Yirmi İkinci Mektup'tan (Uhuvvete Dair)

topraktoprak

Well-known member
Es selamu aleykum ve rahmetullahi ve bereketuh muhterem kardeşler;
Risale derslerimiz devam ediyor katılımlarınızı bekliyoruz
ALLAH"ın selamı üzerinize ve üzerimize olsun.(amin)


[BILGI]Bediüzzaman Said Nursî, Mektubât’ındaki 22. Mektup’ta, sosyal hayata dair ve birbiri ile ilgili üç konuyu ele almaktadır: Birinci Mebhas’ta ehl-i imanı uhuvvet ve muhabbete davet etmekte, İkinci Mebhas’ta Müslümanları hırstan men etmekte ve hatimede de gıybeti tarif etmektedir. Bu çalışmada, sevginin insanî bir boyutu olan uhuvvet (kardeşlik) konusunun ele alındığı Birinci Mebhas’ı şerh etmeyi deneyeceğiz. Ön hatırlatma olarak şunu belirtelim ki Bediüzzaman, mektubun bir yerinde mektuba muhatap olanlara; yani bizlere yönelik olarak “Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette (adavet-düşmanlık hasletinde) haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektub’un bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin” demektedir. O halde bu bahsin yazılma sebeplerinden biri; bu mektubu okuyan kişilerin kendi iç âlemlerinde kardeşlik ve sevgi prensiplerine muhalif bir duyguya sahip olabileceklerini varsayıp, bu duyguyu teşhis ve tedavi etmelerini sağlamaktır. Uhuvvet, “ahi”, “ihvan” gibi kelimelerle aynı kökten gelmektedir ve en bilinen anlamı ile “kardeşlik” demektir. Uhuvvetin Arapça dil kuralları açısından bir özelliği, bu kelimedeki “kardeşlik”i yani “kardeş olma durumu”nu “kardeş olma kurumu” biçiminde anlamamıza da yardımcı olacak bir genişlik içermesidir. Diğer deyişle uhuvvet, “durumsal değil kurumsal bir kardeşlik” ya da “bir hadise olarak değil vakıa olarak kardeşlik” şeklinde anlaşılmaya daha uygundur. Yirmi İkinci Mektupبِاسْمِهِ - وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ1Şu Mektup iki mebhastır. Birinci Mebhas, ehl-i imanı uhuvvete ve muhabbete davet eder.Birinci Mebhasبِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِاِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ اِخْوَةٌ فَاَصْلِحُوا بَيْنَ اَخَوَيْكُمْ2 اِدْفَعْ بِالَّتِى هِىَ اَحْسَنُ فَاِذَا الَّذِى بَيْنَكَ وَبَيْنَهُ عَدَاوَةٌ كَاَنَّهُ وَلِىٌّ حَمِيمٌ3وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ4MÜ’MİNLERDE nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir. Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı vechini beyan ederiz.[/BILGI]
 
Moderatör tarafında düzenlendi:

teblið

Vefasýz
Cevap: Açıklamalı Risale 7:Yirmi İkinci Mektup uhuvvete bakisimiz.

Allah (c.c) razı olsun hocam..Güncel bir konuya temas ettiniz ;Belkide bu asırda en çok yalpaladığımızı meseledir ..İslam uhuvvet ve kardeşlik meselesine şöyle bakar;

Islâm dininde kardeslik, bütünüyle akide temeline dayanmaktadir. Allah (c.c), Kur'ân-i Kerim'de söyle buyurmaktadir "Mü'minler ancak kardestirler. Öyleyse kardeslerinizin arasini bulup-düzeltin ve Allah'tan korkup sakinin umulur ki esirgenirsiniz" (el-Hucurat 49/10).

Âyeti kerimeden de açikça anlasilacagi üzere, ancak iman bagiyla biraraya gelenler kardes olarak kabul edilmektedirler. Buna göre yeryüzünün neresinde yasiyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konusuyor olurlarsa olsunlar, hangi kavme mensup olurlarsa olsunlar veya hangi renge sahip olurlarsa olsunlar bütün mü'minler kelimenin tam anlamiyla birbirlerinin kardesleridirler yani birbirlerinin sadik dostlaridirlar

Buraya kadar her şey hakikat boyutu..Lakin biz ne yapıyoruz..Bırakın münafığı kafiri ,biz birbirimizin kuyusunu kazıyoruz..Cemaatlerin biri birlerine tahhamülü hiç kalmamış..Kim kimin kuyusunu kazıyor belli değil..;

En güzel reçete Üstadın uhuvvetle ilgili nasihatlerini okuyup ,ivedilikle hayatlarımıza tatbik etmektir diyorum.....
 

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale 8:Yirmi İkinci Mektup uhuvvete bakisimiz.

Uhuvvet, Bir müminin dünyasının hayatı içtimaiyyeyi İslamiyesince en ehemmiyetli bir daire-i hakikatidir.

Hem en hayattar ve meyvedar bir mahiyet ve o mahiyet içinde çok harika neticeleri olan keyfiyetli bir özelliktir.

Bir kendi dersimiz ışığında kendi meslek ve meşrebimizin fıtratına muvafık dersimize başlarken..Üstadımızın en mühim talebelerinden olan Hulusi ağabeyin “Hizmet nasıl olmalı”adlı notlarından bir alıntıyla Bismillah diyelim inşallah…

Ağabeyimiz demiş;

Ben size bir şey söyleyeyim mi, bir sır söyleyeyim mi? Nur Talebesinde uhuvvet ruhu gelişmezse o Nur Talebesinde marifet sırrı da gelişmiyor, açılmıyor. Çünkü uhuvvet, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin ruh-u manevisi hükmündedir. Uhuvvet, davanın kayyumu manasındadır. Uhuvvet ruhu çökünce Risale-i Nur’un şahs-ı manevisine de, alakadarlık noktasında gelen füyuzât artık gelmiyor. Risale-i Nur Talebesi Risaleyi okuyor, malumatı artıyor. Fakat marifeti, istikameti ve ihlâsı artmıyor. Cenab-ı Hak bu vartalardan ve bu tehlikelerden hepimizi muhafaza etsin.

Uhuvvet ruhu gelişmeyen bir Nur Talebesinde yalnız mâlûmat gelişse, o zaman onunla tahakküm yapar, sanki gardiyan olur. Elinde bir düdük öttürür, yatılacak, kalkılacak, Allah korusun. Cenab-ı Hak bu vartalardan da bizi muhafaza etsin. İşte bu müthiş marazın merhemi ihlâstır. Yani hakperestliği, nefisperestliğe tercih etmek. Hakkın hatırı, nefsin ve enaniyetin hatırına galip gelmekle “İn erciye illâ alallah” sırrına mazhar olur.

Evet bir nur talebesi hizmet-i imaniyesi cihetiyle kardeşleriyle münasebattar olduğu gibi alemi İslam ile de şuuren münasebattardır… Dualarıyla olduğu gibi hakikatin neşrinde uğradığı menziller ve İslam kardeşleriyle ilişkilerinde mehasini islamiyenin yüksek ahlakının tesisinde de vazifedardır…

İnsan aleminde fıtratına derc edilmiş binler hissiyat var..Menfileri olduğu gibi güzelleri meşruları da vardır…Bir çok gaye için vaz edilen ve cihazata yerleştirilen bu duygular kendilerine uygun dairelerde hareket ederler..Kimileri terbiyeye kimileri terakkiye kimileri tasfiyeye düzene yönlendirilmeye muhtaçtır…Menfi duyguları harekete geçiren hisler nefsin mahiyetinde mündemiç ve Şeytanın desiseleriyle müteharriktir… Malum şeytanın tahrik ettiği manalar vehimlerdir..Ve vehimler ademi manalardan çıkan süretlerin hayal terzihanesinde biçilmiş elbiseleriyle kalpte fikirde yaptıkları seyahat sürecidir…Ve İlim ile yani özelliğini bilmekle tard edilen..lakayd kalarak tesirini kaybeden..kuvvet kazanan bilmeklerle ve hakka yaklaşan kazanımlarla iyice zayıflayıp bitme derecesi ile kaybolmanın eşiğine gelen hallerdir...

Hem üstadımızın bir dersinde buyurduğu;



İşte, tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatleri şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler, "Haset etme, hırs gösterme, adâvet etme, inat etme, dünyayı sevme." Yani, "Fıtratını değiştir" gibi, zâhiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki, "Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecrâlarını değiştiriniz"; hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.



Gibi hakikatlerle yapıcı yönlendirmenin neticesinde, mizaç özelliğini kanalize ettiği dairede kullanışlılık ile tanzim ederek nasıl verimli bir hale gireceği de gösterilmiş…

İşte Risale-i Nurda ki meselelerin muvazenelerinde görünen..mananın hidayete mazhariyetiyle hak ve batılının bir birinden ayrılmışlığı ve iradenin iyiye meyli neticesinde de terbiye ve istihdamının da şekillendiği müşahedesidir…

Bu Uhuvvet Risalesi bu manaya terbiyeyi nefs ile birlikte nedametten hidayete himmetten tesanüde..âli cenaplıktan şefkate bir yolculuğu ..insaf ile mukayese ..hak ile hakka tarafgirliği tesis etmektedir…



Evet, üstadımız demiş;

Mü'minlerde nifak ve şikak, kin ve adâvete sebebiyet veren tarafgirlik ve inat ve haset, hakikatçe ve hikmetçe ve insaniyet-i kübrâ olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı mâneviyece çirkin ve merduttur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.



Bozgunculuk ayrılıkçılık düşmanlığa sebeb veren tarafgirlik..yani keni fikir ve düşüncesine gittiği yoldaki akımın onda sağladığı taraf tutmasına kadar..ve çekememe kıskanmak;

1- hakikatçe..

2-,hikmetçe yani hikmet yönünden yani varlık ve işleyiş nedenlerine gerekçelerine zıt olarak..

3-Her şeyi ile büyük bir insanlık anlamına gelen ameli, fikri ve niyetlerine kadar, bir kıymete haiz ve akıbet-i saadetine kadar güzelliği kuşatmış..Ve Allah’ın CC rızası şemasının en hayattar göstergesi ve huzurdan başka bir maksad ve manası bulunmayan..mutilerine yani itaatkarlarına memnuniyetten başka bir şey vermeyen mutlak hayır olan İslamiyetçe..

4-Şahsi hayatı olarak

5-Yaşadığı içtimai..yani sosyal hayatı olarak

6-Ve manevi hayat olarak

Çirkin,reddedilmiş,zararlı,zulümlü ve insan hayatı için zehir hükmündedir..diyerek ifade etmiş..

Ve ;

Çok cihetlerinden altı vechi dersine başlamış.Yukarıda söylediği..çirkin,reddedilmiş,zararlı zulümlü gibi manalarla kardeşliği bozan yıpratan ortadan kaldıran düşünce ve yaklaşımlara hakikatin talimini uygulayarak demiş;

Şu hakikatin gayet çok vücuhundan altı veçhini beyan ederiz.





BİRİNCİ VECİH

Hakikat nazarında zulümdür.

Ey mü’mine kin ve adâvet besleyen insafsız adam! Nasıl ki, sen bir gemide veya bir hanede bulunsan, seninle beraber dokuz mâsum ile bir câni var. O gemiyi gark ve o haneyi ihrak etmeye çalışan bir adamın ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semâvâta işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ birtek mâsum, dokuz câni olsa, yine o gemi hiçbir kanun-u adaletle batırılmaz.



Hakikat nazarı adil bir nazardır..Mümine düşmanlık besleyen ise insafsız bir adamdır..O insafsız nazar adaletsizlikle hükmeder ki..o hüküm ise batıl bir hüküm, hata bir kabul ,inadi bir yaklaşım ve zulümdür.Bir gemi veya evde seninle beraber dokuz masum bir cani olsa..o masumların hakkı hayatları hükmünce o cani yüzünden ,hatta dokuz cani bir masum olsa o gemi batırılamaz o ev yandırılmaz.Çünkü o masumun orada masumane bir hakkı hayatı var…


Aynen öyle de, sen, bir hane-i Rabbâniye ve bir sefine-i İlâhiye olan bir mü’minin vücudunda, iman ve İslâmiyet ve komşuluk gibi, dokuz değil, belki yirmi sıfat-ı mâsume varken, sana muzır olan ve hoşuna gitmeyen bir câni sıfatı yüzünden ona kin ve adâvet bağlamakla o hane-i mâneviye-i vücudun mânen gark ve ihrakına, tahrip ve batmasına teşebbüs veya arzu etmen, onun gibi şenî ve gaddar bir zulümdür.

Evet,Allah’ın CC mü’min bir kulunu İlahi bir gemi ve Rabbani bir haneye diye ifade ederek ,İman kadar yüksek bir hakikatin,İslamiyet ile komşulukla o vücuttaki birlikteliğini söyleyip..Masum sıfatların çokluğunu..onun bir kötü sıfatının yüzünden kinle düşmancasına bir yaklaşımın ve ona bakışın nefsani bir hoşnutsuzluk olduğunu..Ve o nazarın, o içinde masumlar bulunan gemiye ve eve benzeterek beyan ettiği mananın batmasını yanmasını arzu etmekle teşebbüste bulunmak alçakça ve merhametsizce bir zulümdür. Demiş…

İKİNCİ VECİH

Hem hikmet nazarında dahi zulümdür. Zira malûmdur ki, adâvet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mânâ-yı hakikîsinde olarak beraber cem’ olamazlar.



Evet Hikmet bir maksad için kainata hareket verdiği gibi insanda ki hislerede bir gaye ile hareket verir bir özellik belirler..Zıtlar hem ayrıştırmak hemde gösterilmek istenen mananın ortaya çıkmasunda zıddi bir tahrik ile manayı yalınlaştırmaya hizmet eder..evet burada da ifade ettiği hikmet nazarında da zulumdür..çünkü sevgi ile düşmanlık..ışık ile karanlık hikmeten bir arada bulunmazlar..

Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakikî bulunsa, o vakit adâvet mecazî olur, acımak suretine inkılâp eder. Evet, mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki lütufla ıslahına çalışır. Onun için, nass-ı hadîsle, “Üç günden fazla mü’min mü’mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek.”



Eğer sevgi kendi sebelerinin üstünlüğüne göre bir kalpte gerçekten olsa o zaman düşmanlık gerçek olmaz ve acımak suretine döner…Mümin kardeşini sever ve sevmeli..O kötü olsa ona acır..Üzerinde hükmederek baskı kurarak değil onun iyilikle yaklaşarak düzelmesine çalışır..Ve hadîs-i Şerifi söylendiği gibi; Mü’min Mü’mine üç günden fazla küsüp konuşmamazlık etmemeli…demiş..







Sonra bu mananın tersini değerlendirerek;




Eğer esbab-ı adâvet galebe çalıp, adâvet, hakikatiyle bir kalbde bulunsa, o vakit muhabbet mecazî olur, tasannu ve temelluk suretine girer.



Diye söylemiş.



Evet, Düşmanlık sebepleri çok olup üstün gelse galip olsa ve düşmanlık bir kalpte gerçekten bulunsa, o zaman sevgi gerçek olmaz ve yapmacık hareketlerle varmış gibi dalkavukça hareketlerle sahiplenmek suretine girer …




Ey insafsız adam! Şimdi bak ki, mü’min kardeşine kin ve adâvet ne kadar zulümdür. Çünkü, nasıl ki sen âdi, küçük taşları Kâbeden daha ehemmiyetli ve Cebel-i Uhud’dan daha büyük desen, çirkin bir akılsızlık edersin. Aynen öylede, Kâbe hürmetinde olan iman ve Cebel-i Uhud azametinde olan İslâmiyet gibi çok evsâf-ı İslâmiye muhabbeti ve ittifakı istediği halde, mü’mine karşı adâvete sebebiyet veren ve âdi taşlar hükmünde olan bazı kusurâtı iman ve İslâmiyete tercih etmek, o derece insafsızlık ve akılsızlık ve pek büyük bir zulüm olduğunu, aklın varsa anlarsın.



Evet İnsaf nazarına atfettiği ve insafsızlığın gösterdiği çirkinliği ile aklın ve gerekçelerin doğruyu tercihine bir meyil oluşturarak işin hakikatini ifade etmiş..Mü’min kardeşine kin düşmanlık zulumdür..İmanı kâbe hürmetinde ..İslamiyeti uhud dağı azametinde bunlar sevgi ve birlikteliği istediği halde..Ona düşmanlık etmeye sebep olan ve o dağlara nispeten görünmeyecek kadar küçük taşlar hükmünde ki bazı hatalarını o sevilmeye layık sıfatlara tercih etmek bir insafsızlık ve akılsızlıktır ve pek büyük zulumdür aklın varsa anlarsın diyerek akla havale etmiş…

Evet, tevhid-i imanî, elbette tevhid-i kulûbu ister. Ve vahdet-i itikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder. Evet, inkâr edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adama karşı dostâne bir rabıta anlarsın; ve bir kumandanın emri altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşâne bir alâka telâkki edersin. Ve bir memlekette beraber bulunmakla, uhuvvetkârâne bir münasebet hissedersin. Halbuki, imanın verdiği nur ve şuurla ve sana gösterdiği ve bildirdiği esmâ-i İlâhiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.



Evet, İnanç birliği elbette kalp birlikteliğini ister..Ve Bir olan itikad dahi..içtimai olarakta birlikteliği iktiza eder ister…Askeri bir birlik olan taburdan misal vererek ..senin o taburda olmakla inkar edemezsin ki o adama karşı dostane bir bağlılık hissedersin;ve bir kumandanın emri altında bulunmakla arkadaşane bir ilişki bir alaka ile bir bakış birlikteliği elde edersin.Aynı memlekette bulunmakla kardeşane bir münasebet hissedersin..Buna kıyasen diyor ki..Halbuki;



İmanın verdiği nur ve şuurla

Ve sana gösterdiği ve bildirdiği Allah’ın CC güzel isimleri adedince birlik alakaları

Ve birliktelik bağları

Ve kardeşlik münasebetleri var…

Ve onun hakikatini göstererek demiş;



Meselâ,

her ikinizin Hâlıkınız bir,

Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir,

Râzıkınız bir bir, bir, bine kadar bir, bir.

Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz bir—bir, bir, yüze kadar bir, bir.

Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir—ona kadar bir, bir.



demiş…


Hem bu irtibat-ı ulviyenin gerekçelerini ifade etmekteki devamla;




Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde, şikak ve nifâka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakikî adâvet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu, kalbin ölmemişse, aklın sönmemişse anlarsın.



Evet bu kadar çok birliktelikler birlikteliği..sevgi ve kardeşliği gerektirdiği ve kainatı ve gezegenleri bir birine bağlayacak manevi zincirler bulundukları halde..ki;Kainattaki yıldızlar ve gezegenler arasındaki uyumlu çalışmayı netice veren onların hilkat emirlerine bir tesanüdle adeta birlikteliklerindeki nedenlerin kardeşlik gibi neticeleri ile omuz omuza verdirilmeleri dayanışmalarının ahengi iledir..aralarındaki bağlar itaatin manevi bir bağladır..Bütün o denge ve incizap bir gayenin etrafında tecelli etmiş emri işlerken aldıkları vaziyet-i uhuvetkarenenin görüntüsüdür.



Evet,



Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlayacak mânevî zincirler bulundukları halde..demiş….



Evet,Ayrılıkçılık,bozgunculuk,kin ve düşmanlık sebebi olan örümcek ağı gibi önemsiz ve kalıcı olmayan şeyleri tercih ederek mü’mine karşı gerçekten düşmanlık besleyerek kin bağlamak..Yukarıda zikrettiği birlik bağlarına karşı bir hürmetsizlik..ve sevgi sebebi olan şeylere karşı bir hafife alma..o ulvi yaratılmışlık Allah tarafından verilmiş ve onun emrettiği nedenlerle kıymetlenmiş değerlere karşı ne derece bir zulum ve haksızlık olduğunu kalbin ölmemiş ise ve aklın sönmemiş ise anlarsın deyip..Acip bir anlayış ve insaf acısını göstermiş..Eğer kalbin ölmemiş ve aklın sönmemiş ise demiş..Burada üstadımızın bir münacatı hatıra geldi onu ekleyip diğer veche geçelim İnşaallah;





Ey Hayy ve Kayyûm olan! Hayy ve Kayyûm isimlerin hürmetine, bu perişan kalbe bir hayat ver, bu müşevveş akla doğru yolu göster. âmin.







ÜÇÜNCÜ VECİH



Adalet-i mahzâyı ifade eden -1-



1- "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." En'âm Sûresi: 6:164.

Adalet-i Mahzâ sözlük anlamıyla;

*Adalet-i mahzâ:Tam ve eksiksiz gerçek adâlet; ferdin cüz`i hakkını bütün insanlık için dahi olsa feda etmeyen adâlet.

*Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir fert dahi umumun selâmeti için feda edilemez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak, haktır. Küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilemez. Bir cemaatin selâmeti için bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Demektir…

Evet yukarıda geçen Ayet-i Kerimenin İfade ettiği hakikat yani;



"Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez." sırrına göre, bir mü'minde bulunan câni bir sıfat yüzünden, sair mâsum sıfatlarını mahkûm etmek hükmünde olan adâvet ve kin bağlamak, ne derece hadsiz bir zulüm olduğunu; ve bahusus bir mü'minin fena bir sıfatından darılıp, küsüp, o mü'minin akrabasına adâvetini teşmil etmek,

-2-

2- "Muhakkak ki insan çok zalimdir." İbrahim Sûresi: 14:34.

sîga-i mübalâğa ile gayet azîm bir zulüm ettiğini, hakikat ve şeriat ve hikmet-i İslâmiye sana ihtar ettiği hâlde, nasıl kendini haklı bulursun, "Benim hakkım var" dersin?



Evet,İnadın ve hırsın ve kinin insanın muhakeme gözünü kapaması neticesinde;Mü’min kardeşinin bir kusurundan dolayı ondaki iman ve İslamiyetten gelen ahlak ile hatalarını, Rabbine affettirebilecek bir yaklaşımda bulunabilmesi ihtimali ve yanlışlarından duyduğu veya duyabileceği pişmanlıkları olabilmesi ile de onu izaleye çalışması.. hem inanç hem aidiyet hem emre itaat gibi kerim ve faziletli durum ve konumunu dikkate almayarak..yukarıdaki Adalet-i İlahiyenin, Mutlak adalet olarak gösterdiği ve buyurduğu "Hiçbir günahkâr başkasının günahını yüklenmez."ihtar-ı Rabbaniyesine muhalefeti irtikap etmesi gayet dehşetli ve zalimane bir hüküm ve cahilane bir cesarettir ve acip bir körlüktür…Ve ona o kusurlu sıfatından dolayı küsüp akrabalarına yakınlarına dahi o düşmanlığı yayarak genişletmek,yine yukarıda İbrahim suresinden “Muhakkak ki insan çok zalimdir." O nazarı zalimanenin zulmünün çokluğunu ifade eder bir şekilde söylenmesi ve İslamiyetin hikmet lisanı bu ayetler ikazatıyla, meseleyi en doğru ciheti ile de ihtar ettiği halde, nasıl kendini haklı bulursun ”Benim hakkım var”dersin? Deyip sormuş…
 

teblið

Vefasýz
Cevap: Açıklamalı Risale 8:Yirmi İkinci Mektup uhuvvete bakisimiz.

Müminlerin kardeş olması, Allah’ın emri, Peygamberin sünnetidir. Bu yüzden ayet ve hadislerde bu kardeşliğin nasıl kurulacağı, nasıl devam ettirileceği, kardeşlerin birbirlerinin üzerinde ne gibi haklarının olduğu izah buyurulmuştur.

Müslüman müslümana zulmetmez, haset etmez, sırtını dönmez, büyüklenmez.

Müslümanlar birbiriyle alay etmez, birbirini hor ve hakir görmez.

Fâsıkın getirdiği haberlere itibar ederek kardeşi hakkında kötü zan beslemez.

Onunla çekişip tartışmaz. Müslümanlar arasındaki ihtilaflarda arayı bulur.

Arar, sorar, ihtiyaç duyduğu anda kardeşinin yardımına koşar ama kendisi ona yük olmamaya, külfet getirmemeye çalışır.

Hatalarını bağışlar, kusurlarını araştırmaz, sırrını saklar.

Selamlaşır, hediyeleşir, hayır duada bulunur, her fırsatta onu sevdiğini belli eder.

Mümin müminin aynasıdır. Emir ve yasaklara uymada birbirlerini güzellikle ikaz ederler.

Ayrı coğrafyalarda, ayrı tâbiyetler altında yaşıyor olsalar bile sevgi, şefkat ve merhamette bir beden gibidirler. Birinin yaşadığı bir sıkıntıyı öteki de hisseder.

Müslümanın kardeşlik hukuku o kadar incedir ki bir hadis-i şerifte buyurulduğu gibi “Eziyet veren, incitici bir bakışla bir müslümana işaret etmesi (bile), diğer müslüman için helâl olmaz.”
 

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale 8:Yirmi İkinci Mektup uhuvvete bakisimiz.

Hakikat nazarında sebeb-i adâvet ve şer olan fenalıklar, şer ve toprak gibi kesiftir; başkasına sirayet ve in'ikâs etmemek gerektir. Başkası ondan ders alıp şer işlese, o başka meseledir. Muhabbetin esbabı olan iyilikler, muhabbet gibi nurdur; sirayet ve in'ikâs etmek, şe'nidir. Ve ondandır ki, "Dostun dostu dosttur" sözü durub-u emsal sırasına geçmiştir. Hem onun içindir ki, "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir" sözü umumun lisanında gezer.
İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.

Evet,Hakikatin gördüğü ve gösterdiği açıdan bakıldığında ..düşmanlık sebebi olan şeyler ve kötülük ve fenalıklar toprak gibi kapalı perdeli ve kalın ve koyu olmalı ve başkasına geçmemeli aksetmemelidir.Ona rağmen başkası ondan bir şey çıkarıp işlerse o başka meseledir.
Sevginin sebebi olan iyilikler,muhabbet gibi nurdur;başkasına geçmesi aksetmesi onların yapısındaki özelliklerdir.”Ondandır ki “dostun dostu dosttur”sözü atasözü olarak söylenmektedir.Hem onun içindir ki” "Bir göz hatırı için çok gözler sevilir"Umumun lisanında gezer..denilmiş…
Demek ki kötü hasletler hem insanın hususi dünyasını karanlık içerisinde bırakıp..onun gereği olan kin ve düşmanlık hayatı azap haline getirip zulmü de netice vererek hem şahsi hayatı hem içtima-i hayatı zedeler..Emniyetsiz güvensiz bir toplum meydana getirerek hasımane bir hayat tarzını meydana getirip huzursuzluktan başka bir şey kazandırmaz..hem Yukarıda ifade edilen ayetlere İslamiyet seciyeyi milliyesine zıt durmakla da ayrıca bir sorumluluk dairesini teşekkül ettirir…Mesuliyetini o bedbaht düşünceye ve harekete teslim eder…İnsaniyetin boynunu eğer…
Fakat muhabbet sebebi olan şeyler..Kainatın yaratılışındaki hakiki manaya uygun davranış ve yaşayış biçimleridir..İnsanların hayatını tanzim ederken.. şefkat ile mahlukat mabeyninde de hayatı suhuletli gösterir…
Hem İnsanların aleminde manidar ve karşılıksız bir tesanüdü hem emri ilahi cihetinden de İslamiyetin mehasinini hayatlandırarak fani hayatta baki amellerin tanzimini de netice verir. Dostluk ve kardeşliğin hayata katkısı ortaya çıkarak Unsiyetli bir teavün dahi Ömre renk katar..Hem de sevaptar hayat meyveleri verir…Dolayısıyla Mü’minler sebebi muhabbet olan şeylerin neşr ve inikasına birer ayna olarak maddi ve manevi hayatı içtimaiyyeyi tenvir edecek donanım ve yaşayışa sahip olmalıdırlar…Otuz ikinci sözde geçen bir ifadeyi bu meyanda ekleyelim inşallah..

“bin bir esmâ-i İlâhiyenin herbirinde pekçok tabakât-ı hüsün ve cemâl ve fazl ve kemâl bulunduğu gibi, pekçok merâtib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriyâ vardır. İşte bundandır ki, Vedûd ismine mazhar olan muhakkikîn-i evliyâ, "Bütün kâinatın mâyesi, muhabbettir. Bütün mevcudâtın harekâtı, muhabbetledir. Bütün mevcudâttaki incizab ve cezbe ve câzibe kanunları, muhabbettendir" demişler.
Onlardan birisi demiş: .............................................................
Yani, muhabbet-i İlâhiyenin tecellîsinde ve o şarâb-ı muhabbetten herkes istidadına göre mesttir. Mâlûmdur ki, her kalb, kendine ihsan edeni sever ve hakiki kemâle muhabbet eder ve ulvî cemâle meftun olur. Kendiyle beraber, sevdiği ve şefkat ettiği zâtlara dahi ihsan edeni, daha pekçok sever. Acaba, sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, herbir isminde binler ihsan defîneleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanâtıyla mes'ud eden ve binler kemâlâtın menbaı olan ve binler tabakât-ı cemâlin medârı olan, bin bir esmâsının müsemmâsı olan Cemîl-i Zülcelâl, Mahbub-u Zülkemâl, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat Onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şâyeste bulunduğu anlaşılmaz mı?
İşte şu sırdandır ki, Vedûd ismine mazhar bir kısım evliyâ, "Cenneti istemiyoruz; bir lem'a-i muhabbet-i İlâhiye, ebeden bize kâfidir" demişler.
Hem ondandır ki, hadîste geldiği gibi, "Cennette bir dakika rü'yet-i cemâl-i İlâhî, bütün Cennet lezâizine fâiktir."
İşte şu nihayetsiz kemâlât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ı Zülcelâlin Kendi esmâ ve mahlûkatıyla hâsıl olur. Demek, o daire haricinde tevehhüm olunan kemâlât, kemâlât değildir.
Evet, üçüncü vechin son paragrafında;

İşte ey insafsız adam! Hakikat böyle gördüğü hâlde, sevmediğin bir adamın sevimli, mâsum bir kardeşine ve taallûkatına adâvet etmek ne kadar hilâf-ı hakikat olduğunu, hakikatbîn isen anlarsın.

Adavet ve kin ile sebebi alemin vücudu olan ve neşri en güzel, aksi sadası sevimli,nurlu muhabbet ziyalarını kendi dünyanda söndürerek insafsızlık ile..saklanması gizlenmesi örtülüp belki şefkat ile ıslah edilmesi gereken hallere kin ile teveccüh ederek ve sadece orada bırakmayıp akrabalarına kadar düşmanlığını genişletmek ve onun yakınlarından olan masum ve munis insanlara dahi adavet nazarıyla bakmanın,Ne kadar hakikattan dışlanmış olduğunu hakikati görebilirsen anlarsın..Diyerek aklına bir hakikat ve insaf penceresi açmış..Kalbini ızdıraptan kurtaracak adil bir kıyası önüne koymuş…


DÖRDÜNCÜ VECİH

Hayat-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür. Şu Dördüncü Veçhin esası olarak birkaç düsturu dinle:
Birincisi: Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, "Mesleğim haktır veya daha güzeldir" demeye hakkın var. Fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir" demeye hakkın yoktur.

1- "Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır." Ali Mâverdî, Edebü'd-Dünyâ ve'd-Dîn, s.10; Dîvânü'ş-Şâfiî, s.91.
sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz, başkasının mesleğini butlan ile mahkûm edemez.
Hayatı-ı şahsiye nazarında dahi zulümdür demiş..Kişiye bakan hayat cihetiyle de zulümdür..Hem kendi hayatına bakan hem başkaların şahsi düşünce ve hayatlarına bakan açıdan da zulümdür..İnsafsızlık öyle bir karanlık dünyadır ki her şeyi sukut ettirip anlamsız gösterir..Üstadımız bazı düsturlarla şahsi hayat içinde adavet yönlü fikir ve davranışları değerlendirerek demiş;
Sen mesleğini ve fikrini hak doğru bildiğin zaman” benim mesleği haktır veya daha güzeldir “demeye hakkın var..Çünkü insanın fikren beğendiği ve amelen uyguladığı işini meşrebini sevmesi gayet normal ve zaten de olmalıdır.Ve aslında bu o kabiliyetin istidadınca istihdam olduğu noktadır..Ve bu sevdiği beğendiği efkarını ve yolunu övmesi o muhabbetin de iktizasıdır.fakat "Yalnız hak benim mesleğimdir"derse..Bu kendi meslek muhabbetiyle sarhoş olmuş bir fikrin iddiasıdır..veya muvazenesini kaybetmiş bir düşüncenin cahilane inadıdır.Ve öyle demeye de hakkı yoktur…Çok sığ bir düşüncedir..tarafgirlik damarıyla hakikate karşı bir haksızlıktır…
Hem orada demiş; "Rıza gözü, ayıplara karşı kördür. Kem göz ise kusurları araştırır."Eğer böyle bir bakış açısı insafsızlıkla o şahısta varsa fikri düşkündür hastadır..hakem olamaz ..yani hakkı taksim edemez..hakkı sahibine veremez…Bu meyanda da başkasının mesleğini ,gittiği yolu ..işlediği işini..ve tarzı hayatını..ve anlayışını sorgulayamaz haksızlık ve batıllıkla mahkum edemez…

İkinci düstur: Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati Bazen damara dokundurur, aksülâmel yapar.

Evet,İnsanın üzerinde olan ifade haklarından biri doğruyu söylesin..Fakat her insanın hakkı söyleyişi mutlak hakkı söyleyebildiği anlamına gelmez..Doğru dahi elden ele başkalaşabilir…Ve her doğrunun bir ifade ediliş biçimi vardır..yer, zaman, mekan, muhatap ,maksat, arzu, neden, beklenti ve amaç gibi çeşitli konumlarda değerlendirilir..Yani söylemek nedenleri doğrunun doğru ifade edilebilmesinde münasip münasebetler meşruluğunda kıymetlidir.Mesela bir adamın hatasını ona söylemekle şümullendirilebilir…Örneğin tahkir ederek..veya doğru olanı bir uslubu nazikane ile göstererek..veyahut örneklendirerek..İma ederek..başkasıyla haberdar ederek..Yüzüne vurarak..kırarak…vs vb…Evet, Her doğru her yerde söylenmez.Her doğruyu demekte doğru değildir…Ümidle şifa bulabilecek bir hastalığa ümidsiz yaklaşmak gibi..evhamlandırarak heyecanlandırıp kuvve-i maneviyesini zedelemek gibi….Söylenen nasihat’te halis niyetli değilse ters tepki verir…Muhatabını incitir damarına dokunur..Doğrudan istifade edilecek kapılarda kapanır…

Üçüncü Düstur: Adâvet etmek istersen, kalbindeki adâvete adâvet et, onun ref'ine çalış.
Hem en ziyade sana zarar veren nefs-i emmârene ve hevâ-i nefsine adâvet et, ıslahına çalış. O muzır nefsin hatırı için mü'minlere adâvet etme. Eğer düşmanlık etmek istersen, kâfirler, zındıklar çoktur; onlara adâvet et. Evet, nasıl ki muhabbet sıfatı muhabbete lâyıktır. Öyle de, adâvet hasleti, her şeyden evvel kendisi adâvete lâyıktır.
Eğer demiş,düşmanlık edeceksen kalbindeki düşmanlığa düşmanlık et..Onu kaldırmaya çalış…
Hem sana en çok zarar veren ve daima kötülüğü isteyen nefsinin heveslerine düşmanlık et…
O zararlı nefsinin hatırı için Mü’minlere düşmanlık etme…
Eğer düşmanlık etmek istersen..Kafirler,zındıklar çoktur,onlara düşmanlık et…
Evet,nasıl ki muhabbet sıfatı sevilmeye layıktır..Öyle de düşmanlık özelliği de ,her şeyden önce kendisi düşmanlığa layıktır…
Diyerek o mizaca hakkaniyetli ve istikametli hem de zararsız meşguliyetli bir yol göstermiş…

Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.

2- İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.(Bu beyit Mütenebbi'ye aittir. Bkz. el-Örfü't-Tayyib fî Şerhi Dîvâni't-Tayyib, s.387.)
hükmünce, mü'minin şe'ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana musahhar olur. Zâhiren leîm bile olsa, İmân cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir adama "İyisin, iyisin" desen iyileşmesi ve iyi adama "Fenasın, fenasın" desen fenalaşması çok vuku bulur. Öyleyse,

3- "Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler." Furkan Sûresi: 25:72. "Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." (Teğabün Sûresi: 64:14.)


Gibi desâtir-i kudsiye-i Kur'âniyeye kulak ver. Saadet ve selâmet ondadır.

Bu bölüm ikinci lem’adan bir kısmı hatıra getirdi..Hem niyet ve nazar eşyanın mahiyetini değiştir..hem nasıl bakılırsa öyle görünür..Hem daim ağlayan bir meyusun gözüne dünya bir matemhane-i umumi görünür…İlaahir meseler hadisata ve beliyata karşı bir duruşu düşündürdü..Hem insanın vazifesi hem ömrün kısalığı hem luzumlu işlerin çokluğu gibi hakikatler fikre geldi…
Lem’adan hatıra gelen yer;

İkinci Mes'ele: Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür. Meselâ: Gecelerde insanın gözüne bir hayal ilişir. Ona ehemmiyet verdikçe şişer, ehemmiyet verilmezse kaybolur. Hücum eden arılara iliştikçe fazla tehacüm göstermeleri, lâkayd kaldıkça dağılmaları gibi; maddî musibetlere de büyük nazarıyla ehemmiyetle baktıkça büyür. Merak vasıtasıyla o musibet cesedden geçerek kalbde de kökleşir, bir manevî musibeti dahi netice verir; ona istinad eder, devam eder. Ne vakit o merakı, kazaya rıza ve tevekkül vasıtasıyla izale etse, bir ağacın kökü kesilmesi gibi maddî musibet hafifleşe hafifleşe kökü kesilmiş ağaç gibi kurur gider. Bu hakikatı ifade için bir vakit böyle demiştim:

Bırak ey bîçare feryadı, beladan kıl tevekkül.

Zira feryad bela-ender, hata-ender beladır bil.

Eğer bela vereni buldunsa, safa-ender, atâ-ender beladır bil.

Eğer bulmazsan bütün dünya cefa-ender, fena ender beladır bil.

Cihan dolu bela başında varken, ne bağırırsın küçük bir beladan, gel tevekkül kıl!

Tevekkül ile bela yüzünde gül, tâ o da gülsün. O güldükçe küçülür, eder tebeddül.





Nasılki mübarezede müdhiş bir hasma karşı gülmekle; adavet musalahaya, husumet şakaya döner, adavet küçülür mahvolur. Tevekkül ile musibete karşı çıkmak dahi öyledir.


Evet,cihan dolu bir bela başında varken…
Hem tevekkül ile bela yüzüne gülmekle küçülen ve değişen bir sıkıntı…
Ve tartışmada bir gülümseme düşmanlığı barışmaya şakaya çevirip adavetin kaybolmasına sebep olur..demiş hem dersin bu makamında musibete karşıda mütevekkilane bir vaziyet almakla onunda mahiyetinin değişebileceğini ifade etmiş…
İyilik sadece iyilik getirir…İyilikle mukabele muhatabını kazanmaya vesile olur..Belki zor bir durumdur..Fakat mü’min olmak nefsani hareketlerden uzak durup emri uygulamak cihetini tercih etme iradesinin işleyişi anlamındadır…Çünkü o iman ve amel ile emri verenin rızasını kazanmak üzere hareket etmek gereğidir..Burada aslında muhatabında şefkat ile yapılacak bir muamele ile yaşayış ve inancına hizmet etmektir..Onun vesilesiyle açılmış o imtihan karşısında duruşumuzu Rabbimize karşı bir nevi göstererek bizde hoşnutluğunu aramak istemektir…
Üstadımız bu üçüncü düsturda

1-Eğer hasmını mağlûp etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder. Zâhiren mağlûp bile olsa, kalben kin bağlar, adâveti idame eder. Eğer iyilikle mukabele etsen, nedâmet eder, sana dost olur.
2- İyi ve izzetli birine iyilik edersen, onu elde edersin. Kötü birine iyilik edersen, o daha da azar.
3- "Boş sözlerle, çirkin davranışlarla karşılaştıkları zaman, izzet ve şereflerini muhafaza ederek oradan geçip giderler." Furkan Sûresi: 25:72. "Eğer onları affeder, kusurlarına bakmaz ve bağışlarsanız, şüphesiz ki Allah da çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir." (Teğabün Sûresi: 64:14.)

Saadet ve selâmet düsturları olarak ifade etmiş ..Eğer saadet ve selamet istersen bunlara kulak ver demiş…


Dördüncü Düstur: Ehl-i kin ve adâvet, hem nefsine, hem mü'min kardeşine, hem rahmet-i İlâhiyeye zulmeder, tecavüz eder. Çünkü, kin ve adâvetle nefsini bir azâb-ı elîmde bırakır. Hasmına gelen nimetlerden azâbı ve korkusundan gelen elemi nefsine çektirir, nefsine zulmeder.
Eğer adâvet hasetten gelse, o bütün bütün azaptır. Çünkü, haset evvelâ hâsidi ezer, mahveder, yandırır. Mahsud hakkında zararı ya azdır veya yoktur.
Evet,kin ve düşmanlığın hem insanın kendisine hem Mü’min kardeşine hem Allah’ın rahmetine karşı haddi aşar…Çünkü kin ve düşmanlık insanın kendi nefsini acı verici azaplar içerisinde bırakır…Düşman gördüğüne giden nimetlerden azap çektiği gibi..düşmanlığın bir nevi karşılığı olan ..yani düşman kabul ettiğinin de düşmanının o olması ve onun düşmanlığından gelen korku elemini de kendine çektirir..Nefsine zulmeder…Çünkü nefsi onun irade-i cüziyyesine emanettir..O İradesini nefsinin emmare taleplerini dinleyerek adavete meyl ettirse..terbiyesi ve tezkiyesi için tercihine vedia olan nefsini mahiyetindeki düşüşe yönlendirir..Eğer muhakeme-i akliye ve muhabbeti kalbiyesini dinlese..Ruhunda da olan ulvi rabıtaların vicdani hükümleriyle kardeşlik noktasınada ki harekete meyl etse..nefsindeki o kötülüğe karşı olan cihetlerin yüzü..aklın,kalbin,ruhun,vicdanın ..Muhakeme,muhabbet,ve fıtrat olarak birlikteliğine döner ve emelleri bu ittifaka itaat ile Nefsini hayra sevk eder…Onun azaptan kurtulmasına sebep olur…
Evet,demiş..Düşmanlık çekememezlikten,kıskançlıktan gelse o daha büyük bir azaptır..Çünkü haset demiş,evvela haset edeni ezer.mahveder,yandırır…Haset edilen hakkında zararı ya azdır veya yoktur...Asıl sıkıntı hasid olanın dünyasında dolanmakta ve onu azap içinde bırakmaktadır…Haset edilenin ondan ya haberi yoktur..Olsa da o düşünceden gelen bir bilmekle muvakkat keder içine girebilir..Bu manada mazlum olduğundan kalbi muzdarip olmaz ..ve ona geçici bir kederlenmekten başka bir hal vermez…Akıbet ne olursa olsun bu noktada masum olduğundan netice onun lehindedir…Dolayısıyla hakiki bir manada zarar etmez…malı sadaka hükmüne geçer..sıkıntısı kefaret olur..sabrı ona çok sevaplar kazandırabilir ve hakeza……….
Evet demiş;
Hasedin çaresi: Hâsid adam, haset ettiği şeylerin âkıbetini düşünsün. Tâ anlasın ki, rakibinde olan dünyevî hüsün ve kuvvet ve mertebe ve servet, fânidir, muvakkattir. Faydası az, zahmeti çoktur.

Diyerek dünyevi cihette olan kıskançlığı ..haset ettiğinde olan haset ettiği şeylerin akıbetlerini ve onların kıskançlığa değmediğini..geçici olduğunu ve sorumluluk içerdiğini..onu korumak kollamak saklamak ..zarar ettirmemek gibi tedbirler dolayısıyla sıkıntısı faydasından çok olduğunu ifade etmiş…

Eğer uhrevî meziyetler ise, zaten onlarda haset olamaz. Eğer onlarda dahi haset yapsa, ya kendisi riyakârdır; âhiret malını dünyada mahvetmek ister. Veyahut mahsûdu riyakâr zanneder, haksızlık eder, zulmeder.

Ahirete bekaya bakan nimetlerde ise kıskançlık olamayacağını..eğer onlara da haset edilse ya kendisinin iki yüzlü ki bu ifade uhrevi meseleler de hakkın ve hakikatin karşısındaki bir duruştur çok hatarlı ve zararlıdır..Ahiret malını dünyada yemek gibi bir hal sergilemektir…Veya kast ettiğini riyakar zanneder,haksızlık eder..sui zannıyla haddi aşar zulmeder…
 

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale 8:Yirmi İkinci Mektup uhuvvete bakisimiz.

Hem ona gelen musibetlerden memnun ve nimetlerden mahzun olup, kader ve rahmet-i İlâhiyeye, onun hakkında ettiği iyiliklerden küsüyor. Âdetâ kaderi tenkit ve rahmete itiraz ediyor. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.

Cenab-ı Hakkın o haset ettiği adama bakan nimet ve nikmet gibi imtihan vesileleri..Allahın CC ona tayin ettiği hayat tarzı..Mazhar olduğu nimetler..ve başına gelen akıbetlere nazar edip,ona verilen şeylere haset..başına gelen sıkıntılara duyacağı memnuniyet..Kader ile ona tayin edilmiş vesile-i imtihan sebeblerine karşıda zulmani bir nazar..çok zararlı bir düşünce ve davranıştır..Çünkü burada karşısına aldığı ..İrade-i İlahiyenin o kulu üzerindeki taalluku idaresi, nasip ettiği kısmeti gibi Halıka bakan bir penceredir…Kaderi tenkit eden yani bu nazarla ve hisle eleştiren başını örse vurur ve kırar..Rahmete itiraz ettiğinden hakkındaki Rahmeti de kaybeder…

Acaba birgün adâvete değmeyen bir şeye bir sene kin ve adâvetle mukabele etmeyi hangi insaf kabul eder, bozulmamış hangi vicdana sığar?

Düşmanlıkların aslında ne kadar basit sebeblerden dolayı olduğu..İnsaf ve vicdana böyle basit ve değersiz meselelerin aslında sığmayacağına işaret etmiş…
Aşağıda da hakiki bir taksimat yaparak İnsanın fıtratına koyulmuş latifeler..Ve imtihanı..Ve hayatın hadisatı..Ve kaderin o istidada çizdiği teklif tecrübe alanı ..Hem nefsine uyması ve şeytanın aldatması hem de ona o derece adavt ile bakan haset eden bir nazarın kendindeki olan noksanlığı gibi noktalardan, hakem bir müdahale ile hakikati hakkın eline teslim etmiş…İyiliğe davet etmiş..Affedici olabilmenin ne kadar faydalar verdiğini..ve aslında kendi kendinin bir nevi kurtuşu hükmünde olacağı manasını..Hem dünyanın ve içindeki her şeyin geçiciliğini ifade etmiş…Adavet kin haset gereksiz diyerek her şeyin mahiyeti asliyesine dikkat çekmiş..
Evet demiş;
Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir.
Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek.
Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver.
Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvü cenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun. Yoksa, sarhoş ve divane olan ve şişeleri ve buz parçalarını elmas fiyatıyla alan cevherci bir Yahudi gibi, beş paraya değmeyen fâni, zâil, muvakkat, ehemmiyetsiz umur-u dünyeviyeye, güya ebedî dünyada durup ebedî beraber kalacak gibi şedit bir hırsla ve daimî bir kinle, mütemadiyen bir adâvetle mukabele etmek, sîga-i mübalağa ile, bir zalûmiyettir veya bir sarhoşluktur, bir nevi divaneliktir.
İşte, hayat-ı şahsiyece bu derece muzır olan adâvete ve fikr-i intikama, eğer şahsını seversen yol verme ki kalbine girsin. Eğer kalbine girmişse, onun sözünü dinleme. Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî'yi dinle:
.......................................................
Yani, "Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin." Çünkü, fâni ve geçici olduğundan kıymetsizdir. Koca dünya böyle ise, dünyanın cüz'î işleri ne kadar ehemmiyetsiz olduğunu anlarsın.

Diye söyleyerek..Kendi hayatına bu kadar zarar verecek düşmanlığa..intikam fikrine..eğer kendini seversen yol verme ki kalbine girsin…Eğer demiş kalbine girmiş ise o lümbeden gelen sesi sözü dinleme..Bak, hakikatbîn olan Hafız-ı Şirazî'yi dinle diyerek hakikat-ı mutlaka olan "Dünya öyle bir metâ değil ki nizâa değsin." sözünü nazara vermiş..Evet değmez değmez değmez demiş……….
Hem demiş: .........................................

Yani, "İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir."
Dostlarına karşı iyilikle..
Düşmanlarına karşı barış arayışı ile davranmak..İki dünyanın da esenliğini kazandırır..demiş…
Eğer dersen: "İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adâvet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum."

Diye bir saplantı ve elimde değil yaradılışım mizacım böyle hem de hissime dokundurulmuş vazgeçemiyorum dersen demiş;

Elcevap: Sû-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse, kusurunu da anlasa, zarar vermez. Madem ihtiyar senin elinde değil, vazgeçemiyorsun. Senin, mânevî bir nedamet, gizli bir tevbe ve zımnî bir istiğfar hükmünde olan kusurunu bilmen ve o haslette haksız olduğunu anlaman, onun şerrinden seni kurtarır. Zaten bu Mektubun bu Mebhasını yazdık, tâ bu mânevî istiğfarı temin etsin; haksızlığı hak bilmesin, haklı hasmını haksızlıkla teşhir etmesin.

Kötü ahlak ve kötü huy eseri gösterilmezse ve çekiştirmek hakkında konuşmak gibi şeylerin gereği ile davranılmazsa..hem de kusur olduğunu kusurunu anlasa zarar vermez demiş…
Madem iraden elinde değil mizacın müsaade etmiyor vaz geçemiyorsun;
Senin manevi pişmanlığın,gizli tövben ,örtülü bir şekilde af dilemen hükmünde olan kusurunu bilmen ve o huy ile haksız olduğunu anlaman onun şerrinden seni kurtarır.demiş…Hem de bu mektubun bu kısmını yazadık ki ;tâ bu manevi istiğfarı temin etsin..Çünkü Risale-i Nur derslerin bir esasıdır..iradeyi insaf ile hakkı kabule meyil etmeye fıtrat olarak davet eder…O dersin işleyişi içinde orada olan maksadı his ve fikir meyil ve kanaat tasdik ve ikrar-ı hakikat gibi maksud neticelere götürür dersi makamında verip kabul ettirir..Ki o gaye-i hakikat yerini bulsun ve bulur……….Devamında o manevi pişmanlık ve hakikati derk etmek neticesinde..Haksızlığı hak bilmesin haklı hasmını haksızlıkla teşhir edip göstermesin….demiş…

Cây-ı dikkat bir hadise:
Bir zaman, bu garazkârâne tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki, mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhâlif bir âlim-i salihi, tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârâne medhetti. İşte, siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm,
1- Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım.

dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim.

Diyerek’te tarafgirliğin neticesinde dindar bir ilim sahibinin,siyasi düşüncesine karşı bir Salih alimi,inkar derecesinde küçük gördü..Ve kendisi gibi düşünen bir münafığı saygıyla övdü..İşte diyor siyaset damarının bu taraftarlık hissiyle yaptığı zulmü gördüm ondan çekindim ürktüm” Şeytandan ve siyasetten Allah'a sığınırım.”deyip siyaset hayatından çekildim demiş………..

BEŞİNCİ VECİH

Bu vecihte ..sosyal hayat olarak inat ve taraf tutmanın gayet zarar verici zararlı olduğunu beyan etmiş..
Demiş;

Hayat-ı içtimaiyece, inat ve tarafgirlik gayet muzır olduğunu beyan eder.
Eğer denilse:
2- "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir." el-Aclûnî, Keşfü'l-Hafâ, 1:64; el-Münâvî, Feyzü'l-Kadîr, 1:210-212.

denilmiş. İhtilâf ise tarafgirliği iktiza ediyor.
"Hem tarafgirlik marazı, mazlum avâmı, zalim havassın şerrinden kurtarıyor. Çünkü bir kasabanın ve bir köyün havassı ittifak etseler, mazlum avâmı ezerler. Tarafgirlik olsa, mazlum bir tarafa iltica eder, kendisini kurtarır.

"Ümmetimin ihtilâfı rahmettir."hadîs-i şerifiyle bir sual sorulmuş..Burada taraftarlık kötüdür demişsiniz fakat hadîs-i şerifte böyle buyurulmuş..Karşı görüş ise taraf tutmayı gerektiriyor demiş..Hem bu tarafgirlik hastalığı hastalık olmasına rağmen..ezilen alt tabakayı zalimlerin elinden kurtarıyor..Eğer bir iki köyün üst tabakası bir araya gelseler alt tabakayı ezerler..Ama demiş avam arasında bir birine taraf tutma olsa,mazlum bir taraf iltica eder,kendisini kurtarır…
"Hem tesadüm-ü efkârdan ve tehâlüf-ü ukulden hakikat tamamıyla tezahür eder."
Hem de demiş ki;
Fikirlerin çarpışmasından ve farklı düşüncelerden hakikat tamamıyla ortaya çıkar…
Evet,

Elcevap: Birinci suale deriz ki:
Hadisteki ihtilâf ise, müsbet ihtilâftır.
Yani, herbiri kendi mesleğinin tamir ve revâcına sa'y eder.
Başkasının tahrip ve iptaline değil, belki tekmil ve ıslahına çalışır.
Amma menfi ihtilâf ise-ki garazkârâne, adâvetkârâne birbirinin tahribine çalışmaktır-hadisin nazarında merduttur. Çünkü birbiriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler.
Diyerek hadîste kasd edilen ayrılığın iyi manada yani iyi neticeler veren kabiliyette bir ayrılık olduğuna dikkat çekmiş demiş;
Her biri kendi gittiği işlediği yol ve işteki eksikleri gidermek ve onun tercih edilmesine sevilmesine çalışmaktır…Kendisi dışındaki yok etmek onlara zarar vermek değil..bilakis bir birinin tamamlar ve eksiklerini gidermeye çalışmaktır meyanında ifade etmiş…
Ama kötü ihtilaf ise..Kin besleyerek düşmanlıkla bir birinin yok olmasına zarar görmesine çalışmaktır..O ise bu hadîsin nazarında reddedilmiştir…Çünkü;Bir biriyle boğuşanlar müsbet hareket edemezler..denilmiş…

İkinci suale deriz ki: Tarafgirlik eğer hak namına olsa, haklılara melce olabilir. Fakat şimdiki gibi garazkârâne, nefis hesabına olan tarafgirlik, haksızlara melcedir ki, onlara nokta-i istinad teşkil eder. Çünkü, garazkârâne tarafgirlik eden bir adama şeytan gelse, onun fikrine yardım edip taraftarlık gösterse, o adam o şeytana rahmet okuyacak. Eğer mukabil tarafa melek gibi bir adam gelse, ona (hâşâ) lânet okuyacak derecede bir haksızlık gösterecek.

Taraf tutmak hak için hak adına olsa,haklılara bir sığınılacak yer olabilir..Fakat şimdiki gibi kin ile,nefis hesabına olan taraf tutmak ise,haksızların sığındığı bir konumdadır..Onlara dayanak noktası oluşturur..Çünkü demiş;kin ile taraftarlık eden bir adama şeytan geşse,onun fikrine düşüncesine yardım edip ona taraftarlık gösterse o kin ile nefsi hesabına taraftarlık gösteren adam onun fikrine yardım eden şeytana rahmet okuyacak..Çünkü bu tür taraftarlıklar tamamen şeytanın maskarası olmanın saf tutuşudur..Kin adavet insaf gözünü kör eder o nazara sahibi ise o fikre yardım eden şeytan dahi olsa onu rahmetle anacak..Eğer karşı tarafa melek gibi bir adam gelse,ona (hâşa) lanet okuyacak derecede bir haksızlık gösterir..demiş………,

Üçüncü suale deriz ki: Hak namına, hakikat hesabına olan tesadüm-ü efkâr ise, maksatta ve esasta ittifakla beraber, vesâilde ihtilâf eder. Hakikatin her köşesini izhar edip hakka ve hakikate hizmet eder. Fakat tarafgirâne ve garazkârâne, firavunlaşmış nefs-i emmâre hesabına hodfuruşluk, şöhretperverâne bir tarzdaki tesadüm-ü efkârdan bârika-i hakikat değil, belki fitne ateşleri çıkıyor. Çünkü, maksatta ittifak lâzım gelirken, öylelerin efkârının küre-i arzda dahi nokta-i telâkîsi bulunmaz. Hak namına olmadığı için, nihayetsiz müfritâne gider, kabil-i iltiyam olmayan inşikaklara sebebiyet verir. Hal-i âlem buna şahittir.

Evet,hak namına hakikat hesabına olan fikir çarpışmaları,maksatta ve esasta birliktelikle beraber..kullanılan sebeplerde ayrılık eder..Dolayısıyla da hakikatin her köşesini gösterip hakka ve hakikate hizmet eder.
Fakat..taraftarlık ve kin ve firavunlaşmış bir nefsi emmare hesabına,kendini beğenerek şöhreti sevmek tarzındaki fikir çarpışmaları,hakikatin parlamasını değil fitne ateşlerini ortaya çıkarıyor…
Çünkü;amaçta birliktelik gerekiyorken,öylelerin fikirlerinin dünyada dahi bir araya gelme noktası bulunmaz..Hak namına olmadığı için,sonsuz aşırıya kaçarak iyileşmesi mümkün olmayan ayrılıklara sebebiyet verir..Alemin hali buna şahittir demiş…………


Elhasıl: 1- Muhabbet Allah için, buğz Allah için, hüküm de Allah'a aittir.olan desâtir-i âliye düstur-u harekât olmazsa, nifak ve şikak meydan alır.


2- Allah için buğzetmek, Allah için hüküm vermek.

demezse, o düsturları nazara almazsa, adalet etmek isterken zulmeder.

Diyerek konuya hakperest bir bakış açısı getirmiş………..

Cây-ı ibret bir hadise:

Diyerek ibret verici bir vakayı anlatmış;



Bir vakit, İmam-ı Ali Radıyallahü Anh bir kâfiri yere atmış. Kılıcını çekip keseceği zaman o kâfir ona tükürmüş. O, kâfiri bırakmış, kesmemiş. O kâfir ona demiş ki: "Neden beni kesmedin?"
Dedi: "Seni Allah için kesecektim. Fakat bana tükürdün; hiddete geldim. Nefsimin hissesi karıştığı için ihlâsım zedelendi. Onun için seni kesmedim."

Evet, O kâfir ona dedi: "Beni çabuk kesmen için seni hiddete getirmekti. Madem dininiz bu derece sâfi ve hâlistir; o din haktır" dedi.

Hem medar-ı dikkat bir vakıa:

Dikkat sebebi bir olay bir vaka demiş;

Bir zaman bir hâkim bir hırsızın elini kestiği vakit eser-i hiddet gösterdiği için, ona dikkat eden âdil âmiri onu o vazifeden azletmiş. Çünkü şeriat namına, kanun-u İlâhî hesabına kesseydi, nefsi ona acıyacaktı. Ve kalbi hiddet etmeyip, fakat merhamet de etmeyecek bir tarzda kesecekti. Demek, nefsine o hükümden bir hisse çıkardığı için, adaletle iş görmemiştir.
Uygulamada adaletin ne kadar hassas bir denge iktiza ettiğini… Hakkı hak ile yerine getirmenin ne kadar önemli ve nazik bir mesele olduğunu ifade etmiş…
Evet,
Cây-ı teessüf bir hâlet-i içtimaiye ve kalb-i İslâmı ağlatacak müthiş bir maraz-ı hayat-ı içtimaî:
"Haricî düşmanların zuhur ve tehacümünde dahilî adâvetleri unutmak ve bırakmak" olan bir maslahat-ı içtimaiyeyi en bedevî kavimler dahi takdir edip yaptıkları hâlde, şu cemaat-i İslâmiyeye hizmet dâvâ edenlere ne olmuş ki, birbiri arkasında tehacüm vaziyetini alan hadsiz düşmanlar varken, cüz'î adâvetleri unutmayıp düşmanların hücumuna zemin hazır ediyorlar? Şu hâl bir sukuttur, bir vahşettir, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye bir hıyanettir.
 

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale 8:Yirmi İkinci Mektup uhuvvete bakisimiz.

a) Müellif (ra), "Ey mü'mine kin ve adavet besleyen insafsız adam!' diye hitâb ediyor. "Ey kâfire kin ve adavet besleyen insafsız adam!' demiyor.

Demek, muhatâb mü'mindir; kâfir değildir.

b) Temsilde geçen hâne ve gemiden murâd; bir hâne-i Rabbâniyye ve bir sefine-i llâhiyye olan mü'minin vücududur. Kâfirin vücudu değildir.

c) Temsîlde geçen ma'sumlardan murâd; mü'minin vücudunda bulunan Ka'be hürmetinde olan îmân, cebel-i Uhud azametinde olan îslâmiyyet ve komşuluk gibi pek çok evsâf -ı îslâmiyyedir.

Caniden murâd ise; mü'minde bulunan ve adî taşlar mesabesinde olan bazı cüz'î küsurattır.

Bundan dolayı mü'minlerin ufak-tefek şahsi kusurâtıyla meşgul olmamak, bir mü'minin adî taşlar mesabesinde olan şahsî hatâlarını gördüğünde îmân ve îslâmiyyetine nazarı çevirmek, bu konuda afvedici olmak, îslâmın mü'minlere emridir.

Kâfire gelince, zâten onun için ma'sum sıfatı kullanılamaz.

Zîrâ, kâfirin küfrü ve cinayeti, zulm-i azîm olduğundan, ona ma'sum nazarıyla bakılmaz ve afvı kabil değildir.

Kâfirin bu zulüm ve cinayetini, ancak âhirette ebedî Cehennem temizler.
 

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale 8:Yirmi İkinci Mektup uhuvvete bakisimiz.

Allah Kuran'da Müslümanların birbirlerinin kardeşleri olduğunu bildirmiştir. Müslümanların Kuran'da bildirilen kardeşlik ruhunu en güzel şekilde yaşamaları, aralarındaki farklılıkları bir kültür zenginliğine dönüştürmeleri son derece önemlidir.

**Eğer bir kişi hayatını Allah yolunda vakfetmiş olduğunu tüm tavır ve davranışları ile ispatlıyor, her anında Allah'ın rızasını ve rahmetini gözeterek güzel davranışlarda bulunuyorsa, müminler o kişiye karşı sevgi ve hürmet duyarlar.

**Örnek Müslümanlar, kendileriyle aynı inancı paylaşan, Kuran'a iman eden, Allah'ın emirlerini yerine getiren ve Peygamber Efendimiz (sav)'in sünnetine uyanları kardeşleri olarak görür ve birbirlerinin velileri olduklarını unutmazlar

**İslam ahlakının özünde, ihtilaf ve ayrılıkları değil, inanç birliğini ve ortak değerleri temel alan bir anlayış vardır. Müslümanlar ittifakta birbirlerini desteklemeli, ihtilaflı konularda da hoşgörülü olmalı, anlayışlı davranmalıdırlar.

**Onların göğüslerinde kinden (ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı karşıyadırlar. (Hicr Suresi 47)
 

topraktoprak

Well-known member
Cevap: Açıklamalı Risale 8:Yirmi İkinci Mektup uhuvvete bakisimiz.

Nasıl aynı anne babadan dolayı, iki kardeş arasında kuvvetli bir bağ, sıkı bir akrabalık ilişkisi olur. Halbuki bu bağın nispeti birdir, o tek nispet de aynı anne babadan olmaktır. Bazen karakter ve huy olarak; kardeşler arasında hiçbir münasebet olmaz, hatta iki farklı fikri cepheden dolayı düşman bile olurlar. Ama kardeşlik bağı asla bitmez ve sönmez, ölene dek devam eder.

Din kardeşliği ise; bir münasebet ile değil, bin münasebet ile insanları birbirlerine bağlar. İman bu münasebetler, bu bağlar içinde en kuvvetli olanıdır. Hatta öyle ki, bazen maddi kardeşlikten bile öteye geçebilir ve geçmiştir.

İki mümin arasındaki imani bağlar saymakla bitmez. Aynı Allah’a iman, aynı peygambere iman, aynı ahirete iman, aynı kadere iman, aynı meleklere iman, aynı kitaba iman, aynı Kabe’ye yönelmek, aynı dine gönül vermek, bunların başında gelir. İşte bu bağlar öyle bir kuvvet kazanır ki, maddi kardeşliği bile geçer. Sahabelerin harp meydanında kardeş ve baba ile göğüs göğse çarpışması, meselemizi izah ve ispata kafidir.

İman birliği kalp birliğini, kalp birliği de toplumsal birliği oluşturur. Toplum birlik içinde olunca da kuvvetli ve güçlü bir toplum olur. Zira aynı Allah'a ve aynı dine inanmış müminler arasında ayrılık gayrılık kalmaz, adeta et ile tırnak gibi iç içe olurlar.

İşte Üstad Hazretleri bu vecihte bu bağların kuvvetlendirilmesini çözüm olarak bize ihtar ediyor. Din bağı ne kadar kuvvetli olursa, İslam toplumu da o kadar kuvvetli olur. Hali hazırdaki toplumsal zayıflık ve dağınıklık, bu iman bağının yeterince güçlü olmamasından ileri geliyor.

Cümlenin açıklaması; Burada küçük çakıl taşları, insanın ufak tefek kusurlarını ve yanlışlarını temsil ederken, Kabe ve Uhud dağı da insanın iman ve inançlarını temsil ediyor. Nasıl küçük taşlar ile Kabe kıyasa gelmez ise, Mümin kardeşimizin bazı küçük kusur ve yanlışları, elbette inanç ve iman bağları ile kıyasa gelmez ve gelmemelidir. Yoksa küçük kusurlarından dolayı Mümin kardeşimizi feda etmek ve onunla bağları koparmak büyük bir zulüm olur.
Sorularla Risale
 
Üst