Ayetler Ve İbretler

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Anne Karnında Üç Karanlıkta Yaratılış

Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlıkta bir yaratılışdan diğer yaratılışa geçirerek yaratmaktadır.
39 Zümer Suresi 6

Anne karnındaki cenin çok hassas bir varlıktır. Cenin eğer özel bir korunmaya sahip olmasaydı; sıcak, soğuk, ısı değişimleri, darbeler, annenin ani hareketleri cenine ya büyük bir zarar verecek, ya da cenini öldüreceklerdi. Annenin karnındaki 3 bölge cenini tüm bu dış tehlikelere karşı korur. Bu bölgeler şunlardır:

1 Karın duvarı

2 Rahim duvarı

3 Amniyon kesesi

Kuran’ın indiği 7. asırda insanların amnion kesesinden haberleri yoktu. Peki o zaman Kuran’ın anne karnındaki üç karanlığa işaret etmesi nasıl açıklanabilir? Hiç şüphesiz bu ifadeyi Kuran’ın indiği dönemin bilgi seviyesiyle açıklamaya olanak yoktur. Cenin bu üç tabakanın koruyuculuğu altında kapkaranlık bir mekanda yavaş yavaş gelişimini sürdürür.

Amniyon kesesi temiz, akışkan bir sıvı ile doludur. Bu sıvı sarsıntıları emen koruyucu bir yastık gibidir, basıncı dengeler, amniyon zarının embriyoya yapışmasını engeller ve ceninin rahim içerisinde rahatlıkla dönmesini sağlar. Eğer cenin bu sıvı sayesinde rahatlıkla hareket edemeseydi, bir et kütlesi gibi yığılıp kalacak, devamlı bir tarafı üzerinde aylarca durduğu için yaralar vücudunu saracak ve birçok komplikasyon ortaya çıkacaktı. Ceninin her tarafının eşit biçimde ısınması da önemlidir. Sıvının ısıyı eşit dağıtması sayesinde dışarıdaki sıcaklık ne olursa olsun ceninin her yanı 31°C’lik sıcaklığa sahiptir. Yaratıcımız her aşamada her şeyi en ince şekilde ayarlamış, karanlıkların içinde her ihtiyacımızı karşılamış, bedenimizi dış dünyanın tüm zararlarından korumuştur.

YARATILIŞTAN YARATILIŞA GEÇİŞ

Bu ayetin anne karnında, yaratılış aşamalarımızda içinde bulunduğumuz 3 farklı ortama veya 3 farklı yaratılış aşamasına işaret ettiğini düşünenler de olmuştur. Buna göre 3 karanlık şöyledir:

1. Fallop borusu: Spermle yumurta birleştikten sonra fallop borusu boyunca ilerler. Fallop borusu boyunca ilerleyen zigot bölünerek çoğalır.

2. Rahim duvarındaki bölge:Bu bölgede 51. bölümde işlediğimiz asılıp tutunma (alaka) aşaması geçirilir.

3. Amniyon kesesi: Ceninin etrafındaki içi özel bir sıvı ile dolu kesedir. Gelişimin geri kalan uzunca kısmı burada geçirilir.

Dıştan görünüşte bu karanlık mekanların farkları yok sanılır. Halbuki minik bir hücrenin boyutuna bölünüp bu mekanları gezebilsek, nasıl farklı mekanlar olduğunu gözleriz. Birinci karanlık mekan, hücreye göre dev karanlık bir tüneli hatırlatmaktadır. İkinci karanlık mekan ise ışıksız kapkaranlık bir ormanı. üçüncü karanlık mekan ise ışıksız bir denizin altını andırır.

Görüldüğü gibi iç içe katman olarak karanlık mekanlar 3 kat olduğu gibi, sırasıyla geçilen karanlık mekanlar da 3 tanedir. Ayetin bu iki açıklamadan herhangi birine mi, yoksa her ikisine de mi işaret ettiğini ALLAH bilir. Bu karanlık mekanlardaki gelişimde geçirilen aşamaların tüm bilimsel kitaplarda 3′e ayrılıp incelenmesi de ilginçtir. Bu üç aşama şöyledir:

1. Preembriyonik aşama: Bu aşama birinci trimester olarak anılır. Hücreler çoğalırken 3 tabaka şeklinde organize olurlar, ilk iki haftayı kapsar.

2. Embriyonik aşama: Hücre tabakalarından temel organlar ortaya çıkmaya başlar. İkinci trimester olarak anılır. İkinci haftayla sekizinci hafta arasını kapsar.

3. Fetal aşama: Bu aşamada yüz, eller, ayaklar belirginleşir, insan dış görünümü ortaya çıkar. üçüncü trimester olarak anılır. Sekizinci haftadan doğuma kadar olan safhadır.

Ayette işaret edildiği gibi yaratılışımız, bir yaratılış aşamasından diğer yaratılış aşamasına geçerek olmaktadır. Tüm aşamaların ortak özelliği her birinde yaratılışın delillerinin gözükmesidir.

Kitabımızın embriyolojiyle ilgili bu son bölümlerinde gördüğümüz bilgilere son yüzyılda ulaşılmıştır. Kuran’dan önce ve Kuran’dan sonraki bin yılda bu bilgilerin hiçbirine, Kuran dışında hiçbir kitapta rastlayamazsınız. Kuran, hem meninin karışımlı yaratılışına, hem de bu meninin az bir bölümünden yaratıldığımıza dikkatlerimizi çekmiştir. Kuran, anne rahmindeki gelişimde embriyoya, aldığı hallerden türeyen isimler takmıştır: Asılıp tutunan (alaka), bir çiğnemlik et (mudga) gibi. Böylece Kuran, ceninin aldığı hallerden çıkan bir terminoloji oluşturmuştur. Yine ilk önce kemiklerin sonra kasların yaratıldığını Kuran dışında ortaya koyan olmamıştır. Yaratılışın içindeki farklı karanlıklara Kuran dışında dikkatleri çekmiş bir kitaba da binlerce yıllık tarihte rastlayamazsınız.

Bilimsel bir bilgiyi ileri sürmek için her şeyden önce bilimsel bir altyapı gerekir. Var olan bir altyapı üzerinde diğer bilgiler yükselir. Ayrıca bu tarz bilimsel bilgiler için gelişmiş mikroskoplara da mikro kameralara da ihtiyaç vardır. Kuran’ın indiği dönemde ne bilimsel altyapının, ne mikroskobun, ne de mikro kameraların olduğunu kimse iddia edemez. Bu bilgilerin rastgele yapılan tahminlerle tutturulduğunu söylemeye de hiçbir vicdanlı insan kalkışamaz.

İnsanı gerçekten de en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısı kıldık.
95 Tin Suresi 4-5

İnsan, en güzel biçimde, çok ince bir planla, birçok aşama arka arkaya getirilerek yaratılmıştır. ALLAH’ın bu mükemmel yaratışını unutup, vücudunu kendi eseri zanneden, bedeninin Yaratıcısını tanımayarak, isyana ve nankörlüğe kalkışan biri ise mükemmel yaratılışına rağmen aşağıların aşağısı olmaktan kurtulamaz.

Yoksa onlar hiçbir şeysiz mi yaratıldılar: Yoksa bizzat kendileri mi yaratıcıdır?
52 Tur Suresi 35
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
SİNEK DENEN MUCİZE


Ey insanlar! Size bir misal getirildi; şimdi onu dinleyin. Sizin Allah’tan başka dua ettiklerinizin hepsi toplansa bir sineği yaratamazlar. Sinek onlardan birşey kapsa onu da geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de!
Hacc Sûresi, 22:73


KURÂN ÂYETLERİ gibi, kâinat kitabının âyetleri de benzeri yapılamayan birer mucizedir. Bütün insanlar ve cinler nasıl bir Kur’ân âyetinin benzerini getiremiyorlarsa, yine bütün insanlar ve cinler bir araya gelecek olsa, kâinat kitabındaki sayısız kudret ve hikmet mucizelerinden bir tekinin olsun benzerini getiremezler.

Bu âyetlerden bir tanesi de sinektir.

Genellikle biz etrafımızdaki varlık ve hadiselere kalın bir alışkanlık perdesinin ardından baktığımız için, onları birer İlâhî sanat mucizesi olarak görmek her zaman aklımıza gelmez. Sineğe ise o kadar da bakmayız; çoğumuzun gözünde o rahatsızlık veren ve ortadan kaldırılması gereken bir varlıktır.

Fakat bu bakışımız, en ileri teknolojilere meydan okuyan öyle muhteşem bir mucizeyi gözümüzden saklıyor ki!

Bir sineğin sadece uçuşunun ne anlama geldiğini görebilmek için, onu birkaç dakika süreyle izlemek yeter. Havalanmak için bir hamleye gerek bile duymadan, sadece kanat çırpışıyla uçuşa geçiveren sinek, en gelişmiş savaş uçaklarını ilkel bir âlet düzeyine düşüren manevraların düzinelercesini birkaç dakika içinde peş peşe sergiler. Dakikada 20 bine varan kanat çırpışıyla geri geri uçmak, saniyenin otuz binde biri kadar bir zaman içinde yön değiştirmek gibi hareketler bu manevraların içindedir. Bütün bu hareketler sırasında, kanatlarının arkasına yerleştirilmiş iki küçük organ, gerekli ayarlamaları yaparak sineğin düz durumda ve dengede kalmasını sağlar.

Sineğin tavanda baş aşağı yürümesi bile onun bu iş için özel şekilde düzenlenmiş olan ayaklarındaki olağanüstü yapıyı göstermektedir. Bize düz bir yüzey halinde görünen tavanın girinti ve çıkıntılarına tutunması için, Yaratan, sineğin altı ayağından herbirine ikişer pençe vermiş, bu pençelere de vantuzlar yerleştirmiştir. Bu incecik harikulâde sistem sayesinde, sinek, havada uçuşu kadar rahat bir şekilde, tavanda baş aşağı yürür, kaygan cama tırmanır.

Sineğin görüşü de bütün bu becerilerle bir bütünlük teşkil edecek şekilde düzenlenmiştir. 360 derece görüş açısına sahip petek gözleri sayesinde, bir sinek, sağını, solunu, önünü ve arkasını hep birlikte görür. Onun kolay yakalanamayışı da âni hareketlere karşı son derece duyarlı olması ve saniyenin yüzde biri kadar bir zaman aralığındaki hareketi algılayabilmesi yüzündendir.

Bu minik kuşlar elimize, yüzümüze kondukları zaman bize hiçbir zarar vermezler. Çünkü ağızları sadece öpme ve okşamaya yarayacak şekilde düzenlenmiştir. Eğer onların da meselâ karıncalar gibi kesici çeneleri yahut yaban arıları gibi iğneleri olsaydı, insanlar herhalde bu kuşçukların arasında yarasız beresiz bir gün geçirmezlerdi.

Onca masumluğuna ve harikulâde yapısına rağmen, sinekle insan nesli çok uğraşmış, ama bir türlü baş edememiştir. İnsanlar şuna dua etmeli ki, sinek neslinin üreme potansiyeli başıboş bırakılmamış yahut tam kapasiteyle devreye sokulmamıştır. Yoksa, önüne Yaratan tarafından hiçbir engel konulmamış olsaydı, bir çift sineğin üreme hızı, bütün yeryüzünü altı yedi ay gibi kısa bir zamanda sinekten bir yorganla kaplamaya yeterdi. İnsanın elinde de, insanların Allah’tan başka taptıkları şeylerin elinde de, tek bir sinekle baş edebilecek bir güç yoktur.

İnsanlar, mikrop taşıyıcısı olarak ilân etmekle sineğin pek çok günahını aldılar. Oysa kendi pisliklerimiz de, sinekler de etrafımızdan hiçbir zaman eksik olmuyor. Eğer sineğin mikrop bulaştırmada gerçekten önemli bir payı olsaydı, insan nesli hastalıklardan gözünü açabilir miydi dersiniz?

Sinek konusunda bize en yaraşan şey, onun dedikodusuyla vakit harcamak yerine, önce kendi temizliğimizi sağlamak, ortada pislik bırakmamak, sonra da, Yüce Yaratanın çağrısına uyarak Kur’ân’ın verdiği misali dinlemek ve bu minik uçuş mucizelerinin gözümüzün önünde ücretsiz olarak tekrarlayıp durdukları gösterileri zevkle izlemektir.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Ve demiri indirdik ki, onda çetin bir güç ve insanlar için yararlar vardır.
Hadîd Sûresi, 57:25


DEMİRDEN söz eden âyet-i kerime, onun İlâhî bir lütuf olarak indirildiğini, birkaç yönden vurgulamak suretiyle bize bildirmiştir. Bundan başka, bu âyetin yer aldığı sûrenin de “demir” anlamına gelen “Hadîd” ismiyle adlandırılmış olması, konunun önemine ve bu nimetin büyüklüğüne ayrıca işaret etmektedir.

“Çetin bir güç” deyiminin de, ibret gözüyle bakıldığında, oldukça dikkat çekici vurgular içerdiği görülüyor.

Bir yönüyle bu deyimde demirin yaratılışına işaret vardır. Zira demirin yaratılışı, gerçekten de çok, hem de pek çok çetin bir güç ile açıklanabilecek bir olaydır. Öyle ki, bu güce, kâinattaki en büyük yıldızların bile “gücü” yetmemekte; demir ile ondan daha ileri elementlerin yaratılması için, o dev yıldızların hayatlarını feda ederek parçalanmaları gerekmektedir.

Burada mümkün mertebe özet seviyesinde kalmaya özen göstererek biraz teknik bilgi vermemiz gerekiyor.

Yıldızların hammaddesi, büyük çoğunlukla hidrojendir. Bunlar yıldız merkezlerinde yakılarak helyuma dönüşür. Hidrojen belli bir oranda tüketildikten sonra helyum çekirdeklerinden de daha ağır elementler yapılabilir; ancak bu iş çok fazla ileri gitmez. Ancak Güneşimizin sekiz mislinden daha büyük yıldızlarda, element üretimi demire kadar gelip dayanabilir. Bu ise kritik bir noktadır. Çünkü normal olarak element üretimi muazzam seviyede enerji ortaya çıkardığı halde—yıldızlar bu üretimleri sayesinde parlarlar—demir ile ondan daha ağır elementlerin üretimi için, fazladan bir güce ihtiyaç vardır. İşte bu güce, en büyük yıldızların da gücü yetmez.

Yakıtını kullana kullana merkezindeki element üretiminde demire kadar gelip dayanmış bulunan dev yıldızların bundan sonra yapabileceği birşey yoktur. Yıldızın o muazzam kütlesi, merkez üzerinde ne kadar basınç yaparsa yapsın, bu dehşetli sıcaklık bile orada birikmiş demirden külleri tutuşturmaya yetmez. Bundan sonra yıldız, süpernova adı verilen dehşetli bir nâra ile kendisini parçalar. Bu olay sırasında, yıldızın bir kısım maddesi, ortada kendi üzerine çöker; bu çöken kısım, yıldızın büyüklüğüne göre, ya nötron yıldızına, ya da karadeliğe dönüşür. Kalan kısım ise, bir anda koca bir galaksinin parlayışıyla boy ölçüşecek bir şekilde infilâk eder; ortalık milyarlarca derece sıcaklığında bir muazzam toz bulutuna döner. 1054 yılında, bizden 6500 ışık yılı uzakta böyle bir patlama meydana geldiğinde, bu olay, “gündüz ortasında görünen bir yıldız” şeklinde, üç haftadan fazla bir süreyle Dünyadan izlenmişti. Saniyede binlerce kilometre hızla etrafa yayılan bu toz bulutu, demirin ve ondan daha ağır elementlerin doğumevidir. İşte bu yaratılışta öyle bir çetin güç vardır ki, onun yanında, Güneşin alevleri bile bir çatapat eğlencesi seviyesinde kalmaktadır!

Diğer yandan, “çetin bir güç” ifadesinde, demirin insan elindeki kullanımına da bir işaret vardır. Ne yazık ki, bu madeni keşfettikten sonra insanın aklına düşen şeylerden başlıcası onu bir savaş âleti olarak kullanmak olmuş ve uzun yüzyıllar boyunca insanlar birbirlerinin elinden demirin şiddetini tatmışlardır. Bununla beraber, insan medeniyetinin en azametli yapılarının (binalar, gökdelenler, köprüler, gemiler gibi) demir ve çelikten güç alması da, yine bu ifadenin kapsamı içinde değerlendirilecek bir durumdur.

Âyet, bütün bunları yanında, demirin insanlar için yarar taşıdığını da bildiriyor ki, burada hem biyolojik açıdan insan hayatı için demirin önemine bir işaret, hem de bu İlâhî nimetten daha insancıl amaçlar için yararlanmaya bir teşvik vardır.

Biyolojik açıdan, insanın hayatında demir son derece önemli bir rol oynar. Ciğerlerden oksijeni alıp vücuda taşıyan hemoglobin molekülünün yaratılışı için demir gereklidir. Demir düzeyinin düşmesi halinde oksijenin organlara ve dokulara iletilmesinde de aksamalar başlar ve insan bunun sonucunu bir “güçsüzlük” şeklinde hisseder. Demirin yaratılışında ve kullanılışında çetin bir güç bulunduğu gibi, insan vücudundaki işlevlerinde de böyle bir güç tezahürü vardır.

“İnsanlar için yararlar vardır” ifadesi, bu İlâhî nimette yararlanabileceğimiz daha pek çok yönler bulunduğunu bildiriyor. Ve, bu nimeti bir şiddet aracı olarak kullanıp da birbirimizi çetin bir güç altında ezmeye çalışmak yerine, bu yararlı yönlerde ilerlemeye teşvik ediyor.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Karıncaların İletişimi


Derken Süleyman’ın cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen ordusu toplandı. Hepsi de düzenli bir şekilde sevk ediliyordu. Karınca vadisine geldiklerinde, bir dişi karınca “Yuvalarınıza girin, karıncalar,” dedi. “Tâ ki Süleyman ve ordusu, farkında olmadan sizi çiğnemesin.” (Neml, 17-18)



BU ÂYET karıncalar arasında bir “iletişim sistemi” olduğuna işaret ediyor. Yirminci yüzyılda üzerinde yapılan bilimsel araştırmalar, bu küçük hayvanların çok düzenli bir sosyal yaşantıları olduğunu ve bu düzenliliğin gereği olarak aralarında çok gelişkin bir iletişim ağının var olduğunu ortaya koymuştur. National Geografic dergisinde yayınlanan bir makalede bu konudan şöyle bahsedilmektedir:

Büyük veya küçük herhangi bir karınca, başındaki karmaşık duyu organlarıyla, milyonlarca hatta daha fazla kimyasal ve görsel sinyalleri yakalar. Beyin 500 bin sinir hücresi içerir; gözler birleşiktir; antenler insandaki burun ve parmak ucu gibi hareket eder. Ağzın altındaki projeksiyonlar tadı algılar, kıllar dokunmaya karşılık verir.

Biz farkına varmasak da karıncalar, hassas duyu organları sayesinde oldukça farklı iletişim yöntemleri kullanırlar. Avlarını bulmaktan birbirlerini takip etmeye, yuvalarını kurmaktan savaşmaya kadar hayatlarının her ânında bu duyu organlarından faydalanırlar. 2-3 milimetrelik vücutlarının içerisine sığdırılmış 500 bin sinir hücresiyle, insanları hayrete düşürecek bir iletişim sistemine sahiptirler.

Karıncaların bilgi alışverişi sağlamada, kimi zaman insanların konuşarak halledemediği konularda (toplanma, paylaşma, temizleme, savunma gibi) çok daha kusursuz bir iletişim sergilerler.

Karıncalar daha çok kimyasal düzeyde bir iletişim gerçekleştirirler. İç salgı bezlerinden salgıladıkları kimyasallar, diğer karınca tarafından koku olarak algılanır. Koloninin ihtiyaçlarına göre, örneğin acil bir durum olduğunda bu kimyasallar daha yoğun salgılanır.

Çok yakın tarihte elde edilen bu bilgilere ondört asır önce işaret edilmiş olması, bir mucize değil de nedir?
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
YERALTINDA RAHMET MAHZENLERİ



Görmedin mi: Allah gökten bir su indirir de onu yerin kaynaklarına yerleştirir.
Zümer Sûresi, 39:21



BİRÇOK âyette olduğu gibi, bu âyette de “Görmedin mi?” uyarısı, dikkatimizi kâinat kitabının bir âyetine yöneltiyor.

Ve yine birçok âyette olduğu gibi, bu âyetin uyarısı da, zaman içinde görülecek bir hakikate, görülmüşçesine bir kesinlikle işaret ediyor.

Gökten suyun yağmur, kar ve dolu şeklinde indiğini biliyoruz. Nitekim Kur’ân bu büyük mucizeye sık sık dikkatimizi çekerek düşünmemizi ister. Burada ise, yağmurun yeryüzüne indikten sonra, orada birtakım kaynaklara yerleştirildiği anlatılıyor. Ayetin içerdiği ibretlerden bir tanesi de işte budur.

Yağmur, yeryüzüne indiğinde, bitkiler ondan alacağını hemen alır. Yeraltında yayılmış kökler, göklere açılmış eller gibidir; Yer ve Gökler Rabbinin rahmet hazinelerinden gelen nasiplerini toplar ve bitki gövdelerine aktarırlar.

Fakat köklerin emdiği, yağmurun tamamı değildir. Yağışın büyük kısmı, buharlaşarak, tekrar bir bulut olmak niyazıyla semâya geri döner. Bir kısmı da akarsu ve göllere akar.

Toplam yağışın az bir kısmı ise yerin derinliklerine sızarak orada kendisine barınacak yerler bulur. Geri kalan yağış buharlaşarak, emilerek, akarsu ve göllere akarak geçip giderken, bu kaynaklarda sular birikir. Bir damla yağmurun düşmediği en kurak mevsimlerde de o kaynaklarda yine su vardır. Ve bu kaynaklar yeryüzünün her tarafına yayılmış durumdadır. En kurak bölgeler, ıssız çöller bile, toprağın derinliklerinde böyle nice su mahzenleri saklar. O kaynaklar, Yer ve Gökler Rabbinin yeraltındaki rahmet hazineleridir.

Yeraltı kaynaklarındaki sular ya bir pınar olur çağlar, ya bir kuyudan insanlara suyunu sunar. Gerçi orada biriken su, yere düşen yağışın pek az bir kısmıdır. Fakat o kaynaklara inen su, yeryüzüne yağan yağmur gibi buharlaşmaz, akıp gitmez. Orada birikir. Biriken sular büyük miktarlara ulaşır. Ve insanlar, içme suyu ihtiyaçlarının büyük kısmını bu kaynaklardan sağladıkları gibi, tarla ve bahçelerini de yine ekseriyet itibarıyla bu kaynaklardan elde ettikleri suyla sularlar.

Eğer yeraltı kaynakları olmasaydı, yağışlar ne kadar sık ve bol olursa olsun, insanlığın su ihtiyacını karşılamakta yetersiz kalırdı. Çünkü yağmurun yağışı, dibi delik bir kovaya su doldurmaktan çok farklı bir işlem olmazdı. Yağan yağmurdan o anda kim ne kadar yararlanıyorsa bütün istifade bu kadarla sınırlı kalır; geri kalan ise ya uçarak, ya akarak gider, havaya, akarsuya, göllere karışırdı. Ancak okyanuslardan suyu bulutlarla yeryüzünün uzak köşelerine gönderen Yüce Allah, o suyu yerin derinliklerinde kulların ihtiyaçları için saklayacak mahzenler yaratmıştır.

Bu mahzenlere, âyet, “Görmedin mi?” ifadesiyle işarette bulunuyor. Oysa bu âyetin indiği zamanda, yağmurun yeraltı kaynaklarında saklandığından haberi olan kimse yoktu. Kur’ân’ın “Görmedin mi?” diye sorduğu şeyi, insanlar, yüzyıllar sonra ancak görebildiler.

Fakat âyetin verdiği bir başka ders daha var ki, insanların büyük kısmı, o hakikati görebilecek bir yerden hâlâ pek uzakta duruyorlar.

Yüce Allah buyuruyor ki:




Görmedin mi: Allah gökten bir su indirir de onu yerin kaynaklarına yerleştirir. Sonra onunla rengârenk ekinler çıkarır. Sonra kurur ve onu sararmış görürsün. Sonra da onu kuru bir çöpe çevirir. Aklıselim sahipleri için bunda ibretler vardır.

Rahmet hazinelerinin yeraltında yarattığı sarnıçları gören gözlerin birçoğu, ne yazık ki, yerin üzerinde olup bitenlerin anlamını çözmekte aynı beceriyi gösteremiyor.

Gökten suyu kim indirir, yerin altında kim biriktirir? Kulların ihtiyacını kim görür de onlara su yetiştirir? Bir bahar gününde yerin yüzünü rengârenk çiçeklerle kim güldürür?

Sonra nereye gider bütün bunlar? Açan çiçekler niye solar? Niçin herşey bir saman çöpüne döner?

Bu dünya hayatıyla bir saman çöpü arasındaki fark nedir?

Bunları çok fazla düşünen olmaz.

Çünkü bütün bunları görmek ve görülenlerdeki anlamları çözebilmek için, gören gözden başka, bir de aklıselim gerekir.

Aklıselim sahipleri için ise, Kur’ân’ın âyetlerinde de, yerin ve göğün âyetlerinde de nice ibretler vardır.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Yeryüzünde birbirine komşu kıt’alar, bir de üzüm bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, onların hepsi bir suyla sulanır; fakat Biz onlara birbirinden farklı tatlar veririz. Aklını kullanan bir topluluk için bunda âyetler vardır.
Ra’d Sûresi, 13:4


BİR TEFEKKÜR hazinesi olan bu âyetin bize öğrettiği yöntemlerden biri de kâinattaki birlik tecellîlerine dairdir.

Âyet-i kerime, üzüm, ekin ve hurmalıklardan söz eden bölümünde, bütün bunlar bir su ile sulandığı halde Yüce Allah’ın onlara ayrı ayrı tatlar verdiğini bildiriyor. Hayatın bu pek kapsamlı kanunu, âyette birkaç somut örnekle dikkatimize sunulmuştur; ancak kıyas yoluyla, bu kanunun, günlük hayatın doğallığı içinde bizi her taraftan kuşatmış ve nimetlere boğmuş olduğunu görebiliriz.

Üzüm ve hurma gibi meyveler, herkes tarafından bilinen ve tadıyla, rengiyle, biçimiyle herkesin kolayca hayalinde canlandırabileceği örneklerdir. Bu örneklerde bir kanunun ucu gösterilmiştir. İnsanlar, bildikleri tüm meyve, sebze ve ekinlerde, bu âyetin anlattığı özellikleri bulabilirler: elma, fındık, şeftali, kayısı, domates, patates, kivi, portakal, karpuz, kavun, ceviz, turp, soğan, çilek, kiraz—ve yüzlercesi, ve binlercesi…

Âyet diyor ki: “Bunların hepsine ayrı tatlar verdik.”

Evet, insan, yerin bitirdiği hangi şeyi tadacak olsa, onda bir farklılık bulur. Hattâ bir elmanın nice türleriyle farklı farklı elma tatları sunduğuna tanık olur.

Âyetin dikkat çektiği ikinci husus, bütün bunların tek bir su ile sulanmasıdır. Bu da bir örnektir, bir “birlik” nümunesidir. Aynı gerçek, onları bağrında yeşerten toprak için de geçerlidir. Onlar bir su ile sulandığı gibi, bir topraktan çıkarlar.

Yine onlar bir güneşten enerji alırlar. Bir havayı solurlar. Bir kanunla, bir tarzda, bir bahçede, bir arada yeşerirler.

İşte burada da şöyle bir “vahdet,” bir “birlik” dersi veriliyor:

Yeryüzünün kıt’alarında yetişen o meyveler ve ekinler aynı suyla sulanır. Çünkü onları sulayan birdir. O, yeryüzündeki bütün bitkilerin ve bütün canlıların ihtiyacına bir su ile cevap verir.

O meyveler ve ekinler bir güneşin ışığıyla olgunlaşır. Çünkü onları yaratıp yeşerten ve olgunlaştıran birdir. O, bir güneş ışığıyla, yeryüzündeki bütün canlıların enerji ihtiyacını karşılar.

O meyveler ve ekinler bir toprakta yeşerir. Çünkü onları yeşerten de, bu dünyayı düzenleyip üzerine toprağı seren de birdir.

O meyve ve ekinlerin tümü aynı havayı solur. Çünkü onları yaratan da, bu dünyanın etrafını atmosferle kuşatıp onu bütün canlara soluk yapan birdir.

Şimdi o birtek Yaratıcının sanatına bakın ki, koca güneşi yeryüzünün bütün canlarının hizmetine gönderir. Bir topraktan yüz binlerce tür bitki çıkarır. Bir su ile bütün yeryüzünü diriltir, bir hava ile canlara can katar. Ve bütün bunları, akıp giden bir hayatın doğallığı ve sadeliği içinde yapar. Günışığını sessizce gönderir, yağmuru usulca yağdırır. Toprak içinde çalışan tezgâhların sesini kimse işitmez. Yapraklardan ve ciğerlerden sızan hava zerreleri kimseye bir rahatsızlık vermeden iş görürler.

Üstelik, bütün bunlar, birbirine yardım edecek, birbirinin işini tamamlayacak bir şekilde, kusursuz bir âhenk içinde çalışırlar. Bir su, bir hava, bir güneş, bir toprak, sanki tek bir varlık olup çıkmış gibidir.

Böylece, Bediüzzaman’ın tabiriyle, gül goncasının yaprakları gibi birlikler içine sarılmış olan bu âlemde, bir sudan, bir topraktan, saymakla bitirilemeyecek kadar çok renklerde, kokularda, tadlarda meyveler, ekinler, sebzeler çıkar.

Ve insan, bu rengârenk bitkilerle süslenmiş olan yerin güzel yüzünde, herşeyi birşeye hizmetkâr eden ve birşeyden herşeyi yapan birtek Yaratıcının mucizeli sanatlarını hayranlıkla seyreder, nimetlerini şükürle yâd eder.

İşte bunlar, birtek Kur’ân âyetinin penceresinden kâinata bakıldığında görülenlerden bir kısmı. Âyetin de hatırlattığı gibi, aklını kullananlar için, bu pencereden bakıldığında daha nice birlik delilleri okunur, nice âyetler seyredilir.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
İşte bu Âd kavmi idi ki, Rablerinin âyetlerini inkâr eder, Onun peygamberlerine karşı gelir ve herbir inatçı zorbanın emrine uyarlardı.
Hûd Sûresi, 11:59

Musa’yı Firavun’a ve kavminin ileri gelenlerine göndermiştik; ama onlar Firavun’un emrine uydular. Oysa Firavun’un emri kimseyi doğru yola çıkarmıyordu.
Hûd Sûresi, 11:97


ZORBALARIN âkıbetine dair pek çok ibret verici hadise Kur’ân kıssalarında anlatılmıştır. Bu iki âyet-i kerime ise, onların zorbalıklarında halkın da bir payı bulunduğuna ve bu pay sebebiyle halkın da zorbalarla aynı âkıbeti paylaştığına dikkat çekiyor.

Her iki âyette de, helâk olan toplulukların ortak bir özelliği vurgulanmaktadır:

Gerek Âd kavmi, gerekse Firavun’un kavmi, itaat edilmesi gerekene isyan etmiş, karşı çıkılması gerekene de itaat etmişlerdir. Onlar peygamberlere itaat etmeye çağırılmışlardı; ama bunu dinlemediler ve zorbaların çağrısına uyarak onların peşine takıldılar.

Bu tesbit, bizi, ürkütücü bir tarihî gerçekle yüz yüze getiriyor:

Zorbalar, halkın desteği sayesinde zorbalıklarını devam ettirirler.

Aslında onlar her zaman küçük bir azınlıktan ibarettirler. Bazan bir zümre, bazan bir şahıs, bazan bir çete olurlar. Ama “zorba, diktatör, müstebit” gibi adlarla nitelenen o kişiler, sayı itibarıyla, ait oldukları toplumun çok küçük bir parçasını teşkil ederler.

Ancak onların halk üzerindeki tahakkümlerini devam ettirmek için başvurdukları etkili yöntemler vardır. Korkutarak, aldatarak, menfaatler dağıtarak, bölüp parçalayarak, ve bunlar gibi daha nice yollarla insanları peşlerine takarlar.

Zorbaların peşine takılanlar, kendilerini buna mecbur sayarlar. Oysa gerçek bunun tam tersidir: Zorbaların onlara ihtiyacı vardır. Eğer gönüllü olarak onlara itaat edenler, taraftar çıkanlar, onları destekleyenler olmazsa, hiçbir zorba, iktidarını devam ettiremez. Onun için, “İtaat etmekten başka çaremiz yoktu” şeklindeki mazeretleri Kur’ân geçerli saymamış ve zorbaların peşinden gidenleri bu davranışlarından sorumlu tutmuştur.

Aslında Kur’ân’ın bu konudaki şiddetli sakındırmaları, insana, kendi izzet ve haysiyetine sahip çıkma yönünde bir çağrıdır. Zira Kur’ân, insanı, sadece Âlemlerin Rabbine kulluk edecek bir varlık olarak niteler:



Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk edin ki, takvâya erişesiniz.
O Rabbiniz ki, size yeri bir döşek, göğü bir tavan yaptı. Gökten bir su indirdi; o suyla ürünlerden size rızık çıkardı. Bütün bunları bile bile kimseyi Allah’a denk tutmayın.[1]

İnsan gibi son derece üstün özelliklerle donatılmış bir varlık, ancak, yeri ve göğü yaratıp kendisine bunca nimetleri bağışlayan bir Rabbe kulluk edebilir. Onun dışındaki fani ve âciz varlıklara kul olmak ve onların keyiflerine uymak, bu aziz varlığa yaraşan birşey değildir. Ancak bütün nimetlerin bir fiyatı olduğu gibi, Allah’ın insana bağışladığı bu nimetin de bir fiyatı vardır.

Bu izzet ve şeref, herşeyden önce, özenle korunmak ister. İnsan, tıpkı hayatını korumakla yükümlü olduğu gibi, bu değerini de korumak ve onu başkalarına ezdirmemek zorundadır.

Zorbalar “Bana kul olacaksın” diyebilir. Diktatörler onu korkutmak, yıldırmak için her türlü çareyi deneyebilir. Şeytan ve nefis, zorbaların peşinden gitmeyi ona mâsum, hattâ zorunlu bir davranış olarak göstermek için tuzaklar kurabilir.

Ayrıca, zorbalığın, sadece ülkelerin yönetiminde ortaya çıkan bir hadise olmadığını da dikkate almak gerekir. İnsanların bir araya geldiği her yerde, toplum hayatının bütün kesimlerinde, istibdat da şu veya bu kılıkta ortaya çıkabilir, çeşitli bahane ve mazeretleri kullanarak insanları zorbalığa boyun eğmek zorunda bırakabilir.

Bunların hiçbiri, feraset sahibi bir mü’minin aldanması için yeterli sebep değildir.

Çünkü onun kalbinde imanı, elinde Kur’ân’ı vardır.

Onlar ise, mü’mine, Allah’tan başkası önünde eğilmemeyi en birinci ders olarak öğretmiştir.

Bu dersi alan mü’min, önce nefsinin ve şeytanın istibdadından kurtulur.

Ondan sonra da, toplum hayatının bütün kesimlerinde her zaman için karşılaşılabilecek olan zorbalıkların, istibdatların, diktatörlüklerin hiçbiri onu aldatamaz.İşte, Kur’ân, yaşanan hayattan alınmış kesitlerden ibaret olan kıssalarıyla, bizi her türlü kötü âkıbete karşı uyardığı gibi, diktatörlüğün ve ona âlet olmanın âkıbetini de açık bir şekilde göstererek bizi uyarıyor.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Onlar tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükûa varanlar, secdeye kapananlar, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıran ve Allah’ın koyduğu sınırlara riayet edenlerdir. Müjdele o mü’minleri!
Tevbe Sûresi, 9:112


BU ÂYETİN bir öncesinde, mü’minlerin Allah ile yaptıkları alışveriş anlatılıyor. Orada anlatıldığına göre, Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almış, karşılığında da onlara Cenneti vaad etmiştir. Bu alışverişi tebrik eden 111’inci âyetten sonra, “Kimdir o bahtiyar mü’minler?” sorusunun cevabını bu âyet veriyor. Ve bu âyet de yine o mü’minlere müjde ile son buluyor.

Âyette sayılan nitelikler arasında, bir tanesi özellikle dikkat çekicidir:

Seyahat edenler.

Diğer özelliklerin insana bir Cennet kazandırmasında şaşılacak bir taraf görmüyoruz; ancak seyahat edenleri Kur’ân niçin böyle büyük bir müjdeye lâyık görmüş olabilir?

Bunun cevabını yine Kur’ân’da buluyoruz.

Çünkü bize seyahat emrini veren de yine Kur’ân’dır. Bir düzineden fazla âyetinde, Kur’ân bize “Yeryüzünü gezin, dolaşın” der. Tabii, bu âyetlerde kastedilen, ibret gezileridir. Yahut, gezip dolaşırken ibret nazarlarımızı açık tutmak ve etrafta görülmesi gereken şeyleri atlamamaktır.

Bu konudaki âyetlerin büyük çoğunluğu, dünya hayatının mahiyetini ve sonucunu görmemiz için bizden yeryüzünde gezip dolaşmamızı ister. “Gezin de görün, sizden öncekilerin âkıbeti nice olmuş, Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar ne olmuş” der. Bu uyarılar, bizi, bulunduğumuz coğrafî mevkiin ve yaşamakta olduğumuz ânın daracık sınırlarından çıkarır, büyük dünyanın gerçekleriyle yüz yüze getirir ve bu gerçeklere sebep ve sonuçlarıyla birlikte, geniş bir açıdan bakmamızı sağlar.

Şurası da asla hatırdan çıkarılmamalıdır: Kur’ân’ın dersleri, oturduğumuz yerden anlaşılabilecek dersler değildir. Bu dersler, yaşanan hayatın dersleridir; yaşanarak görülmek ve görülerek yaşanmak ister.

Geçmiş kavimlerin başlarına gelenleri anlatan kıssalar ise, bu derslerin can damarıdır. Fakat oturduğumuz yerde bu kıssaları okuyup geçtiğimiz zaman, bunlar bizde pek zayıf bir iz bırakır. Hattâ, çoğu zaman, iz de bırakmadan, birer masal gibi bir kulağımızdan girer, diğerinden çıkar. Sanki o kıssalar başka bir âlemden, başka dünyalardan bahsediyormuş gibi, onların anlattıklarını hiç üzerimize almayız.

Bizi bu uyuşukluktan kurtaracak birşey varsa, o da, Kur’ân kıssalarında anlatılan gerçeklerin somut tanıklarıyla yüzleşmektir. Yani, o kıssaların ve benzerlerinin yaşandığı, bizden evvelkilerin gelip geçtiği yerleri dolaşmaktır.

O yerleri dolaşırken, insan, hayalen yüzyıllar öncesine gider.

Bizim gibi, hiç ölmeyeceklerini sanan eski zaman insanlarıyla beraber olur bir süreliğine.

Şimdi kalıntılarını gördüğü binaları onlarla beraber diker.

O binaların arasında kasılarak dolaşır. Yaptıklarını övünerek seyreder.

O günlerin pek çabuk gelip geçeceğini söyleyenlere güler, geçer.

Çetin bir hesapla karşılaşacağını aklına bile getirmez. Hoş, karşılaşacak olsa bile o hesap günü çok uzaklardadır!

Hesap günü uzakta, dünyanın tantanası ise yanı başındadır. Toplum, çevre, dünyaca büyük adamlar, görenekler, mevkiler, şanlar, şöhretler bütün bir dünyayı kaplar.

Ve insan, bu güzel rüyanın tam ortasındayken…

Birden bire bugüne geliverir.

Karşısında kalıntıları görür.

Şu sütun, bu sokak, öteki oda, o mezar—herbiri en tatlı yerinde keskin bıçakla biçilmiş bir rüyadır.

“Gezin de görün, sizden öncekilerin âkıbeti ne olmuş!”

Eğer insan görmek için gezerse, adımını attığı her yerde böyle ibretler bulur.

O ibret derslerinde de kendi istikbalini bulur.

Sadece “kendisinden öncekileri” değil, kendisini ve sonrakileri de o ibret derslerinin halkasında beraberce bulur.

İbret alan için, o geziler bir uyanış olur:

Uyanış ve hayatın en temel gerçekleriyle yüz yüze geliş.

Bu geziler, bir bakıma, Kur’ân derslerinin laboratuar uygulamalarıdır.

Onun için, Kur’ân bizi sık sık yeryüzünde dolaşmaya çağırdığı gibi, konumuz olan âyette de, seyahat edenleri müjdelenecek kullar arasında sayar.Fakat seyahatin hikmetleri bu kadarla da bitmez. Onun daha başka yararları ve başka açılardan taşıdığı önemler de vardır ki, bu konuya da bir sonraki yazıda temas edilecektir.

 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Rahmân’ın kulları yeryüzünde alçakgönüllülükle yürürler.
Furkan Sûresi, 25:63


KUR’ÂN’DA “Rahmân’ın kulları” olarak anılan seçkin kulların bazı önemli özellikleri, bu âyet ile onu izleyen âyetlerde sayılmış ve bize örnek olarak gösterilmiştir. Bu özelliklerden birine daha önce 84. bölümde temas etmiştik. Bu âyet ise, o seçkin kulların hem alçakgönüllülüklerine, hem de ağırbaşlılıklarına işaret eden iki özellik sıralıyor.

Bu özelliklerden birincisi, yeryüzünde alçakgönüllülükle yürümektir ki, bu, kasılıp böbürlenmemeyi, insanlar üzerinde üstünlük taslamamayı ifade etmektedir. Nitekim İsrâ Sûresinde, “Rabbinin katında hoş karşılanmayan kötülükler” arasında, “kasılarak yürümek” de özellikle sayılmıştır:



Yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü sen ne yeri yarabilir, ne de dağlarla boy ölçüşebilirsin.[1]

Hz. Lokman’ın oğluna öğütlerini anlatan âyetin dersi de aynı yöndedir:



Kibirlenip de insanlardan yüzünü çevirme; yeryüzünde kasılarak yürüme. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve böbürlenenlerin hiçbirini sevmez.[2]

Bir hadis-i şerifte ise, geçmiş ümmetlerden birisinde, giyinip kuşandıktan ve tarandıktan sonra kasıla kasıla yürüyerek halka çalım satmaya kalkan kendini beğenmiş bir adamın âkıbeti haber verilir:



Allah onu yerin dibine geçiriverdi. Hâlâ da o adam toprağın altında kıyamete kadar debelenerek yerin dibine geçmeye devam eder.[3]

Kasılarak yürümek bir aşırılık ise, bunun tam karşısında da süklüm püklüm dolaşmak gibi bir başka aşırılık vardır ki, bunun, âyette geçen “alçakgönüllülük” ile hiçbir ilgisi yoktur. Sahâbîler, Allah Resulünün canlı ve seri adımlarla yürüdüğünü anlatırlar. Her haliyle bize örnek olarak gönderilen ve bütün davranışlarında ahlâkın en üstününü sergileyen Peygamber Efendimizin yürüyüşünde insanlara karşı bir üstünlük havası sezilmediği gibi, tükenmişlik, bitkinlik, yorgunluk gibi bir manzara da görülmezdi. O daima canlı, atak, enerjik, dostlarına şevk aşılayan, düşmanlarından her zaman bir adım önde olan, ama bunu da asla alçakgönüllülüğünü elden bırakmadan yapan bir güzel ahlâk abidesiydi.

Onun Sahâbîlerinin de, her konuda olduğu gibi, bu konuda da referanslarını ondan aldıkları bilinmektedir. Hz. Ömer’in, hasta olmadığı halde bitkin ve bezgin bir şekilde yürüyen bir delikanlıyı uyardığı anlatılır. Muhtemelen o genç Kur’ân’ın “alçakgönüllü yürüme” buyruğundan böyle bir anlam çıkarmıştı. Ancak bu yorum Allah Resulü ile Sahâbîlerinin yorum ve yaşayışına uyan bir yorum değildi.

İşte, Kur’ân, ideal mü’mini, birçok âyette olduğu gibi, burada da bir denge halinde gösteriyor:

Ne kasılıp böbürlenmek, ne de içi geçmiş bir halde süklüm püklüm dolaşmak…

Her iki aşırılıktan da uzak şekilde, bir ağırbaşlılık ve alçakgönüllülük içinde, Allah’ın aziz bir kuluna yaraşır şekilde yürümek…

Bu dengeyi yakalamak ve korumak her zaman pek kolay olmayabilir. Çünkü her iki yönde de insanı aşırılıklara çağıran pek çok unsur vardır.

Özellikle zamanımızın telkinleri, insanları, benlik şişiren şeylere çağırıyor. Farklı olmak, ayırt edilmek, herkesin hayran bakışlarını üzerinde toplamak, hava atmak, tepeden bakmak gibi davranışlar, kınanmak bir yana dursun, rağbet gören ve insanların iştahını kabartan birer davranış modeli haline gelmiş bulunuyor. Zihinler boşalıp ruhlar çoraklaştıkça, bu boşluk, cilâlanmış görüntülerle, debdebe ve gürültülerle kapatılmaya çalışılıyor. Artık yürürken kasılmak da yetmiyor; böbürlenmek için, üzerine binilecek gösterişli ve gürültülü araba, motosiklet gibi “kasılma” araçlarına da ihtiyaç duyuluyor. Eski zamanların sadece yürürken çalım satan insanları, zamanımızın direksiyon arkasından etrafa terör saçan, yedi mahalleyi gürültüye ve dehşete boğan motorize canavarları yanında pek mâsum kalmıyor mu?

Buna karşılık, dindar insan deyince pek çok zihinde canlanan, ununu eleyip eleğini asmış, içi geçmiş, eline vurup lokması alınacak bir biçarenin yürüyüşü de, âyetin tanımına uygun düşen bir davranış değildir. Kur’ân, her konuda olduğu gibi, bu konuda da bir denge halini ders vermekte ve hem ağırbaşlılığı, hem de alçakgönüllülüğü bir arada toplayan canlı, dinamik bir davranış modelini mü’mine yakıştırmaktadır.



[1] İsrâ Sûresi, 17:37.
[2] Lokman Sûresi, 31:18.
[3] Buhârî, Enbiya: 54; Müslim, Libas: 49, 50.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Onlar tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükûa varanlar, secdeye kapananlar, iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıran ve Allah’ın koyduğu sınırlara riayet edenlerdir. Müjdele o mü’minleri!
Tevbe Sûresi, 9:112


BU ÂYETİN bir öncesinde, mü’minlerin Allah ile yaptıkları alışveriş anlatılıyor. Orada anlatıldığına göre, Allah mü’minlerden canlarını ve mallarını satın almış, karşılığında da onlara Cenneti vaad etmiştir. Bu alışverişi tebrik eden 111’inci âyetten sonra, “Kimdir o bahtiyar mü’minler?” sorusunun cevabını bu âyet veriyor. Ve bu âyet de yine o mü’minlere müjde ile son buluyor.

Âyette sayılan nitelikler arasında, bir tanesi özellikle dikkat çekicidir:

Seyahat edenler.

Diğer özelliklerin insana bir Cennet kazandırmasında şaşılacak bir taraf görmüyoruz; ancak seyahat edenleri Kur’ân niçin böyle büyük bir müjdeye lâyık görmüş olabilir?

Bunun cevabını yine Kur’ân’da buluyoruz.

Çünkü bize seyahat emrini veren de yine Kur’ân’dır. Bir düzineden fazla âyetinde, Kur’ân bize “Yeryüzünü gezin, dolaşın” der. Tabii, bu âyetlerde kastedilen, ibret gezileridir. Yahut, gezip dolaşırken ibret nazarlarımızı açık tutmak ve etrafta görülmesi gereken şeyleri atlamamaktır.

Bu konudaki âyetlerin büyük çoğunluğu, dünya hayatının mahiyetini ve sonucunu görmemiz için bizden yeryüzünde gezip dolaşmamızı ister. “Gezin de görün, sizden öncekilerin âkıbeti nice olmuş, Allah’ın âyetlerini yalanlayanlar ne olmuş” der. Bu uyarılar, bizi, bulunduğumuz coğrafî mevkiin ve yaşamakta olduğumuz ânın daracık sınırlarından çıkarır, büyük dünyanın gerçekleriyle yüz yüze getirir ve bu gerçeklere sebep ve sonuçlarıyla birlikte, geniş bir açıdan bakmamızı sağlar.

Şurası da asla hatırdan çıkarılmamalıdır: Kur’ân’ın dersleri, oturduğumuz yerden anlaşılabilecek dersler değildir. Bu dersler, yaşanan hayatın dersleridir; yaşanarak görülmek ve görülerek yaşanmak ister.

Geçmiş kavimlerin başlarına gelenleri anlatan kıssalar ise, bu derslerin can damarıdır. Fakat oturduğumuz yerde bu kıssaları okuyup geçtiğimiz zaman, bunlar bizde pek zayıf bir iz bırakır. Hattâ, çoğu zaman, iz de bırakmadan, birer masal gibi bir kulağımızdan girer, diğerinden çıkar. Sanki o kıssalar başka bir âlemden, başka dünyalardan bahsediyormuş gibi, onların anlattıklarını hiç üzerimize almayız.

Bizi bu uyuşukluktan kurtaracak birşey varsa, o da, Kur’ân kıssalarında anlatılan gerçeklerin somut tanıklarıyla yüzleşmektir. Yani, o kıssaların ve benzerlerinin yaşandığı, bizden evvelkilerin gelip geçtiği yerleri dolaşmaktır.

O yerleri dolaşırken, insan, hayalen yüzyıllar öncesine gider.

Bizim gibi, hiç ölmeyeceklerini sanan eski zaman insanlarıyla beraber olur bir süreliğine.

Şimdi kalıntılarını gördüğü binaları onlarla beraber diker.

O binaların arasında kasılarak dolaşır. Yaptıklarını övünerek seyreder.

O günlerin pek çabuk gelip geçeceğini söyleyenlere güler, geçer.

Çetin bir hesapla karşılaşacağını aklına bile getirmez. Hoş, karşılaşacak olsa bile o hesap günü çok uzaklardadır!

Hesap günü uzakta, dünyanın tantanası ise yanı başındadır. Toplum, çevre, dünyaca büyük adamlar, görenekler, mevkiler, şanlar, şöhretler bütün bir dünyayı kaplar.

Ve insan, bu güzel rüyanın tam ortasındayken…

Birden bire bugüne geliverir.

Karşısında kalıntıları görür.

Şu sütun, bu sokak, öteki oda, o mezar—herbiri en tatlı yerinde keskin bıçakla biçilmiş bir rüyadır.

“Gezin de görün, sizden öncekilerin âkıbeti ne olmuş!”

Eğer insan görmek için gezerse, adımını attığı her yerde böyle ibretler bulur.

O ibret derslerinde de kendi istikbalini bulur.

Sadece “kendisinden öncekileri” değil, kendisini ve sonrakileri de o ibret derslerinin halkasında beraberce bulur.

İbret alan için, o geziler bir uyanış olur:

Uyanış ve hayatın en temel gerçekleriyle yüz yüze geliş.

Bu geziler, bir bakıma, Kur’ân derslerinin laboratuar uygulamalarıdır.

Onun için, Kur’ân bizi sık sık yeryüzünde dolaşmaya çağırdığı gibi, konumuz olan âyette de, seyahat edenleri müjdelenecek kullar arasında sayar.Fakat seyahatin hikmetleri bu kadarla da bitmez. Onun daha başka yararları ve başka açılardan taşıdığı önemler de vardır ki, bu konuya da bir sonraki yazıda temas edilecektir.
 

Gül-i İkra

Well-known member
Şeytanı Ağlatan ayet:
" O kimseler ki: Bir kotuluk isledikleri, ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'i anarlar; gunahlarinin bagislanmasini isterler. Gunahlari Allah'tan baska kim bagislayabilir? Bir de onlar, gunah uzerinde bile bile israr etmezler. Bunlara rablerinden magfiret vardir; altindan irmaklar akan cennetler vardir. Orada ebedi kalirlar. Boyle yapanlarin mukafati, ne kadar guzeldir. "

(Al-i Imran suresi, ayet: 135-136).
 

zeyhak_

Well-known member
Cevap: uyku mucizesi

İnsanlığı aciz bırakan sır; UYKU
Gece uyumanız da Onun âyetlerindendir. (Rum Sûresi, 30:23)
UYKU, Yüce Allah'ın bu âlemdeki en hayret verici âyetlerinden birisidir. O, hayatımız için vazgeçilmez ve yeri asla doldurulmaz bir nimettir; onunla hepimiz hergün iç içe yaşarız; fakat onun hakkında pek az şey biliriz.
En başta, uykunun ne olduğunu bilemiyoruz. Uykunun bedenimiz ve sağlığımız için son derece önemli olduğunu biliyoruz; fakat onun ne yapıp da bedenimize ve sağlığımıza bu yararı sağladığını kesin bir şekilde söyleyemiyoruz.
Bu konuda bildiğimiz birşey varsa, uykunun, basit bir dinlenmeden ibaret olmadığıdır. Dinlenme dediğimiz, eğer bir faaliyet yokluğundan ibaretse, uyku kesinlikle böyle birşey değildir. Gerçi uyku dinlendirir; fakat dinlenme, uykunun yerini tutmaz. Bir yatağa uzanıp on saat istirahat edecek olsanız, bir saatlik uykunun yerini doldurmuş olmazsınız. Çünkü uyku sırasında, henüz sırrını çözemediğimiz hadiseler cereyan eder. Bir kısım teorilere göre, bu sırada hafızamızda düzenlemeler yapılır; meselâ, kısa dönem hafızadaki bazı bilgiler uzun dönem hafızaya nakledilir. Vücudun diğer sistemleri açısından da uyku vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bugün dünyanın dört bir yanında binlerce laboratuarda uyku ile ilgili çalışmalar yürütülmekte, bir yandan uykunun sırları çözülmeye çalışılırken, bir yandan da modern hayatın uyku ile ilgili olarak ortaya çıkardığı sorunlara çözüm araştırılmaktadır.
Kur'ân, bazı âyetlerinde uyku ile ölüm arasında paralellik kurar. Ancak unutmamak gerekir ki, ölüm hayatın yokluğu demek değildir; o da esrarengiz bir varlıktır ve, Mülk Sûresinin başında da vurgulandığı gibi, yaratılmış olan birşeydir. Uyku da, ölüme çok benzer bir şekilde, insanın bir ölçüde bilinç kaybına uğradığı, ruh ile beden arasındaki ilişkinin başkalaştığı, bu arada rüya vasıtasıyla insanın başka bir âlem ile temasa geçtiği bir hadisedir. Onun hakkında ne kadar az şey bilersek bilelim, şu kadarı kesin bir gerçek ki, o, hayatın kendisi kadar hayret verici, hikmet dolu, asla tesadüfle açıklanmayacak olan bir mucizedir. Eğer öyle olmasaydı, hayatımız üzerinde onun icra ettiği onarıcı ve düzenleyici etkiyi başka birşeyle telâfi etmek için çırpınan insanlık böylesine âciz kalmazdı.
Ayet-i kerime, uykuyu gece ile ilişkili bir şekilde anarken, konunun bir başka yönüne daha dikkatlerimizi çekmektedir. Bu, insan ile büyük âlemin bir arada düzenlenmiş ve birbiriyle uyum içinde yaratılmış olmasıdır. Yüce Allah, bir taraftan insan için uykuyu takdir ederken, diğer taraftan da, onu barındıran âlemi, onun uyumasına ve dinlenmesine elverişli bir şekilde yaratmıştır. Yoksa, bir başka âyette de buyurulduğu gibi:
De ki: Söyleyin bana, eğer Allah gündüzü kıyamete kadar üzerinizde sürekli kılacak olsa, istirahat edeceğiniz bir geceyi size Allah'tan başka getirebilecek tanrı kimdir? Hâlâ gözünüzü açmayacak mısınız? (Kasas Sûresi, 28:72.)
Gerçi bu âyeti iki şekilde de anlamak mümkündür:
(1) “Gece uyumanız, gündüz Onun lütfundan rızkınızı aramanız Onun âyetlerindendir.”
(2) “Gece ve gündüz uyumanız ve Onun lütfundan rızkınızı aramanız Onun âyetlerindendir.”
Her iki halde de, gece ile uykunun, gündüz ile çalışmanın birbirine daha yakın olduğu ve yakıştığı anlaşılıyor ki, daha başka âyetlerde bu durum daha açık şekilde ifade edilmiştir. Ancak burada, gece olduğu gibi gündüz de uyuyabileceğimiz, gündüz olduğu gibi gece de çalışabileceğimiz anlamı da çıkıyor ki, bunda bir esneklik vardır. Yani, genel çizgi, gecenin uyku için, gündüzün çalışma için düzenlenmiş olmasıdır; bu doğal olan şeydir. Ancak, gerek toplum hayatının gereği olarak, gerekse daha başka nedenlerden dolayı, insanın bu genel çizgi dışında davranması da gerekebilir. Eğer insanın ve dünyanın yaratılışı, sadece gece uyuyup sadece gündüz çalışmaya elverseydi ve bunun dışına çıkmak hiçbir şekilde mümkün olmasaydı, bu bizim için pek meşakkatli bir hayat olurdu. Ayetin ifadesindeki esneklikte bu İlâhî lütfa dair böyle bir işaret de anlaşılmaktadır.
Uykunun bir “âyet” olarak nitelendirilmesinden alabileceğimiz bir başka ibret daha var:
Bu nimetin önemi asla küçümsenmemelidir. Ömrümüzden önemli bir kısmı uyku için takdir edilmiştir ve bu takdiri değiştirmek bizim elimizde değildir. Ancak bu miktarın çokluğu gözümüzde büyüyüp de bizi “Hayatımızın üçte biri uyku ile heba olup gidiyor” şeklinde bir düşünceye sevk etmemelidir. Çünkü bu bir heba değil, esrarlı bir onarım ve düzenleme faaliyetidir. Uyku saatlerinden kısarak vakit kazanmaya çalışan insanlar, bunun yerine, meselâ televizyon izleme saatlerinde bir kısıntıya gidecek olsalar, kendileri için çok daha iyi bir yatırım yapmış olurlar. Bugünün toplumlarında en önemli sorunlardan birinin de uyku ile ilgili olduğunu hatırdan uzak tutmamakta fayda vardır. İnsanlar, pek çok gereksiz şeyle günlerini doldurup oradan oraya yetişmeye çalışırken istirahat etmeyi unutuyorlar ve hayatlarını bir telâş, stres ve yorgunluk atmosferine mahkûm ediyorlar.
Huzurlu bir hayatın adresi olarak ise, Kur'ân, Allah'ın âyetlerini gösteriyor.
İşte, uyku da, çalışıp çabalamak gibi, o âyetlerden birisidir: Okunmak, yaşanmak ve şükredilmek isteyen bir âyet.
Ümit ŞİMŞEK
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Ayetler ve İbretler Süt Ayeti

“Sağmal hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Onların karınlarında kan ve dışkı arasından çıkan ve içenlerin boğazından kolaylıkla geçen halis bir sütle sizi besleriz.” Nahl Süresi, 16:66 SÜT MUCİZESİ,

Kâinat kitabının en hayret verici âyetlerinden biridir. Fakat bu mucize o kadar doğal bir şekilde cereyan eder ve bu besin öylesine zahmetsizce ele geçer ki, biz pek seyrek olarak durup da onun üzerinde düşünmek ihtiyacını duyarız. Oysa en büyük mucizeler, en ziyade doğal görünen hadiseler arasında yatar.

Kur’ân, birçok âyetinde olduğu gibi, yine bu âyetinde de bizim ibret nazarlarımızı, çevremizdeki bu doğallıklara çeviriyor. Süt, çayırlarda yatan tonlarca besini bizim hoşlanacağımız ve yararlanabileceğimiz bir şekle çevirmek için, Yüce Yaratanın icad ettiği, taklidi mümkün olmayan bir mucizedir. O, bize ikram edeceği bu harika besini ottan ve sudan yaratır. Fakat bu ot ve su ile, önce, bu işte istihdam ettiği hayvanları rızıklandırır. Böylece, kereminin eserini, bu mucizenin bütün aşamalarında ayrı ayrı gösterir.

Gün boyu çayırlarda dolaşıp da Rabbinin rahmet hazinelerinden nasibini toplamış bir sağmal hayvanın bedeninde bundan sonra olup bitenlerin her aşaması da birer mucizedir. Otlama, çiğneme, yeme, geviş getirme gibi görünen işlemlerden başka, midede yahut midenin bölümlerinde cereyan eden işlemlerde ayıklamalar yapılır, asitler salgılanır, besinler en küçük parçalarına ayrılır. Damarlarda yolculuğa çıkabilecek en küçük enerji paketleri halinde düzenlenen bu besinler, daha sonra, bağırsaklardan kana karışır; kalan artık maddeler ise dışkı olarak bedenden atılmak üzere, bağırsaklardaki yolculuğuna devam eder. Kan ise, bu besin paketlerini vücudun her tarafına taşır.

Hayvanın memelerindeki süt bezleri, kanın taşıdığı bu paketlerden gerekli olan maddeleri, gerekli miktarlarda alır, işler ve süte çevirir. Böylece, hammaddesi ot, yan ürünleri ise kan ve dışkı gibi iki necasetten ibaret olan bir besin ortaya çıkar. Bu besin, kalsiyum, D vitamini, protein, fosfor ve B vitaminleriyle öylesine zengin bir içeriğe sahiptir ki, “Acaba bu içecek mi, yoksa yiyecek midir?” sorusu bile pek çoklarının aklına gelir. Belki de onu, “bir sofra dolusu nimeti birkaç yudumla insana sunan ve onu çiğneme zahmetine sokmaksızın kolayca boğazdan akıp geçen, özlü, halis, konsantre bir içecek” olarak tanımlamak en doğrusudur. Zaten âyet de “içenlerin boğazından kolayca geçen halis bir süt” tanımıyla onun bu özelliklerine dikkatlerimizi çekmektedir. Rabbinin emriyle bize sütünü sunan bir inek, hemen hemen bütün gününü bu iş için çalışarak harcar.

Fakat kerem sahibi Rabbi, bu işi onun için de yiyip içmekten ibaret bir ikrama dönüştürmüştür. Onun yemek ve geviş getirmek için bir gün boyunca kırk bin defa işleyen çeneleri, sürekli işleyen bir değirmen taşı gibidir. Günlük süt üretimi ise 15-20, hattâ 30 litreye kadar çıkabilir. Herbir litre süt ise 500 litre kanın memelerden geçmesi demektir ki, bu hesapla, ineğin bir günlük ürününü için ortalama 7,5 ton kanın memelere girip çıkmış olması gerekir.
Âyetin önümüze serdiği bu ibret tablosunda dikkat çeken birşey daha var Kur’ân’ın indiği dönemde, sütü kan ve dışkı ortasından çıkan bir içecek şeklinde tanımlamak hiç kimsenin aklına gelemezdi. Zira, dolaşım sistemini, böyle bir bilgiye erişmemizi mümkün kılacak şekilde tanımak için, insanlığın on asır daha beklemesi gerekecekti. Açıkça görülüyor ki, Kur’ân, bu âyetinde de bütün çağlara birden hitap ediyor. Ve bütün çağlara birden aynı açıklıkla gösteriyor ki, tıpkı Kur’ân’ın âyetleri gibi, kâinat kitabının şu “süt” denen âyeti de, taklit edilmesi mümkün olmayan bir mucizedir.Ve bu mucizenin başı ile sonu arasında, hiçbir sebebin dolduramayacağı kadar büyük bir mesafe vardır. Otla başlayan, kan ile dışkı arasından geçen ve besinlerin en halis ve en tatlısıyla sonuçlanan böyle ibretli bir hadisenin üzerinde, ancak Yer ve Gökler Rabbinin kudsî isimleri okunur, Onun nimeti görülür, Onun ikramı seyredilir. ÇEVRE SAĞLIĞI VE DOMUZ DOMUZUN her türlü pislik ve leş yemeye düşkün, obur, hantal ve hayvanlar arasında vücut temizliği yapmayan hemen hemen tek canlı niteliği taşıdığı bilinmektedir.

Bu yüzden domuz eti ve yağının insan sağlığına pek çok zararı bulunmaktadır. Domuz; sadece eti ve yağıyla değil, yetiştirildiği mekânlarla da çevreye tehlike yaymaktadır. Genellikle 50 ilâ 200 domuzdan oluşan domuz çiftlikleri tam bir çevre kirliliği afetidir. Domuzların barındığı tek bir tesis, bazen düzinelerce devâsâ çelik ahırlarda onbinlerce domuzu kapsayabilmektedir. Bu tür büyüklükte tesislerden yayılan pis ve berbat koku çevreye nüfuz etmekte, insan sağlığına zarar vermektedir. ABD’nin Teksas Perryton şehrinde söz konusu dışkı kokusu bazen rüzgârla birlikte 15 mil yol katederek bu bölgede oturan insanları pencerelerini kapalı tutmaya mecbur bırakmaktadır. Yakın çevrede yaşayanlar, bu kokunun kendilerini tam anlamıyla hasta edecek kadar kötü olduğunu söylemektedirler. Büyük miktarlardaki domuz dışkısı ise tam bir belâdır. En ufak aksilikte bunun sonuçları felâket olabilmektedir.

Bu atıklar genellikle bir akreden (0,40 dönüm) çok daha büyük olan ve lagün olarak anılan sığ göl şeklindeki açık hava kuyularında depolanır. 1999 Nisan’ında, Kuzey Carolina’da dev bir domuz çiftliği olan Duplin Country’de bu tür bir lagünde açılan gedikten 1.5 milyon galon gübre ve kanalizasyon atığı Northwest Cape Fear Nehri’ne yakın taş ve topraklara dökülmüş, balık ve diğer yabani canlıların ölümüne sebep olmuştur. Üstelik bu olay istisna değildir. Birkaç yıl önce de, Minnesota’daki Beaver Creek’e dökülen 100 bin galon domuz dışkısı yaklaşık 100 bin balığın ölümüne yol açmıştı. Yine bu çiftliklerde hastalanmasınlar diye domuzlara antibiyotik verilmektedir.
Bu da ciddi bir sorundur ve ABD’de kanun ile yasaklanmak zorunda kalınmıştır. DOMUZ DIŞKISI Domuz çiftliklerinde domuz dışkısı ciddi bir problemdir. Domuzların atığı o kadar fazla olur ki, tümünden güvenli şekilde kurtulmak pahalı ve zordur. Atıkların gömüldüğü çukurlardan (lagün) dışkının bir kısmı düzenli olarak yeraltı suyuna sızar ve içme suyuna karışır. Kuzey Carolina’da yeraltı suları ile ilgili bir inceleme, civardaki kuyuların yüzde 38’inin Escheria Coli ve dışkıdaki diğer bakterileri bulaştıracak kadar kirli olduğunu ortaya çıkarmıştır. Hattâ çukurların astarlanmasının bile bu problemi çözmeyeceği anlaşılmıştır. Çünkü astarlanmış tesislerin dörtte biri yine sızıntı yapmakta ve zararlı bakterileri yeraltı suyuna bulaştırmaktadır. Üstelik domuz dışkısının işlenmesi de sorunu bitirmemektedir.

Lagün sistemi patojen (hastalık etkeni) mikropları öldürmemekte ve ürettiği kimyasal gübreler; bir belediye kanalizasyon tesisinde işlendikten sonra tarlada kullanılabilen insan dışkısına oranla 100 ilâ 10.000 kat daha yüksek patojen seviyelerini bulundurmayı sürdürmektedir. Ayrıca, domuz dışkısı miktarları öyle büyüktür ki, bazı atıklar kaçınılmaz olarak yakındaki göl, nehir ve akıntılara karışmaktadır. Özellikle bahar ve yaz yağmurları sırasında sel olduğu durumlarda ise, mikrobik patojenlik yüklü atıklar, tarlalar ve lagünlerden yakındaki nehirlere dökülür. Gübre, içerdiği büyük miktarlarda amonyak sebebiyle havaya olduğu kadar suya da bulaşır.

Kuzey Carolina’nın geniş domuz çiftliklerinin kurulduğu bölgelerde yağmurdaki amonyak miktarı 1980’lerin ortasından 1990’ların ortasına kadar iki katına çıkmıştır. Çin’in Guangdong Eyaleti’nde su sistemine karışan azotun yüzde 72’sine ve fosforlu atıkların yüzde 94’ine yalnızca domuz çiftlikleri kaynaklık etmektedir. Batı Avrupa’nın domuz yetiştirme merkezi olan Hollanda’da hayvancılık faaliyetleri sonucunda ortaya çıkan kirliliğin ülkedeki araba ve fabrikaların verdiği zarardan daha büyük olduğu gösterilmiştir. Bu yüzden OECD, domuz üretiminin çevre ve insan üzerinde olumsuz etkileri olduğunu4 ilân etmiştir. Sonuç olarak, domuz her yönüyle insan sağlığı için zararlıdır. Ortaya çıkardığı çevre kirliliği ise başlı başına tam bir felâkettir.

ÜMİT ŞİMŞEK
 

uður1

Well-known member
Cevap: Ayetler ve İbretler Süt Ayeti

. . . : Kur'an'dan Bir Mesaj : . . . "Ey iman edenler! Sarhoş iken ne söylediğinizi hakkıyla bilmedikçe namaza yaklaşmayın. Yolculuk dışında cünüp iken de gusletmedikçe namaz kılmayın. Eğer hasta veya yolculukta iseniz, veya tuvaletten gelmiş yahut hanımlarınızla yatmış olur da gusledecek su bulamazsanız, O vakit temiz toprağa teyemmüm edin, arınmak niyetiyle yüzünüze ve ellerinize meshedin. Muhakkak ki Allah afüv ve gafurdur (af ve mağfireti boldur)." [Nisa Suresi 4,43]
Sarhoş edici içki içmek, nihaî olarak haram kılınmadan önce bu şekilde iyice kısıtlanmıştı. İçenler ancak yatsı namazını kıldıktan sonra içebiliyorlardı. 5,90-91 ile ise mutlak olarak haram kılındı.
Teyemmüm: Su bulunmaz veya hastalık sebebiyle kullanmaya mani bir durum varsa, abdest veya gusül için, mânen temizlenmek niyeti ile, el temiz toprağa vurulup yüz ve kollar meshedilerek gerçekleştirilir. Bu izin, müslümana en azından bir nizama uyma, itaat edeceği bir mercinin huzurunda olma bilinci verir. Kişinin zihninde, kendisini temizleme ve namazın kutsal olduğu fikrini canlı tutar.
 

uður1

Well-known member
http://www.kuran-ikerim.org/
Rabbimiz Kur'anda şöyle buyuruyor:
"Müminler ancak o kimselerdir ki Allah'ı ve resulünü tasdik eder ve sonra da hiçbir şüpheye düşmezler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücahede ederler. İşte imanına bağlı, gerçek müminler bunlardır."
Hucurat Suresi 15. Ayetin Meali
 

uður1

Well-known member
Depreme günahkarlar mı maruz kalır?
28 Ekim 2011 / 13:27
Deprem Broşürü’nde akla gelebilecek sorulara cevap veriliyor

Risale Haber-Haber Merkezi

Van ile birlikte bir kez daha gündemimize gelen deprem hadisesiyle ilgili bir çok soru gündeme geliyor. Suffa Vakfı tarafından Deprem Broşürü’nde akla gelebilecek sorulara cevap veriliyor. İşte çalışmanın ikinci bölümü:

7) Bu gibi afetlerde vefat edenlerin şehadet mertebesi ile taltif edilmeleri, tedbir alma noktasında tembelliğe sevk etmez mi?

Cevap: Biz başımıza gelmiş bir depremden bahsediyoruz, gelecek veya gelmesi muhtemel bir depremden bahsetmiyoruz. Yaşanmış ve önlem alınması imkânsız bir olay ile yaşanması muhtemel ve önlem alınması mümkün olan bir olay faklıdır.

İnsan yaşamak için dünyaya gönderilmiştir. Bir kişinin kendi hayatına kastetmesi dinimizde cinayettir. Bile bile tedbir almamak, birisinin hayatına kastetmektir. Tedbir almayanlar, depremde ölenlerin katilleridirler. Kendisi tedbir almamışsa, kendi katili olur ve ahirette hesabını verecektir. Yani bile bile tedbir almadığı için depremde ölen adam sevap değil, azapla karşılaşır.

8) Depremler ve musibetler, kaderin bir tensip ve programı ise, alınacak tedbirlerin ne anlamı kalıyor?

Cevap: Maalesef birçoğumuz kaderi yanlış anlıyoruz. Kaderi Allah tarafından, geçmişte hakkımızda yazılanların bizim tarafımızdan mecburen canlandırılması diye anlıyoruz ki, bu çok yanlış bir yaklaşımdır. Kaldı ki böyle olduğu varsayılsa bile, biz kaderimizde ne yazıldığını bilmiyoruz ki?

Hiç kimse, kaderimde ne varsa onu göreceğim diye iş yerini açmazlık etmiyor. Sabahın erken saatlerinde iş yerini açmayı ihmal etmeyen bir kimse, kaderimde deprem varsa, mecbur göreceğiz diyemez. Çünkü rızkı da kaderde vardı. Peki, niye iş yerini açıyor ve niye rızkının peşinde koşuyor?

İşimize gelmeyen yerde kadere sığınmak veya kadere havale etmek nefsin bir tuzağıdır. Kendi hakkı olmayan başarıları ile gururlanan, fakat yaptığı yanlışları kadere havale edenlerin sayıları maalesef az değildir.
Ders çalışan öğrenciler başarılı oluyorlar, çalışmayanlar ise başarısız. Eğer kaderde hangi notları alacağı önceden belli olsaydı, bazen de tembel öğrenciler başarılı olurdu. Ancak şu bir gerçek ki, başarılı öğrenciler ders çalışanlar arasından çıkar. Sınavda yüksek not alan bir öğrenci, “Kaderimde ne varsa onu göreceğim.” deyip ders çalışmayı bıraksa, acaba yine aynı başarıyı gösterebilir mi?

Kader, bizim yaptıklarımızın veya yapacaklarımızın Allah tarafından önceden bilinmesidir. Allah’ın ilmi sonsuz olduğu için, sadece dünü ve bu günü değil, sonsuz ilmi ile ezelden biliyor. Ezel ise, sadece maziye yani geçmişe bakmaz; geçmiş, hâl ve geleceği tamamen ihata eder ve tutar. Bu anlamda bir ezeli ilim bizim ne yapacağımızı ezelde biliyor.

Bu ezeli ilim ve Cenab-ı Hakk’ın ezelde bilmesi, bizleri mecburi istikamet olarak yönlendirmiyor. Mesela, takvim yapraklarında bir sene sonra güneşin saat kaçta doğacağı yazılıdır. Takvimde yazıldığı için mi güneş o saatte doğuyor, yoksa güneş o saatte doğacağı için mi takvimde yazılıdır? Acaba takvimde güneş öğle vakti doğacak diye yazılsaydı, güneş öğle vakti mi doğacaktı. Elbette ki hayır. Demek ki, ezeli olarak bilmek olayı etkilemiyor. Güneş yine olması gereken vakitte doğacaktır.
Güneş ne zaman doğacaksa, takvimde o yazılıdır. Bizler de ne yapacaksak, Allah da onu biliyor ve yazıyor.

Bir adam kendini yüksek bir apartmandan attı ve öldü. Kaderinde yazılı olduğu için değil, kendini atacağı için kaderinde öleceği yazılıdır. Hem kaldı ki, adam kaderinde apartmandan atlayarak öleceğini önceden nasıl bilebilir ki? Böyle bir şey mümkün mü? Hiç kimse kaderinde ne olduğunu bilemez.

Dolayısı ile bizler tedbir almazsak, kaderimizde tedbir almadığımızdan dolayı depremden zarar göreceğimiz yazılı olacaktır. Eğer tedbir alırsak; tedbir aldığımız için depremde hasar görmeyeceğimiz yazılı olacaktır. Nitekim önlem alan ülkeler, depremleri az zararla atlatıyor. Acaba kaderlerinde, az zararla atlatacaklar diye yazılı olduğu için mi, zararı az görüyorlar, yoksa tedbir aldıkları için mi, kaderlerinde az zarar görecekleri yazılıdır. Vicdanımıza danışırsak mesele anlaşılır.

9) Depremler ve afetler Müslümanların olduğu ülkelerde daha fazla müşahede ediliyor. Bunun sebep ve hikmetleri hakkında ne dersiniz?

Cevap: Âlemde hikmetsiz ve sebepsiz hiçbir şey yoktur ve olamaz. Bildiğiniz gibi, ufak tefek suçlar, kavgalar köy karakolunda bir iki saatlik nezaret hapsi ile bir şekilde çözüme kavuşturulur. Ama cinayetle biten büyük kavgalar için köy karakolu kifayet etmez. Ancak ağır ceza mahkemelerinde yargılanır ve ağır hapis cezasına çarptırılmaları gerekmektedir.

Tıpkı bunun gibi, Müslümanlar Allah’a iman ettikleri ve ellerinden geldiği kadar İslam’ı yaşadıkları için, gıybet, dedikodu, çekişmeler, şükürsüzlük, gaflet gibi suçların cezaları dünyada verilerek temiz bir şekilde ahirete gönderiliyor. Ama ehl-i küfür ve dalalet, inanmadıkları için en büyük cinayeti işlemiş oluyorlar. Hâşâ Allah yoktur, ahiret yoktur diyerek her şeyi inkâr ediyorlar. Bunun cezası ise dünyada verilemez. Ve dünyevi ceza kifayet etmez. Bu suçları ve cinayetleri ancak cehennem azabı temizler. Dolayısı ile onların bu cezaları ahirete kalmış oluyor; yoksa ihmal ediliyor değil.

10) Musibetlerin; bir cihette isyanlara ve hatalara ceza olduğunu biliyoruz. Ancak, masumların ve mazlumların da aynı musibetten hissedar olmalarının hikmeti nedir?

Cevap: Herkesi bir şekilde etkileyen bu gibi genel musibetler, çoğunluğun hatasından kaynaklanıyor. Yoksa kişisel hatalar kişisel olarak cezalandırılıyor. Kimi zulmeder, kimi de ona karşı sessiz kalır. Kimi açıktan günah işler, kimi de onu gördüğü halde hoş görür veya “bana ne” der. İkisi de suçludur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de bir kavmin helakinden bahsedilirken, suçu işleyen ve bu suça karşı sessiz kalanların birlikte helak edildikleri, uyaranların ise zarar görmediği anlatılmaktadır.

Diğer yandan, eğer musibetlerde sadece fena insanlar zarar görse ve iyilere bir şey olmazsa, bu defa herkes mecburen iyi olmağa çalışacak ve inanmak zorunda kalacak. Düşünsenize, alt katta bir zalim var ve onun evi yıkılmış, ama üst kattaki hayırlı insanın evine hiçbir şey olmamış. Bu gibi tablolar herkesi ister istemez inanmaya zorlayacaktır. Bu ise imtihan sırrına zıttır. Herkes aklını kullanarak gerçekleri fark etmeli ve öylece inanmalıdır. Aksi takdirde, sınavdaki öğrenciye kopya vermek gibi olur. Bu ise adalet olamaz.

11) Masumların ve mazlumların aynı musibete ortak olmasına, ilahi adalet açısından nasıl yaklaşılmalıdır?

Cevap: Madem imtihan sırrı bozulmasın diye masumlar zarar görüyor. Ebetteki onlar ahirette bunun karşılığını fazlası ile alacaklardır. Kesinlikle müminler şehit oluyorlar ve zayi olan malları da sadaka hükmüne geçiyor.

12) Bu gibi afetlere maruz kalan insanlara; günahkâr ve suçlu olarak bakmak ne kadar doğrudur? Bu gibi afetlerin tek nedeni isyanlar ve günahlar mıdır?

Cevap: Ne yazık ki, toplumumuzda böyle yanlış bir kanaat oluşmuştur. Öncelikle, gerek bireysel ve gerekse de toplumsal olarak maruz kaldığımız musibetler, sadece günahların neticesi olmadığını ifade etmek isteriz. Aksi takdirde, ismet sıfatı olan peygamberlerin yaşadığı sıkıntıları ve musibetleri nasıl izah edebiliriz?

Hamur, yoğrularak kıvamını bulduğu, asker sıkı bir eğitimden geçerek deneyim kazandığı gibi, insanoğlu da musibetleri ve sıkıntıları yaşayarak olgunlaşır ve hayatın kıymetini daha iyi anlar. Hastalanmadan, sağlımızın kıymetini nasıl anlayabiliriz? Aç kalmadan fakirin durumunu tam anlamak imkânsız olduğu gibi, fakir olmadan, nimetlerin değerini tam olarak takdir etmek de mümkün değildir.

Dünya hayatı ve standartları, bir kışla veya bir okul gibi, bizi eğitmeye uygun bir şekilde yaratılmıştır. İnsan dünyada hastalık ve musibetlerle kemale erişir ve cennete layık bir kıvama gelir.

Toprak altına giren bir tohum, sıkıntılara karşı mücadele ederek başını çıkarıp, kocaman bir ağaç olur. Eğer toprağa atılmasa idi, sadece bir çekirdek olarak kalacak ve sonunda çürüyüp yok olacaktı. Aynı tohum toprak altında mücadele etmeyi bırakırsa, yine çürüyecek ve aydınlığa başını çıkaramayacaktı.

İnsanda da bir tohum gibi binlerce kabiliyet ve yetenek vardır. Bütün bunlar dünya hayatı şartlarında ancak olgunlaşabiliyor. Ya mücadele ederek olgunlaşacak ve aydınlık olan cennete gideceğiz veya mücadeleyi bırakıp, nefsimiz ne isterse onu yapacak ve karanlık olan cehenneme atılacağız.

Dolayısı ile depremler, hastalıklar, musibetler bizi olgunlaştırmak, doğru yoldan sapmamak, hakkı bulmak ve hayatımızı fani şeylerle zayi etmemek için birer mürşit görevi yapmaktadır denilebilir.

13) Musibetlerin ve afetlerin yegâne sebebi insanların zulümleri ve isyanları değil ise; o zaman bu müthiş hadiselerin Allah (c.c.)’ın bir ikaz ve uyarısı olduğu yaklaşımı ile çelişmez mi?

Cevap: Gerek kişisel olarak, gerekse de toplumsal olarak musibetlere doğrudan maruz kalanlara günahkâr ve suçlu nazarı ile bakmak ne dinen ve ne de vicdanen doğru değildir. Çünkü onların ne yaptıklarını bilmiyoruz. Bilmediğimiz için de, suçlu olarak baktığımızda suizanna girmiş oluruz ki, bu dinen haramdır. Hâlbuki Müslüman kişi, hüsn-ü zan dediğimiz olumlu bakışla mükelleftir.

Ayrıca; uyarı ve ikazlar, sadece hatalar ve isyanlar için olduğu anlamına gelmez.
Zira bilemediğimiz maddi ve manevi istikbâl yapılanmaları, hadisatın lisanen konuşup mesaj vermesi, maruz kalanların makamen yükseltilmeleri ve taltifleri, insanların savunma ve metanet mekanizmalarının güçlendirilmesi, itaatlerin ve sabırların test edilmesi, dünya ile ahretin münasebet ve ilişkileri; en önemlisi de Allah’ın Zat, sıfat ve esmasının mahlûkatta mahiyeti itibari ile tezahür ve tecelliyatı ve hassaten idrak edemeyeceğimiz ilahi maksat ve muratların tahakkuku ile bu anlamda bela, afet ve musibetlerin derin ve ciddi münasebetleri vardır.

14) Bu gibi uyarılardan ve ikazlardan nasıl ders alınabilir?

Cevap: Musibete maruz kalan kişinin kendisi bu dersi çıkaracak. Yoksa birileri üzerine giderek ve âdeta hakaret ederek ona ders çıkartmayacak. Kişi kendisi düşünecek ve hayatını gözden geçirerek, varsa yanlışları, düzeltmeye çalışacaktır. Yoksa birileri adama gidip, “Acaba ne suç işledin de bunlar başına geldi, umarım iyi ders almışsındır.” derse, haddini aşmış olur.

Çobanlar, koyun sürüsü, başkasının tarlasına girdiği veya yanlış bir tarafa yönlendiği zaman, dönmeleri için uzaktan sürüye taş atar ve o taş bazen bir iki koyuna isabet eder, hatta ayakları kırılan bile olur. Şu var ki, atılan taş yalnızca o iki koyuna değil, yanlış tarafa giden tüm sürüye atılmıştır. Ve ikaz sadece iki koyuna değil, tüm sürüye idi. Şimdi sürünün diğer koyunları, taş kendilerine isabet eden iki koyuna günahkâr veya suçlu nazarı ile bakarlarsa ne kadar doğru olur?..
Aslında bir suç varsa, hepsine aittir ve bir ders çıkarılacaksa, hepsinin çıkarması lazımdır.
Hatta taşın isabet ettiği koyunlara, diğer koyunlar şöyle bakmalılar:
“Aslında hepimiz bu cezayı hak etmiştik, ama bu iki arkadaşımız fedakârlık göstererek musibeti göğüslediler ve kendilerini bizim için tehlikeye attılar, feda ettiler.”

Bizlerin de, musibete doğrudan maruz kalanlara böyle bakmamız lazımdır. “Musibeti göğüsleyenler, varsa bir günahları, temizlenmiş oldular, ama biz hâlâ suçluyuz ve temizlenmedik.” diyerek kendimize çekidüzen vermemiz gerekir.
Diğer yandan, musibeti doğrudan göğüsleyenlere de, toplumsal hataların faturasını ödeyen fedakârlar olarak bakmalıyız.

15) Depremlerin nasıl meydana geldiği konusunda genel anlamda iki görüş hâkimdir. Kimileri; “Depremler tesadüfen meydana geliyor.” derken, kimileri de “Allah (c.c.)’ın takdiri ile olmaktadır.” diye söylemektedir. Bu iki görüşün sonuçlarını artı ve eksileri ile değerlendirir misiniz?

Cevap: Bir olayın tesadüfen meydana gelmesi demek, önceden hesaplanmamış, gelişigüzel, bilinçsizce oluşması demektir. Böyle bir yaklaşım ise insanın içine ürperti ve korku salmaktan başka bir fayda veremez. Şoförsüz bir otobüs veya pilotsuz bir uçakla seyahat ettiğinizi düşün. Yüreğiniz ağzınıza gelmez mi? Bir an önce inmek istemez misiniz?

Dünyamız bir uçaktan daha hızlı hareket etmektedir. Tesadüfen ve başıboş hareket ediyor diyenlerin ödü patlamalı değil mi? Ödleri patlamaması gösteriyor ki, nefisleri kabul etmese de, vicdanları Allah’ın varlığını kabul ediyor ki, rahat yaşıyorlar. Çünkü ne zaman nereye çarpacağı ve nereye gideceği belli olmayan bir gezegen üzerinde başka türlü nasıl rahat edilebilir?

Dünyamızın şimdiye kadar yörüngesinden bir santim sapmaması, güneşin doğmasında ve batmasında bir saniye gecikmemesi gösteriyor ki, bu işler tesadüfen değil, sonsuz bir ilim ve kudret tarafından idare ediliyor.

Tesadüfî şeylerde düzen, nizam ve intizam, uyum beklenemez. Karmaşa ve düzensizlik hâkim olur. Bu gözle, âleme ve yaratılanlara bir bakalım, nerede bir düzensizlik vardır? Her şey ince hesaplarla yerli yerine konmuş ve işlemeye devam ediyor. Bir saniye kontrol elden bırakılsa, her şey darmadağın olur.

“Depremler tesadüfen meydana geliyor.” diyenler, hiçbir ders çıkaramayacakları gibi, teselli bulmaları da mümkün değildir. Tesadüfen, şuursuz tabiat tarafından meydana gelen bir olayda, herhangi bir amaç ve gaye beklenemez. Dolayısı ile bir ders de çıkarılamaz. Ayrıca ölenler ölmüştür, zayi olan mallar da yitirilmiştir. Yapılacak hiçbir şey yoktur.

Fakat “Bu depremler, Allah tarafından kontrollü bir şekilde belli gaye ve hikmetlerle takdir edilmiştir. Bizlere ya bir uyarı ya da bir ders vardır.” diyenler, kendilerini gözden geçirme fırsatı bulurlar. Ayrıca hayatını kaybedenler şehit ve giden mallar da sadaka hükmüne geçmiştir. Bundan daha büyük bir teselli olabilir mi?

(Devam edecek)

www.feyyaz.org
 

uður1

Well-known member
Atmosfer dahi Senin birliğine şehadet eder
28 Ekim 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim
Ey Vâcibü’l-Vücûd, ey Vâhid-i Ehad,
Bu harika yıldızlar, bu acîp güneşler, aylar, Senin mülkünde, Senin semâvâtında, Senin emrinle ve kuvvetin ve kudretinle ve Senin idare ve tedbirinle teshir ve tanzim ve tavzif edilmişlerdir. Bütün o ecram-ı ulviye, kendilerini yaratan ve döndüren ve idare eden birtek Halıka tesbih ederler, tekbir ederler, lisan-ı hal ile Sübhânallah, Allahu Ekber derler. Ben dahi onların bütün tesbihatıyla Seni takdis ederim.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından ihtifa etmiş olan Kadîr-i Zülcelâl, ey Kâdir-i Mutlak,
Kur’ân-ı Hakîmin dersiyle ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tâlimiyle anladım: Nasıl ki gökler, yıldızlar Senin mevcudiyetine ve vahdetine şehadet ederler. Öyle de, cevv-i semâ, bulutlarıyla ve şimşekleri ve ra’dları ve rüzgârlarıyla ve yağmurlarıyla, Senin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ederler.
Evet, câmid, şuursuz bulut, âb-ı hayat olan yağmuru, muhtaç olan zîhayatların imdadına göndermesi, ancak Senin rahmetin ve hikmetinledir; karışık tesadüf karışamaz.
Hem elektriğin en büyüğü bulunan ve fevâid-i tenviriyesine işaret ederek ondan istifadeye teşvik eden şimşek ise, senin fezadaki kudretini güzelce tenvir eder.
Hem yağmurun gelmesini müjdeleyen ve koca fezayı konuşturan ve tesbihatının gürültüsüyle gökleri çınlatan ra’dat dahi, lisan-ı kàl ile konuşarak Seni takdis edip, rububiyetine şehadet eder.
Hem zîhayatların yaşamasına en lüzumlu rızkı ve istifadece en kolayı ve nefesleri vermek ve nüfusları rahatlandırmak gibi çok vazifelerle tavzif edilen rüzgârlar dahi, cevvi âdeta bir hikmete binaen “Levh-i mahv ve isbat” ve “yazar, ifade eder sonra bozar tahtası” suretine çevirmekle, Senin faaliyet-i kudretine işaret ve Senin vücûduna şehadet ettiği gibi, Senin merhametinle bulutlardan sağıp zîhayatlara gönderilen rahmet dahi, mevzun, muntazam katreleri kelimeleriyle senin vüs’at-ı rahmetine ve geniş şefkatine şehadet eder. (Lem'alar, Münâcat)
Bediüzzaman Said Nursi
SÖZLÜK:
acaib : şaşırtıcı, garip şeyler
acîp : şaşırtıcı, hayranlık verici
âhiret âlemi : öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
Aleyhissalatü Vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun
Allahu Ekber : “Allah en büyüktür”
:
azamet-i kibriyâ : Allah’ın büyüklüğünün varlıkları kuşatması
bâki : devamlı, sürekli, ölümsüz
cevv-i semâ : hava boşluğu, atmosfer
delâlet : delil olma, işaret etme
ecrâm-ı ulviye : gökteki büyük cisimler
efrad : fertler, bireyler
feza : uzay
Halık : yaratıcı, herşeyi yaratan Allah
ihtar : hatırlatma, ikaz
ihtifa etmek : gizlenmek
Kadîr-i Mutlak : herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kuvvet sahibi Allah
Kadîr-i Zülcelâl : kudreti herşeyi kuşatan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan Allah
kudret : Allah’ın güç, kuvvet ve iktidarı
Kur’ân-ı Hakîm : her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
lisan-ı hal : hal dili
mevcudiyet : varlık
muntazam : düzenli, intizamlı
mutî : emre uyan, itaatkâr
nefer : asker, er
nuranî : nurlu, parlak
ra’d : gök gürültüsü
Resul-i Ekrem : Allah’ın en şerefli ve değerli elçisi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)
sâir : diğer, başka
saltanat-ı Ulûhiyet : Cenâb-ı Hakkın ilâhlık saltanatı, egemenliği
sefine : gemi
semâvât : gökler
seyyare : gezegen
Sübhânallah : “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir”
şaşaa : gösteriş, parlaklık
şehadet : şahidlik, tanıklık
şiddet-i zuhur : çok kuvvetli şekilde görünme
takdis etmek : Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmek
talim : öğretme, eğitme
tanzim : düzenleme, düzene koyma
tavzif etmek : vazifelendirmek
tecessüm etmek : cisimleşmek
tedbir : idare etme, çekip çevirme
tekbir etmek : Allah’ın büyüklüğünü dile getirmek
tesbih : Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma
tesbihat : Allah’ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler
teshir : emir altında tutma
Vâcibü’l-Vücud : varlığı mutlaka zorunlu olan ve yokluğu asla düşünülemeyen Allah
vahdet : Allah’ın birliği
Vâhid-i Ehad : birliği herşeyi kaplayan ve herbir şeyde görülen Allah
vücub-u vücud : Allah’ın varlığının zorunlu olması
zâhir : açık, âşikar
zemin : yer
âb-ı hayat : hayat suyu
azamet : büyüklük, yücelik
berk : şimşek
binaen : dayanarak
câmid : cansız, katı
cevv : hava, gök boşluğu
faaliyet-i kudret : Allah’ın sonsuz kudretiyle ortaya çıkan fiiller, işler
fevâid-i tenvir : aydınlatmanın, nurlandırmanın faydaları
Feyyâz-ı Müteâ : Hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmadan çok bereket ve bolluk veren Allah
feza : uzay
haysiyet : itibar, özellik
heyet-i mecmua : genel yapı, bütün
hikmet : fayda, gaye
imdad : yardım
istifade : yararlanma
katre : damla
keyfiyet : durum, nitelik, özellik
kudret : Allah’ın güç, kuvvet ve iktidarı
Levh-i Mahv, İsbat : bir şeyin yıkılıp tekrar kuruluşunu gösteren manevî levha, yaz boz tahtası
lisân-ı kal : sözlü ifade
mahiyet : temel özellik, nitelik
mahşer-i acaip : hayret verici şeylerin toplandığı yer
mevzun : ölçülü
muhalif : aykırı, zıt
muntazam : düzenli, intizamlı
Mutasarrıf-ı Fa’âl : Her zaman zatına has ve lâyık iş yapan, daima faaliyette bulunan, idâre eden ve tasarrufta bulunan Cenâb-ı Hak
nüfus : nefisler
ra’d : gök gürültüsü
ra’dât : gökgürültüleri
rahmet : İlâhî şefkat, merhamet
rububiyet : Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi
suret : şekil, biçim
şefkat : acıma, merhamet
şehadet etmek : şahitlik etmek
şuur : bilinç, anlayış
şümûl : kapsamlılık, kuşatıcılık
takdis etmek : Allah’ın her türlü eksiklik ve çirkinlikten yüce olduğunu ilân etmek
tasarruf etmek : dilediği gibi kullanmak ve yönetmek
tavzif etmek : vazifelendirmek
tenvir etmek : nurlandırmak
tesbihat : Allah’ı noksan sıfatlardan yüce tutan sözler
umum : bütün
vahdet : birlik
vücub-u vücud : Allah’ın varlığının zorunlu olması
vücûd : varlık
vüs’at-ı rahmet : rahmetin genişliği, büyüklüğü
zemin : yer
zîhayat : canlı, hayat sahibi
 

uður1

Well-known member
Depremin düşündürdükleri...
27 Ekim 2011 Perşembe 07:00
Zemin yine sarsıldı, depreşti; her şey O’nun elinde; Rahmeti Gadabını geçen Rabbimizin bir mektubu zelzele; umarım bu defa bu sarsıcı mektubun hem dünyevî hem de uhrevî mesajlarını iyi okuruz ve Celâl içinde tecellî eden Cemâl derslerinin farkına varırız.

Zira Bedîüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, “Zelzele gibi vakıalar olan şu hâdisat-ı kevniye, tesadüf oyuncağı değiller.” Elbette çok hikmetleri ve dersleri ihtiva ediyor.

Ateş düştüğü yeri yakıyor. Vanlı, Ercişli kardeşlerimize Allah yardım etsin. Bu vesileyle vefat edenlere Allah’tan Rahmet, yaralılara şifa, kalanlara sabırlar diliyorum.

Van’da meydana gelen deprem her felâket zamanında olduğu gibi, deprem mahallini, Van’ı sarsmadı sadece; hepimizi titretti; silkelemeye, düşündürmeye de devam ediyor.

Musibetler dua vakitleridir; dua ve yardıma devam edeceğiz. Bu arada, düşünmeye, dersler çıkarmayı da ihmal etmeyeceğiz elbette.

Dün Somali, bugün Van, yarın kim bilir neresi, ama Somali gibi Van da yardım için gayret gösteren vicdan ehline sonu olmayan bir hayır kapısı açarak yardım ediyor. Çürük vicdanlıları da ayıklıyor, ayrıştırıyor.

Müslümanlık da insanlık da imtihan olunuyor musibet zamanlarında. Siyaset de cemiyet de. Mücahidler de müteahhitler de! Asker de sivil de. Gazeteci de kâğıt toplayan çocuk da...

Bu münasebetle, depremzedelere yardım için seferber olan tüm resmî-sivil kurum ve şahısları tebrik etmek gerek. Hemen felâket sonrası Van ve Erciş’e ulaşan devletin en üst kademesinden insani yardım kuruluşu temsilcilerine, dua ve yardım çalışmaları başlatan kurumlarımızdan gazeteci Ahmet Tezcan gibi ‘sanal âlemi’ hakiki bir kardeşlik zeminine ve ‘ensar rûhu’na vesile kılarak “EvimEvindirVan” gibi kampanyalar başlatan ve icra eden dostlara binler teşekkür ve dua borcumuz var...

Hamdolsun kardeşlik şuuru, yardımseverlik, dayanışma ruhu hâlâ capcanlı. Göz yaşartıcı, iftihar vesilesi pek çok yardım ve duâ kampanyasına şu birkaç günde şâhit olduk. Şimdiden Van ve Erciş’te vefat eden, ‘manevî şehit’ olan kardeşlerimiz tüm Türkiye’ye paha biçilmez dersler verdiler. Acılar hamlıklarımızı tedavi ediyor, pişiriyor, yakıyor bizi...

Umûmî, herkesi içine alan mûsibetler, hepimizin ortak olduğu hatalarımızı hatıra getiriyor. Van’ın, Türk’ün, Kürt’ün değil! Hepimizin!

Umûmî musibetler helalleşmeye, tevbe etmeye, dua etmeye sevk ediyor vicdan sahiplerini. Şüphesiz vicdanı bozuk olan kömür ruhluları da gözlere gösteriyor. Şehidi tanımayan rezîl, Kürde düşman bedevî, depremzedeye saygısız berduş; hepsi ama hepsi mevcut mebzul miktarda, bunu da gösteriyor, tâ ki, iyinin, hayrın, temizin, kâmilin kıymeti bilinsin!

Dün Cengiz Çandar’a, “Acaba Van depremi siyaset aktörleri için bir ilahi mesaj olarak algılanacak mıdır?” (Radikal) sorusunu sorduran deprem, Fehmi Koru’yu “Acaba bu kez Van’da vuran deprem âfeti, teröre ilâç olur mu?” arayışına sevk edebiliyor. (Star) Veya Abdurrahman Dilipak bu vesilyle ‘Milli Bilgi Bankası’ projesini dillendiriyor. (Yeni Akit)

Örnek çok, ama her seviyede ve her ölçekte dersler alınıyor. Dünyevî ve uhrevî.

Kimine Zilâl Sûresi’ni ve Enfâl Sûresi 25. âyeti tefekkür ettiriyor zelzele, kimi Bedîüzzaman Hazretleri’nin telif ettiği ‘Zelzele Bahsi’ni (14. Söz’ün Zeyli) okuyup pek çok sorusuna cevap buluyor.

Her şey, her hâdise gibi zelzelenin de tesadüf olmadığını, vefat eden mü’minlerin şehit, mallarının sadaka hükmüne geçtiğini, bu tür musibetler de masumların da zarar gördüğünü ve ehli cennet olduklarını ve bunun gibi pek çok hakîkat ve hikmet okuması yapıyor akıl sahipleri.

Öte yandan ilahiyat mensubu olduğunu iddia eden birileri de çıkıp depremden manevî, ilâhî mesajlar, dersler çıkartmanın “yanlış Tanrı tasavvurunun doğal sonuçları” olduğu hezeyanlarını yazıp çiziyor! İfadeye bakınız; deprem asıl bu çeşit insanları vuruyor galiba!

Depremi konuşmaya, dersler çıkarmaya devam edeceğiz. Şehitlerimizi ve vefat eden kardeşlerimizi, masumları, asıl vatanlarına uğurlayacağız. Yaraları sarmaya çalışacağız. Ama asıl bundan sonra başımıza gelecek musibetlerdeki tavırlarımız, tepkilerimiz, yaklaşımımız bugünkünden aldığımız derslerin imtihanı ve değerlendirmesi olacak.
Yeni Akit
 

uður1

Well-known member
En büyük başarı mahşerdedir
01 Kasım 2011 / 04:26
Günün Ayet-i Kerime meali...

Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Teğabun Sûresi 9. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
Gün gelir, Allah hepinizi en büyük toplantı günü olan mahşerde bir araya getirir. İşte o gün aldanma günüdür. Kim Allah'a îmân eder, makbûl ve güzel işler yaparsa, Allah onun fenâlıklarını, günâhlarını siler ve içinden ırmaklar akan cennetlere, hem de devamlı kalmak üzere yerleştirir.İşte en büyük başarı, en büyük mutluluk budur.
 

uður1

Well-known member
Dillerinizin farklılığı O'nun ayetlerindendir
10 Kasım 2011 / 04:33
Günün Ayet-i Kerime meali...

Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Rum Sûresi 22. ayetinde mealen şöyle buyuruyor:
Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O'nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.
 
Üst