Yirmi Dokuzuncu Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz
Bekà-i ruh ve melâike ve haşre dairdir.

اَعوُذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِتَنَزَّلُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ
blank.gif
1
قُلِ الرُّوحُ مِنْ اَمْرِ رَبِّى
blank.gif
2


Şu makam, iki maksad-ı esas ile bir mukaddimeden ibarettir.

Mukaddime

MELÂİKE ve ruhaniyâtın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir denilebilir. Evet, On Beşinci Sözün Birinci Basamağında beyan edildiği gibi, hakikat kat’iyen iktiza eder ve hikmet yakînen ister ki, zemin gibi, semâvâtın dahi sekeneleri bulunsun ve zîşuur sekeneleri olsun ve o sekeneler o semâvâta münasip bulunsun. Şeriatin lisanında, pek çok muhtelifü’l-cins olan o sekenelere “melâike ve ruhaniyat” tesmiye edilir.

Evet, hakikat böyle iktiza eder. Zira, şu zeminimiz, semâya nisbeten küçüklüğü ve hakaretiyle beraber zîşuur mahlûklarla doldurulması, ara sıra boşaltıp yeniden yeni zîşuurlarla şenlendirilmesi işaret eder, belki tasrih eder ki, şu muhteşem burçlar sahibi olan, müzeyyen kasırlar misali olan semâvât dahi, nur-u vücudun nuru olan zîhayat ve zîhayatın ziyası olan zîşuur ve zevil’idrak mahlûklarla

[NOT]Dipnot-1
“Melekler ve Cebrâil o gecede Rablerinin izniyle yeryüzüne iner.” Kadir Sûresi, 97:4.
Dipnot-2
“De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” İsra Sûresi,17:85[/NOT]


bekà-i ruh: ruhun ölümsüzlüğü ve devamlılığı (bk. b-ḳ-y; r-v-ḥ)beyan etme: açıklama (bk. b-y-n)
burç: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesihakaret: küçüklük, değersizlik
hakikat: gerçek; bütün mecaz ve teşbihlerden arınmış, ap açık olan doğruluk (bk. ḥ-ḳ-ḳ)haşir: öldükten sonra âhirette tekrar diriltilip Allah’ın huzurunda toplanma (bk. ḥ-ş-r)
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim ve bilim (bk. ḥ-k-m)iktiza etmek: gerektirmek
kasır: saray, köşkkat’iyen: kesinlikle
kat’î: kesinlisan: dil
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)maksad-ı esas: esas maksat, asıl gaye (bk. ḳ-ṣ-d)
melâike: melekler (bk. m-l-k)misali: benzeri (bk. m-s̱-l)
muhtelifü’l-cins: farklı türlerdemuhteşem: ihtişamlı, görkemli
mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)münasip: uygun (bk. n-s-b)
müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)nisbeten: oranla, kıyasla (bk. n-s-b)
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)nur-u vücud: varlık nuru (bk. n-v-r; v-c-d)
ruhaniyât: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları (bk. r-v-ḥ)sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)
semâ: gök (bk. s-m-v)semâvât: gökler (bk. s-m-v)
tasrih etme: açıkça ifade etmetesmiye edilme: isimlendirilme (bk. s-m-v)
vücud: varlık (bk. v-c-d)yakînen: kesinlikle (bk. y-ḳ-n)
zemin: yerzevil’idrak: idrak sahipleri
ziya: ışıkzîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)şeriat: din; Kur’ân ve sünnet (bk. ş-r-a)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 679

elbette doludur. O mahlûklar dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalâacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. Küllî ve umumî ubûdiyetleriyle, kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar.

Evet, şu kâinatın keyfiyâtı, onların vücutlarını gösteriyor. Çünkü, kâinatı had ve hesaba gelmeyen dakik san’atlı tezyinat ve o mânidar mehâsinle ve hikmettar nukuşla süslendirip tezyin etmesi, bilbedâhe, ona göre mütefekkir istihsan edicilerin ve mütehayyir takdir edicilerin enzârını ister, vücutlarını talep eder. Evet, nasıl ki hüsün elbette bir âşık ister. Taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san’at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb, elbette melâike ve ruhanîlere bakar, gösterir.

Madem bu nihayetsiz tezyinat, nihayetsiz bir vazife-i tefekkür ve ubûdiyet ister. Halbuki, ins ve cin, şu nihayetsiz vazifeye, şu hikmetli nezarete, şu vüs’atli ubûdiyete karşı, milyondan ancak birisini yapabilir. Demek, bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezâif ve ibadete, nihayetsiz melâike envâları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki, şu mescid-i kebîr-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin.

Evet, şu kâinatın herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat ve melâikelerden birer taife, birer vazife-i ubûdiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. Bazı rivâyât-ı ehâdisiyenin işârâtıyla ve şu intizam-ı âlemin hikmetiyle denilebilir ki, bir kısım ecsâm-ı câmide-i seyyâre, yıldızlar seyyârâtından tut, tâ yağmur katarâtına kadar, bir kısım melâikenin sefine ve merâkibidirler. O melâikeler, bu seyyârelere izn-i İlâhi ile binerler, âlem-i şehadeti seyredip gezerler ve o merkeplerinin tesbihatını temsil ederler.


bilbedâhe: ap açık bir şekildecihet: yön, taraf
dakik: incedellâl: ilân edici, duyurucu
ecnas: cinsler, türlerecsâm-ı câmide-i seyyâre: gezici ve cansız gök cisimleri
envâ: çeşitler, türlerenzâr: bakışlar, dikkatler (bk. n-ẓ-r)
gıda-yı ervah: ruhların gıdası (bk. r-v-ḥ)had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak
hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim, bilgi (bk. ḥ-k-m)hikmettar: hikmetli; herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hüsn-ü san’at: san’at güzelliği (bk. ḥ-s-n; ṣ-n-a)hüsün: güzellik (bk. ḥ-s-n)
ins ve cin: insanlar ve cinlerintizam-ı âlem: kâinattaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; a-l-m)
istihsan edici: beğenen, güzel bulan (bk. ḥ-s-n)izn-i İlâhi: Allah’ın izni (bk. e-l-h)
işârât: işaretlerkatarât: damlalar
keyfiyât: özellikler, niteliklerkut-u kulûb: kalplerin gıdası
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)küllî: kapsamlı (bk. k-l-l)
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)mehâsin: güzellikler (bk. ḥ-s-n)
melâike: melekler (bk. m-l-k)merkep: binek
merâkib: bineklermescid-i kebîr-i âlem: büyük kâinat mescidi (bk. k-b-r; a-l-m)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muvazzaf: görevli
mânidar: anlamlı (bk. a-n-y)mütalâacı: etraflıca inceleyip düşünen
mütefekkir: düşünen, tefekkür eden (bk. f-k-r)mütehayyir: hayrete düşen
mütenevvi: çeşit çeşitnezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)
nihayetsiz: sonsuznukuş: nakışlar, işlemeler (bk. n-ḳ-ş)
rivâyât-ı ehâdisiye: Peygamberimizden rivâyet edilen hadisler (bk. ḥ-d-s)ruhaniyât: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları (bk. r-v-ḥ)
ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)saltanat-ı Rububiyet: Allah’ın herşeyi kuşatan egemenliği (bk. s-l-ṭ; r-b-b)
saray-ı âlem: kâinat sarayı (bk. a-l-m)sefine: gemi
seyyâre: gezegenseyyârât: gezegenler
taam: yiyecektesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tezyin: süsleme (bk. z-y-n)tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)umumî: genel
vazife-i tefekkür: tefekkür görevi (bk. f-k-r)vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
vezâif: görevlervücud: varlık (bk. v-c-d)
vüs’atli: genişâlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 680

Hem denilebilir: Bir kısım hayattar ecsam, bir hadis-i şerifte “Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennette gezerler”
blank.gif
1
diye işaret ettiği, “tuyurun hudrun“ tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar, bir cins ervâhın tayyareleridir. Onlar, bunların içine emr-i Hakla girerler, âlem-i cismaniyâtı seyredip, o hayattar cesetlerdeki göz, kulak gibi duygularıyla, âlem-i cismanîdeki mu’cizât-ı fıtratı temâşâ ediyorlar, tesbihat-ı mahsusalarını eda ediyorlar.

İşte, nasıl hakikat böyle iktiza ediyor. Hikmet dahi aynen öyle iktiza eyliyor. Çünkü, şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küduretli ve nur‑u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen, hummâlı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil’idraki halk eden Fâtır-ı Hakîm, elbette, ruha çok lâyık ve hayata çok münasip şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i lâtifeden bir kısım zîşuur mahlûkları vardır. Hem pek çok kesretli olarak vardır.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1
bk. Müslim, İmâre: 121; Ebû Dâvud, Cihad: 25; Tirmizi, Tefsiru Sûreti Âl-i İmrân: 19, Fedâilü’l-Cihâd: 13; İbn-i Mâce, Cenâiz: 4, Dârimî, Cihâd: 18; Müsned, 1:266, 6:386.[/NOT]


Ehl-i Cennet: Cennet ehliFâtır-ı Hakîm: herşeyi hikmetle ve harika üstün san’atıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ḥ-k-m)
bahr: denizberzah âlemi: öldükten sonra ruhların gittiği, dünya ile âhiret arasındaki âlem (bk. a-l-m)
cevf: karıncüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)
ecsam: cisimlereda etmek: yerine getirmek
emr-i Hak: Allah’ın emri (bk. ḥ-ḳ-ḳ)ervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
hadis-i şerif: Peygamberimize ait söz, emir veya davranışlar (bk. ḥ-d-s̱)hakikat: teşbih ve mecazdan arınmış, ap açık olan gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)hayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim (bk. ḥ-k-m)hummâlı: hararetli, yoğun
iktiza etmek: gerektirmekkesafetli: yoğun, katı
kesretli: çoklukla (bk. k-s̱-r)küduretli: bulanık, yoğun
letafet: maddî ve cismanî varlıkların tâbi olduğu sınırlamalarla kısıtlı olmama (bk. l-ṭ-f)madde-i lâtife: cismanî olmayan, ruhla ilgili madde (bk. l-ṭ-f)
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)mu’cizât-ı fıtrat: yaratılış mu’cizeleri (bk. a-c-z; f-ṭ-r)
münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)münasip: uygun (bk. n-s-b)
mütemadiyen: sürekli olaraknur-u hayat: hayat ışığı (bk. n-v-r; ḥ-y-y)
nuraniyetli: nur özelliği olan (bk. n-v-r)sair: diğer
tayyare: uçaktemâşâ etme: seyretme
tesbihat-ı mahsusa: özel tesbihler, Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)tesmiye edilme: isimlendirilme (bk. s-m-v)
tuyurun hudrun: yeşil renkli kuşlarzevil’idrak: idrak sahipleri
zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
âlem-i cismaniyât: maddî âlem (bk. a-l-m)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 681

Birinci Maksat

MELÂİKENİN tasdiki, imanın bir rüknüdür. Şu Maksatta, dört nükte-i esasiye vardır.

BİRİNCİ ESAS

Vücudun kemâli, hayat iledir. Belki vücudun hakikî vücudu, hayat iledir. Hayat, vücudun nurudur. Şuur, hayatın ziyasıdır. Hayat herşeyin başıdır ve esasıdır. Hayat, herşeyi, herbir zîhayat olan şeye mal eder; birşeyi bütün eşyaya mâlik hükmüne geçirir. Hayat ile, bir şey-i zîhayat diyebilir ki, “Şu bütün eşya malımdır. Dünya hanemdir. Kâinat, Mâlikim tarafından verilmiş bir mülkümdür.”
Nasıl ki ziya, ecsâmın görülmesine sebeptir ve renklerin—bir kavle göre—sebeb-i vücududur. Öyle de, hayat dahi mevcudatın keşşafıdır. Keyfiyâtın tahakkukuna sebeptir. Hem cüz’î bir cüz’ü, küll ve küllî hükmüne getirir. Ve küllî şeyleri bir cüz’e sığıştırmaya sebeptir. Ve hadsiz eşyayı iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemâlât-ı vücudun umumuna sebeptir. Hattâ hayat, kesret tabakatında bir çeşit tecellî-i vahdettir ve kesrette ehadiyetin bir âyinesidir.

Bak, hayatsız bir cisim, büyük bir dağ dahi olsa, yetimdir, gariptir, yalnızdır. Münasebeti, yalnız oturduğu mekânla ve ona karışan şeylerle vardır. Başka, kâinatta ne varsa, o dağa nisbeten madumdur. Çünkü, ne hayatı var ki hayatla alâkadar olsun, ne şuuru var ki taallûk etsin. Şimdi, bak küçücük bir cisme, meselâ balarısına: Hayat ona girdiği anda, bütün kâinatla öyle münasebet tesis eder ki, bütün kâinatla, hususan zeminin çiçekleriyle ve nebâtatlarıyla öyle bir ticaret akdeder ki, diyebilir: “Şu arz benim bahçemdir, ticarethanemdir.” İşte, zîhayattaki


Mâlik: herşeyin sahibi olan Allah (bk. m-l-k)akdetmek: sözleşme yapmak, anlaşmak
alâkadar: ilgiliarz: yeryüzü
cüz’: parça, kısım (bk. c-z-e)cüz’î: ferd (bk. c-z-e)
ecsâm: cisimlerehadiyet: Allah’ın herbir varlıkta görünen birlik tecellisi (bk. v-ḥ-d)
eşya: varlıklargarip: kimsesiz, zavallı
hadsiz: sayısızhakikî: gerçek mahiyet (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hane: evhususan: özellikle
ittihad: birleşmeiştirak: katılma
kavl: söz, rivâyetkemâl: mükemmellik, kusursuzluk (bk. k-m-l)
kemâlât-ı vücud: varlığın mükemmellikleri (bk. k-m-l; v-c-d)kesret tabakatı: çokluk tabakaları; sayısız varlıklardan oluşan tabakalar (bk. k-s̱-r)
keyfiyât: durumlar, oluşumlarkeşşaf: keşfedici, açığa çıkarıcı (bk. k-ş-f)
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)küll: bütün (bk. k-l-l)
küllî: tür gibi, kapsamlı (bk. k-l-l)madum: yok, ölü
maksat: kastedilen şey, gaye, amaç (bk. ḳ-ṣ-d)mazhar: sahip, erişme (bk. ẓ-h-r)
medar: sebep, vesilemekân: yer (bk. m-k-n)
melaîke: melekler (bk. m-l-k)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
mâlik: sahip (bk. m-l-k)mülk: sahip olunan ve hükmedilen şey (bk. m-l-k)
münasebet: bağlantı, ilişki (bk. n-s-b)nebâtat: bitkiler
nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)nur: ışık (bk. n-v-r)
nükte-i esasiye: esas nükte, ince ve derin mânârükn: esas, şart (bk. r-k-n)
sebeb-i vücud: varlık sebebi (bk. s-b-b; v-c-d)taallûk etmek: ilgili olmak
tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)tasdik: doğrulama, onaylama (bk. s-d-ḳ)
tecellî-i vahdet: Allah’ın birliğinin yansıması (bk. c-l-y; v-ḥ-d)tesis etmek: kurmak
ticarethane: ticaret yapılan yerumum: bütün, genel
vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)vücud: varlık (bk. v-c-d)
zemin: yerziya: ışık
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)âyine: ayna
şey-i zîhayat: canlı varlık (bk. ẕî; ḥ-y-y)şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 682

meşhur havass-ı zâhire ve bâtına duygularından başka, gayr-ı meş’ur, sâika ve şâika hisleriyle beraber, o arı, dünyanın ekser envâıyla ihtisas ve ünsiyet ve mübadele ve tasarrufa sahip olur.

İşte, en küçük zîhayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat, tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki, hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile, bir insan, kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat, kendi aklıyla avâlim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer. Yani, o zîşuur ve zîhayat, mânen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir’ât-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar.

Hayat, Zât-ı Zülcelâlin en parlak bir burhan-ı vahdeti ve en büyük bir maden-i nimeti ve en lâtif bir tecellî-i merhameti ve en hafî ve bilinmez bir nakş-ı nezih‑i san’atıdır.

Evet, hafî ve dakiktir. Çünkü, envâ-ı hayatın en ednâsı olan hayat-ı nebat ve o hayat-ı nebatın en birinci derecesi olan çekirdekteki ukde-i hayatiyenin tenebbühü, yani uyanıp açılarak neşvünemâ bulması—o derece zâhir ve kesrette ve mebzuliyette—ülfet içinde, zaman-ı Âdem’den beri hikmet-i beşeriyenin nazarında gizli kalmıştır. Hakikati, hakikî olarak beşerin aklıyla keşfedilmemiş.

Hem hayat o kadar nezih ve temizdir ki, iki vechi, yani mülk ve melekûtiyet vecihleri temizdir, paktır, şeffaftır. Dest-i kudret, esbabın perdesini vaz etmeyerek, doğrudan doğruya mübaşeret ediyor. Fakat sair şeylerdeki umur-u hasiseye ve kudretin izzetine uygun gelmeyen nâpâk keyfiyât-ı zâhiriyeye menşe olmak için, esbab-ı zâhiriyeyi perde etmiştir.


Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük sahibi ve şanı yüce Allah (bk. ẕü; c-l-l)avâlim-i ulviye ve ruhiye ve cismaniye: yüce, ruhî ve cismanî âlemler (bk. a-l-m; r-v-ḥ)
beşer: insanburhan-ı vahdet: birlik delili (bk. v-ḥ-d)
dakik: ince, derindest-i kudret: Allah’ın kudret eli (bk. ḳ-d-r)
ednâ: en aşağıekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
envâ: çeşitler, türlerenvâ-ı hayat: hayatın çeşitleri, türleri (bk. ḥ-y-y)
esbab: sebepler (bk. s-b-b)esbab-ı zâhiriye: görünen sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r)
gayr-ı meş’ur: bilincine varılmayan (bk. ş-a-r)hafî: gizli
hakikat: gerçek, meselenin içyüzü, esası (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikî: gerçek ve doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hane: evhavass-ı zâhire ve bâtına: iç ve dış duyu organları (bk. ẓ-h-r)
hayat-ı nebat: bitki hayatı (bk. ḥ-y-y)hikmet-i beşeriye: insanların buldukları bilim anlayışı, felsefe (bk. ḥ-k-m)
his: duyguihtisas: uzmanlık
inbisat: genişleme, yayılmainkişaf: açılma (bk. k-ş-f)
irtisam: resmedilmeizzet: şeref, yücelik (bk. a-z-z)
kesret: çokluk (bk. k-s̱-r)keyfiyât-ı zâhiriye: görünürdeki haller, durumlar (bk. ẓ-h-r)
keşfetmek: açığa çıkarmak (bk. k-ş-f)kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı (bk. ḳ-d-r)
lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)maden-i nimet: nimet kaynağı (bk. n-a-m)
mebzuliyet: bollukmelekûtiyet: birşeyin içyüzü, aslı, esası (bk. m-l-k)
menşe: kaynakmertebe: derece
mir’ât-ı ruh: ruh aynası (bk. r-v-ḥ)mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mübadele: değiş tokuşmübaşeret: temas
mülk: birşeyin dış, görünen yüzü (bk. m-l-k)nakş-ı nezih-i san’at: san’atın güzel nakşı (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)
nazar: bakış, düşünce (bk. n-ẓ-r)nezih: temiz
neşvünemâ: büyüyüp gelişmenâpâk: temiz olmayan
pak: temizsair: diğer
sâika: sevk edicitabaka-i insaniye: insan tabakası
tasarruf: kullanma ve faaliyet (bk. ṣ-r-f)tecellî-i merhamet: merhamet yansıması (bk. c-l-y; r-ḥ-m)
temessül: belirme, görünme (bk. m-s̱-l)tenebbüh: uyanış, yeşerme
tenevvür: nurlanma, aydınlanma (bk. n-v-r)tesir: etki
ukde-i hayatiye: hayat çekirdeği (bk. ḥ-y-y)umur-u hasise: alçak ve değersiz işler
vaz etmek: koymak, yerleştirmekvecih: yön
zaman-ı Âdem: Hz. Âdem’in yaşadığı dönemziya: ışık
zâhir: açık (bk. ẓ-h-r)zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)âlem: dünya (bk. a-l-m)
ülfet: alışkanlıkünsiyet: dostluk, canayakınlık
şeffaf: saydamşuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 683

Elhasıl: Denilebilir ki, hayat olmazsa, vücut vücut değildir, ademden farkı olmaz. Hayat ruhun ziyasıdır. Şuur hayatın nurudur. Madem ki hayat ve şuur bu kadar ehemmiyetlidirler. Ve madem şu âlemde bilmüşahede bir intizam-ı kâmil‑i ekmel vardır. Ve şu kâinatta bir itkan-ı muhkem, bir insicam-ı ahkem görünüyor. Madem şu biçare, perişan küremiz, sergerdan zeminimiz bu kadar had ve hesaba gelmez zevilhayat ile, zevil’ervah ile ve zevil’idrak ile dolmuştur. Elbette sadık bir hads ile ve kat’î bir yakin ile hükmolunur ki, şu kusûr-u semâviye ve şu buruc-u sâmiyenin dahi kendilerine münasip zîhayat, zîşuur sekeneleri vardır. Balık suda yaşadığı gibi, güneşin ateşinde dahi o nuranî sekeneler bulunur. Nar, nuru yakmaz. Belki ateş ışığa medet verir.

Madem kudret-i ezeliye, bilmüşahede, en âdi maddelerden, en kesif unsurlardan hadsiz zîhayat ve zîruhu halk eder; ve gayet ehemmiyetle, madde-i kesifeyi, hayat vasıtasıyla madde-i lâtifeye çevirir; ve nur-u hayatı herşeyde kesretle serpiyor; ve şuur ziyasıyla ekser şeyleri yaldızlıyor. Elbette, o Kadîr-i Hakîm, bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle, nur gibi, esir gibi, ruha yakın ve münasip olan sair seyyâlât-ı lâtife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, câmid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. Belki, madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esir maddesinden, hattâ mânâlardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halk eder ki, hayvânâtın pek çok muhtelif ecnasları gibi pek çok muhtelif ruhanî mahlûkları, o seyyâlât-ı lâtife maddelerinden halk eder. Onların bir kısmı melâike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır.

Melâikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücutlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve makul olduğunu ve Kur’ân’ın beyan ettiği gibi onları kabul etmeyen


Kadîr-i Hakîm: herşeyi hikmetle yaratan sonsuz kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ḥ-k-m)adem: yokluk, hiçlik
bedihî: açık, âşikârbeyan etme: açıklama (bk. b-y-n)
bilmüşahede: gözle görülerek (bk. ş-h-d)biçare: çaresiz
buruc-u sâmiye: yüksek burçlarcâmid: cansız
ecnas: cinsler, türlerekser: pekçok (bk. k-s̱-r)
elhasıl: özetle, sonuç olarakesir: bütün kâinatı kapladığına inanılan madde
had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmakhads: sezgi, seziş (bk. ḥ-d-s)
hadsiz: sayısızhakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
halk etmek: yaratmak (bk. ḫ-l-ḳ)hayvânât: hayvanlar
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)ihmal: önemsememe
insicam-ı ahkem: sağlam bir akış ve uyumlu gidiş (bk. ḥ-k-m)intizam-ı kâmil-i ekmel: tam ve çok mükemmel bir düzenlilik (bk. n-ẓ-m; k-m-l)
itkan-ı muhkem: kusursuz ve pürüzsüz bir sağlamlık (bk. ḥ-k-m)kat’î: kesin
kesif: yoğun, katıkesretle: çoklukla (bk. k-s̱-r)
kudret: güç, kuvvet ve iktidar (bk. ḳ-d-r)kudret-i ezeliye: Allah’ın ezelî kudreti (bk. ḳ-d-r; e-z-l)
kusûr-u semâvi: gökteki saraylar (bk. s-m-v)kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
küre: dünyamadde-i kesife: yoğun, katı madde
madde-i lâtife: cismanî olmayan, ruhla ilgili madde (bk. l-ṭ-f)madde-i nur: ışık maddesi (bk. n-v-r)
mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)makul: akla uygun
medet: yardımmelâike: melekler (bk. m-l-k)
muhtelif: çeşitlimânâ: anlam (bk. a-n-y)
münasip: uygun (bk. n-s-b)nar: ateş
nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)nur-u hayat: hayat nuru (bk. n-v-r; ḥ-y-y)
nuranî: nurdan yaratılmış (bk. n-v-r)ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)
sadık: doğru (bk. s-d-ḳ)sair: diğer
sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)sergerdan: başı dönük
seyyâlât-ı lâtife: akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili (bk. l-ṭ-f)unsur: madde, parça
vücut: varlık (bk. v-c-d)yakin: şüphesiz ve kesin bilgi (bk. y-ḳ-n)
zemin: yerzevilhayat: hayat sahipleri, canlılar (bk. ḥ-y-y)
zevil’ervah: ruh sahipleri (bk. r-v-ḥ)zevil’idrak: idrâk sahipleri
ziya: ışıkzulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)âdi: basit, değersiz
âlem: dünya (bk. a-l-m)şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 684

ne derece hilâf-ı hakikat ve hilâf-ı hikmet bir hurafe, bir dalâlet, bir hezeyan, bir divanelik olduğunu, şu temsile bak, gör:

İki adam, biri bedevî, vahşî, diğeri medenî, aklı başında olarak, arkadaş olup İstanbul gibi haşmetli bir şehre gidiyorlar. O medenî, muhteşem şehrin uzak bir köşesinde pis, perişan, küçük bir haneye, bir fabrikaya rastgeliyorlar. Görüyorlar ki, o hane amele, sefil, miskin adamlarla doludur. Acip bir fabrika içinde çalışıyorlar. O hanenin etrafı da zîruh ve zîhayatlarla doludur. Fakat onların medar-ı taayyüşü ve hususî şerâit-i hayatiyeleri vardır ki, onların bir kısmı âkilü’n-nebattır, yalnız nebâtatla yaşıyorlar. Diğer bir kısmı âkilü’s-semektir, balıktan başka birşey yemiyorlar.

O iki adam bu hali görüyorlar. Sonra bakıyorlar ki, uzakta binler müzeyyen saraylar, âli kasırlar görünüyor. O sarayların ortalarında geniş destgâhlar ve vüs’atli meydanlar vardır. O iki adam, uzaklık sebebiyle veyahut göz zayıflığıyla veya o sarayın sekenelerinin gizlenmesi sebebiyle, o sarayın sekeneleri o iki adama görünmüyorlar. Hem şu perişan hanedeki şerâit-i hayatiye o saraylarda bulunmuyor.

O vahşî, bedevî, hiç şehir görmemiş adam, bu esbaba binaen görünmediklerinden ve buradaki şerâit-i hayat orada bulunmadığından, der: “O saraylar, sekenelerden hâlidir, boştur, zîruh içinde yoktur” der, vahşetin en ahmakça bir hezeyanını yapar.

İkinci adam der ki: Ey bedbaht! Şu hakir, küçük haneyi görüyorsun ki, zîruhla, amelelerle doldurulmuş. Ve biri var ki, bunları her vakit tazelendiriyor, istihdam ediyor. Bak, bu hane etrafında boş bir yer yoktur; zîhayat ve zîruhla doldurulmuştur. Acaba hiç mümkün müdür ki, şu uzakta bize görünen şu muntazam şehrin, şu hikmetli tezyinatın, şu san’atlı sarayların, onlara münasip âli sekeneleri bulunmasın? Elbette o saraylar umumen doludur ve onlarda yaşayanlara göre başka şerâit-i hayatiyeleri var. Evet, ot yerine belki börek yerler; balık yerine baklava yiyebilirler. Uzaklık sebebiyle veyahut gözünün kabiliyetsizliği veya onların gizlenmekliğiyle sana görünmemeleri, onların olmamalarına hiçbir vakit delil olamaz. Adem-i rüyet, adem-i vücuda delâlet etmez. Görünmemek, olmamaya hüccet olamaz.


acip: acaip, tuhafadem-i rüyet: görmeme
adem-i vücud: olmama (bk. v-c-d)ahmakça: akılsızca
amele: işçibedbaht: talihsiz
bedevî: çölde yaşayan, göçebebinaen: –dayanarak
dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)delâlet: delil olma, işaret etme
destgâh: tezgâhdivanelik: akılsızlık
esbab: sebepler (bk. s-b-b)hakir: hor ve değersiz, önemsiz
hane: evhaşmetli: görkemli
hezeyan: saçmalamahikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olduğunu gösteren ilim (bk. ḥ-k-m)
hilâf-ı hakikat: gerçeğe ve doğrulara aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hilâf-ı hikmet: hikmete aykırı (bk. ḥ-k-m)
hurafe: saçma inanışhâli: boş
hüccet: delilistihdam: çalıştırma
kasır: saray, köşkmedar-ı taayyüş: geçim kaynağı (bk. a-y-ş)
miskin: fakir (bk. s-k-n)muhteşem: ihtişamlı, görkemli
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)münasip: uygun (bk. n-s-b)
müzeyyen: süslü (bk. z-y-n)nebâtat: bitkiler
sefil: yoksulsekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)
umumen: bütünüylevahşet: kabalık
vahşî: medenî olmayan, kabavüs’atli: geniş
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)
âkilü’n-nebat: ot yiyen, otoburâkilü’s-semek: balık yiyen
âli: yüceİstanbul: (bk. bilgiler)
şerâit-i hayat: hayat şartları (bk. ḥ-y-y)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 685

İşte, şu temsil gibi, ecrâm-ı ulviye ve ecsâm-ı seyyare içinde küre-i arzın hakaret ve kesafetiyle beraber bu kadar hadsiz zîruhların, zîşuurların vatanı olması ve en hasis ve en müteaffin cüzleri dahi birer menba-ı hayat kesilmesi, birer mahşer-i huveynat olması, bizzarure ve bilbedâhe ve bi’t-tarikı’l-evlâ ve bi’l-hadsi’s-sâdık ve bi’l-yakîni’l-kat’î delâlet eder, şehadet eyler, ilân eder ki, şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semâvât, burçlarıyla, yıldızlarıyla, zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. Nardan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, râyihadan, kelimattan, esirden ve hattâ elektrikten ve sair seyyâlât-ı lâtifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, “melâike ve cân ve ruhaniyattır” der, tesmiye eder.

Melâikenin ise, ecsâmın muhtelif cinsleri gibi, cinsleri muhteliftir. Evet, elbette bir katre yağmura müekkel olan melek, şemse müekkel meleğin cinsinden değildir. Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pek çok ecnâs-ı muhtelifeleri vardır.

ŞU NÜKTE-İ ESASİYENİN HÂTİMESİ: Bittecrübe, madde asıl değil ki, vücut ona musahhar kalsın ve tâbi olsun. Belki, madde, bir mânâ ile kaimdir. İşte o mânâ hayattır, ruhtur.

Hem, bilmüşahede, madde mahdum değil ki, herşey ona ircâ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatin tekemmülüne hizmet eder. O hakikat hayattır. O hakikatin esası da ruhtur.

Bilbedâhe, madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemâlât ondan istenilsin.


Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)
bilbedâhe: ap açık bir şekildebilmüşahede: gözle görüldüğü üzere (bk. ş-h-d)
bittecrübe: tecrübeylebizzarure: zorunlu olarak
bi’l-hadsi’s-sâdık: doğruluğuna hemen hükmedilecek bir şekilde (bk. s-d-ḳ)bi’l-yakîni’l-kat’î: kesin bilgiye dayanarak (bk. y-ḳ-n)
bi’t-tarikı’l-evlâ: en doğru ve tercihe değer yol ile (bk. ṭ-r-ḳ)burç: belli bir şekil ve surete benzeyen sabit yıldız kümesi
cins: türcân: cinler
cüz’: kısım, parça (bk. c-z-e)delâlet etme: delil olma, işaret etme
ecnâs-ı muhtelife: farklı cinsler, çeşitli türlerecrâm-ı ulviye: gökcisimleri
ecsâm: cisimlerecsâm-ı seyyare: hareketli cisimler
esir: kâinatı kapladığına inanılan maddefeza-yı âlem: uzay (bk. a-l-m)
hadsiz: sayısızhakaret: küçüklük, değersizlik
hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)halk olunma: yaratılma (bk. ḫ-l-ḳ)
hasis: âdi, değersizhâdim: hizmetçi, hizmet eden
hâkim: hükmeden (bk. ḥ-k-m)hâtime: sonuç, son bölüm
ircâ: döndürme, yönlendirmekaim: ayakta duran (bk. ḳ-v-m)
katre: damlakelimat: kelimeler (bk. k-l-m)
kemâlât: mükemmellikler, üstünlükler (bk. k-m-l)kesafet: yoğunluk, katılık
küre-i arz: yerküre, dünyamahdum: efendi, kendisine hizmet edilen
mahşer-i huveynat: küçük canlıların toplanma yeri (bk. ḥ-ş-r)melâike: melekler (bk. m-l-k)
menba-ı hayat: hayat kaynağı (bk. ḥ-y-y)muhtelif: çeşitli
muhteşem: ihtişamlı, görkemlimusahhar: boyun eğen, emre uyan
mânâ: anlam (bk. a-n-y)müekkel: görevli, vekil tayin edilmiş (bk. v-k-l)
müteaffin: kokuşmuşnar: ateş
nihayetsiz: sonsuznur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)
nükte-i esasiye: esas nükte, ince ve derin mânâruhaniyât: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları (bk. r-v-ḥ)
râyiha: güzel ve hoş kokusair: diğer
savt: sessemâvât: gökler (bk. s-m-v)
seyyâlât-ı lâtife: akıcı ve cismanî olmayan, ruhla ilgili maddeler (bk. l-ṭ-f)tekemmül: mükemmelleşme, olgunlaşma (bk. k-m-l)
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)tesmiye etme: isimlendirme (bk. s-m-v)
tâbi: bağlı olma, uymazulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)Şeriat-ı Garrâ-yı Muhammediye: Hz. Muhammed’in (a.s.m.) getirdiği büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet (bk. ş-r-a; ḥ-m-d)
şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)şems: güneş

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 686

Belki mahkûmdur; bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollarla hareket eder. İşte o esas hayattır, ruhtur, şuurdur.

Hem, bizzarure, madde lüb değil, esas değil, müstekar değil ki, işler ve kemâlât ona takılsın, ona bina edilsin. Belki yarılmaya, erimeye, yırtılmaya müheyyâ bir kışırdır, bir kabuktur ve köpüktür ve bir surettir.

Görülmüyor mu ki, gözle görülmeyen hurdebinî bir hayvanın ne kadar keskin duyguları var ki, arkadaşının sesini işitir, rızkını görür, gayet hassas ve keskin hisleri vardır. Şu hal gösteriyor ki, maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüt ediyor. Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça, ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi, hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecellî ediyor.

İşte, hiç mümkün müdür ki, bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhâtı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın? Hiç mümkün müdür ki, şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mânânın ve ruhun ve hayatın ve hakikatin şu hadsiz tereşşuhâtı ve lemeat ve semerâtının menâbii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine ircâ edilip izah edilsin? Hâşâ ve kat’â ve asla! Bu hadsiz tereşşuhat ve lemeat gösteriyor ki, şu âlem-i maddiyat ve şehadet ise, âlem-i melekût ve ervah üstünde serpilmiş tenteneli bir perdedir.

İKİNCİ ESAS

Melâikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icmâ-ı mânevî ile, tabirde ihtilâflarıyla beraber, bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek, bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir. Hattâ, maddiyatta çok ileri giden hükema-i işrâkıyyunun meşâiyyun kısmı, melâikenin mânâsını inkâr etmeyerek,



bina etme: üzerine kurmabizzarure: zorunlu olarak
ehl-i akıl: akıl sahibi kimselerehl-i nakil: geçmiş bilgileri nakledenler
güya: sankihadsiz: sayısız
hakikat: gerçek mahiyet, içyüz, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hararet-i ruh: ruhun sıcaklığı (bk. r-v-ḥ)
hassas: duyarlıhis: duygu
hurdebinî: gözle görülmeyecek kadar küçük, mikroskobikhâşâ: asla, öyle değil
hükema-i işrâkıyyun: bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunan filozoflar (bk. ḥ-k-m)icmâ-ı mânevî: mânevî fikir birliği (bk. c-m-a; a-n-y)
ihtilâf: ayrılık, farklılıkinkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
ircâ: döndürme, yönlendirmeittifak: birleşme
izah: açıklamakat’a: kesinlikle
kemâlât: mükemmellikler, üstünlükler (bk. k-m-l)kışır: kabuk
lemeat: parıltılarlüb: öz, iç
maddiyat: maddî şeylermahkûm: hükmedilen (bk. ḥ-k-m)
melâike: melekler (bk. m-l-k)menâbi: kaynaklar
meşâiyyun: Aristo geleneğini izleyen felsefecilermânâ: anlam (bk. a-n-y)
müheyyâ: hazırmüstekar: yerleşmiş, sabit
nisbet: oran (bk. n-s-b)nur-u hayat: hayat nuru (bk. n-v-r; ḥ-y-y)
nur-u ruh: ruhun nuru (bk. n-v-r; r-v-ḥ)ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)
semerât: meyvelersuret: şekil, görüntü (bk. ṣ-v-r)
sübut: sabit olma, kesin olarak var olmatabir: ifade, anlatım
tecellî: yansıma (bk. c-l-y)tentene: tül gibi, ince ve şeffaf
tereşşuhât: sızıntılar, izlertezayüd etme: ziyadeleşme, artma
teşeddüt etme: şiddetlenme, kuvvetlenmevücud: varlık (bk. v-c-d)
zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)
âlem: dünya (bk. a-l-m)âlem-i bâtın: görünmeyen, iç âlem (bk. a-l-m)
âlem-i maddiyat ve şehadet: maddî ve görünen âlem (bk. a-l-m; ş-h-d)âlem-i melekût ve ervah: görünmeyen mânâ ve ruhlar âlemi (bk. a-l-m; m-l-k; r-v-ḥ)
âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)âsâr-ı hayat: hayat eserleri, işaretleri (bk. ḥ-y-y)
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 687

“Herbir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır” derler. Melâikeyi öyle tabir ediyorlar. Eski hükemanın işrâkıyyun kısmı dahi, melâikenin mânâsında kabule muztar kalarak, yalnız yanlış olarak “ukul-u aşere“ ve “erbâbü’l-envâ’“ diye isim vermişler. Bütün ehl-i edyan, “melekü’l-cibal, melekü’l-bihar, melekü’l-emtar” gibi, her nev’e göre birer melek-i müekkel, vahyin ilhamı ve irşadıyla bulunduğunu kabul ederek, o namlarla tesmiye ediyorlar. Hattâ, akılları gözlerine inmiş ve insaniyetten cemâdat derecesine mânen sukut etmiş olan maddiyyun ve tabiiyyun dahi, melâikenin mânâsını inkâr edemeyerek,HAŞİYE-1 “kuvâ-yı sâriye“ namıyla bir cihette kabule mecbur olmuşlar.

Ey melâike ve ruhaniyatın kabulünde tereddüt gösteren biçare adam! Neye istinad ediyorsun, hangi hakikate güveniyorsun ki, bütün ehl-i akıl bilerek, bilmeyerek melâikenin mânâsının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhanîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun? Madem ki Birinci Esasta ispat edildiği gibi, hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki neticesidir, zübdesidir. Bütün ehl-i akıl, mânâ-yı melâikenin kabulünde mânen müttefiktirler. Ve şu zeminimiz, bu kadar zîhayat ve zîruhlarla şenlendirilmiştir. Şu halde hiç mümkün olur mu ki, şu feza-yı vasîa sekenelerden, şu semâvât-ı lâtife mutavattinînden hâli kalsın?

Hiç hatırına gelmesin ki, şu hilkatte câri olan namuslar, kanunlar, kâinatın hayattar

[NOT]Haşiye-1
Melâike mânâsını ve ruhaniyatın hakikatini inkâra mecal bulamamışlar; belki fıtratın namuslarından “kuvâ-yı sâriye“ diye, “cereyan eden kuvvetler” namını vererek yanlış bir surette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar. Ey kendini akıllı zanneden!..[/NOT]



biçare: çaresizcemâdat: cansız varlıklar
cihet: taraf, yöncâri: geçerli
ehl-i akıl: akıl sahibi kimselerehl-i edyan: din sahipleri, dine inananlar
erbâbü’l-envâ: türlerin yöneticileri; bir felsefî iddiaya göre her türün bir tanrısının olması (bk. r-b-b)feza-yı vasîa: pek geniş uzay
fıtrat: yaratılış (bk. f-ṭ-r)hakikat: gerçek, içyüz, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
haşiye: dipnot, açıklayıcı nothilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)
hâli: boşhükema: filozoflar (bk. ḥ-k-m)
ilham: Allah tarafından kalbe atılan mânâlarinkâr: kabul etmeme, inanmama (bk. n-k-r)
insaniyet: insanlıkirşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)
istinad: dayanma (bk. s-n-d)ittifak: birlik
işrâkıyyun: bilginin kaynağının mânevî aydınlanma, sezgi ve ilham olduğu görüşünü savunanlarkeşşaf: keşfedici, açığa çıkarıcı (bk. k-ş-f)
kuvâ-yı sâriye: akıcı ve gezici güçlerkâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
maddiyyun: materyalistler, herşeyi maddeye bağlayanlarmahiyet-i mücerrede-i ruhaniye: ruha ait soyut bir özellik (bk. r-v-ḥ)
mecal: güç, kuvvet, takatmelek-i müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli melek (bk. m-l-k; v-k-l)
melekü’l-bihar: denizlerden sorumlu melek (bk. m-l-k)melekü’l-cibal: dağlardan sorumlu melek (bk. m-l-k)
melekü’l-emtar: yağmurdan sorumlu melek (bk. m-l-k)melâike: melekler (bk. m-l-k)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)mutavattinîn: vatan edinmişler, yurt tutunmuşlar
muztar: mecburmânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mânâ: anlam, içyüz (bk. a-n-y)mânâ-yı melâike: “melekler” kavramının özü (bk. a-n-y; m-l-k)
müttefik: birleşmişnam: ad, ünvan
namus: kanun (bk. n-m-s)netice: sonuç
nev’: tür, çeşitruhaniyat: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları (bk. r-v-ḥ)
ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)sekene: sâkinler, yerleşmiş olanlar (bk. s-k-n)
semâvât-ı lâtife: güzel gökyüzü (bk. s-m-v; l-ṭ-f)sukut: düşme, alçalma
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)sübut: sabit olma, kesin olarak meydana çıkma
tabiiyyun: tabiatçılar, yaratıcı olarak tabiatı kabul edenler (bk. ṭ-b-a)tabir etme: açıklama, ifade etme (bk. a-b-r)
tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)tasdik: doğrulama, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)
tasvir etme: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)tereddüt: şüphe
tesmiye etme: isimlendirme (bk. s-m-v)ukul-u aşere: on akıl; eski bir felsefî iddiaya göre kâinatı on aklın idare etmesi
vahy: bir emrin veya hakikatin Allah tarafından Peygambere bildirilmesi (bk. v-ḥ-y)zemin: yer
zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)
zübde: en seçkin kısım, öz

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 688

olmasına kâfi gelir. Çünkü, o cereyan eden namuslar, şu hükmeden kanunlar itibarî emirlerdir, vehmî düsturlardır; ademî sayılır. Onları temsil edecek, onları gösterecek, onların dizginlerini ellerinde tutacak melâike denilen ibâdullah olmazsa, o namuslara, o kanunlara bir vücut taayyün edemez, bir hüviyet teşahhus edemez, bir hakikat-i hariciye olamaz. Halbuki, hayat bir hakikat-i hariciyedir. Vehmî bir emir, hakikat-i hariciyeyi yüklenemez.

Elhasıl:
Madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve nakil mânen ittifak etmişler ki, mevcudat şu âlem-i şehadete münhasır değildir. Hem madem, zâhir olan âlem-i şehadet, câmid ve teşekkül-ü ervâha nâmuvafık olduğu halde, bu kadar zîruhlarla tezyin edilmiş. Elbette, vücut ona münhasır değildir. Belki daha çok tabakat-ı vücut vardır ki, âlem-i şehadet onlara nisbeten münakkaş bir perdedir.

Hem madem, denizin balığa nisbeti gibi, ervâha muvafık olan âlem-i gayb ve âlem-i mânâ ervahlarla dolu olmak iktiza eder. Hem madem bütün emirler mânâ-yı melâikenin vücuduna şehadet ederler. Elbette, bilâşek velâ şüphe, melâike vücutlarının ve ruhanî hakikatlerinin en güzel sureti ve ukul-ü selime kabul edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki, Kur’ân şerh ve beyan etmiştir. O Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan der ki: “Melâike, ibâd-ı mükerremdir. Emre muhalefet etmezler. Ne emrolunsa onu yaparlar.”

Melâike, ecsâm-ı lâtife-i nuraniyedirler. Muhtelif nevilere münkasımdırlar. Evet, nasıl ki beşer bir ümmettir; kelâm sıfatından gelen şeriat-i İlâhiyenin hameleleri, mümessilleri, mütemessilleridir. Öyle de, melâike dahi muazzam bir


Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: anlatım ve açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’an (bk. a-c-z; b-y-n)ademî: yokluğa ait
ashab-ı akıl ve nakil: akıl ve bilim sahipleri ve dinî bilgileri nakleden kimselerbeyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
beşer: insanlarbilâşek velâ şüphe: şeksiz ve şüphesiz
câmid: cansız, sert, katıdüstur: kural, prensip
ecsâm-ı lâtife-i nuraniye: gözle görünmeyen nurânî cisimler (bk. l-ṭ-f; n-v-r)ehl-i din: din sahipleri, dindarlar
ehl-i hikmet: felsefeciler (bk. ḥ-k-m)elhasıl: özetle, sonuç olarak
emir: olgu, iş, nesneervâh: ruhlar (bk. r-v-ḥ)
hakikat: gerçek mahiyet, esas (bk. ḥ-ḳ-ḳ)hakikat-i hariciye: gözle görülebilen gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hamele: taşıyıcıhayattar: canlı (bk. ḥ-y-y)
hüviyet: mahiyet, kimlikibâd-ı mükerrem: şerefli, saygın kullar (bk. a-b-d; k-r-m)
ibâdullah: Allah’ın kulları (bk. a-b-d)iktiza: gerektirme
istihsan etmek: güzel bulmak, beğenmek (bk. ḥ-s-n)itibarî emir: gerçekte olmadığı halde varsayılan iş, olgu (bk. a-b-r)
ittifak etmek: birleşmekkelâm: konuşma, söz (bk. k-l-m)
keyfiyet: nitelik, özellikkâfî: yeterli
makul: akla uygunmelâike: melekler (bk. m-l-k)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)muazzam: çok büyük (bk. a-ẓ-m)
muhalefet etmek: aykırı davranmakmuhtelif: çeşitli
muvafık: uygunmânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)
mânâ-yı melâike: “melekler” kavramının ifade ettiği mânâ (bk. a-n-y; m-l-k)mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l)
münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)münhasır: sınırlı, ait
münkasım: kısımlara ayrılmışmütemessil: cisim şeklinde görünen (bk. m-s̱-l)
namus: kanun (bk. n-m-s)nevi: çeşit, tür
nisbet: oran (bk. n-s-b)nisbeten: kıyasla, oranla (bk. n-s-b)
nâmuvafık: uygunsuzruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)
suret: şekil (bk. ṣ-v-r)taayyün: belirlenme
tabakat-ı vücut: varlık tabakaları (bk. v-c-d)tezyin edilmek: süslenmek (bk. z-y-n)
teşahhus: somutlaşma, belirlenmeteşekkül-ü ervâh: ruhların meydana gelmesi (bk. r-v-ḥ)
ukul-ü selime: sağlam ve bozulmamış akıllarvehmî: varsayılan, olmadığı halde var kabul edilen
vücut: varlık (bk. v-c-d)zâhir: görünen (bk. ẓ-h-r)
zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)âlem-i gayb: görünmeyen âlem (bk. a-l-m; ğ-y-b)
âlem-i mânâ: mânâ âlemi (bk. a-l-m; a-n-y)âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)
ümmet: milletşehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)
şerh: izah, açıklamaşeriat-i İlâhiye: Allah’ın koyduğu kanun, nizam (bk. ş-r-a; e-l-h)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 689

ümmettir ki, onların amele kısmı irade sıfatından gelen şeriat-i tekvîniyenin hamelesi, mümessili ve mütemessilleridirler. Müessir-i Hakikî olan kudret-i fâtıranın ve irade-i ezeliyenin emirlerine tâbi bir nevi ibâdullahtırlar ki, ecrâm-ı ulviyenin herbiri onların birer mescidi, birer mâbedi hükmündedirler.

ÜÇÜNCÜ ESAS

Mesele-i melâike ve ruhaniyat o mesâildendir ki, tek bir cüz’ün vücudu ile bir küllün tahakkuku bilinir; birtek şahsın rüyeti ile umum nev’in vücudu malûm olur. Çünkü kim inkâr ederse külliyen inkâr eder. Birtekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur.

Madem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki, bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melâikenin vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivâyeti gibi, meleklerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivâyet edilmesine icmâ etmişlerdir. Acaba, hiçbir fert melâikelerden bilbedâhe görünmezse, hem bilmüşahede bir şahsın veya müteaddit eşhasın vücudu kat’î bilinmezse, hem onların bilbedâhe, bilmüşahede vücutları hissedilmezse, hiç mümkün müdür ki, böyle bir icmâ ve ittifak devam etsin ve böyle müsbet ve vücudî bir emirde ve şuhuda istinad eden bir halde müstemirren ve tevatüren o ittifak devam etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, şu itikad-ı umumînin menşei, mebâdi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, hakikatsiz bir vehim, bütün inkılâbât-ı beşeriyede, bütün akaid-i insaniyede istimrar etsin, bekà bulsun? Hem hiç mümkün müdür ki, şu ehl-i edyânın, bu icmâ-ı azîmin senedi, bir hads-i kat’î olmasın, bir yakîn-i şuhudî



Müessir-i Hakikî: gerçek tesir sahibi olan, bütün sebepleri harekete geçiren Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)akaid-i insaniye: insanlığa ait inançlar
amele: işçibahis: konu
bedihî: açık, âşikârbekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y)
bilbedâhe: ap açık bir şekildebilmüşahede: gözle görerek (bk. ş-h-d)
cüz’: parça, kısım (bk. c-z-e)ecrâm-ı ulviye: gökcisimleri
ehl-i edyan: din sahipleri, dine inananlaremir: iş, olgu
eşhas: şahıslarfert: tek, birey (bk. f-r-d)
hads-i kat’î: kesin ve doğru sezgihakikatsiz: gerçek olmayan, asılsız (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
hamele: taşıyıcıibâdullah: Allah’ın kulları (bk. a-b-d)
icmâ: fikir birliği (bk. c-m-a)icmâ-ı azîm: çok büyük fikir birliği (bk. c-m-a; a-ẓ-m)
inkâr: kabul etmeme (bk. n-k-r)inkılâbât-ı beşeriye: insanlığın geçirdiği değişimler, başkalaşmalar
irade: dileme, tercih, istek (bk. r-v-d)irade-i ezeliye: Allah’ın ezelî iradesi (bk. r-v-d; e-z-l)
istimrar: devam etmeistinad: dayanma (bk. s-n-d)
itikad-ı umumî: çoğunluğun, genelin inancıittifak: birlik, birleşme
kat’î: kesinkudret-i fâtıra: yaratıcı kudret (bk. ḳ-d-r; f-ṭ-r)
küll: bütün (bk. k-l-l)külliyyen: bütünüyle (bk. k-l-l)
malûm: bilinme (bk. a-l-m)mebâdi-i zaruriye: zorunlu prensipler ve temel bilgiler
melâike: melekler (bk. m-l-k)menşe: kök
mescid: namaz kılınan yermesele-i melâike ve ruhaniyat: melekler ve ruhanî varlıklar meselesi (bk. m-s̱-l; m-l-k; r-v-ḥ)
mesâil: meseleler (bk. m-s̱-l)muhavere: karşılıklı konuşma
mâbed: ibadet edilen yer (bk. a-b-d)mümessil: temsilci (bk. m-s̱-l)
müsbet: uygunmüstemirren: sürekli, devamlı olarak
müteaddit: çeşitli, birden fazlamütemessil: cisim şeklinde görünen (bk. m-s̱-l)
müşahede: gözle görme (bk. ş-h-d)nevi: tür, çeşit
rivâyet: duyulan şeylerin nakledilmesiruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)
rüyet: görmesenet: kuvvetli delil olabilecek söz
tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)taife: topluluk, grup
tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan habertâbi: bağlı
umum: bütünvehim: kuruntu, zan
vücud: varlık (bk. v-c-d)vücudî: varlıkla ilgili (bk. v-c-d)
yakîn-i şuhudî: görür gibi inanma (bk. y-ḳ-n; ş-h-d)zaman-ı Âdem: Hz. Âdem’in yaşadığı dönem
ümmet: milletşeriat-i tekvini: Allah’ın kâinatta koyduğu yaratılış kanunları (bk. ş-r-a; k-v-n)
şuhud: şahid olma, görme (bk. ş-h-d)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 690

olmasın? Hem hiç mümkün müdür ki, o hads-i kat’î, o yakîn-i şuhudî hadsiz emarelerden ve o emareler hadsiz müşahedat vakıalarından ve o müşahedat vakıaları, şeksiz ve şüphesiz, mebâdi-i zaruriyeye istinad etmesin? Öyle ise, şu ehl-i edyandaki bu itikadat-ı umumiyenin sebebi ve senedi, tevatür-ü mânevî kuvvetini ifade eden pek çok kerrat ile melâike müşahedelerinden ve ruhanîlerin rüyetlerinden hasıl olan mebâdi-i zaruriyedir, esâsât-ı kat’iyedir.

Hem hiç mümkün müdür, hiç makul müdür, hiç kabil midir ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semâsının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiya ve evliya, tevatür suretiyle ve icmâ-ı mânevî kuvvetiyle ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melâike ve ruhaniyatın vücutları ve müşahedeleri bir şüphe kabul etsin, bir şekke medar olsun? Bahusus onlar şu meselede ehl-i ihtisastırlar. Malûmdur ki, iki ehl-i ihtisas, binler başkasına müreccahtırlar. Hem şu meselede ehl-i ispattırlar. Malûmdur ki, iki ehl-i ispat, binler ehl-i nefiy ve inkâra müreccahtırlar.

Ve bilhassa, kâinat semâsında daim parlayan ve hiçbir vakit gurub etmeyen, âlem-i hakikatin şemsü’ş-şumusu olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın ihbaratı ve risalet güneşi olan Zât-ı Ahmediyenin (a.s.m.) şehâdâtı ve müşahedâtı, hiç kabil midir ki, bir şüphe kabul etsin?

Madem tek bir ruhaniyatın vücudu bir zamanda tahakkuk etse, şu nev’in umumen tahakkukunu gösteriyor. Ve madem şu nev’in vücudu tahakkuk ediyor. Elbette onların suret-i tahakkukunun en ahseni, en makulü, en makbulü, şeriatin şerh ettiği gibidir, Kur’ân’ın gösterdiği gibidir, Sahib-i Miracın gördüğü gibidir.

DÖRDÜNCÜ ESAS

Şu kâinatın mevcudatına nazar-ı dikkatle bakılsa görünür ki, cüz’iyat gibi külliyatın


Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: ifade ve açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’an (bk. a-c-z; b-y-n)Sahib-i Mirac: Miraca çıkan Peygamberimiz (a.s.m.) (bk. a-r-c)
Zât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) zâtı, kendisi (bk. ḥ-m-d)ahsen: en güzel (bk. ḥ-s-n)
bahusus: özelliklebilhassa: özellikle
cüz’iyat: küçük, ferdî şeyler (bk. c-z-e)daim: devamlı, sürekli
ehl-i edyan: din sahipleri, dine inananlarehl-i ihtisas: konusunda uzman olan kimse
ehl-i ispat: ispat edenler, doğruyu ortaya çıkaranlarehl-i nefiy ve inkâr: inkâr edenler, reddedenler (bk. n-k-r)
emare: işaret, belirtienbiya: peygamberler (bk. n-b-e)
esâsât-ı kat’iye: kesin esaslarevliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)
gurub: batmahads-i kat’î: kesin ve doğru sezgi
hadsiz: sayısızhasıl olma: meydana gelme
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: insanlığın toplumsal hayatı (bk. ḥ-y-y; c-m-a)icmâ-ı mânevî: mânevî fikir birliği (bk. c-m-a; a-n-y)
ihbar etme: haber vermeihbarat: haber vermeler
istinad: dayanma (bk. s-n-d)itikadat-ı umumiye: çoğunluğun, genelin inançları
kabil: mümkün, olabilirkerrat: defalarca
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)makbul: kabul olunan
makul: akla uygunmalûm: bilinen (bk. a-l-m)
mebâd-i zaruriye: zorunlu prensipler ve temel bilgilermedar: vesile, sebep
melâike: melekler (bk. m-l-k)mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)
müreccah: tercih edilirmüşahedat: gözlemleme, görme (bk. ş-h-d)
müşahede: görme (bk. ş-h-d)nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)
nev’: çeşit, türrisalet: peygamberlik (bk. r-s-l)
ruhaniyât: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âleminin varlıkları (bk. r-v-ḥ)ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)
rüyet: görmesemâ: gök (bk. s-m-v)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)suret-i tahakkuk: gerçekleşme şekli (bk. ṣ-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)
tahakkuk: gerçekleşme (bk. ḥ-ḳ-ḳ)tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haber
tevatür-ü mânevî: mânevî nakiller ile gelen, mânâsı üzerinde ittifak sağlanan nakil (bk. a-n-y)umumen: bütünüyle
vakıa: olayvücut: varlık (bk. v-c-d)
yakîn-i şuhudî: görür gibi inanma (bk. y-ḳ-n; ş-h-d)âlem-i hakikat: gerçek âlem (bk. a-l-m; ḥ-ḳ-ḳ)
şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)şehâdât: şahitlikler (bk. ş-h-d)
şek: şüpheşemsü’ş-şumus: güneşler güneşi
şerh: açıklamaşeriat: Allah tarafından bildirilen kanun ve hükümler, din (bk. ş-r-a)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 691

dahi birer şahs-ı mânevîsi vardır ki, birer vazife-i külliyesi görünüyor, onda bir hizmet-i külliye görünüyor. Meselâ, bir çiçek kendince bir nakş-ı san’atı gösterip lisan-ı hâliyle esmâ-i Fâtırı zikrettiği gibi, küre-i arz bahçesi dahi bir çiçek hükmündedir, gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır. Nasıl ki bir meyve, bir intizam içinde bir ilânâtı, tesbihatı ifade ediyor. Öyle de, koca bir ağacın heyet-i umumiyesiyle gayet muntazam bir vazife-i fıtriyesi ve ubûdiyeti vardır. Nasıl bir ağaç, yaprak, meyve ve çiçeklerinin kelimâtıyla bir tesbihatı var. Öyle de, koca semâvât denizi dahi, kelimâtı hükmünde olan güneşler, yıldızlar ve aylarıyla Fâtır-ı Zülcelâline tesbihat yapar ve Sâni-i Zülcelâline hamd eder, ve hâkezâ... Mevcudat-ı hariciyenin herbiri, sureten câmid, şuursuzken, gayet hayatkârâne ve şuurdarâne vazifeleri ve tesbihatları vardır. Elbette, nasıl melâikeler bunların âlem-i melekûtta mümessilidirler, tesbihatlarını ifade ederler. Bunlar dahi, âlem-i mülk ve âlem-i şehadette o melâikelerin timsalleri, haneleri, mescidleri hükmündedirler.

Yirmi Dördüncü Sözün Dördüncü Dalında beyan edildiği gibi, şu saray-ı âlemin Sâni-i Zülcelâli, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi, melâike ve ruhanîlerdir. Madem nebâtat ve cemâdat bilmeyerek ve bir bilenin emrinde gayet mühim, ücretsiz hidemattadırlar. Ve hayvânat, bir ücret-i cüz’iye mukabilinde, bilmeyerek gayet küllî maksatlara hizmet ediyorlar. Ve insan, müeccel ve muaccel iki ücret mukabilinde o Sâni-i Zülcelâlin makàsıdını bilerek tevfik-i hareket etmek ve herşeyde nefislerine de bir hisse çıkarmak ve sair hademelere nezaret etmekle istihdam edilmeleri, bilmüşahede görünüyor. Elbette dördüncü kısım, belki en birinci kısım olan hizmetkârlar, ameleler bulunacaktır.



Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan ve herşeyi harika, üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)Sâni-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
amele: işçibeyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)
bilmüşahede: gözle görüldüğü gibi (bk. ş-h-d)cemâdat: cansız varlıklar
câmid: cansızesmâ-i Fâtır: herşeyi yoktan ve harika üstün sanatıyla yaratan Allah’ın isimleri (bk. s-m-v; f-ṭ-r)
hademe: hizmetçihamd etmek: teşekkür ve övgülerini sunmak (bk. ḥ-m-d)
hane: evhayatkârâne: canlı gibi (bk. ḥ-y-y)
hayvânat: hayvanlarheyet-i umumiye: genel yapı, bütün
hidemat: hizmetlerhisse: pay
hizmet-i külliye: büyük ve kapsamlı hizmet (bk. k-l-l)hizmetkâr: hizmetçi
hâkezâ: bunun gibiilânât: duyurular
intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)istihdam: çalıştırma
kelimât: kelimeler (bk. k-l-m)külliyet: fertler topluluğu, tür, cins
küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)küre-i arz: yerküre, dünya
lisan-ı hâl: hal ve beden dilimaksad: gaye, amaç (bk. ḳ-ṣ-d)
makàsıd: maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d)melâike: melekler (bk. m-l-k)
mescid: namaz kılınan yermevcudat-ı hariciye: maddî ve cismanî varlıklar (bk. v-c-d)
muaccel: peşinmukabil: karşılık
muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)müeccel: ertelenmiş
mühim: önemlimümessil: temsilci (bk. m-s̱-l)
nakş-ı san’at: san’atlı nakış, işleme (bk. n-ḳ-ş; ṣ-n-a)nebâtat: bitkiler
nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)
ruhanî: maddî yapısı olmayan ve gözle görülemeyen ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)sair: diğer
saray-ı âlem: dünya sarayı (bk. a-l-m)semâvât: gökler (bk. s-m-v)
sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tevfik-i hareket: uygun harekettimsal: numune, örnek (bk. m-s̱-l)
ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)vazife-i fıtriye: yaratılıştan gelen görev (bk. f-ṭ-r)
vazife-i külliye: büyük ve kapsamlı görev (bk. k-l-l)vazife-i tesbihiye: Allah’ı zikir ve tesbih görevi (bk. s-b-ḥ)
zikretmek: anmakâlem-i melekût: İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi (bk. a-l-m; m-l-k)
âlem-i mülk: görünen maddî ve cismanî âlem (bk. a-l-m; m-l-k)âlem-i şehadet: görünen âlem, dünya (bk. a-l-m; ş-h-d)
ücret-i cüz’iye: küçük ve az ücret (bk. c-z-e)şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)
şuur: bilinç, idrak (bk. ş-a-r)şuurdarâne: şuurlu gibi (bk. ş-a-r)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 692

Hem insana benzer ki, o Sâni-i Zülcelâlin makàsıd-ı külliyesini bilir, bir ubûdiyetle tevfik-i hareket ederler. Hem insanın hilâfına olarak, hazz-ı nefisten ve cüz’î ücretlerden tecerrüd ederek yalnız Sâni-i Zülcelâlin nazarıyla, emriyle, teveccühüyle, hesabıyla, namıyla ve kurbiyetiyle ihtisas ile ve intisab ile hasıl ettikleri lezzet ve kemâl ve zevk ve saadeti kâfi görüp, hâlisen muhlisen çalışıyorlar.

Cinslerine göre, kâinattaki mevcudatın envâına göre, vazife-i ibadetleri tenevvü ediyor. Bir hükûmetin muhtelif dairelerde muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rububiyet dairelerinde vezâif-i ubûdiyeti ve tesbihatı öyle tenevvü ediyor. Meselâ, Hazret-i Mikâil, yeryüzü tarlasında ekilen masnuât-ı İlâhiyeye, Cenâb-ı Hakkın havliyle, kuvvetiyle, hesabıyla, emriyle, bir nâzır-ı umumî hükmündedir, tabir caizse umum çitfçi-misal melâikelerin reisidir. Hem Fâtır-ı Zülcelâlin izniyle, emriyle, kuvvetiyle, hikmetiyle, umum hayvânâtın mânevî çobanlarının reisi, büyük bir melek-i müekkeli vardır.

İşte, madem şu mevcudat-ı hariciyenin herbirisinin üstünde birer melek-i müekkel var olmak lâzım gelir, tâ ki o cismin gösterdiği vezâif-i ubûdiyet ve hidemât-ı tesbihiyesini âlem-i melekûtta temsil etsin, dergâh-ı Ulûhiyete bilerek takdim etsin. Elbette, Muhbir-i Sâdıkın rivâyet ettiği melâikeler hakkındaki suretler gayet münasiptir ve makuldür. Meselâ, ferman etmiş ki, bazı melâikeler bulunur, kırk başı veya kırk bin başı var. Her başta kırk bin ağzı var. Herbir ağızda kırk bin dille, kırk bin tesbihat yapar. Şu hakikat-i hadisiyenin bir mânâsı var, bir de sureti var.



Cenâb-ı Hak: Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)Fâtır-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan ve herşeyi harika, üstün sanatıyla yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-l-l)
Hazret-i Mikâil: (bk. bilgiler)Muhbir-i Sâdık: doğru sözlü haber verici Peygamber Efendimiz (a.s.m.) (bk. ṣ-d-ḳ)
Sâni-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)cins: tür
cisim: madde, varlıkcüz’î: küçük, az (bk. c-z-e)
dergâh-ı Ulûhiyet: Allah’ın yüce katı (bk. e-l-h)envâ’: türler, çeşitler
ferman etmek: buyurmakhakikat-i hadisiye: hadisin gerçek anlamı (bk. ḥ-ḳ-ḳ; ḥ-d-s̱)
hasıl: elde etmehavl: güç, kuvvet
hayvânât: hayvanlarhazz-ı nefis: nefsin aldığı lezzet, pay (bk. n-f-s)
hidemât-ı tesbihiye: Allah’ı tesbih ve zikirle ilgili hizmetler (bk. s-b-ḥ)hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)
hilâf: zıt, tershâlisen muhlisen: başka hiçbir amaç gözetmeksizin, tamamen saf bir niyetle (bk. ḫ-l-ṣ)
hükûmet: idare, yönetim (bk. ḥ-k-m)ihtisas: duygulanma, hissetme
intisab: bağlanma, mensup olma (bk. n-s-b)kemâl: olgunluk, mükemmellik (bk. k-m-l)
kurbiyet: yakınlıkkâfi: yeterli
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)makul: akla uygun
makàsıd-ı külliye: büyük ve kapsamlı maksatlar, gayeler (bk. ḳ-ṣ-d; k-l-l)masnuât-ı İlâhiye: İlâhî san’at eserleri (bk. ṣ-n-a; e-l-h)
melek-i müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli melek (bk. m-l-k; v-k-l)melâike: melekler (bk. m-l-k)
mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)mevcudat-ı hariciye: maddî ve cismanî varlıklar (bk. v-c-d)
muhtelif: çeşitlimânâ: anlam, içyüz (bk. a-n-y)
münasip: uygun (bk. n-s-b)nam: ad
nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)nâzır-ı umumî: genel gözetici (bk. n-ẓ-r)
rivâyet: nakletmesaadet: mutluluk
saltanat-ı rububiyet: Allah’ın herşeyi kuşatan egemenliği (bk. s-l-ṭ; r-b-b)suret: görünüş, şekil (bk. ṣ-v-r)
tabir caizse: dile getirmek uygunsa (bk. a-b-r)takdim etme: sunma (bk. ḳ-d-m)
tecerrüd: soyut olmatenevvü etme: çeşitlenme
tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)teveccüh: yönelme
tevfik-i hareket: uygun hareketubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)
vazife-i ibadet: ibadet görevi (bk. a-b-d)vazifedar: görevli
vezâif-i ubûdiyet: kulluk görevleri (bk. a-b-d)âlem-i melekût: İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi (bk. a-l-m; m-l-k)
çiftçi-misal: çiftçi gibi (bk. m-s̱-l)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 693

Mânâsı şudur ki: Melâikenin ibâdâtı hem gayet muntazamdır, mükemmeldir; hem gayet küllîdir, geniştir.

Ve şu hakikatin sureti ise şudur ki: Bazı büyük mevcudat-ı cismaniye vardır ki, kırk bin baş, kırk bin tarzla vezâif-i ubûdiyeti yapar. Meselâ, semâ güneşlerle, yıldızlarla tesbihat yapar. Zemin, tek bir mahlûk iken, yüz bin baş ile, her başta yüz binler ağız ile, her ağızda yüz binler lisan ile vazife-i ubûdiyeti ve tesbihat-ı Rabbâniyeyi yapıyor. İşte, küre-i arza müekkel melek dahi, âlem‑i melekûtta şu mânâyı göstermek için öyle görülmek lâzımdır. Hattâ, ben mutavassıt bir badem ağacı gördüm ki, kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım; kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım; kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim. Herbir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve san’atları gördüm ki, herbiri Sâni-i Zülcelâlin ayrı ayrı birer cilve-i esmâsını ve birer ismini okutturuyor. İşte, hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sâni-i Zülcelâli ve Hakîm-i Zülcemâli, bu câmid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânâsını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlâhiyeye takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?

Ey arkadaş! Şuraya kadar beyanatımız, kalbi kabule ihzar etmek ve nefsi teslime mecbur etmek ve aklı iz’âna getirmek için bir mukaddime idi. Eğer o mukaddimeyi bir derece fehmettinse, melâikelerle görüşmek istersen hazır ol. Hem evhâm-ı seyyieden temizlen. İşte, Kur’ân âlemi kapıları açıktır. İşte Kur’ân cenneti müfettehatü’l-ebvâbdır; gir, bak. Melâikeyi o cennet-i Kur’âniye içinde, güzel bir surette gör. Herbir âyet-i tenzil, birer menzildir. İşte, şu menzillerden bak:

وَالْمُرْسَلاَتِ عُرْفًا فَالْعَاصِفَاتِ عَصْفًا وَالنَّاشِرَاتِ نَشْرًا فَالْفَارِقَاتِ فَرْقًا



Hakîm-i Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi hikmetle yaratan Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-m-l)Sâni-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi olan ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)
beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)cennet-i Kur’âniye: bir cennet gibi olan Kur’ân
cilve-i esmâ: İlâhî isimlerin yansıması (bk. c-l-y; s-m-v)câmid: cansız
dergâh-ı İlâhiye: Allah’ın yüce katı (bk. e-l-h)evhâm-ı seyyie: kötü kuruntular
fehmetmek: anlamakhakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)
ibâdât: ibadetler (bk. a-b-d)ihzar etmek: hazırlamak (bk. ḥ-ḍ-r)
iz’ân: kesin şekilde inanmakâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)
küllî: büyük ve kapsamlı (bk. k-l-l)küre-i arz: yerküre, dünya
lisan: dilmahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)
melek-i müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli melek (bk. m-l-k; v-k-l)melâike: melekler (bk. m-l-k)
menzil: durak, yer (bk. n-z-l)mevcudat-ı cismaniye: maddî vücudu olan varlıklar (bk. v-c-d)
mukaddime: giriş, başlangıç (bk. ḳ-d-m)muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)
mutavassıt: orta hallimânâ: anlam, içyüz (bk. a-n-y)
müekkel: vekil tayin edilmiş, görevli (bk. v-k-l)müfettehatü’l-ebvâb: kapıları açık
mükemmel: kusursuz (bk. k-m-l)münasip: uygun (bk. n-s-b)
nazar-ı hikmet: hikmet gözüyle bakma; bir sır, gaye ve fayda bulma niyetiyle bakma (bk. n-ẓ-r; ḥ-k-m)nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)
semâ: gök (bk. s-m-v)suret: görünüş, şekil (bk. ṣ-v-r)
takdim etmek: sunmak (bk. ḳ-d-m)tesbihat: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına layık ifadelerle anma (bk. s-b-ḥ)
tesbihat-ı Rabbâniye: Allah’ı öven ve kusurdan yüce tutan sözler (bk. s-b-ḥ; r-b-b)vazife-i ubûdiyet: kulluk görevi (bk. a-b-d)
vezâif-i ubûdiyet: kulluk görevleri (bk. a-b-d)zemin: yer
âlem-i melekût: İlâhî hükümranlığın tam olarak tecellî ettiği, görünmeyen mânâ âlemi (bk. a-l-m; m-l-k)âyet-i tenzil: Allah’ın indirdiği Kur’ân âyeti (bk. n-z-l)

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 695

فَالْمُلْقِيَاتِ ذِكْرًا
blank.gif
1
وَالنَّازِعَاتِ غَرْقًا وَالنَّاشِطَاتِ نَشْطًا وَالسَّابِحَاتِ سَبْحًا فَالسَّابِقَاتِ سَبْقًا فَالْمُدَبِّرَاتِ اَمْرًا
blank.gif
2
تَنَزَّلُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِاِذْنِ رَبِّهِمْ
blank.gif
3
عَلَيْهَا مَلٰۤئِكَةٌ غِلاَظٌ شِدَادٌ لاَ يَعْصُونَ اللهَ مَاۤ اَمَرَهُمْ وَيَفْعَلُونَ مَا يُؤْمَرُونَ
blank.gif
4


Hem dinle:
سُبْحَانَهُ بَلْ عِبَادٌ مُكْرَمُونَ لاَ يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ
blank.gif
5


senâlarını işit.

Eğer cinnîlerle görüşmek istersen
قُلْ اُوحِىَ اِلَىَّ اَنَّهُ اسْتَمَعَ نَفَرٌ مِنَ الْجِنِّ
blank.gif
6


surlu sûreye gir, onları gör, dinle, ne diyorlar. Onlardan ibret al. Bak, diyorlar ki:

اِنَّا سَمِعْنَا قُرْاٰنًا عَجَبًا يَهْدِىۤ اِلَى الرُّشْدِ فَاٰمَنَّابِهِ وَلَنْ نُشْرِكَ بِرَبِّنَاۤ اَحَدًا
blank.gif
7


endOfSection.gif
endOfSection.gif



[NOT]Dipnot-1
“Yemin olsun peş peşe gönderilen meleklere; ve rüzgâr gibi esip her tarafa yayılanlara; ve bulutları yeryüzüne dağıtanlara; ve hak ile bâtılı ayıranlara; ve peygamberlere vahiy getirenlere.” Mürselât Sûresi, 77:1-5.
Dipnot-2
“Yemin olsun kâfirin ruhunu tâ derinliklerinden şiddetle söküp alanlara; ve mü’minin ruhunu kolaylıkla alanlara; ve suda yüzercesine gökten inenlere; ve Allah’ın emrini yerine getirmek için yarışanlara; ve emrolundukları işi tanzim ve tedbir edenlere.” Nâziât Sûresi, 79:1-5.
Dipnot-3
“Melekler ve Cebrâil o gecede Rablerinin izniyle yeryüzüne iner.” Kadir Sûresi, 97:4.
Dipnot-4
“O ateşin başında, Allah’ın emrine karşı gelmeyen ve verilen emri yerine getiren haşîn ve şiddetli melekler vardır.” Tahrim Sûresi, 66:6.
Dipnot-5
“O, evlât edinmekten ve her türlü kusurdan münezzehtir. Melekler ise, Allah’ın ikramda bulunduğu kullardır. Allah emretmedikçe bir söz söylemezler; ancak Onun emriyle hareket ederler.” Enbiyâ Sûresi, 21:26-27.
Dipnot-6
“De ki: Cinlerden bir topluluğun Kur’ân’ı dinledikleri bana vahyolundu.” Cin Sûresi, 72:1.

Dipnot-7
“Biz, doğru yola ileten harikulâde bir Kur’ân dinledik ve ona iman ettik. Biz Rabbimize hiç kimseyi ortak koşmayacağız.” Cin Sûresi, 72:1-2.[/NOT]



cinnî: cin taifesinden, cinleribret: ders çıkma
senâ: övgü

<tbody>
</tbody>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 695

İkinci Maksat

Kıyamet ve mevt-i dünya ve hayat-ı âhiret hakkındadır

Şu Maksadın dört esası ve bir mukaddime-i temsiliyesi vardır.

MUKADDİME

Nasıl ki, bir saray veya bir şehir hakkında biri dâvâ etse, “Şu saray veya şehir, tahrip edilip yeniden muhkem bir surette bina ve tamir edilecektir”; elbette, onun dâvâsına karşı altı sual terettüp eder.

Birincisi: Niçin tahrip edilecek? Sebep ve muktazi var mıdır? Eğer, “Evet, var” diye ispat etti.

İkincisi, şöyle bir sual gelir ki: “Bunu tahrip edip, tamir edecek usta muktedir midir? Yapabilir mi?” Eğer, “Evet, yapabilir” diye ispat etti.

Üçüncüsü, şöyle bir sual gelir ki: “Tahribi mümkün müdür? Hem, sonra tahrip edilecek midir?” Eğer “Evet” diye imkân-ı tahribi, hem vukuunu ispat etse; iki sual daha ona varid olur ki:

“Acaba şu acip saray veya şehrin yeniden tamiri mümkün müdür? Mümkün olsa, acaba tamir edilecek midir?” Eğer “Evet” diye bunları da ispat etse, o vakit bu meselenin hiçbir cihette, hiçbir köşesinde bir delik, bir menfez kalmaz ki, şek ve şüphe ve vesvese girebilsin.

İşte, şu temsil gibi; dünya sarayının, şu kâinat şehrinin tahrip ve tamiri için muktazi var. Fâil ve ustası muktedir; tahribi mümkün ve vaki olacak, tamiri mümkün ve vaki olacaktır. İşte şu meseleler Birinci Esastan sonra ispat edilecektir.

BİRİNCİ ESAS

Ruh, katiyen bâkidir. Birinci Maksattaki melâike ve ruhanîlerin vücutlarına delâlet eden hemen bütün deliller, şu meselemiz olan bekà-i ruha dahi delildirler. Bence mes’ele o kadar kat’îdir ki, fazla beyan abes olur. Evet, şu âlem-i berzahta,


abes: boşuna, faydasızacip: hayret verici, şaşırtıcı
bekà-i ruh: ruhun ölümsüzlüğü, devamlılığı (bk. b-ḳ-y; r-v-ḥ)beyan: açıklama (bk. b-y-n)
bina etme: yapma, üzerine kurmabâki: devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)
cihet: yön, tarafdelâlet: delil olma, işaret etme
dâvâ: iddiafâil: işi yapan, özne (bk. f-a-l)
hayat-ı âhiret: âhiret hayatı, öldükten sonraki hayat (bk. ḥ-y-y; e-ḫ-r)imkân-ı tahrip: yıkma, yok etme imkânı (bk. m-k-n)
katiyen: kesinliklekat’î: kesin
kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)kıyamet: dünyanın sonu, varlığın bozulup dağılması (bk. ḳ-v-m)
maksat: kastedilen şey, gaye (bk. ḳ-ṣ-d)melâike: melekler (bk. m-l-k)
menfez: delikmevt-i dünya: dünyanın ölümü (bk. m-v-t)
muhkem: sağlam (bk. ḥ-k-m)mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
mukaddime-i temsiliye: temsilden oluşan giriş (bk. ḳ-d-m; m-s̱-l)muktazi: gerekçe
muktedir: gücü yeten, iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)ruhanî: maddî yapısı olmayan ruh âlemine ait varlık (bk. r-v-ḥ)
suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)tahrip: yıkma, harap etme
temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)terettüp: ortaya çıkma
vaki: olmuş, meydana gelmişvarid olmak: gelmek, ulaşmak
vesvese: kuruntu, tereddütvuku: meydana gelme
vücut: varlık (bk. v-c-d)âlem-i berzah: kabir âlemi (bk. a-l-m)
şek: şüphe

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 696

âlem-i ervahta bulunan ve âhirete gitmek için bekleyen hadsiz ervâh-ı bâkiye kafileleri ile bizim mabeynimizdeki mesafe o kadar ince ve kısadır ki, burhan ile göstermeye lüzum kalmaz. Had ve hesaba gelmeyen ehl-i keşfin ve şuhudun onlarla temas etmeleri, hattâ ehl-i keşfü’l-kuburun onları görmeleri, hattâ bir kısım avâmın da onlarla muhabereleri ve umumun da rüya-yı sâdıkada onlarla münasebet peydâ etmeleri, muzaaf tevatürler suretinde adeta beşerin ulûm-u müteârifesi hükmüne geçmiştir. Fakat şu zamanda maddiyyun fikri herkesi sersem ettiğinden, en bedihî birşeyde zihinlere vesvese vermiş. İşte şöyle vesveseleri izale için, hads-i kalbînin ve iz’ân-ı aklînin pek çok menbalarından bir mukaddime ile dört menbaına işaret edeceğiz.

MUKADDİME: Onuncu Sözün Dördüncü Hakikatinde ispat edildiği gibi, ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedar müştakının ebediyetini ve bekàsını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san’at, mütefekkir dellâlının devamını talep eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena’umlarını iktiza eder.

İşte, o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir, en başta ruh-u insanîdir. Öyle ise, ebedü’l-âbâd yolunda o cemâl, o kemâl, o rahmete refakat edecek, bâki kalacaktır.

Yine Onuncu Sözün Altıncı Hakikatinde ispat edildiği gibi, değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fenâ için yaratılmamışlar, bir nevi bekàya mazhardırlar. Hattâ, ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zâhirîden gitse, bin vech ile bir nevi bekàya mazhardır. Çünkü sureti hadsiz hafızalarda bâki kalır. Kanun-u teşekkülâtı, yüzer tohumcuklarında bekà bulup devam eder.


avâm: halk, sıradan insanlarbedihî: açık, görünür
bekà: devamlılık, kalıcılık (bk. b-ḳ-y)beşer: insan
burhan: güçlü, mantıkî delilbâki: devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y)
cemâl: güzellik (bk. c-m-l)dellâl: ilancı, duyurucu
devam-ı tena’um: nimetlenmenin devamı (bk. n-a-m)ebediyet: sonsuzluk (bk. e-b-d)
ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)ebedü’l-âbâd: sonsuzların sonsuzu, âhiret (bk. e-b-d)
ehemmiyet: önemehl-i keşf ve şuhud: maneviyat âlemlerinde iman hakikatlerini gözleme yeteneğine sahip insanlar, veliler (bk. k-ş-f; ş-h-d)
ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)ervâh-ı bâkiye: varlığı devamlı olan, ölümsüz ruhlar (bk. r-v-ḥ; b-ḳ-y)
fenâ: gelip geçicilik, yok oluş (bk. f-n-y)
had ve hesaba gelmeme: sonsuz ve sınırsız olma
hads-i kalbî: kalbe gelen sezgihadsiz: sayısız
hakikat: doğru, gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)ihsan: iyilik, yardım, bağış (bk. ḥ-s-n)
iktiza: gerektirmeizale: giderme
iz’ân-ı aklî: aklen anlama, kabul etmekafile: grup, topluluk
kanun-u teşekkülât: meydana geliş kanunları (bk. ḳ-n-n)kemâl: mükemmellik (bk. k-m-l)
kemâl-i san’at: mükemmel sanat (bk. k-m-l; ṣ-n-a)mabeyn: ara
maddiyyun: materyalistler, herşeyi madde ile açıklamaya çalışanlar mazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
menba: kaynakmisilsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)
muhabere: haberleşme, konuşmamukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)
muzaaf: kat katmünasebet peydâ etmek: ilişki kurmak (bk. n-s-b)
mütefekkir: tefekkür eden, düşünen (bk. f-k-r)müteşekkir: teşekkür eden, şükreden (bk. ş-k-r)
müştak: şiddetle arzulayan, düşkünnevi: tür, çeşit
nihayetsiz: sonsuzrahmet: şefkat, merhamet, acıma (bk. r-ḥ-m)
refakat: arkadaşlık (bk. r-f-ḳ)ruh-u beşer: insan ruhu (bk. r-v-ḥ)
ruh-u insanî: insan ruhu (bk. r-v-ḥ)rüya-yı sâdıka: doğru olan rüya (bk. s-d-ḳ)
sermedî: devamlı, süreklisuret: şekil (bk. ṣ-v-r)
tabakat-ı mevcudat: varlık tabakaları (bk. v-c-d)talep etmek: istemek (bk. ṭ-l-b)
tevatür: çeşitli kanallardan gelen ve doğruluğu kesin olarak kanıtlanan haberulûm-u müteârif: herkesin bildiği ilimler (bk. a-l-m; a-r-f)
umum: genelvech: yön
vesvese: şüphe, kuruntuvücud-u zâhirî: görünüşteki varlık (bk. v-c-d; ẓ-h-r)
âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)âlem-i ervah: ruhlar âlemi (bk. a-l-m; r-v-ḥ)
âyinedar: ayna olan

<tbody>
</tbody>


 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi Dokuzuncu Söz - Sayfa 697

Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibkà ediliyor, dağdağalı inkılâplar içinde kemâl-i intizamla zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, bâki kalır. Elbette, gayet cemiyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve hâricî vücut giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nuranî kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyetle bekàya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl “Zîşuur bir insanım” diyebilirsin?

Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen programını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte derc edip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzevâl hakkında, “Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder?” denilir mi?

BİRİNCİ MENBA: Enfüsîdir. Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar. Evet, herbir ruh, kaç sene yaşamışsa, o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâki kalmıştır. Öyle ise, madem ceset gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekàsına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta tedricî ceset libasını değiştiriyor; mevtte ise birden soyunur.

Gayet kat’î bir hads ile, belki müşahede ile sabittir ki, ceset ruhla kaimdir. Öyle ise, ruh onunla kaim değildir. Belki ruh binefsihî kaim ve hâkim olduğundan, ceset istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez.

Belki ceset ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misalîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz; yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer.İKİNCİ MENBA: Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşahedat ve müteaddit vakıat ve


Hafîz-i Hakîm: herşeyi hikmetle yapan ve koruyup saklayan Allah (bk. ḥ-f-ẓ; ḥ-k-m)Zât-ı Hafîz-i Bîzevâl: herşeyi sonsuza kadar noksansız bir şekilde muhafaza eden Allah (bk. ḥ-f-ẓ; z-v-l)
Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve azamet sahibi, herşeyi hikmetle yapan Zât, Allah (bk. ḥ-k-m; ẕü; c-l-l)alâkadar: ilgili
beden-i misalî: görüntüden ibaret beden (bk. m-s̱-l)bekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y)
bilbedâhe: ap açık bir şekildebinefsihî: kendi kendine (bk. n-f-s)
bâki: devamlı, sürekli (bk. b-ḳ-y)cemiyetli: kapsamlı (bk. c-m-a)
dağdağalı: karışık, gürültülüderc etmek: yerleştirmek
ebediyet: sonsuzluk (bk. e-b-d)enfüsî: nefis ve beden dairesinde olanlar (bk. n-f-s)
gılâf-ı lâtif: güzel ve şeffaf örtü (bk. l-ṭ-f)hads: sezgi, kavrayış (bk. ḥ-d-s)
halel: zarar, eksiklikhane: ev
hâkim: hükmeden (bk. ḥ-k-m)hâricî vücut: dışa ait, maddî vücut (bk. v-c-d)
ibkà etmek: kalıcı ve sürekli hale getirmek (bk. b-ḳ-y)inkılâp: büyük değişim, dönüşüm
istiklâliyet: bağımsızlık, birşeye bağlı olmayışkaim: ayakta duran (bk. ḳ-v-m)
kanun-u emrî: Cenâb-ı Hakkın doğrudan emrinden gelerek vasıtasız işleyen kanunu (bk. ḳ-n-n)kanun-u teşekkül: oluşma kanunu (bk. ḳ-n-n)
kat’iyetle: kesinliklekat’î: kesin
kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)libas: elbise
mahiyet: özellik, nitelik, esasmazhar: sahip olma, erişme (bk. ẓ-h-r)
menba: kaynakmerbut: bağlı
mevt: ölüm (bk. m-v-t)mevt hengâmı: ölüm anı (bk. m-v-t)
muhafaza: saklama, koruma (bk. ḥ-f-ẓ)mâlik: sahip (bk. m-l-k)
müddet-i hayat: ömür süresi (bk. ḥ-y-y)mükerrer: tekrar tekrar, defalarca
münasip: uygun (bk. n-s-b)müteaddit: çeşitli, birden fazla
müşahedat: gözlemler (bk. ş-h-d)müşahede: gözlem (bk. ş-h-d)
nefis: can, hayat, kişinin kendisi (bk. n-f-s)nuranî: nurlu (bk. n-v-r)
ruh-u beşer: insan ruhu (bk. r-v-ḥ)ruh-u bâki: devamlı ve kalıcı ruh (bk. r-v-ḥ; b-ḳ-y)
sermediyet: sürekliliktedricî: derece derece, yavaş yavaş
timsal-i suret: görünüş nümunesi (bk. m-s̱-l; ṣ-v-r)vakıat: olaylar
zerrecik: atom, en küçük madde parçasızîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)
zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)âfâkî: dış dünyaya ait

<tbody>
</tbody>


 
Üst