıkıştırmak" olarak yorumluyor.
Oysa CHP zaten sıkışık durumda ve sürekli ivme kaybediyor. Tartışmayı başlatan da CHP Milletvekili Hüseyin Aygün.
Kısaca ortada CHP'nin görmek istemediği bir gerçek var, o da şu: Türkiye toplumu artık geçmişin üstünü örterek ve ikiyüzlülük içinde yaşamak istemiyor. Bunun için de başta cumhuriyetin ilk yılları olmak üzere tarihiyle ve o tarihe yön veren siyasi aktörlerle yüzleşmek istiyor. Bu bize özgü bir durum da değil. Çünkü içinde yaşadığımız yüzyıl "yüzleşme ve şeffaflaşma" yüzyılı. Daha önce Nazi soykırımı nedeniyle benzer yüzleşmeler yaşanmıştı ama son 20 yılda çok daha arttı.Güneş Batmayan İmparatorluk mirasçısı İngiltere'de Başbakan Tony Blair, Gordon Brown'la başlayan tarihle yüzleşme sürecine en son muhafazakâr Başbakan David Cameron da katıldı.Nisan 2011'de İslamabad'da öğrencilerle konuşan Cameron şöyle diyordu: "Dünyanın birçok sorununa biz yol açtık..."
Bu bir anlamda ülkesinin kanlı sömürgecilik geçmişiyle yüzleşmenin ilk adımıydı.
Dünyada daha somut yüzleşmeler de yaşandı. Avustralya'nın Aborjinlerle, Kanada'nın Japon vatandaşlarıyla yüzleşmesi gibi...
Önceki gün Taraf gazetesinde Taner Akçam yazdı. Avustralya'da, 2008'de Başbakan Kevin Rudd, parlamentoda yapılan özel bir törenle, Avustralya Hükümeti ve Parlamento adına Aborjin olarak tanımlanan Avustralya yerlilerinden özür diledi. Törene yerlilerkendi özel kıyafetleriyle katıldı ve özür dileme anı televizyonlardan canlı yayınlandı.
Bu süreç kolay değildi, 1997'de başladı ve ancak 2008'de özür dilenebildi. Ve tartışma hâlâ bitmiş değil. Benzer bir özür dileme Kanada'da yaşandı. II. Dünya Savaşı sırasında 14 bini Kanada'da doğma 22 bin Kanada vatandaşı Japon gözaltına alındı. Bizdeki Varlık Vergisi kurbanları gibi o insanların mülklerine el konuldu, toplama kamplarında zorla amele olarak çalıştırıldılar, sonra da hiç bilmedikleri Japonya'ya gönderildiler. 1949'da geri döndüler ama Kanada hükümeti ancak 2008'de Japon asıllı vatandaşlarından özür dileyip tazminat ödedi. Bizim işimiz hiç kolay değil.
Birinci Cumhuriyet, Gülsün Bilgehan'ın da itiraf ettiği gibi "medeniyeti" neredeyse toplumun her kesimine "katliam, idam ve sürgün"le götürdü. İşte bu ceberut cumhuriyetle yüzleşmediğimiz sürece demokrasiyle buluşmamız mümkün değil.
 
Üst