Otuzuncu Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Tılsım-ı kâinatı keşfeden Kur’ân-ı Hakîmin

mühim bir tılsımını halleden
Otuzuncu Söz

Ene ve zerre’den ibaret bir elif, bir nokta’dır.

Şu Söz İki Maksattır. Birinci Maksat ene’nin mahiyet ve neticesinden, İkinci Maksat zerre’nin hareket ve vazifesinden bahseder.

Birinci Maksat
besmele.jpg


اِنَّا عَرَضْنَا اْلاَمَانَةَ عَلَى السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ وَالْجِبَالِ فَاَبَيْنَ اَنْ يَحْمِلْنَهَا وَاَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلاِنْسَانُ اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً
blank.gif
1



ŞU ÂYETİN büyük hazinesinden tek bir cevherine işaret edeceğiz. Şöyle ki:


Gök, zemin, dağ, tahammülünden çekindiği ve korktuğu emanetin müteaddit vücuhundan bir ferdi, bir vechi ene’dir. Evet, ene, zaman-ı Âdem
den şimdiye kadar âlem-i insaniyetin etrafına dal budak salan nuranî bir şecere-i tûbâ ile müthiş bir şecere-i zakkumun çekirdeğidir. Şu azîm hakikate girişmeden evvel, o hakikatin fehmini teshil edecek bir mukaddime beyan ederiz. Şöyle ki:

Ene, künûz-u mahfiye olan esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlâkının dahi anahtarı olarak bir muammâ-yı müşkilküşâdır, bir tılsım-ı


[NOT]Dipnot-1
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Hepsi de onu yüklenmekten kaçındı ve ondan korktu. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zalim, çok cahildir.” Ahzâb Sûresi, 33:72.[/NOT]



Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
beyan: açıklama (bk. b-y-n)cevher: asıl, temel, öz
emanet: başka varlıkların yüklenmekten korkup da insanın yüklendiği İlâhî görevler (bk. e-m-n)ene: benlik
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; e-l-h)fehm: anlama ve kavrama
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)keşfetmek: gizli birşeyi açığa çıkarmak (bk. k-ş-f)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)künûz-u mahfiye: gizli hazineler
mahiyet: öz nitelik, özellik, esasmaksat: kastedilen şey, gaye (bk. ḳ-ṣ-d)
muammâ-yı müşkilküşâ: anlaşılması zor meselemukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
mühim: önemlimüteaddit: birçok, çeşitli
netice: sonuçnuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)
tahammül: yüklenmeteshil: kolaylaştırma
tılsım: sır, gizli gerçektılsım-ı kâinat: evrenin gizemi, sırrı (bk. k-v-n)
tılsım-ı muğlâk: anlaşılması zor sır, gizemvech: yön
vücuh: yönlerzaman-ı Âdem: Âdem peygamberin zamanı
zemin: yerzerre: atom, en küçük madde parçası
âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)şecere-i tûbâ: Cennetteki tûba ağacı
şecere-i zakkum: Cehennemdeki zakkum ağacı

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 725

hayretfezâdır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garip muammâ, o acip tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künûzunu dahi açar. Şu meseleye dair, Şemme isminde bir risale-i Arabiyemde şöyle bahsetmişiz ki:

Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zâhiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenâb-ı Hak, emanet cihetiyle, insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki, âlemin bütün kapılarını açar. Ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki, Hallâk-ı Kâinatın künûz-u mahfiyesini onunla keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlâk bir muammâ ve açılması müşkül bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse, kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır. Şöyle ki:

Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir—tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir.

Sual: Niçin Cenâb-ı Hakkın sıfât ve esmâsının marifeti enaniyete bağlıdır?Elcevap: Çünkü, mutlak ve muhit birşeyin hududu ve nihayeti olmadığı için, ona bir şekil verilmez; ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Meselâ, zulmetsiz, daimî bir ziya bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakikî veya vehmî bir karanlıkla bir hat çekilse, o vakit bilinir.


İşte, Cenâb-ı Hakkın, ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esmâsı


Hakîm: herşeyi hikmetle yapan Allah (bk. ḥ-k-m)Hallâk-ı Kâinat: kâinatı ve içindeki herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-v-n)
Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah (bk. r-ḥ-m)Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
Sâni-i Hakîm: herşeyi hikmetle ve san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ḥ-k-m)acip: hayret verici, şaşırtıcı
cihet: yöncâmi’: içine alan (bk. c-m-a)
daimî: sürekli, devamlıemanet: başka varlıkların yüklenmekten korkup da insanın yüklendiği İlâhî görev (bk. e-m-n)
enaniyet: ben, benlikene: ben
esmâ: isimler (bk. s-m-v)evsaf-ı Rububiyet: rububiyetin vasıfları, nitelikleri (bk. v-ṣ-f; r-b-b)
farazî: hayalî, var sayılmışfarz: varsayım
hakikat: gerçek mahiyet, içyüz, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikaten: gerçekte (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hendese: geometri
hudud: sınırişârat: işaretler
keşfetmek: gizli birşeyi ortaya çıkarmak (bk. k-ş-f)kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)künûz: hazineler
künûz-u mahfiye: gizli hazinelermahiyet: öz nitelik, özellik, esas
marifet: bilme ve tanıma (bk. a-r-f)mevcud-u hakikî: gerçek varlık (bk. v-c-d; ḥ-ḳ-ḳ)
miftah: anahtarmuammâ: anlaşılması ve çözülmesi güç şey
muhit: kapsamlı, her tarafı kuşatanmutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
muğlak: anlaşılması zor şeymüşkül: zor
nam: adnefs: insanın kendisi (bk. n-f-s)
nihayet: sonnümune: örnek
risale-i Arabiye: Arapça kitap (bk. r-s-l)suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)sırr-ı hilkat: yaratılış sırrı (bk. ḫ-l-ḳ)
taayyün: belirlenmetahakkuk: gerçekleşme
tevehhüm: zannetme, varsaymateşkil edilmek: meydana getirilmek
tılsım: sır, gizli gerçektılsım-ı hayretfezâ: hayret verici sır
tılsımlı: sırlı, gizemlivahid-i kıyasî: ölçü birimi (bk. v-ḥ-d)
vehmî: varsayılan, olmadığı halde var kabul edilenvücud: varlık (bk. v-c-d)
ziya: ışıkzulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
zâhiren: görünürde (bk. ẓ-h-r)âlem: evren, kâinat (bk. a-l-m)
âlem-i vücub: Allah’ın zât, sıfat ve isimlerini ifade eden âlem (bk. a-l-m; v-c-b)Şemme: Mesnevî-i Nûriye’de yer almaktadır
şuûnât: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler (bk. ş-e-n)şuûnât-ı Ulûhiyet: ilâhlığın şe’nleri, kutsal özellikleri (bk. ş-e-n; e-l-h)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 726

muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için, onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise, hakikî nihayet ve hadleri olmadığından, farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder, bir had çizer, onunla muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra Onundur” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücüklerle onların mahiyetini yavaş yavaş anlar.

Meselâ, daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Hâlıkının rububiyetini anlar. Ve zâhir mâlikiyetiyle, Hâlıkının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve “Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir” der. Ve cüz’î ilmiyle Onun ilmini fehmeder. Ve kisbî san’atçığıyla O Sâni-i Zülcelâlin ibdâ-i san’atını anlar. Meselâ, “Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de, şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş” der. Ve hâkezâ, bütün sıfât ve şuûnât-ı İlâhiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, enede münderiçtir.

Demek ene, âyine-misal ve vahid-i kıyasî ve âlet-i inkişaf ve mânâ-yı harfî gibi, mânâsı kendinde olmayan ve başkasının mânâsını gösteren, vücud-u insaniyetin kalın ipinden şuurlu bir tel ve mahiyet-i beşeriyenin hullesinden ince bir ip ve şahsiyet-i Âdemiyetin kitabından bir elif’tir ki, o elif’in iki yüzü var:

Biri hayra ve vücuda bakar. O yüz ile yalnız feyze kabildir. Vereni kabul eder; kendi icad edemez. O yüzde fâil değil; icaddan eli kısadır.
blank.gif
1

Bir yüzü de şerre bakar ve ademe gider. Şu yüzde o fâildir, fiil sahibidir.
blank.gif
2


[NOT]Dipnot-1
bk. Nisâ Sûresi, 4:79.
Dipnot-2
bk. Nisâ Sûresi, 4:79; Yûsuf Sûresi, 12:53.[/NOT]


Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yapan, sonsuz haşmet sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
adem: yoklukahval: haller, durumlar
cüz’î: az, sınırlı (bk. c-z-e)daire-i mülk: sahip olunan şeylerin dairesi (bk. m-l-k)
daire-i mümkinat: kâinat dairesi; varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup Allah’ın var etmesine bağlı olan daire (bk. m-k-n)enaniyet: benlik
ene: benesrarlı: sırlı, gizemli
farazî: var sayılmışfehmetmek: anlamak
feyz: ihsan, bağış, kerem (bk. f-y-ḍ)fâil: işi yapan (bk. f-a-l)
had: sınırhadd-i mevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılan bir sınır
hayr: iyilik (bk. ḫ-y-r)hissiyat: hisler, duygular
hudutsuz: sınırsızhulle: güzel elbise
hâkezâ: böylece, bunun gibiibdâ-i san’at: benzersiz güzellikte sanat eseri meydana getirme (bk. b-d-a; ṣ-n-a)
icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)kabil: kabiliyetli
kisbî: çalışarak elde edilenkudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)mahiyet: özellik, öz nitelik, esas
mahiyet-i beşeriye: insanın mahiyeti, niteliğimevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılan
muhit: kapsayıcı, herşeyi kuşatanmâlik: sahip (bk. m-l-k)
mâlikiyet: sahiplik (bk. m-l-k)mânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mâna (bk. a-n-y)
münderiç: yerleştirilmiş, içine konulmuşrububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)
rububiyet-i mevhume: gerçekte olmadığı halde varmış gibi kabul edilen rububiyet (bk. r-b-b)sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)
taksimat: kısımlara ayırmatanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)
tasavvur: düşünme, hayal etme (bk. ṣ-v-r)vahid-i kıyasî: ölçü birimi (bk. v-ḥ-d)
vaz etmek: koymak, yerleştirmekvehmî: varsayılan, olmadığı halde var kabul edilen
vücud: varlık (bk. v-c-d)vücud-u insaniyet: insanın vücudu, beden (bk. v-c-d)
zâhir: görünürdeki (bk. ẓ-h-r)âlet-i inkişaf: eşyanın derece ve miktarının ortaya çıkmasına yarayan âlet (bk. k-ş-f)
âyine-misal: ayna gibi (bk. m-s̱-l)şahsiyet-i Âdemiyet: insanoğlunun şahsiyeti, kişiliği
şer: kötülükşerik: ortak
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)şuûnât-ı İlâhiye: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler (bk. ş-e-n; e-l-h)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 727

Hem onun mahiyeti harfiyedir; başkasının mânâsını gösterir. Rububiyeti hayaliyedir. Vücudu o kadar zayıf ve incedir ki, bizzat kendinde hiçbir şeye tahammül edemez ve yüklenemez. Belki, eşyanın derecat ve miktarlarını bildiren mizanülhararet ve mizanülhava gibi mizanlar nev’inden bir mizandır ki, Vâcibü’l-Vücudun mutlak ve muhit ve hudutsuz sıfâtını bildiren bir mizandır.
blank.gif
1

İşte, mahiyetini şu tarzda bilen ve iz’ân eden ve ona göre hareket eden,

blank.gif
2
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا beşaretinde dahil olur. Emaneti bihakkın eda eder ve o enenin dürbünüyle, kâinat ne olduğunu ve ne vazife gördüğünü görür. Ve âfâkî malûmat nefse geldiği vakit, enede bir musaddık görür; o ulûm, nur ve hikmet olarak kalır, zulmet ve abesiyete inkılâb etmez.


Vakta ki, ene, vazifesini şu suretle ifa etti; vahid-i kıyasî olan mevhum rububiyetini ve farazî mâlikiyetini terk eder.


blank.gif
3
لَهُ الْمُلْكُ وَلَهُ الْحَمْدُ وَلَهُ الْحُكْمُ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ der, hakikî ubûdiyetini takınır, makam-ı ahsen-i takvime çıkar.


Eğer o ene, hikmet-i hilkatini unutup vazife-i fıtriyesini terk ederek kendine mânâ-yı ismiyle baksa, kendini mâlik itikad etse, o vakit emanette hıyanet eder,
blank.gif
4
وَقَدْ خَابَ مَنْ دَسّٰيهَا altında dahil olur. İşte, bütün şirkleri ve şerleri ve dalâletleri tevlid eden enaniyetin şu cihetindendir ki, semâvât ve arz ve cibal tedehhüş etmişler, farazî bir şirkten korkmuşlar.


[NOT]Dipnot-1 bk. Tîn Sûresi, 95:4.
Dipnot-2 “Nefsini günahlardan arındıran, kurtuluşa ermiştir.” Şems Sûresi, 91:9.
Dipnot-3 Mülk Ona, hamd Ona, hüküm Ona aittir; siz de Ona döndürüleceksiniz
Dipnot-4 “Nefsini günaha daldıran, hüsrana düşmüştür.” Şems Sûresi, 91:10.[/NOT]


Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)abesiyet: faydasız ve gayesiz oluş
arz: yerbeşaret: müjdeleme
bihakkın: hakkıyla, gerçek anlamıyla (bk. ḥ-ḳ-ḳ)cibal: dağlar
cihet: yöndalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
derecat: derecelereda etmek: yerine getirmek
emanet: başka varlıkların yüklenmekten korkup da insanın yüklendiği İlâhî görev (bk. e-m-n)enaniyet: benlik
ene: beneşya: varlıklar
farazî: var sayılmışhakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harfiye: tek başına bir mânâsı olmayıp başkasının mânâsını gösterenhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i hilkat: yaratılış gayesi (bk. ḥ-k-m; ḫ-l-ḳ)hudutsuz: sınırsız
hıyanet: hainlikifa etmek: yerine getirmek
inkılâb etmek: dönüşmekitikad etmek: inanmak
iz’ân: kesin şekilde inanmakâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
mahiyet: özellik, nitelik, esasmakam-ı ahsen-i takvim: yaratılışın en güzel kıvamında olma derecesi (bk. ḥ-s-n)
malûmat: bilgiler (bk. a-l-m)mevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılan
mizan: ölçü (bk. v-z-n)mizanülhararet: ısı ölçen âlet, termometre (bk. v-z-n)
mizanülhava: havanın durumunu ölçen âlet, barometre (bk. v-z-n)muhit: kapsamlı, her tarafı kuşatan
musaddık: tasdik edici, doğrulayıcı (bk. s-d-ḳ)mutlak: kayıtsız, sınırsız (bk. ṭ-l-ḳ)
mâlik: sahip (bk. m-l-k)mâlikiyet: sahiplik (bk. m-l-k)
mânâ-yı ismî: bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)nefs: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
nev’: türnur: ışık
rububiyet: idare edicilik, sahibiyet ve tasarruf hakkı (bk. r-b-b)semâvat: gökler (bk. s-m-v)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)
tahammül: katlanma, yüklenmetedehhüş: dehşete düşme, korkma
tevlid etmek: doğurmakubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
ulûm: ilimler (bk. a-l-m)vahid-i kıyasî: ölçü birimi (bk. v-ḥ-d)
vakta ki: ne vakit ki, ne zaman kivazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen görev (bk. f-ṭ-r)
vücud: beden (bk. v-c-d)zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
âfâkî: dış dünyaya aitşer: kötülük
şirk: Allah’a ortak koşma

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 728

Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder.
blank.gif
1
Sonra, kıyas‑ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer,

blank.gif
2
اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظِيمٌ meâlini gösterir. Evet, nasıl mîrî malından kırk parayı çalan bir adam, bütün hazır arkadaşlarını birer dirhem almasını kabul ile hazmedebilir. Öyle de, “Kendime mâlikim” diyen adam, “Herşey kendine mâliktir” demeye ve itikad etmeye mecburdur.

İşte, ene, şu hâinâne vaziyetinde iken, cehl-i mutlaktadır. Binler fünunu bilse de, cehl-i mürekkeple bir eçheldir. Çünkü duyguları, efkârları kâinatın envâr-ı marifetini getirdiği vakit, nefsinde onu tasdik edecek, ışıklandıracak ve idame edecek bir madde bulmadığı için, sönerler. Gelen herşey nefsindeki renklerle boyalanır. Mahz-ı hikmet gelse, nefsinde abesiyet-i mutlaka suretini alır. Çünkü, şu haldeki enenin rengi, şirk ve ta’tildir, Allah’ı inkârdır. Bütün kâinat parlak âyetlerle dolsa, o enedeki karanlıklı bir nokta, onları nazarda söndürür, göstermez.
blank.gif
3
On Birinci Sözde, mahiyet-i insaniyenin ve mahiyet-i insaniyedeki enaniyetin, mânâ-yı harfî cihetiyle ne kadar hassas bir mizan ve doğru bir mikyas ve

[NOT]Dipnot-1
bk. A’râf Sûresi, 7:12; Hicr Sûresi, 15:32-33; Sâd Sûresi, 38:75-76.
Dipnot-2
“Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13.
Dipnot-3
bk. Bakara Sûresi, 2:171; Âl-i İmran Sûresi, 3:70; En’âm Sûresi, 6:7; A’râf Sûresi, 7:146; Yûnus, Sûresi, 10:101; Yûsuf Sûresi, 12:105; Nahl Sûresi, 16:83; Neml Sûresi, 27:14.[/NOT]


Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
abesiyet-i mutlaka: her yönüyle gayesizlik ve saçmalık (bk. ṭ-l-ḳ)asabiyet-i nev’iye ve milliye: kavim ve tür milliyetçiliği
azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)bel’: yutma, ortadan kaldırma
cehl-i mutlak: tam bilgisizlik (bk. ṭ-l-ḳ)cehl-i mürekkep: bilmediğinden habersiz kimsenin cehaleti
cihet: yöndirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)ejderha: büyük yılan
enaniyet: benlikenaniyet-i nev’iye: taraftarlarının enaniyet ve gururu
ene: ben, benlikenvâr-ı marifet: bilme ve tanıma nurları (bk. n-v-r; a-r-f)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)evâmir: emirler
eçhel: çok cahilfarazî: var sayılmış
fünun: fenler, bilimlerhâinâne: hâince
idame etmek: devam ettirmekinkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
istinad: dayanma (bk. s-n-d)itikad etmek: inanmak
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kıyas-ı binnefis: kendini kıyaslama (bk. n-f-s)
letâif: lâtifeler, insanın mânevî yapısındaki ince duygular (bk. l-ṭ-f)mahiyet: özellik, nitelik, esas
mahiyet-i insaniye: insanın mahiyeti, aslı ve donanımımahz-ı hikmet: hikmetin ta kendisi (bk. ḥ-k-m)
meâl: açıklama, anlammikyas: ölçek
mizan: ölçü (bk. v-z-n)mâlik: sahip (bk. m-l-k)
mânâ-yı harfî: bir şeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mâna (bk. a-n-y)mîrî: devlete ait
mübareze: karşı koyma, çarpışmamülk: sahip olunan ve hükmedilen şeyler (bk. m-l-k)
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)nefs: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
nev’: türneşvünemâ: büyüyüp gelişme
suret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)taksim etmek: bölüştürmek, paylaştırmak
tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)ta’til: Allah’ı inkâr etmek
tesettür: örtünme, gizlenmevücud-u insan: insan vücudu, beden (bk. v-c-d)
şirk: Allah’a ortak koşma

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 729

muhit bir fihriste ve mükemmel bir harita ve câmi’ bir âyine ve kâinata güzel bir takvim, bir ruznâme olduğu, gayet kat’î bir surette tafsil edilmiştir. Ona müracaat edilsin. O Sözdeki tafsilâta iktifâen kısa keserek mukaddimeye nihayet verdik. Eğer mukaddimeyi anladınsa, gel, hakikate giriyoruz.

İşte, bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr, her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış iki şecere-i azîme hükmünde;
blank.gif
1
biri silsile-i nübüvvet ve diyanet, diğeri silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmişse, yani silsile-i felsefe silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse, âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişlerse, bütün hayır ve nur silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalâletler felsefe silsilesinin etrafına cem olmuştur. Şimdi, şu iki silsilenin menşelerini, esaslarını bulmalıyız.

İşte, diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp şirk ve dalâlet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ, kuvve-i akliye dalında dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun meyvelerini beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gadabiye dalında Nemrutları, Firavunları, ŞeddadlarıHAŞİYE-1 beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında âliheleri, sanemleri ve ulûhiyet dâvâ edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei


[NOT]Dipnot-1
bk. Mâide Sûresi, 5:27-31.
Haşiye-1
Evet, Nemrutları, Firavunları yetiştiren ve dâyelik edip emziren, eski Mısır ve Babil‘in, ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telâkki edilen eski felsefeleri olduğu gibi, âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve asnâmı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet, tabiatın perdesiyle Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir ulûhiyet verip kendi başına musallat eder.[/NOT]


Babil: (bk. bilgiler)Firavun: (bk. bilgiler)
Mısır: (bk. bilgiler)Nemrut: (bk. bilgiler)
asnâm: putlarbeşer: insan
cem olmak: toplanmak (bk. c-m-a)cereyan-ı azîm: büyük fikir ve düşünce akımı (bk. a-ẓ-m)
câmi’: kapsamlı, içine alan (bk. c-m-a)dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
dehalet etmek: sığınmakdehriyyun: dünyanın sonsuz olduğuna inanıp, âhireti inkâr edenler
diyanet: dindâvâ: iddia
dâyelik: süt annelik, dadılıkfelsefe-i tabiiye: herşeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a)
fihriste: indeks, içindekilerhakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hayat-ı içtimaiye: toplumsal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a)hayır: iyilik (bk. ḫ-y-r)
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothususî: özel
iktifâen: yeterli görerekimtizaç: birleşme, karışma
itaat: emre uymaitaat etmek: emre uymak
ittihad: birleşmekat’î: kesin
kuvve-i akliye: akıl duygusukuvve-i gadabiye: öfke duygusu
kuvve-i şeheviye-i behîmiye: hayvanî şehvet duygukâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
maddiyyun: materyalistler, herşeyi maddeye bağlayanlarmenşe: kaynak, kök
muhit: kapsamlımukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
musallat: sataşmamüracaat: başvurma
nihayet: sonnur: aydınlık, ışık (bk. n-v-r)
ruznâme: günlüksaadet: mutluluk
sanem: putsemere: meyve, netice
silsile: zincirsilsile-i diyanet: din zinciri
silsile-i efkâr: fikirler zinciri (bk. f-k-r)silsile-i felsefe: felsefe zinciri
silsile-i felsefe ve hikmet: hikmet ve felsefe zinciri (bk. ḥ-k-m)silsile-i nübüvvet ve diyanet: din ve peygamberlik zinciri (bk. n-b-e)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tabaka-i insaniye: insanlık tabakası, grubu
tabiiyyun: tabiatçılar, yaratıcı olarak tabiatı kabul edenler (bk. ṭ-b-a)tafsil etme: ayrıntılı olarak açıklama
tafsilât: ayrıntılartakvim: program
telâkki edilen: kabul edilentevlid etmek: doğurmak
ulûhiyet: ilâhlık, tanrılık (bk. e-l-h)zaman-ı Âdem: Hz. Âdem’in yaşadığı dönem
zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)
âlihe: batıl ilâhlar, tanrılar (bk. e-l-h)âyine: ayna
Şeddad: (bk. bilgiler)şecere-i azîme: büyük ağaç (bk. a-ẓ-m)
şecere-i zakkum: Cehennemdeki zakkum ağacışer: kötülük
şirk: Allah’a ortak koşma

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 730

ile, silsile-i nübüvvetin—ki, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları, kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi, kuvve-i dâfiadalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i câzibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemâl-i suret ve sehâvet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber, enenin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe ve medar, esaslı bir çekirdek olarak, enenin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Enenin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.

Nübüvvetin vechi olan birinci vecih: Ubûdiyet-i mahzânın menşeidir. Yani, ene kendini abd bilir; başkasına hizmet eder, anlar. Mahiyeti harfiyedir; yani başkasının mânâsını taşıyor, fehmeder. Vücudu tebeîdir; yani başka birisinin vücuduyla kaim ve icadıyla sabittir, itikad eder. Mâlikiyeti vehmiyedir; yani kendi mâlikinin izniyle surî, muvakkat bir mâlikiyeti vardır, bilir. Hakikati zılliyedir; yani hak ve vacip bir hakikatin cilvesini taşıyan mümkün ve miskin bir zılldir. Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuûnâtına mikyas ve mizan olarak, şuurkârâne bir hizmettir.

İşte, enbiya ve enbiya silsilesindeki asfiya ve evliya, eneye şu vecihle bakmışlar, böyle görmüşler, hakikati anlamışlar. Bütün mülkü Malikü’l-Mülke teslim etmişler
blank.gif
1
ve hükmetmişler ki, o Mâlik-i Zülcelâlin ne mülkünde,
blank.gif
2
ne rububiyetinde,
blank.gif
3


[NOT]Dipnot-1
bk. Âl-i İmrân Sûresi, 3:26.
Dipnot-2
bk. A’râf Sûresi, 7:158.
Dipnot-3
bk. Bakara Sûresi, 2:21.[/NOT]


Hâlık: herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ)Mâlik-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi olan, herşeyin sahibi Allah (bk. m-l-k; ẕü; c-l-l)
Mâlikü’l-Mülk: bütün mülkün gerçek sahibi olan Allah (bk. m-l-k)abd: kul (bk. a-b-d)
asfiya: Hz. Peygambere vâris olup onun yolundan giden ilim ve velâyet sahibi insanlar (bk. ṣ-f-y)beyan: açıklama (bk. b-y-n)
beşer: insancemâl-i suret: görünüş güzelliği (bk. c-m-l; ṣ-v-r)
cihet: yöncilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)
enbiya: nebîler, peygamberler (bk. n-b-e)ene: ben, benlik
evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)fehmetmek: anlamak
hak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat: gerçek mahiyet, içyüz, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
harfiye: tek başına bir mânâsı olmayıp başkasının mânâsını gösterenhâkim: hükmeden (bk. ḥ-k-m)
hükmetmek: kesin bir karara varmak (bk. ḥ-k-m)hüsn-ü sîret: iç ve ahlâk güzelliği (bk. ḥ-s-n)
icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)ismetli: günahsız, masum
itikad etmek: inanmakkaim: var olma, ayakta durma (bk. ḳ-v-m)
keremnamdar: ikramıyla nam salan (bk. k-r-m)kuvve-i akliye: akıl duygusu
kuvve-i câzibe: faydalı şeyleri çeken duygukuvve-i dâfia: zararlı şeyleri defeden duygu
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)küre-i zemin: yerküre, yeryüzü
mahiyet: özellik, nitelik, esasmedar: kaynak
melik: hükümdar (bk. m-l-k)menşe: kaynak, kök
mikyas: ölçekmiskin: zayıf (bk. s-k-n)
mizan: ölçü (bk. v-z-n)muvakkat: geçici
mâlik: sahip (bk. m-l-k)mâlikiyet: sahiplik (bk. m-l-k)
mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k)mülk: sahip olunan ve hükmedilen şey (bk. m-l-k)
mümkün: varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olup, Allah’ın var etmesine bağlı olan (bk. m-k-n)mürselîn: resuller, peygamberler (bk. r-s-l)
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)sehâvet: cömertlik (bk. c-v-d)
silsile: zincirsilsile-i nübüvvet: peygamberlik zinciri (bk. n-b-e)
surî: görünüştesıddıkîn: daima doğruluk üzere ve Allah’a ve peygambere sadakatte en ileride olanlar (bk. ṣ-d-ḳ)
sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)tebeî: başka birşeye tabi olan
ubûdiyet-i mahzâ: tam ve mükemmel kulluk (bk. a-b-d)vech: yön, yüz
vehmiye: varsayılan, olmadığı halde var kabul edilenvâcip: zorunlu, gerekli (bk. v-c-b)
vücud: varlık (bk. v-c-d)zıll: gölge
zılliye: gölgelik, halifelikâdil: adaletli (bk. a-d-l)
şecere: ağaçşecere-i tûbâ-i ubûdiyet: kulluğun nurlu tûbâ ağacı (bk. a-b-d)
şuurkârane: bilinçli bir şekilde (bk. ş-a-r)şuûnât: Cenâb-ı Hakkın yüce sıfatlarının mahiyetlerinde bulunan ve onları tecelliye sevk eden Zâtına ait kutsal özellikler (bk. ş-e-n)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 731

ne ulûhiyetinde
blank.gif
1
şerik ve naziri yoktur;
blank.gif
2
muin ve vezire muhtaç değil;
blank.gif
3
herşeyin anahtarı Onun elindedir;
blank.gif
4
herşeye Kàdir-i Mutlaktır;
blank.gif
5
esbab bir perde-i zâhiriyedir;
blank.gif
6
tabiat bir şeriat-i fıtriyesidir ve kanunlarının bir mecmuasıdır ve kudretinin bir mistarıdır.
blank.gif
7

İşte, şu parlak, nuranî, güzel yüz, hayattar ve mânidar bir çekirdek hükmüne geçmiş ki, Hâlık-ı Zülcelâl, bir şecere-i tûbâ-i ubûdiyeti ondan halk etmiştir ki, onun mübarek dalları, âlem-i beşeriyetin her tarafını nuranî meyvelerle tezyin etmiştir. Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi, felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için ervâh-ı âfilîne bir medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mirac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nuranî bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.

İkinci vecih ise, felsefe tutmuştur. Felsefe ise, eneye mânâ-yı ismiyle bakmış. Yani, kendi kendine delâlet eder, der; mânâsı kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telâkki eder. Yani, zâtında bizzat bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’m eder. Onu bir hakikat-i sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir, ve hâkezâ... Çok esâsât-ı fâsideye mesleklerini

[NOT]Dipnot-1
bk. Kehf Sûresi, 18:110.
Dipnot-2 bk. İsrâ Sûresi, 17:111; İhlâs Sûresi, 112:4.
Dipnot-3
bk. Hac Sûresi, 22:18; İhlâs Sûresi, 112:2.
Dipnot-4
bk. En’am Sûresi, 6:59; Zümer Sûresi, 39:63; Şûrâ Sûresi, 42:12.
Dipnot-5
bk. Bakara Sûresi, 2:259; Mâide Sûresi, 5:120; Teğâbün Sûresi, 64:1.
Dipnot-6
bk. Saffat Sûresi, 37:95-96; Ra’d Sûresi, 13:18; Yâsîn Sûresi, 36:28; Fetih Sûresi, 48:7.
Dipnot-7
bk. Âl-i İmran Sûresi, 3:26; Yâsîn Sûresi, 36:77-83; Ahkaf Sûresi, 46:33; Kaf Sûresi, 50:15.[/NOT]


Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve azamet sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)Kàdir-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
ademistan: yokluk ülkesiaslî: asıl, esas
bostan: bahçedaire-i tasarruf: faaliyet dairesi (bk. ṣ-r-f)
delâlet: delil olma, işaret etmeene: ben, benlik
ervâh-ı âfilîn: göçüp giden ruhlar (bk. r-v-ḥ)esbab: sebepler (bk. s-b-b)
esâsat-ı fâside: bozuk esaslar, çürük temellerhakikat-i sabite: değişmez bir gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikî: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakk-ı hayat: yaşama hakkı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-y-y)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)
hubb-u zât: kendini sevme (bk. ḥ-b-b)hâkezâ: böylece, bunun gibi
istikbal: gelecek zamankudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)
mecmua: topluluk, kitap (bk. c-m-a)medar-ı envar: nurlanma kaynağı (bk. n-v-r)
mezar-ı ekber: çok büyük mezar (bk. k-b-r)mirac-ı münevver: nurlu yükseliş (bk. a-r-c; n-v-r)
mistar: şablonmuhtelif: çeşitli
muin: yardımcımâlik: sahip (bk. m-l-k)
mânidar: anlamlı (bk. a-n-y)mânâ-yı ismî: bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)
mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k)nazir: benzer, eş (bk. n-ẓ-r)
neş’et eden: doğan, meydana gelennuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r)
nuristan: nur ülkesi (bk. n-v-r)perde-i zâhiriye: görünen perde (bk. ẓ-h-r)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)
tabiat: kâinat ve içindekiler, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)tekemmül-ü zâtî: kendi kendine gelişen, olgunlaşan (bk. k-m-l)
telâkki etmek: kabul etmektezyin: süsleme (bk. z-y-n)
ulûhiyet: İlâhlık (bk. e-l-h)vecih: yön
vezir: yardımcıvücud: varlık (bk. v-c-d)
zaman-ı mazi: geçmiş zamanzulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
zu’m: asılsız iddia, batıl inançzâtî: kendine ait, kendiliğinden
âlem-i beşeriyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)şecere-i tûbâ-i ubûdiyet: kulluğun nurlu tûbâ ağacı (bk. a-b-d)
şeriat-i fıtriye: Allah’ın yaratılışa koyduğu, bütün varlıkların tabi olduğu kanun (bk. ş-r-a; f-ṭ-r)şerik: ortak

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 732

bina etmişler. O esâsat ne kadar esassız ve çürük olduğunu sair risalelerimde ve bilhassa Sözler’de, hususan On İkinci ve Yirmi Beşinci Sözlerde kat’î ispat etmişiz. Hattâ, silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan Eflâtun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi adamlar, “İnsaniyetingayetü’l-gayâtı teşebbüh-ü bi’l-Vâcibdir, yani Vâcibü’l-Vücuda benzemektir” deyip firavunâne bir hüküm vermişler. Ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envâ-ışirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve zaaf,
blank.gif
1
fakr ve ihtiyaç,
blank.gif
2
naks ve kusur
blank.gif
3
kapılarını kapayıp ubûdiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

Nübüvvet ise, gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiye ile ve secâyâ-yı hasene ile tahallûk etmekle beraber,
blank.gif
4
aczini bilip kudret-i İlâhiyeye iltica,
blank.gif
5
zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyeye istinad,
blank.gif
6
fakrını görüp rahmet-i İlâhiyeye itimad,
blank.gif
7
ihtiyacını görüp gınâ-yı İlâhiyeden istimdad,
blank.gif
8
kusurunu görüp aff-ı İlâhîye istiğfar,
blank.gif
9
naksını görüp kemâl-i İlâhîye tesbihhân olmaktır
blank.gif
10
diye, ubûdiyetkârâne hükmetmişler.

[NOT]Dipnot-1 bk. Nisâ Sûresi, 4:28; Yûnus Sûresi, 10:12; Zümer Sûresi, 39:49.
Dipnot-2 bk. Bakara Sûresi, 2:268; Kasas Sûresi, 28:24.
Dipnot-3 bk. Nisâ Sûresi, 4:79; Yûsuf Sûresi, 12:53.
Dipnot-4 bk. Kalem Sûresi, 68:4.
Dipnot-5 bk. Tevbe Sûresi, 71:28.
Dipnot-6 bk. Nûh Sûresi, 71:28.
Dipnot-7 bk. Enbiyâ Sûresi, 21:83-84.
Dipnot-8 bk. Enbiyâ Sûresi, 21:87.
Dipnot-9 bk. Sâd Sûresi, 38:24.
Dipnot-10 bk. A’râf Sûresi, 7:143.[/NOT]



Aristo: (bk. bilgiler)Eflâtun: (bk. bilgiler)
Fârâbî: (bk. bilgiler)Vacibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)aff-ı İlâhî: Allah’ın affı (bk. e-l-h)
ahlâk-ı İlâhiye: İlâhî ahlâk (bk. e-l-h; ḫ-l-ḳ)bilhassa: özellikle
bina etme: yapma, üzerine kurmadâhi: son derece zeki; dehâ ve hikmet sahibi
enaniyet: benlikenvâ-ı şirk: Allah’a ortak koşma türleri
esas: temelesbabperest: sebeplere tapan (bk. s-b-b)
esâsat: esaslar, temellerfakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
firavunâne: firavun gibi tanrılık iddiasında bulunmagaye-i insaniyet: insanlığın gaye ve maksadı
gayetü’l-gayât: gayelerin son noktası, esas hedefgınâ-yı İlâhiye: Allah’ın sınırsız zenginliği (bk. ğ-n-y; e-l-h)
hususan: özelliklehükmetmek: kesin bir karara varmak (bk. ḥ-k-m)
iltica: sığınmainsaniyet: insanlık
istimdad: yardım istemeistinad: dayanma (bk. s-n-d)
istiğfar: bağışlanma dileme (bk. ğ-f-r)itimad: güvenme
kat’î: kesinkemâl-i İlâhî: Allah’ın bütün noksanlıklardan yüce ve en mükemmel sıfatlara sahip olması (bk. k-m-l; e-l-h)
kudret-i İlâhiye: Allah’ın sınırsız güç ve kuvveti (bk. ḳ-d-r; e-l-h)kuvvet-i İlâhiye: Allah’ın kuvveti, gücü (bk. e-l-h)
münderiç: içine konulmuş, yerleştirilmişnaks: noksanlık, eksiklik
nübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)nücumperest: yıldızlara tapan
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın şefkat ve merhameti (bk. r-ḥ-m; e-l-h)risale: kitap (bk. r-s-l)
sair: diğersanemperest: puta tapan
secâyâ-yı hasene: güzel seciyeler, huylar (bk. ḥ-s-n)seddetmek: tıkamak, kapamak
silsile: zincirsilsile-i felsefe: felsefe zinciri
tabiat: kâinat ve içindekiler, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)tabiatperest: tabiata tapan (bk. ṭ-b-a)
tahallûk: ahlâklanma (bk. ḫ-l-ḳ)taife: topluluk
tesbihhân: tesbih eden; Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anan (bk. s-b-ḥ)teşebbüh-ü bi’l-Vâcib: Cenâb-ı Hakka benzemek mânâsında felsefi ifade (bk. v-c-b)
ubûdiyet: Allah’a kulluk (bk. a-b-d)ubûdiyetkârâne: kulluk ederek (bk. a-b-d)
vazife-i beşeriyet: insanlığın görevizaaf: zayıflık
İbn-i Sina: (bk. bilgiler)şirk: Allah’a ortak koşma
şükr: teşekkür, övgü (bk. ş-k-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 733

İşte, diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolunu şaşırdığı içindir ki, ene kendi dizginini eline almış, dalâletin herbir nev’ine koşmuş. İşte şu vecihteki enenin başı üstünde bir şecere-i zakkum neşvünemâ bulup âlem-i insaniyetin yarısından fazlasını kaplamış.İşte, o şecerenin kuvve-i şeheviye-i behîmiye dalında beşerin enzârına verdiği meyveler ise, asnamlar ve âlihelerdir. Çünkü, felsefenin esasında kuvvet müstahsendir. Hattâ “El-hükmü li’l-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var; kuvvette hak vardır” der.HAŞİYE-1 Zulmü mânen alkışlamış, zalimleri teşçi etmiştir ve cebbarları ulûhiyet dâvâsına sevk etmiştir.

Hem masnudaki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni ve Nakkâşın mücerred ve mukaddes cemâlinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der, perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir.

Hem herkese satılan muzahraf, hodfuruş, gösterici, riyâkâr bir hüsnü istihsan, ettiği için riyâkârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbideHAŞİYE-2 yapmıştır.

O şecerenin kuvve-i gadabiye dalında, biçare beşerin başında küçük büyük Nemrutlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun, tabiiyyun gibi meyveleri vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.

Şimdi şu hakikati tenvir için, felsefe mesleğinin esâsât-ı fâsidesinden neş’et

[NOT]Haşiye-1
Düstur-u nübüvvet “Kuvvet haktadır; hak kuvvette değildir” der, zulmü keser, adaleti temin eder.
Haşiye-2
Yani; o sanem-misâller, perestişkârlarının hevesatlarına hoş görünmek ve teveccühlerini kazanmak için riyakârane gösteriş ile ibadet gibi bir vaziyet gösteriyorlar.[/NOT]



Firavun: (bk. bilgiler)Nakkaş: herşeyi san’atlı bir şekilde nakış nakış işleyen Allah (bk. n-ḳ-ş)
Nemrut: (bk. bilgiler)Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
asnam: putlarbeşer: insan
biçare: çaresizcebbar: zorba, zalim (bk. c-b-r)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)dehriyyun: dünyanın sonsuz olduğuna inanıp, âhireti inkâr edenler
dimağ: beyindiyanet: din
düstur: prensip, kuraldüstur-u nübüvvet: peygamberliğin prensibi, kuralı (bk. n-b-e)
el-hükmü li’l-galib: güç ve yetki üstün olanındır (bk. ḥ-k-m)ene: ben, benlik
enzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)esâsat-ı fâside: bozuk esaslar, çürük temeller
galebe: üstün gelmehak: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hevesat: nefsin gelip geçici arzu ve isteklerihodfuruş: kendini beğendirmeye çalışan
hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n)istihsan: beğenme, güzel bulma (bk. ḥ-s-n)
itaat etmek: emre uymakkuvve-i akliye: akıl duygusu
kuvve-i gadabiye: öfke duygusukuvve-i şeheviye-i behîmiye: hayvanî şehvet duygusu
maddiyyun: materyalistler, herşeyi maddeye bağlayanlarmasnu: san’at eseri (bk. ṣ-n-a)
mukaddes: her türlü çirkinlik ve eksiklikten yüce, kutsal (bk. ḳ-d-s)muzahraf: sahte yaldızlı, süslemeli
mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)mücerred: soyutlanmış, hâlis, saf
müstahsen: güzel karşılanan, beğenilen (bk. ḥ-s-n)nev’: çeşit, tür
neşvünemâ: büyüyüp gelişmeneş’et eden: doğan, ortaya çıkan
nisbet etmek: bağ kurmak (bk. n-s-b)perestiş: kulluk, ibadet
perestişkâr: tapan, ibadet edenriyakâr: gösterişçi
riyakârane: gösterişli bir şekildesanem: put
sanem-misal: put gibi (bk. m-s̱-l)tabiiyyun: tabiatçılar, yaratıcı olarak tabiatı kabul edenler (bk. ṭ-b-a)
temin etmek: sağlamaktenvir: nurlandırma, aydınlatma (bk. n-v-r)
teveccüh: ilgi, yönelmeteşçi etmek: cesaretlendirmek
ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)vaziyet: durum, hal
vecih: yön, yüzâbid: kul (bk. a-b-d)
âbide: tapınak, ibadet edilecek yer, heykel (bk. a-b-d)âlem-i insaniyet: insanlık âlemi (bk. a-l-m)
âlihe: bâtıl ilâhlar, tanrılar (bk. e-l-h)Şeddad: (bk. bilgiler)
şecere: ağaçşecere-i zakkum: Cehennemdeki zakkum ağacı

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 734

eden neticeleriyle, silsile-i nübüvvetin esâsât-ı sâdıkasından tevellüd eden neticelerinin binler muvazenesinden, nümune olarak üç dört misal zikrediyoruz.

Meselâ, nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden

blank.gif
1 تَخَلَّقُوا بِاَخْلاَقِ اللهِ kaidesiyle, “Ahlâk-ı İlâhiye ile muttasıf olup Cenâb-ı Hakka mütezellilâne teveccüh edip, acz, fakr, kusurunuzu bilip dergâhına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin “Teşebbüh-ü bi’l-Vâcib insaniyetin gayet-i kemâlidir” kaidesiyle, “Vâcibü’l-Vücuda benzemeye çalışınız” hodfuruşâne düsturu nerede? Evet, nihayetsiz acz, zaaf, fakr, ihtiyaçla yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz Kadîr, Kavî, Ganî ve Müstağnî olan Vâcibü’l-Vücudun mahiyeti nerede?

İkinci misal: Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebâtât hayvânâtın imdadına ve hayvânât insanın imdadına, hattâ zerrât-ı taamiye hüceyrât-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teâvün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını su-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet, düstur-u cidâli o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir“ diye eblehâne hükmetmişler.Üçüncü misal: Nübüvvetin tevhid-i İlâhî hakkındaki netâic-i âliyesinden ve

[NOT]Dipnot-1
bk. Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, 1:13 (Mukaddime); el-Cürcânî, et-Ta’rifât 1:564; İbni Kayyım el-Cevziyye, Medaricü’s-Salikin 3:241; el-Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn 4:306; el-Gazâlî, el-Maksadü’l-Ensâ s. 150; el-Bikaî, Masrau’t-Tasavvuf s. 240; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat 8:184; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl 2:284.[/NOT]


Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Ganî: her cihetle sonsuz zenginlik sahibi olan Allah (bk. ğ-n-y)
Kadîr: herşeye gücü yeten, herşeyi yapabilen, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r)Kavî: sonsuz kuvvet sahibi Allah
Müstağnî: sınırsız zenginlik sahibi olan ve hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah (bk. ğ-n-y)Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı olmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)
abd: kul (bk. a-b-d)acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)
ahlâk-ı İlâhiye: İlâhî ahlâk (bk. ḫ-l-ḳ; e-l-h)cidal: mücadele, kavga
dergâh: Allah’ın yüce katıdüstur: prensip, kural
düstur-u cidâl: mücadele ve kavga prensibi, kanunudüstur-u teavün: yardımlaşma prensibi, kanunu
düsturî: kanunîeblehâne: ahmakçasına
esâsât-ı sâdıka: doğru esaslar, sağlam temeller (bk. s-d-ḳ)fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)
fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)gayet-i kemâl: mükemmelleşme, yücelme gayesi (bk. k-m-l)
hayat-ı içtimaiye: toplumsal hayat (bk. ḥ-y-y; c-m-a)hayat-ı şahsiye: kişisel hayat (bk. ḥ-y-y)
hayvânât: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)hodfuruşâne: kendini beğendirmeye çalışmak
hüceyrât-ı beden: bedenin hücrelerihükmetmek: kesin bir karara varmak (bk. ḥ-k-m)
imdad: yardımkaide: kural
kamer: aykanun-u kerem: cömertlik ve ikram kanunu (bk. ḳ-n-n; k-r-m)
küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)mahiyet: öz nitelik, özellik, esas
mahiyet-i insaniye: insanın mahiyeti, esasımisal: örnek (bk. m-s̱-l)
muavenet: yardımmuttasıf: vasıflanan
muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)mütezellilâne: kendi kusur ve aczini bilerek
namus-u ikram: bağış ve iyilik kanunu (bk. n-m-s; k-r-m)nebâtât: bitkiler
netâic-i âliye: yüce neticelerneş’et eden: doğan, ortaya çıkan
nihayetsiz: sonsuznübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
nümune: örneksilsile-i nübüvvet: peygamberlik zinciri (bk. n-b-e)
su-i istimal: kötüye kullanmateveccüh etmek: yönelmek
tevellüd eden: doğan, meydana çıkantevhid-i İlâhî: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d; e-l-h)
teşebbüh-ü bi’l-Vâcib: Cenâb-ı Hakka benzemek mânâsında felsefi ifade (bk. v-c-b)vahşî: ürkütücü, korkunç
zaaf: zayıflıkzerrât-ı taamiye: yiyecek zerreleri
zikretmek: anmakşems: güneş

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 735

düstur-u gàliyesinden
blank.gif
1
اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ yani “Her birliği bulunan yalnız birden sudur edecektir; madem herşeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek Zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârâne düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ عَنْهُ اِلاَّ الْوَاحِدُ
blank.gif
2
“Birden bir sudur eder”; yani “Bir zâttan bizzat birtek sudur edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudur eder” diye, Ganiyy-i ale’l-Itlak ve Kadîr-i Mutlakı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip, Hâlık-ı Zülcelâle “akl-ı evvel“
blank.gif
3
namında bir mahlûku verip adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan şirk-âlûd ve dalâlet-pîşe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan işrâkıyyun böyle halt etseler, maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas edebilirsin.

Dördüncü misal: Nübüvvetin düstur-u hakîmânesinden

blank.gif
4
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ sırrıyla, “Herşeyin, her zîhayatın neticesi, hikmeti, kendine ait bir ise, Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin, bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menâfiine aittir’ diye, koca bir dağ gibi ağaca hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet mânâsız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i muzahrefe düsturları nerede?


[NOT]Dipnot-1
bk. eş-Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal 2:124; el-îci, Kitabu’l-Mevakıf 2:589.
Dipnot-2
bk. eş-Şehristanî, el-Milel ve’n-Nihal 2:187; el-îci, Kitabu’l-Mevakıf 2:689-690.
Dipnot-3
bk. İbni Teymiyye, Şerhu’l-Akîdeti’l-İsfahâniyye 2:80; eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal 2:75, 88.
Dipnot-4
“Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.[/NOT]



Fâtır: benzeri olmayan şeyi hârika üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r)Ganiyy-i Alel’ıtlak: her cihetle sınırsız zenginlik sahibi Allah (bk. ğ-n-y; ṭ-l-ḳ)
Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve azamet sahibi, herşeyi yoktan yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)Kadîr-i Mutlak: herşeye gücü yeten, sonsuz güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)
Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)abesiyet: faydasızlık, gayesizlik
akl-ı evvel: “ilk akıl, Allah’ın yarattığı ilk mahlûk” mânâsında bazı eski filozofların görüşüdalâlet-pîşe: sapıklığı ve inançsızlığı meslek edinmiş (bk. ḍ-l-l)
düstur: prensip, kuraldüstur-u gàliye: kıymetli prensip, kanun
düstur-u hakîmâne: hikmetli prensip (bk. ḥ-k-m)düstur-u hikmet: hikmet prensibi (bk. ḥ-k-m)
düstur-u itikadiye: inanç prensibiesbab: sebepler (bk. s-b-b)
eşya: varlıklarhardal: çok küçük tohumları olan bir bitki
hikmet: gaye, fayda (bk. ḥ-k-m)hikmet-i muzahrefe: görünüşte güzel ve süslü, gerçekte içi boş ve çürük felsefe (bk. ḥ-k-m)
hükema: filozoflar, felsefeciler (bk. ḥ-k-m)icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)
işrakıyyun: bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunanlarmaddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)mahz-ı hakikat: gerçeğin ta kendisi (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
menâfi: faydalar, yararlarmisal: örnek (bk. m-s̱-l)
mülk: sahip olunan ve hükmedilen şey (bk. m-l-k)nam: ad
nevi: tür, çeşitnübüvvet: peygamberlik (bk. n-b-e)
rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)sair: diğer
sudur etmek: çıkmak, olmaktabiiyyun: tabiatçılar, yaratıcı olarak tabiatı kabul edenler (bk. ṭ-b-a)
taksim: bölüştürme, paylaştırmatevhidkârâne: her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu gösteren (bk. v-ḥ-d)
vesait: araçlarzîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
âciz: güçsüz (bk. a-c-z)şirk-i azîm: büyük şirk, Allah’a ortak koşma (bk. a-ẓ-m)
şirk-âlûd: şirk, inkâr bulaşmışşirket: ortaklık

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 736

Şu hakikat, Onuncu Sözün Onuncu Hakikatinde bir derece gösterildiğinden, kısa kestik.

İşte, bu dört misale binler misali kıyas edebilirsin. “Lemeât”
blank.gif
1
namındaki bir risalede bir kısmına işaret etmişiz.

İşte, felsefenin şu esâsât-ı fâsidesinden ve netâic-i vahîmesindendir ki, İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhiler, şâşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp o mesleğe girdiklerinden, âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ, İmam-ı Gazâlî gibi bir Hüccetü’l-İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.
blank.gif
2
Hem mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan Mutezile imamları, ziynet-i surîsine meftun olup o mesleğe ciddî temas ederek aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi’ bir mü’min derecesine çıkabilmişler. Hem üdeba-yı İslâmiyenin meşhurlarından, bedbinlikle maruf Ebu’l-Alâ-i Maarrî ve yetimâne ağlayışıyla mevsuf Ömer Hayyam gibilerin, o mesleğin nefs-i emmâreyi okşayan zevkiyle zevklenmesi sebebiyle, ehl-i hakikat ve kemâlden bir sille-i tahkir ve tekfir yiyip “Edepsizlik ediyorsunuz, zındıkaya giriyorsunuz, zındıkları yetiştiriyorsunuz” diye zecirkârâne tedip tokatlarını almışlar.
blank.gif
3

Hem meslek-i felsefenin esâsât-ı fâsidesindendir ki, ene, kendi zâtında hava gibi zayıf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarıyla mânâ-yı ismî cihetiyle baktığı için, güya buhar-misal o ene temeyyü edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallüb ediyor. Sonra gaflet ve inkârla o

[NOT]Dipnot-1
Bu Lemeât risalesi, Hz. Üstadımızın tensibi ile Sözler mecmuasının nihayetinde derc edilmiştir.
(Hizmetindeki talebeleri)
Dipnot-2
bk. el-Gazâlî, el-Munkızü Mine’d-Dalâl s. 39-40, 46.
Dipnot-3
bk. İbnü’l-Cevzî, Telbisü İblîs 134-136; Süleyman İbni Abdillah, Şerhu Kitabi’t-Tevhîd s. 616; İbni Teymiyye, Kütübü ve Resailü ve Fetâvâ İbni Teymiyye 7:571, 8:260.
[/NOT]


Fârâbî: (bk. bilgiler)Hüccetü’l-İslâm: İslâmın delili (bk. s-l-m)
Mutezile: “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” iddiasında olan ehl-i sünnet dışı bir mezhepbedbinlik: kötümserlik, ümitsizlik
buhar-misal: buhar gibi (bk. m-s̱-l)cihet: yön
dâhi: son derece zeki kimse; dehâ ve hikmet sahibiehl-i hakikat ve kemâl: hak ve doğru yolda olan kemâl sahibi kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ; k-m-l)
ene: ben, benlikesâsat-ı fâside: bozuk esaslar, çürük temeller
esâsât-ı fâside: bozuk esaslar, çürük yasalarfâsık: yoldan çıkmış, günahkâr
gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)güya: sanki
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hâkim: hükmeden (bk. ḥ-k-m)
hükema: filozoflar, felsefeciler (bk. ḥ-k-m)inkâr: inanmama, kabul etmeme (bk. n-k-r)
ittihaz: edinme, kabullenmemaddiyat: maddi şeyler
mahiyet: öz nitelik, özellik, esasmaruf: bilinen (bk. a-r-f)
meftun: düşkün, tutulmuşmeslek-i felsefe: felsefe mesleği, yolu
mevsuf: vasıflandırılan (bk. v-ṣ-f)meş’um: kötü, uğursuz
mânâ-yı ismî: bir şeyin bizzat kendisine bakan ve kendisini tanıtan mânâsı (bk. a-n-y; s-m-v)mübtedi’: ehl-i sünnet yolundan ayrılan (bk. b-d-a)
mütebahhirîn: ilmi derin olan âlimlermütekellimîn: kelâm âlimleri (bk. k-l-m)
mü’min: Allah’a inanan (bk. e-m-n)nam: ad
nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)
netâic-i vahîme: vahim, korkunç neticelerrisale: kitap (bk. r-s-l)
sille-i tahkir ve tekfir: hakaret ve küfür tokadıtasallüb: katılaşma, sertleşme
tedip: haddini bildirme, edeplendirmetekfir: küfürle itham etmek (bk. k-f-r)
temeyyü: sıvılaşmatevaggul: meşgul olma, uğraşma
ulema: âlimler (bk. a-l-m)yetimâne: yetimce
zecirkârâne: şiddetle sakındırarak, engelleyerekziynet-i surî: görünüşteki süs (bk. z-y-n)
zındıka: dinsizlik, inançsızlıkÖmer Hayyam: (bk. bilgiler)
âdi: basit, sıradanüdeba-yı İslâmiye: İslâm edipleri (bk. s-l-m)
ülfet: alışkanlıkİbn-i Sina: (bk. bilgiler)
İmam-i Gazâlî: (bk. bilgiler)şâşaa-i suriye: görünüşteki parlaklık ve gösteriş

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 737

enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyanla tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara—kabul etmedikleri ve teberrî ettikleri halde—birer firavunluk verir. İşte o vakit Hâlık-ı Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze vaziyetini alır,
blank.gif
1
مَنْ يُحْىِ الْعِظَامَ وَهِىَ رَمِيمٌ der, meydan okur gibi Kadîr-i Mutlakı acz ile itham eder. Hattâ, Hâlık-ı Zülcelâlin evsâfına müdahale eder; işine gelmeyenleri ve nefs-i emmârenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder. Ezcümle:

Felâsifenin bir taifesi, Cenâb-ı Hakka “mûcib-i bizzat“ demişler, ihtiyarını nefyetmişler, ihtiyarını ispat eden bütün kâinatın nihayetsiz şehadetlerini tekzip etmişler. Feyâ sübhanallah! Şu kâinatta zerreden şemse kadar bütün mevcudat, taayyünatlarıyla, intizamatıyla, hikmetleriyle, mizanlarıyla Sâniin ihtiyarını gösterdikleri halde, şu kör olası felsefenin gözü görmüyor! Hem bir kısım felasife “Cüz’iyâta ilm-i İlâhî taallûk etmiyor”
blank.gif
2
diye ilm-i İlâhînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehâdât-ı sâdıkalarını reddetmişler. Hem felsefe esbaba tesir verip tabiat eline icad verir. Yirmi İkinci Sözde kat’î bir surette ispat edildiği gibi, herşeyde Hâlık-ı Külli Şeye
blank.gif
3
has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, câmid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder. Hem, Onuncu

[NOT]Dipnot-1
“Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Yâsin Sûresi, 36:78.
Dipnot-2
bk. el-Gazâlî, el-Munkızü Mine’d-Dalâl s. 46.
Dipnot-3
bk. En’am Sûresi, 6:102.[/NOT]



Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l)Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi, herşeyi yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; ẕü; c-l-l)
Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)Sâni: herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a)
acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)
câmid: cansızcüz’iyât: küçük ve ferdî şeyler (bk. c-z-e)
efkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)enaniyet: benlik
esbab: sebepler (bk. s-b-b)evsâf: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)
evâmir: emirlerezcümle: meselâ, özetle
felasife: felsefelerfelâsif: felsefeciler, filozoflar
feyâ sübhanallah: ey her türlü eksiklikten sonsuz derecede yüce olan Allah mânâsında bir şeyin tuhaflığını bildirmek için şaşkınlık ifadesi olarak kullanılır (bk. s-b-ḥ)firavunluk: kendini Firavun gibi ilâh seviyesine çıkaracak derecede büyük görme (bk. bilgiler-Firavun)
has: özelhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hikmet-i âliye: yüce ve yüksek gaye (bk. ḥ-k-m)icad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)
ihata: kapsama, herşeyi kuşatmaihtiyar: irade, dileme, seçme gücü (bk. ḫ-y-r)
ilm-i İlâhî: Allah’ın ilmi (bk. a-l-m; e-l-h)inkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
intizamat: düzenlilikler (bk. n-ẓ-m)itham etmek: suçlamak
kat’î: kesinkâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
masdariyet: kaynaklıkmektubât-ı Samedâniye: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eserler (bk. k-t-b; ṣ-m-d)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)mizan: ölçü, denge (bk. v-z-n)
mûcib-i bizzat: iradesiyle değil de varlığı icabı herşeyi yapmaya mecbur olan (bk. c-v-b)mübareze: karşı koyma, çarpışma
müdahale etmek: karışmaknefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
nefs-i emmâre: insanı daima kötülüğe, yasak zevk ve isteklere teşvik eden duygu (bk. n-f-s)nefyetmek: inkâr etmek
nev-i insan: insanlık, insan türünihayetsiz: sonsuz
sair: diğersikke: mâdenî şeyler üzerine vurulan mühür, işaret
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)taallûk etmek: ilgili olmak
taayyünat: belirlenmelertahrif: değiştirme, bozma
taife: toplulukteberrî etmek: uzaklaşmak
tecemmüd: donmatekeddür: bulanma
tekzip etmek: yalanlamaktesadüf: rastlantı
zerre: atom, en küçük madde parçasıâciz: güçsüz (bk. a-c-z)
şeffafiyet: şeffaflık, saydamlıkşehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
şehâdât-ı sâdıka: doğru şahitlikler (bk. ş-h-d; s-d-ḳ)şems: güneş
şuursuz: bilinçsiz, idraksiz (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 738

Sözde ispat edildiği gibi, Cenâb-ı Hak bütün esmâsıyla ve kâinat bütün hakaikiyle ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve kütüb-ü semâviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler. İşte, bu hurafatlara sair meselelerini kıyas edebilirsin. Evet, şeytanlar, güya enenin gaga ve pençesiyle dinsiz feylesoflarının akıllarını havaya kaldırıp, dalâlet derelerine atıp dağıtmıştır. Küçük âlemde ene, büyük âlemde tabiat gibi tâğutlardandır.

فَمَنْ يَكْفُرْ بِالطَّاغُوتِ وَيُؤْمِنْ بِاللهِ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقٰى لاَ انْفِصَامَ لَهَا وَاللهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
blank.gif
1


Geçen hakikati tenvir edecek bir seyahat-i hayaliye suretinde, nim-manzum olarak Lemeat’ta yazdığım bir vakıa-i misaliyenin meâlini şurada zikretmeye münasebet geldi. Şöyle ki:

Bu risalenin telifinden sekiz sene evvel, İstanbul’da, Ramazan-ı Şerifte, meslek-i felsefeyle münasebette bulunan Eski Said’in Yeni Said’e inkılâb edeceği bir hengâmdadır ki, Fâtiha-i Şerifenin âhirinde

صِرَاطَ الَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلاَ الضَّاۤلِّينَ
blank.gif
2


ile işaret ettiği üç mesleği düşünürken, şöyle bir vakıa-i hayaliye, bir hadise-i misaliye, rüyaya benzer bir hadise gördüm ki:

Kendimi bir sahrâ-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesîm var, ne ziya, ne âb-ı hayat—hiçbirisi


[NOT]Dipnot-1
“Kim tâğûtu reddeder de Allah’a iman ederse, işte o kopmaz ve kırılmaz, sapa sağlam bir kulpa yapışmıştır. Allah ise herşeyi hakkıyla işiten, herşeyi hakkıyla bilendir.” Bakara Sûresi, 2:256.

Dipnot-2
“Kendilerine in’âm ve ihsanda bulunduklarının yolu—, gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yolu değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7.[/NOT]



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan, şeref ve azamet sahibi yüce Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Eski Said: (bk. bilgiler)
Yeni Said: (bk. bilgiler)dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)
ene: ben, benlikervah: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
esmâ: isimler (bk. s-m-v)ezeliyet: varlığının başlangıcı olmaması (bk. e-z-l)
feylesof: felsefecigüya: sanki
hadise: olay (bk. ḥ-d-s̱)hadise-i misaliye: misal âlemi ile ilgili olay (bk. ḥ-d-s; m-s̱-l)
hakaik: gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)hengâm: zaman
hurafat: hurafeler, batıl inanışlarinkılâb: dönüşme
isnad etmek: dayandırmak (bk. s-n-d)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
kütüb-ü semâviye: vahye dayanan mukaddes kitaplar; Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’ân-ı Kerîm (bk. k-t-b; s-m-v)meslek: usül, yol
meslek-i felsefe: felsefe mesleğimeâl: anlam
münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)nefyetmek: inkâr etmek
nesîm: hoş ve hafif rüzgârnim-manzum: yarı vezinli, kafiyeli (bk. n-ẓ-m)
risale: kitap (bk. r-s-l)sahrâ-yı azîme: büyük çöl (bk. a-ẓ-m)
sair: diğerseyahat-i hayaliye: hayalî (keşfî) yolculuk (bk. ḫ-y-l)
sisile-i nübüvvet: peygamberlik zinciri (bk. n-b-e)suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)
tahkikat: araştırmalar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)telif: yazım
tenvir: aydınlatma, nurlandırma (bk. n-v-r)tâğut: ibadet edilen bâtıl şey, put (bk. ṭ-ğ-y)
vakıa-i hayaliye: hayali olay (bk. ḫ-y-l)vakıa-i misaliye: misâl âlemi ile ilgili olay (bk. m-s̱-l)
zemin: yerzikretmek: anmak, belirtmek
ziya: ışıkâb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
âhir: son (bk. e-ḫ-r)âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)
âlem: dünya; kâinat (bk. a-l-m)âyât: ayetler, deliller
İstanbul: (bk. bilgiler)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 739

bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahlûklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki, şu zeminin öteki tarafında ziya, nesîm, âb-ı hayat var, oraya geçmek lâzım. Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde tünelvâri bir mağaraya sokuldum. Git gide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki, benden evvel o tahtel’arz yolda çok kimseler gitmişler, her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum; sonra sesleri kesiliyordu.

Ey hayaliyle benim seyahat-i hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârıyla hakikate yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflâtun ve AristoHAŞİYE-1 gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Fârâbî gibi dâhilerindir. Evet, İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş. Her neyse, seni meraktan kurtarmak için hayalin altındaki hakikatin bir köşesini gösterdim. Şimdi seyahatime dönüyorum.

Gid gide, baktım ki, benim elime iki şey verildi: biri, bir elektrik, o tahtel’arz tabiatın zulümatını dağıtır; diğeri bir âlet ile dahi azîm kayalar, dağ-misal taşlar parçalanıp bana yol açılıyor. Kulağıma denildi ki: “Bu elektrikle o âlet Kur’ân’ın hazinesinden size verilmiştir.”

Her ne ise, çok zaman öylece gittim. Baktım ki, öteki tarafa çıktım. Gayet güzel bir bahar mevsiminde, bulutsuz bir güneş, ruh-efzâ bir nesîm, hayattar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm. “Elhamdü lillâh” dedim. Sonra baktım ki, ben kendi kendime mâlik değilim. Birisi beni tecrübe ediyor.

[NOT]Haşiye-1
Eğer desen: “Sen necisin, bu meşahire karşı meydana çıkıyorsun? Sen bir sinek gibi olup da kartalların uçmalarına karışıyorsun?” Ben de derim ki: Kur’ân gibi bir üstad-ı ezeliyem varken, dalâlet-âlûd felsefenin ve evham-âlûd aklın şakirtleri olan o kartallara, hakikat ve marifet yolunda sinek kanadı kadar da kıymet vermeye mecbur değilim. Ben onlardan ne kadar aşağı isem, onların üstadı dahi benim üstadımdan bin defa daha aşağıdır. Üstadımın himmetiyle, onları gark eden madde ayağımı da ıslatamadı. Evet, büyük bir padişahın, onun kanununu ve evâmirini hâmil küçük bir neferi, küçük bir şahın büyük bir müşirinden daha büyük işler görebilir.[/NOT]



Aristo: (bk. bilgiler)Eflâtun: (bk. bilgiler)
Fârâbî: (bk. bilgiler)azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)
dalâlet-âlûd: hak yoldan sapmış, inançsızlık bulaşmış (bk. ḍ-l-l)dağ-misal: dağ gibi (bk. m-s̱-l)
dâhi: son derece zeki, deha ve hikmet sahibi kimseefkâr: fikirler, düşünceler (bk. f-k-r)
ehl-i felsefe: felsefe ile uğraşanlarelhamdü lillâh: “her türlü övgü ve şükür yalnızca Allah’a aittir” (bk. ḥ-m-d)
evham-âlûd: vehimler ve kuruntular karışmışevâmir: emirler
felsefe-i tabiiye: herşeyi tabiata dayandıran felsefe (bk. ṭ-b-a)gark etmek: boğmak, batırmak
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothimmet: mânevî yardım
hâmil: taşıyanihtiyarsız: irade dışı, istemeden (bk. ḫ-y-r)
iştirak etmek: katılmakmahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
marifet: geniş bilgi ve beceri (bk. a-r-f)meşahir: meşhurlar, ünlüler
muvahhiş: ürküten, korkutanmuzır: zararlı
mâlik: sahip (bk. m-l-k)müşir: mareşal
nefer: asker, ernesîm: hoş ve hafif rüzgâr
ruh-efzâ: ruha hoş gelen (bk. r-v-ḥ)seyahat-i hayaliye: hayalî (keşfî) yolculuk (bk. ḫ-y-l)
tabiat: kâinat ve içindekiler, canlı cansız varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)tahtel’arz: yeraltı
tecrübe etmek: denemektevehhüm etmek: zannetmek
tünelvâri: tünel gibizemin: yer
ziya: ışıkzulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)
âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)âb-ı leziz: lezzetli su
âlem: dünya (bk. a-l-m)üstad: hoca, öğretmen
üstad-ı ezeliye: varlığının başlangıcı olmayan üstad, öğretmen (bk. e-z-l)İbn-i Sina: (bk. bilgiler)
şakirt: öğrenci, talebe

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 740

Yine evvelki vaziyette, o sahrâ-yı azîmede, boğucu bulut altında yine ben kendimi gördüm. Daha başka bir yolda, bir sâik beni sevk ediyordu. Bu defa tahtezzemin değil, belki seyir ve seyahatle yeryüzünü kat’ edip öteki yüze geçmek için gidiyordum. O seyahatimde öyle acaip ve garaibi görüyordum ki, tarif edilmez. Deniz bana hiddet ediyor, fırtına beni tehdit eder, herşey bana müşkülât peydâ eder. Fakat yine Kur’ân’dan bana verilen bir vasıta-i seyahatimle geçiyordum, galebe çalıyordum. Git gide bakıyordum, her tarafta seyyahların cenazeleri bulunuyor. O seyahati bitirenler, binde ancak birdir.

Her ne ise, o buluttan kurtulup, zeminin öteki yüzüne geçip güzel güneşle karşılaştım. Ruh-efzâ nesîmi teneffüs ederek “Elhamdü lillâh” dedim. O cennet gibi o âlemi seyre başladım.

Sonra baktım, biri var ki, beni orada bırakmıyor. Başka yolu bana gösterecek gibi, yine beni bir anda o müthiş sahrâya getirdi. Baktım ki, yukarıdan inmiş aynı asansörler gibi muhtelif tarzlarda bazı tayyare, bazı otomobil, bazı zembil gibi şeyler görünüyor. Kuvvet ve istidada göre onlara atılsa yukarıya çekiliyor. Ben de birisine atladım. Baktım, bir dakika zarfında bulutun fevkine beni çıkardı. Gayet güzel, müzeyyen, yeşil dağların üstüne çıktım. O bulut tabakası dağın yarısına kadar gelmemişti. En lâtif bir nesîm, en leziz bir âb-ı hayat, en şirin bir ziya her tarafta görünüyor.

Baktım ki, o asansörler gibi nuranî menziller her tarafta var. Hattâ iki seyahatimde ve zeminin öteki yüzünde onları görmüştüm, anlamamıştım. Şimdi anlıyorum ki, şunlar Kur’ân’-ı Hakîmin âyetlerinin cilveleridir.


İşte, وَلاَ الضَّاۤلِّينَ
blank.gif
1
ile işaret olunan evvelki yol, tabiata saplananların ve tabiiyyun fikrini taşıyanların mesleğidir ki, onda hakikate ve nura geçmek için ne kadar müşkülât olduğunu hissettiniz.غَيْرِ الْمَغْضُوبِ
blank.gif
2
ile işaret olunan ikinci yol, esbabperestlerin ve vesaite icad

[NOT]Dipnot-1
“Sapıtmış olanların yoluna değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7.
Dipnot-2
“Gazabına uğrayanların yoluna değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7.[/NOT]


Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)acaib: şaşırtıcı, garip şeyler
cilve: yansıma, görüntü (bk. c-l-y)elhamdü lillâh: “her türlü övgü ve şükür yalnızca Allah’a aittir” (bk. ḥ-m-d)
esbabperest: sebeplere tapan (bk. s-b-b)evvelki: önceki
fevkine: üstünegalebe çalmak: üstün gelmek
garaib: tuhaf, hayret verici şeylerhakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hiddet: öfke, kızgınlıkicad: yaratma, var etme (bk. v-c-d)
istidad: kabiliyet, yetenek (bk. a-d-d)leziz: lezzetli
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)menzil: durak, yer (bk. n-z-l)
meslek: yol, usülmuhtelif: çeşitli
müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)müşkülât: zorluklar
müşkülât peydâ etmek: zorluklar çıkarmaknesîm: hoş ve hafif rüzgâr
nuranî: nurlu, parlak (bk. n-v-r)ruh-efzâ: ruha hoş gelen (bk. r-v-ḥ)
sahrâ: çölsahrâ-yı azîm: büyük çöl (bk. a-ẓ-m)
seyir: yolculuk, gezintiseyyah: gezgin, yolcu
sâik: sevk eden, sürükleyentabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar (bk. ṭ-b-a)
tabiiyyun: tabiatçılar, yaratıcı olarak tabiatı kabul edenler (bk. ṭ-b-a)tahtezzemin: yer altı
tarz: şekiltayyare: uçak
tehdit: korkutmavasıta-i seyahat: yolculuk aracı
vaziyet: durumvesait: vasıtalar, araçlar
zembil: hasırdan örülerek yapılan kulplu torba, sepetzemin: yer
ziya: ışıkâb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)
âlem: dünya (bk. a-l-m)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 741

ve tesir verenlerin, meşâiyyun hükeması gibi yalnız akılla, fikirle hakikatü’l-hakaike ve Vâcibü’l-Vücudun marifetine yol açanların mesleğidir.

اَلَّذِينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
blank.gif
1
ile işaret olunan üçüncü yol ise, sırat-ı müstakim ehli olan ehl-i Kur’ân’ın cadde-i nuraniyesidir ki, en kısa, en rahat, en selâmet ve herkese açık, semâvî ve Rahmânî ve nuranî bir meslektir.


endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1
“Kendilerine in’âm ve ihsanda bulunduklarının yolu...” Fâtiha Sûresi, 1:7.[/NOT]



Rahmânî: rahmeti sonsuz olan Allah tarafından gönderilen (bk. r-ḥ-m)Vâcibü’l-Vücud: varlığı zorunlu olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah (bk. v-c-b; v-c-d)
cadde-i nuraniye: nurlu, aydınlık cadde (bk. n-v-r)ehl-i Kur’ân: Kur’ân ehli
hakikatü’l-hakaik: gerçeklerin gerçeği, en büyük hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hükema: felsefeciler, filozoflar (bk. ḥ-k-m)
marifet: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f)meslek: yol, usül
meşâiyyun: sadece akla güvenen Aristo geleneğini izleyen felsefecilernuranî: nurlu, aydınlık (bk. n-v-r)
selâmet: esenlikli, güvenli (bk. s-l-m)semâvî: vahye dayanan (bk. s-m-v)
sırat-ı müstakim: dosdoğru yoltesir: etki

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 742

İkinci Maksat
Tahavvülât-ı zerrâta dair şu âyetin hazinesinden bir zerreye işaret edecektir.


besmele.jpg



وَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُوا لاَ تَاْتِينَا السَّاعَةُ قُلْ بَلٰى وَرَبِّى لَتَاْتِيَنَّكُمْ عَالِمِ الْغَيْبِلاَ يَعْزُبُ عَنْهُ مِثْقَالُ ذَرَّةٍ فِى السَّمٰوَاتِ وَلاَ فِى اْلاَرْضِ وَلاَۤ اَصْغَرُ مِنْ ذٰلِكَ وَلاَۤ اَكْبَرُ اِلاَّ فِى كِتَابٍ مُبِينٍ
blank.gif
1


ŞU ÂYETİN pek büyük hazinesinden bir miskal zerre miktarında, yani zerre sandukçasında olan cevheri gösterir ve zerrenin hareket ve vazifesinden bir nebze bahseder. Şu Maksat bir Mukaddime ile Üç Noktadan ibarettir.

MUKADDİME

Tahavvülât-ı zerrât, Nakkâş-ı Ezelînin kalem-i kudreti, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekvîniyenin hengâmındaki ihtizâzâtı ve cevelânıdır. Yoksa, maddiyyun ve tabiiyyunların tevehhüm ettikleri gibi tesadüf oyuncağı ve karışık, mânâsız bir hareket değildir. Çünkü, bütün mevcudat gibi, zerreler ve herbir zerre, mebde-i hareketinde “Bismillâh“ der. Çünkü, nihayetsiz, kuvvetinden fazla yükleri kaldırır ve buğday tanesi kadar bir çekirdeğin koca bir çam ağacı gibi bir yükü omuzuna alması gibi... Hem vazifesinin hitâmında “Elhamdü lillâh” der. Çünkü, bütün ukulü hayrette bırakan hikmetli bir cemâl-i san’at, faideli bir hüsn-ü nakış

[NOT]Dipnot-1
“İnkâr edenler, ‘Kıyamet başımıza gelmez’ dediler. Sen de ki: Evet, gaybı bilen Rabbime yemin olsun ki başınıza gelecektir. Ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar birşey Ondan uzak kalamaz; bundan küçük veya büyük ne varsa hepsi ap açık bir kitapta yazılmıştır.” Sebe’ Sûresi, 34:3.[/NOT]


Bismillâh: Allah’ın adıyla (bk. s-m-v)Nakkâş-ı Ezelî: herşeyi zatına has olarak nakış nakış işleyen, evveli olmayan Allah (bk. n-ḳ-ş; e-z-l)
cemâl-i san’at: sanat güzelliği (bk. c-m-l; ṣ-n-a)cevelân: dolaşma, hareket
cevher: kıymetli taş; asıl, öz, temelelhamdü lillâh: “her türlü övgü ve şükür yalnızca Allah’a aittir” (bk. ḥ-m-d)
hengâm: zamanhikmet: fayda, gaye (bk. ḥ-k-m)
hitâm: sonhüsn-ü nakış: nakış güzelliği (bk. ḥ-s-n; n-ḳ-ş)
ihtizâzât: sallanmalar, sarsıntılarkalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. k-l-m; ḳ-d-r)
kitab-ı kâinat: kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış bütün âlem (bk. k-t-b; k-v-n)maddiyyun: materyalistler, herşeyi maddeye bağlayanlar
maksat: kastedilen şey, gaye (bk. ḳ-ṣ-d)mebde-i hareket: hareketin başlangıcı
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)miskal: yaklaşık 4.5 grama denk olan bir ağırlık ölçüsü
mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)nebze: az miktar
nihayetsiz: sonsuzsandukça: küçük sandık
tabiiyyun: tabiatçılar, yaratıcı olarak tabiatı kabul edenler (bk. ṭ-b-a)tahavvülât-ı zerrât: atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri
tesadüf: rastlantıtevehhüm etmek: sanmak, kuruntuya kapılmak
ukul: akıllarzerre: atom, en küçük madde parçası
âyât-ı tekvîniye: yaratılışa ait âyetler, deliller (bk. k-v-n)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Otuzuncu Söz - Sayfa 743

göstererek, Sâni-i Zülcelâlin medâyihine bir kaside-i medhiye gibi bir eser gösterir. Meselâ, nar ve mısıra dikkat et.Evet, tahavvülât-ı zerrât,HAŞİYE-1 âlem-i gaybdan olan herşeyin geçmiş aslında ve


[NOT]Haşiye-1 İkinci Maksadın, tahavvülât-ı zerrâtın tarifine dair olan uzun cümlenin haşiyesidir. Kur’ân-ı Hakîmde İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn mükerrer yerlerde zikredilmiştir.1 Ehl-i tefsir “İkisi birdir”;2 bir kısmı “Ayrı ayrıdır” demişler. Hakikatlerine dair beyanatları muhteliftir. Hülâsa, “İlm-i İlâhînin ünvanlarıdır” demişler.3 Fakat Kur’ân’ın feyziyle şöyle kanaatim gelmiş ki: İmam-ı Mübîn, ilim ve emr-i İlâhînin bir nev’ine bir ünvandır ki, âlem-i şehadetten ziyade âlem-i gayba bakıyor. Yani, zaman-ı halden ziyade, mazi ve müstakbele nazar eder. Yani, herşeyin vücud-u zâhirîsinden ziyade aslına, nesline ve köklerine ve tohumlarına bakar. Kader-i İlâhînin bir defteridir. Şu defterin vücudu, Yirmi Altıncı Sözde, hem Onuncu Sözün haşiyesinde ispat edilmiştir. Evet, şu İmam-ı Mübîn, bir nevi ilim ve emr-i İlâhînin bir ünvanıdır. Yani, eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemâl-i intizamla eşyanın vücutlarını gayet san’atkârâne intaç etmesi cihetiyle, elbette desâtir-i ilm-i İlâhînin bir defteriyle tanzim edildiğini gösteriyor. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları, ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden, elbette evâmir-i İlâhiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Meselâ, bir çekirdek, bütün ağacın teşkilâtını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evâmir-i tekvîniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir. Elhasıl, İmam-ı Mübîn, mazî ve müstakbelin ve âlem-i gaybın etrafında dal-budak salan şecere-i hilkatin bir programı, bir fihristesi hükmündedir. Şu mânâdaki “İmâm-ı Mübîn” kader-i İlâhînin bir defteri, bir mecmua-i desâtiridir. O desâtirin imlâsıyla ve hükmüyle, zerrât, vücud-u eşyadaki hidemâtına ve harekâtına sevk edilir. Amma Kitab-ı Mübîn ise, âlem-i gaybdan ziyade âlem-i şehadete bakar. Yani, mazi ve müstakbelden ziyade zaman-ı hazıra nazar eder. Ve ilim ve emirden ziyade kudret ve irade-i İlâhiyenin bir ünvanı, bir defteri, bir kitabıdır. İmam-ı Mübîn kader defteri ise, Kitab-ı Mübîn kudret defteridir. Yani, herşey vücudunda, mahiyetinde ve sıfât ve şuûnâtında kemâl-i san’at ve intizamları gösteriyor ki, bir kudret-i kâmilenin desâtiriyle ve bir irade-i nâfizenin kavâniniyle vücut giydiriliyor suretleri tayin, teşhis edilip birer miktar-ı muayyen, birer şekl-i mahsus veriliyor. Demek o kudret ve iradenin küllî ve umumî bir mecmua-i kavânini, bir defter-i ekberi vardır ki, herbir şeyin hususî vücutları ve mahsus suretleri ona göre biçilir, dikilir, giydirilir. İşte şu defterin vücudu, İmam-ı Mübîn gibi, kader ve cüz-ü ihtiyarî mesâilinde ispat edilmiştir. Ehl-i gaflet ve dalâlet ve felsefenin ahmaklığına bak ki, kudret-i fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbâniyenin o basîrâne kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler; hâşâ, “tabiat“ namıyla tesmiye etmişler, körletmişler. İşte, İmam-ı Mübîn’in imlâsıyla, yani kaderin hükmüyle ve düsturuyla, kudret-i İlâhiye, icad-ı eşyada herbiri birer âyet olan silsile-i mevcudatı, “Levh-i Mahv, İsbat” denilen zamanın sahife-i misaliyesinde yazıyor, icad ediyor, zerrâtı tahrik ediyor. Demek, harekât-ı zerrât, o kitabetten, o istinsahtan, mevcudat âlem-i gaybdan âlem-i şehadete ve ilimden kudrete geçmelerinde bir ihtizazdır, bir harekâttır. Amma Levh-i Mahv, İsbat ise, sabit ve daim olan Levh-i Mahfuz-u Âzam’ın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-i zaman odur. Evet, herşeyin bir hakikati olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i azîmin hakikati dahi, Levh-i Mahv, İsbat’taki kitabet-i kudretin sahifesi ve mürekkebi hükmündedir. Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.1 Kitab-ı Mübîn: Mâide Sûresi, 5:15; En’âm Sûresi, 6:59; Yûnus Sûresi, 10:61; Hûd Sûresi, 11:6; Yûsuf Sûresi, 12:1; Şuarâ Sûresi, 26:2; Neml Sûresi, 27:1, 75; İmam-ı Mübîn: Yâsin Sûresi, 36:12.2 es-Suyûtî, ed-Dürru’l-Mensûr 7:48; Ebu’s-Süûd, Tefsîr 7:61; eş-Şevkânî, Fethu’l-Kadîr 5:367.3 et-Teberî, Câmiu’l-Beyân 7:212; el-Beyzâvî, Tefsîr 3:206; el-Kurtubî, el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân 7:4.
[/NOT]


Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)Sâni-i Zülcelâl: herşeyi san’atlı bir şekilde yapan, sonsuz haşmet ve yücelik sahibi Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)cihet: yön
desâtir: prensipler, kurallardesâtir-i ilm-i İlâhî: Allah’ın ilminin düsturları, prensipleri (bk. a-l-m; e-l-h)
ehl-i tefsir: Kur’ân’ı mânâ bakımından yorumlayanlar (bk. f-s-r)elhasıl: özetle, sonuç olarak
emr-i İlâhi: Allah’ın emri (bk. e-l-h)evâmir-i tekvîniye: yaratılışa ait emirler, işler (bk. k-v-n)
evâmir-i İlâhiye: Allah’ın emirleri (bk. e-l-h)eşya: varlıklar
feyz: ilham, bereket ve ilim bolluğu (bk. f-y-ḍ)fihriste: indeks, içindekiler
hakikat: gerçek mahiyet, içyüz, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)harekât: hareketler
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothidemât: hizmetler
hükm: karar(bk.h-k-m)hülâsa: özetle
ilm-i İlâhî: Allah’ın herşeyi kuşatan ilmi (bk. a-l-m; e-l-h)imlâ: yazdırma
intaç etmek: sonuç vermekintizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)
irade-i nâfize: her şeye ve her yere tesir ve nüfuz eden Allah’ın iradesi (bk. r-v-d)irade-i İlâhiye: Allah’ın iradesi, dilemesi ve tercihi (bk. r-v-d; e-l-h)
kader: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r)kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r; e-l-h)
kaside-i medhiye: övgü kasidesikavânin: kanunlar (bk. ḳ-n-n)
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)kemâl-i san’at: sanat mükemmelliği (bk. k-m-l; ṣ-n-a)
kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)kudret-i kâmile: mükemmel ve kusursuz kudret (bk. ḳ-d-r; k-m-l)
mahiyet: esas özellik, nitelikmazi: geçmiş zaman
mebâdi: çekirdekler, başlangıçlarmecmua: kitap (bk. c-m-a)
mecmua-i desâtir: kurallar kitabı (bk. c-m-a)medâyih: övgüye lâyık iş ve hareketler
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muhtelif: çeşitli
mücessem: cisme bürünmüş, maddî yapısı olanmükerrer: tekrarla, defalarca
müstakbel: gelecek zamannazar etmek: bakmak (bk. n-ẓ-r)
nev’: tür, çeşitsan’atkârane: sanatlı bir şekilde (bk. ṣ-n-a)
sıfât: vasıflar, özellikler (bk. v-ṣ-f)tahavvülât-ı zerrât: atomların değişim, dönüşüm ve hareketleri
tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)tarif: tanım, açıklama (bk. a-r-f)
tazammun: içine almateşkilât: yapı, kuruluş
vücud: varlık (bk. v-c-d)vücud-u eşya: varlıkların vücudu, bedeni (bk. v-c-d)
vücud-u zâhirî: görünürdeki vücud (bk. v-c-d; ẓ-h-r)vücut: beden (bk. v-c-d)
zaman-ı hal: şimdiki zamanzaman-ı hazır: şimdiki zaman
zerrât: atomlar, en küçük madde parçalarızikredilmek: anılmak, belirtilmek
ziyade: çok, fazlaâlem-i gayb: görünmeyen, fakat varlığı kesin olan ve mahiyeti Allah tarafından bilinen başka dünyalar (bk. a-l-m; ğ-y-b)
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)
şuûnât: işler, fiiller, icraatlar ve haller (bk. ş-e-n)

<tbody>
</tbody>


 
Üst