Yirmi Altıncı Lem'a

Ukbaa

Well-known member
<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>


Yirmi Altıncı Lem'a

İhtiyarlar Lem’ası

Yirmi altı rica ve ziya ve teselliyi câmidir.HAŞİYE-1

İHTAR: Herbir Ricanın başında, mânevî derdimi gayet elîm ve sizi müteessir edecek derecede yazdığımın sebebi, Kur’ân-ı Hakîmden gelen ilâcın fevkalâde tesirini göstermek içindir. İhtiyarlara ait bu Lem’a, üç dört cihetle hüsn-ü ifadeyi muhafaza edememiş.

Birincisi: Sergüzeşt-i hayatıma ait olduğu için, o zamanlara hayalen gidip o hâlette yazıldığından, ifade, intizamını muhafaza edemedi.

İkincisi: Sabah namazından sonra, gayet yorgunluk hissettiğim bir zamanda, hem sür’ate mecburiyet tahtında yazıldığından, ifadede müşevveşiyet düşmüş.

Üçüncüsü: Yanımda dâim yazacak bulunmadığından, yanımda bulunan kâtibin de Risale-i Nura ait dört beş vazifesi olmakla tashihatına tam vakit bulamadığımızdan intizamsız kaldı.

Dördüncüsü: Telifin akabinde ikimiz de yorgun olarak, mânâyı dikkatle düşünmeyerek, gayet sathî bir tashihle iktifâ edildiğinden, tarz-ı ifadede elbette kusurlar bulunacak. Âlicenap ihtiyarlardan, ifadedeki kusurlarıma nazar-ı müsamaha ile bakmak ve rahmet-i İlâhiye boş olarak döndürmediği mübarek ihtiyarlar ellerini dergâh-ı İlâhiyeye açtıkları vakit, bizi de dualarında dahil etsinler.




[NOT]Haşiye-1 Müellif-i muhtereminin tashihinden geçen yazma bir nüshada (Ilgazlı İsmail Merhumun defterinde), bu Lem’a hakkında, “Mütebâki kalan on dörtten tâ yirmi altıya kadar olan Ricalar, malûm musibet [Eskişehir Hapsi] yüzünden yazılmadı; onun mevsimi geçtiği için noksan kaldı” denilmektedir.[/NOT]




Eşkişehir Hapsi: (bk. bilgiler)
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
akabinde: sonrasında
cihet: taraf, yön
câmi: kapsamlı, içine alan
dergâh-ı İlâhiye: Allah’ın yüce katı
dâim: devamlı
elîm: acıklı, üzücü
fevkalâde: olağanüstü
haşiye: dipnot
hâlet: hâl, durum
hüsn-ü ifade: güzel ifade
ihtar: hatırlatma, ikaz
iktifâ etmek: yetinmek
intizam: düzen, tertip
kusur: eksiklik
kâtib: yazar
lem’a: parıltı
malûm: bilinen
mecburiyet: zorunluluk
muhafaza etmek: korumak
musibet: belâ, büyük sıkıntı
mübarek: uğurlu, hayırlı
müellif-i muhterem: saygıdeğer yazar
mütebâki: geri kalan kısım
müteessir etmek: üzmek
müşevveşiyet: karışıklık
nazar-ı müsamaha: hoşgörülü bakış
nüsha: kopya
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti
rica: ümit
sathî: yüzeysel
sergüzeşt-i hayat: hayat serüveni, macerası
sür’at: hız
tahtında: altında
tarz-ı ifade: ifade etme tarzı
tashih: düzeltme
tashihat: düzeltmeler
telif: kitap kaleme alma, yazma
tesir: etki
ziya: ışık
âlicenap: yüksek ahlâklı, şerefli

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 355

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>
besmele.jpg


كۤهٰيٰعۤصۤ ذِكْرُ رَحْمَتِ رَبِّكَ عَبْدَهُ زَكَرِيَّا اِذْ نَادٰى رَبَّهُ نِدَاۤءً خَفِيًّا قَالَ رَبِّ اِنِّى وَهَنَ الْعَظْمُ مِنِّى وَاشْتَعَلَ الَّرأْسُ شَيْبًا وَلَمْ اَكُنْ بِدُعَاۤئِكَ رَبِّ شَقِيًّا
1




Şu Lem’a Yirmi Altı Ricadır.

BİRİNCİ RİCA

Ey sinn-i kemâle gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında ara sıra bulduğum ricaları ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teşrik etmek arzusuyla, başımdan geçen bazı hâlâtı yazacağım. Gördüğüm ziya ve rast geldiğim rica kapıları, elbette benim nâkıs ve müşevveş istidadıma göre görülmüş, açılmış. İnşaallah sizlerin sâfi ve hâlis istidatlarınız, gördüğüm ziyayı parlattıracak, bulduğum ricayı daha ziyade kuvvetleştirecek.

İşte, gelecek o ricaların ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi, imandır.

İKİNCİ RİCA

İhtiyarlığa girdiğim zaman, birgün güz mevsiminde, ikindi vaktinde, yüksek bir dağda dünyaya baktım. Birden, gayet rikkatli ve hazîn ve bir cihette karanlıklı bir hâlet bana geldi. Gördüm ki, ben ihtiyarlandım, gündüz de ihtiyarlanmış, sene de ihtiyarlanmış, dünya da ihtiyarlanmış. Bu ihtiyarlıklar içinde dünyadan firak ve sevdiklerimden iftirak zamanı yakınlaştığından, ihtiyarlık beni ziyade sarstı.

Birden, rahmet-i İlâhiye öyle bir surette inkişaf etti ki, o rikkatli hazîn firâkı, kuvvetli bir rica ve parlak bir teselli nuruna çevirdi. Evet, ey benim gibi ihtiyarlar! Kur’ân-ı Hakîmde yüz yerde “er-Rahmânü’r-Rahîm” sıfatlarıyla kendini bizlere takdim eden ve daima zeminin yüzünde merhamet isteyen zîhayatların




[NOT]Dipnot-1 “Kâf hâ yâ ayn sâd. Bu âyetler, kulu Zekeriya’ya Rabbinin rahmetini zikirdir. Hani o Rabbine gizlice niyaz ederek demişti ki: Ey Rabbim, artık benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı. Sana ettiğim dualarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.” Meryem Sûresi, 19:1-4.[/NOT]




Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
cihet: taraf, yön
er-Rahmânü’r-Rahîm: bütün varlıklara olduğu gibi tek tek her bir varlığa şefkat gösteren sonsuz rahmet sahibi Allah
firak: ayrılık
güz: sonbahar
hazîn: hüzün veren, acıklı
hemşire: kız kardeş
hâlet: hâl, durum
hâlis: içten, katıksız, samimî
hâlât: hâller, durumlar
iftirak: ayrılma
ihtiyare: yaşlı kadın
inkişaf etmek: ortaya çıkmak, açılmak
inşaallah: Allah’ın izniyle
istidad: kabiliyet, yetenek
lem’a: parıltı
menba: kaynak
merhamet: şefkat, acıma
muhterem: hürmete layık, saygıdeğer
müşevveş: düzensiz, karma karışık
nâkıs: eksik
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti
rica: ümit
rikkatli: acıklı
sinn-i kemâl: olgunluk yaşı
suret: biçim, şekil
sâfi: pak, duru, temiz
takdim etmek: sunmak
teşrik etmek: ortak yapmak
zemin: yer
ziya: ışık
ziyade: çok
zîhayat: canlı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 356

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>imdadına rahmetini gönderen ve gaybdan her sene baharı hadsiz nimet ve hediyeleriyle doldurup rızka muhtaç bizlere yetiştiren ve zaaf ve acz derecesi nisbetinde rahmetinin cilvesini ziyade gösteren bir Hâlık-ı Rahîmimizin rahmeti, bu ihtiyarlığımızda en büyük bir rica ve en kuvvetli bir ziyadır. Bu rahmeti bulmak, iman ile o Rahmân’a intisap etmek ve ferâizi kılmakla Ona itaat etmektir.

ÜÇÜNCÜ RİCA

Bir zaman gençlik gecesinin uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım vakit kendime baktım, vücudum kabir tarafına bir inişten koşar gibi gidiyor. Niyazi-i Mısrî’nin

Günde bir taşı bina-yı ömrümün düştü yere,
Can yatar gafil, binası oldu viran bîhaber

dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor. Ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümitlerim, emellerim kopmaya başladılar. Hadsiz dostlarımdan ve sevdiklerimden mufarakat zamanının yakınlaştığını hissettim. O mânevî ve çok derin ve devâsız görünen yaranın merhemini aradım, bulamadım. Yine Niyazi-i Mısrî gibi dedim ki:

Dil bekàsı, Hak fenâsı istedi mülk-ü tenim,
Bir devâsız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.HAŞİYE-1

O vakit birden merhamet-i İlâhiyenin lisanı, misali, timsali, dellâlı, mümessili olan Peygamber-i Zîşan Aleyhissalâtü Vesselâmın nuru ve şefaati ve beşere getirdiği hediye-i hidayeti, o dermansız, hadsiz zannettiğim yaraya güzel bir merhem ve tiryak oldu. Karanlıklı ye’simi, nurlu bir ricaya çevirdi.


[NOT]Haşiye-1 Yani, benim kalbim bütün kuvvetiyle beka istediği halde, hikmet-i İlâhiye cesedimin harabiyetini iktiza ediyor. Hekîm-i Lokman da çaresini bulamadığı, dermansız bir derde düştüm.[/NOT]




Aleyhissalâtü Vesselâm
: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun





Hak
: varlığı hak olan ve her hakkın sahibi olan

Hâlık-ı Rahîm: sonsuz merhamet ve şefkat sahibi olan ve herşeyi yaratan Allah
Lokman/Hekîm-i Lokman: (bk. bilgiler – Lokman Hekim)
Niyazi-i Mısrî: (bk. bilgiler)
Peygamber-i Zîşan: şan sahibi Hz. Muhammed (a.s.m.)
Rahmân: çok merhamet sahibi olan ve şefkatle bütün yaratıkların rızkını veren Allah
acz: güçsüzlük
bekà: devamlılık ve kalıcılık, sonsuzluk
beşer: insan
bina-yı ömür: ömür binası
bîhaber: habersiz
cesed: beden
cilve: görünme, yansıma
dellâl: ilan edici, duyurucu
derman: ilâç, çâre, tedavi
devâ: ilâç, çare
emel: istek, beklenti
fenâ: gelip geçicilik, ölümlülük
ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri
gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan
gayb: görünmeyen âlemler
hadsiz: sınırsız, sayısız
hane: ev
harabiyet: yok oluş, yıkılış
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hediye-i hidayet: hak ve doğru yol hediyesi
hikmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve yerli yerinde yaratması
iktiza etmek: gerektirmek
intisap etmek: bağlanmak, mensup olmak
itaat etmek: emre uymak, boyun eğmek
lisan: dil
merhamet-i İlâhiye: Allah’ın bütün varlıklara yönelik şefkati
merhem: ilaç
misal: örnek
mufarakat: ayrılık
mülk-ü ten: insan vücudu
mümessil: temsilci
nimet: iyilik, lütuf, ihsan
nisbetinde: ölçüsünde
rahmet: İlâhî şefkat ve merhamet
rica: ümit
rızık: Allah’ın ihsan ettiği nimetler, yiyecekler
timsal: görüntü, örnek
tiryak: ilâç, tedavi
viran: yıkılmış, yerle bir olmuş
ye’s: ümitsizlik
zaaf: zayıflık
ziya: ışık
ziyade: çok
şefaat: af için aracılık yapma

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 357

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Evet, ey benim gibi ihtiyarlığını hisseden muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Biz gidiyoruz, aldanmakta faide yok. Gözümüzü kapamakla bizi burada durdurmazlar; sevkiyat var. Fakat gafletten ve kısmen de ehl-i dalâletten gelen zulümat evhamlarıyla bize firaklı ve karanlıklı görünen berzah memleketi, ahbapların mecmaıdır. Başta şefîimiz olan Habibullah Aleyhissalâtü Vesselâm ile bütün dostlarımıza kavuşmak âlemidir.

Evet, bin üç yüz elli senede, her sene üç yüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbîsi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde, es-sebebü ke’l-fâil sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenâtın bir misli, sahife-i hasenâtına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıd-ı âliye-i İlâhiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlîsinin sebebi olan o zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada “Ümmetî, ümmetî” rivayet-i sahiha ile ve keşf-i sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes “Nefsî, nefsî” dediği zaman, yine “Ümmetî, ümmetî” diyerek en kudsî ve en yüksek bir fedakârlıkla, yine şefaatiyle ümmetinin imdadına koşan bir zâtın gittiği âleme gidiyoruz. Ve o güneşin etrafında hadsiz asfiya ve evliya yıldızlarıyla ışıklanan öyle bir âleme gidiyoruz.

İşte o zâtın şefaati altına girip ve nurundan istifade etmenin ve zulümat-ı berzahiyeden kurtulmanın çaresi, sünnet-i seniyyeye ittibâdır.

DÖRDÜNCÜ RİCA

Bir zaman ihtiyarlığa ayak bastığımdan, gafleti idame ettiren sıhhat-i bedenim de bozulmuştu. İhtiyarlıkla hastalık müttefikan bana hücum etti. Başıma vura vura uykumu kaçırdılar. Çoluk çocuk, mal gibi beni dünya ile bağlayacak alâkalar da yoktu. Gençlik sersemliğiyle zayi ettiğim sermaye-i ömrümün meyvelerini, bütün günahlar, hatîatlar gördüm. Niyazi-i Mısrî gibi feryad eyleyerek dedim:





Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsunHabibullah: Allah’ın en sevdiği kul olan Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (a.s.m.)
Niyazi-i Mısrî: (bk. bilgiler)ahbap: dostlar, sevgililer
asfiya: Hz. Peygamberin yolundan giden ilim ve takvâ sahibi büyük zâtlarberzah: öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları mânevî âlem, kabir hayatı
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapmış inançsız kimseleres-sebebü ke’l-fâil: sebeb olan yapan gibidir
evham: vehimler, kuruntularevliya: Allah’ın dostları
feryad eylemek: bağırıp çağırmakfirak: ayrılık
gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli, umursamazlıkhadsiz: sayısız
hasenât: iyilikler, sevaplarhatîat: hatâlar, yanlışlar
idame ettiren: devam ettirenihtiyare: yaşlı kadın
istifade etmek: faydalanmakittibâ: tâbi olma, bağlanma
keşf-i sadık: doğruluğundan şüphe olunmayan mânevî keşifkudsî: her türlü kusur ve noksandan uzak
kâinat: evren, yaratılmış herşeymahbub: sevgili
mahşer: haşir meydanımakasıd-ı âliye-i İlâhiye: Allah’ın kâinatı yaratmasındaki yüce maksatlar
mecma: toplanılan yermedar: dayanak, vesile
mevcudat: varlıklarmisli: benzeri
muallim: öğretmenmuhterem: hürmete ve saygıya lâyık olan
mürebbî: terbiye eden, eğiten, yetiştirenmüttefikan: birleşerek
nefsî, nefsî: nefsim, nefsim!rica: ümit
rivâyet-ı sahiha: Hz. Peygamberden (a.s.m.) nakledildiği kesin olan hadis-i şerifsahife-i hasenât: sevap defteri
sermaye-i ömür: ömür sermayesisevkiyat: toplu halde gönderme
sünnet-i seniyye: Peygamberimizin söz, fiil ve hareketlerine dayanan yüce prensiplersıhhat-i beden: vücut sağlığı
teâlî: yükselme, yücelmezayi etmek: kaybetmek
zulümat: karanlıklar, inançsızlık karanlığızulümat-ı berzahiye: kabir karanlıkları
zât-ı Ahmedî: Peygamberimiz Hz. Muhammed’in velî kişiliğiâlem: dünya, evren
ümmet: Hz. Peygambere inanıp onun yolundan giden mü’minlerümmetî, ümmetî: ümmetim, ümmetim!
şefaat: af için aracılıkta bulunmaşefî: şefaat eden

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 358

Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu hebâ,Yola geldim, lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.Ağlayıp, nâlân edip, düştüm yola tenhâ, garip,Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran, bîhaber.

O vakit gurbetteydim. Me’yûsâne bir hüzün ve nedametkârâne bir teessüf ve istimdatkârâne bir hasret hissettim.

Birden, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan imdada yetişti. Bana o kadar kuvvetli bir rica kapısını açtı ve öyle hakikî bir teselli ziyasını verdi ki, o vaziyetimin yüz derece fevkindeki ye’si dahi izale eder ve o karanlıkları dağıtabilirdi.

Evet, ey benim gibi dünya ile alâkaları kesilmeye başlayan ve dünya ile bağlanan ipleri kopmaya yüz tutan muhterem ihtiyar ve ihtiyareler! Bu dünyayı en mükemmel ve muntazam bir şehir, bir saray hükmünde halk eden bir Sâni-i Zülcelâl, mümkün müdür ki, o şehirde, o sarayda, en ehemmiyetli misafirleriyle ve dostlarıyla konuşmasın, görüşmesin? Madem bilerek bu sarayı yapmış ve irade ve ihtiyar ile tanzim ve tezyin etmiş; elbette nasıl ki yapan bilir, öyle de bilen konuşur. Madem bu sarayı, bu şehri bize güzel bir misafirhane ve ticaretgâh yapmış; elbette bize karşı münasebâtını ve bizden arzularını gösterecek bir defteri, bir kitabı bulunacaktır.

İşte o kudsî defterin en mükemmeli, kırk vecihle mu’cize ve her dakikada hiç olmazsa yüz milyonun dillerinde gezen, nur serpen ve herbir harfinde asgarî olarak on sevap ve on hasene ve bazan on bin ve bazan—Leyle-i Kadir sırrıyla—bir harfine otuz bin hasene ve meyve-i Cennet ve nur-u berzah veren Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyandır. Bu makamda ona rekabet edecek, kâinatta hiçbir kitap yoktur ve hiçbir kimse gösteremez. Madem bu elimizdeki Kur’ân, semâvat ve arzın Hâlık-ı Zülcelâlinin rububiyet-i mutlakası noktasından ve azamet-i ulûhiyeti






Hâlık-ı Zülcelâl: sonsuz haşmet sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan AllahKur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân
Leyle-i Kadir: Kadir GecesiSâni-i Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah
arz: yeryüzüasgarî: en az
azamet-i ulûhiyet: Allah’ın ilâhlığının büyüklük ve ihtişamıbiryan: kavrulmuş
bîhaber: habersizdîde: göz
ehemmiyet: değer, önemfevkinde: üstünde
garip: yalnız, kimsesizgiryan: ağlayan
gurbet: vatanından uzakhakikî: asıl, gerçek
halk etmek: yaratmakhasene: iyilik
hasret: özlemhayran: şaşkın
hebâ: boşa gitmeihtiyar: isteme, seçme
ihtiyare: yaşlı kadınirade: dileme, tercih etme ve seçme gücü
istimdatkârâne: medet ve yardım istercesineizale etmek: gidermek, ortadan kaldırmak
kudsî: kutsal, her türlü kusur ve noksandan uzakkâinat: evren
lâkin: ama, fakatmakam: konum, yer
meyve-i Cennet: Cennet meyvesime’yûsâne: ümitsiz bir şekilde
muhterem: saygıdeğermuntazam: düzenli
mu’cize: insanların benzerini yapmakta aciz kaldıkları olağanüstü şeymünasebât: münasebetler, bağlantılar
nakd-i ömür: ömür sermâyesinedametkârâne: pişmanlık duyarak
nur-u berzah: kabir hayatının aydınlığınâlân etmek: inlemek, sızlamak
rica: ümitrububiyet-i mutlaka: Allah’ın herşeyi kuşatan, kayıtsız ve sınırsız egemenliği, yaratıcılığı, terbiyesi
semâvât: göklersîne: göğüs
tanzim: düzenleme, düzene koymateessüf etme: üzülme
tenhâ: tek başınatezyin etmek: süslemek
ticaretgâh: alışveriş yerivaziyet: durum
vecih: şekil, yönye’s: ümitsizlik
ziya: ışık

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 359

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>cihetinden ve ihata-i rahmeti cânibinden gelen kelâmıdır, fermanıdır, bir maden-i rahmetidir. Ona yapış; her derde bir deva, her zulmete bir ziya, her ye’se bir rica, içinde vardır.

İşte bu ebedî hazinenin anahtarı imandır ve teslimdir ve onu dinleyip kabul etmek ve okumaktır.

BEŞİNCİ RİCA

Bir zaman, ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inzivâ arzusuyla, İstanbul’un Boğaz tarafındaki Yûşâ Tepesinde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı. Birgün o yüksek tepede, daire-i ufka, etrafa baktım. Gayet hazîn ve rikkatli bir levha-i zeval ve firâkı, ihtiyarlığın ihtarıyla gördüm. Şecere-i ömrümün kırk beşinci senesi olan kırk beşinci dalındaki yüksek makamından, tâ hayatımın aşağı tabakalarına nazar gezdirdim. Gördüm ki, o aşağıda, herbir dalında, herbir senenin zarfında sevdiklerimden ve alâkadarlarımdan ve tanıştıklarımdan hadsiz cenazeler var. Ve o firak ve iftiraktan gelen gayet rikkatli bir mânevî teessürat içinde, Fuzûlî-i Bağdâdî gibi mufarakat eden dostları düşünerek enîn edip,

Vaslını yâd eyledikçe ağlarım,
Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim

diyerek bir teselli, bir nur, bir rica kapısını aradım. Birden, âhirete iman nuru imdada yetişti; hiç sönmez bir nur, hiç kırılmaz bir rica verdi.

Evet, ey benim gibi ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Madem âhiret var ve madem bâkidir ve madem dünyadan daha güzeldir. Ve madem bizi yaratan Zat hem Hakîm, hem Rahîmdir. İhtiyarlıktan şekvâ ve teessüf etmemeliyiz. Bilâkis, ihtiyarlık, iman ile ibadet içinde sinn-i kemâle gelip, vazife-i hayattan terhis ve âlem-i rahmete istirahat için gitmeye bir alâmet olduğu cihetle, ondan memnun olmalıyız.





Fuzûlî-i Bağdâdî: (bk. bilgiler)Hakîm: herşeyi belirli maksat ve faydalara uygun ve tam yerli yerinde yaratan, hikmet sahibi Allah
Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan, her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren AllahYûşâ Tepesi: (bk. bilgiler)
alâkadar: alakalı, ilgilialâmet: belirti, işaret
bilâkis: tersinebâki: devamlı olan, sonsuz
cihet: taraf, yöncânib: taraf, yön
daire-i ufuk: ufuk dairesidevâ: ilaç
ebedî: sonsuzenîn etmek: inlemek
ferman: emirlerin yazılı olduğu şeyferyad eylemek: bağırıp çağırmak
firak: ayrılıkhadsiz: sayısız
hazîn: hüzünlü, acıklıhemşire: kız kardeş
iftirak: ayrılmaihata-i rahmet: rahmetin kuşatıcılığı
ihtar: hatırlatmaihtiyare: yaşlı kadın
inzivâ: yalnız başına bir yere çekilip dünya işleriyle uğraşmamaistirahat: dinlenme, rahatlama
kelâm: ifade, sözlevha-i zeval ve firak: her şeyin yok olup ayrıldığını gösteren tablo
maden-i rahmet: rahmet kaynağımakam: konum, yer
mebde: başlangıçmufarakat: ayrılık
nazar gezdirmek: göz gezdirmekrica: ümit
rikkatli: dokunaklı, acıklısinn-i kemâl: olgunluk yaşı
teessüf etme: üzülmeteessürat: üzüntüler
terhis: görevi tamamlayıp ayrılmateslim: her şeyiyle Allah’a bağlanma
vasıl: ulaşma, kavuşmavazife-i hayat: hayat görevi
ye’s: ümitsizlikyâd eylemek: anmak, hatırlamak
zarfında: içindeziya: ışık
zulmet: karanlıkâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
âlem-i rahmet: Allah’ın sonsuz rahmetin yaşanacağı âlemİstanbul: (bk. bilgiler)
şecere-i ömür: ömür ağacışekvâ: şikâyet

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 360

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Evet, nass-ı hadisle, nev-i beşerin en mümtaz şahsiyetleri olan yüz yirmi dört bin enbiyanın 1 icmâ ve tevatürle, kısmen şuhuda ve kısmen hakkalyakine istinaden, müttefikan âhiretin vücudundan ve insanların oraya sevk edileceğinden ve bu kâinatın Hâlıkının kat’î vaad ettiği âhireti getireceğinden haber verdikleri gibi; onların verdikleri haberi keşif ve şuhud ile, ilmelyakin suretinde tasdik eden yüz yirmi dört milyon evliyanın o âhiretin vücuduna şehadetleriyle ve bu kâinatın Sâni-i Hakîminin bütün esmâsı bu dünyada gösterdikleri cilveleriyle bir âlem-i bekàyı bilbedâhe iktiza ettiklerinden, yine âhiretin vücuduna delâletiyle; ve her sene, baharda, rû-yi zeminde ayakta duran had ve hesaba gelmez ölmüş ağaçların cenazelerini emr-i 2 كُنْ فَيَكُونُ ile ihyâ edip ba’sü ba’delmevte mazhar eden ve haşir ve neşrin yüz binler nümunesi olarak nebâtat taifelerinden ve hayvânat milletlerinden üç yüz bin nevileri haşir ve neşreden hadsiz bir kudret-i ezeliye ve hesapsız ve israfsız bir hikmet-i ebediye ve rızka muhtaç bütün zîruhları kemâl-i şefkatle gayet harika bir tarzda iaşe ettiren ve her baharda az bir zamanda had ve hesaba gelmez envâ-ı ziynet ve mehâsini gösteren bir rahmet-i bâkiye ve bir inâyet-i daimenin bilbedâhe âhiretin vücudunu istilzam ile ve şu kâinatın en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın en sevdiği masnuu ve kâinatın mevcudatıyla en ziyade alâkadar olan insandaki şedit, sarsılmaz, daimi



[NOT]Dipnot-1 Müsned, 5:266; Veliyyüddin Tebrizî, Mişkâtü’l-Mesâbîh, 3:122; İbnü’l-Kayyım el-Cevzî, Zâdü’l-Meâd, (tahkik: el-Arnavud), 1:43-44.Dipnot-2 “(Allah birşeyin olmasını murad ettiği zaman, O sadece) ‘Ol’ der, o da oluverir.” Bakara Sûresi, 2:117; Yâsin Sûresi, 36:82.
[/NOT]




Hâlık
: her şeyi yaratan Allah





Hâlık-ı Kâinat
: evreni ve bütün varlıkları yaratan Allah
Sâni-i Hakîm: her şeyi hikmetle ve san’atlı bir şekilde yapan Allahalâkadar: alakalı, ilgili
ba’sü ba’delmevt: öldükten sonra diriltilmekbilbedâhe: apaçık bir şekilde
cilve: görünme, yansımadaimî: sürekli
delâlet etme: delil olma, işaret etmeenbiya: nebiler, peygamberler
envâ-ı ziynet ve mehâsin: süs ve güzelliklerin çeşitleriesmâ: Allah’ın isimleri
evliya: Allah dostlarıhad ve hesaba gelmemek: sınırsız ve sayısız olmak
hadsiz: sınırsızhakkalyakin: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme
hayvânat: hayvanlarhaşir ve neşir: âhirette diriltilerek Allah’ın huzurunda toplanma ve her şeyin ortaya çıkması
hikmet-i ebediye: Allah’ın sonsuz hikmeti, Allah’ın sonsuza dek herşeyi bir fayda ve gayeye yönelik, anlamlı ve yerli yerinde yaratmasıiaşe etmek: beslemek, yedirip içirmek
icmâ: fikir birliğiihyâ etmek: hayat vermek, canlandırmak
iktiza etmek: gerektirmekilmelyakin: ilim yoluyla elde edilen kesin bilgi
inâyet-i daime: daimî yardım, iyilik ve bağışisrafsız: boş yere harcamadan yapılan
istilzam etme: gerekli kılmaistinaden: dayanarak
kat’î: kesinkemâl-i şefkat: tam bir şefkat
keşif: mânevî âlemlerde bazı olayları ve hakikatleri görmekudret-i ezeliye: Cenâb-ı Hakkın başlangıcı olmayan sonsuz kudreti
kâinat: evrenmasnu: san’atlı şekilde yaratılmış varlık (b. ṣ-n-a)
mazhar eden: eriştirenmevcudat: varlıklar
mümtaz: seçkinmüttefikan: birleşerek, fikir birliğiyle
nass-ı hadis: hadisin metni ve kesin hükmünebâtat: bitkiler
nev-i beşer: insanlarnevi: tür
nümune: örnekrahmet-i bâkiye: devamlı olan şefkat ve merhamet
rû-yi zemin: yeryüzürızık: maddî ve manevî ihtiyaç duyulan şeyler; yenip içilen şeyler
sevk etme: göndermesuret: biçim, şekil
taife: grup, topluluktevatür: yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan bir topluluğun bir hadisi veya haberi aktarması
vaad etmek: söz vermekvücud: varlık; var olmak
ziyade: çok, fazlazîruh: ruh sahibi
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki ebedî hayatâlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi
şahsiyet: kişi, şahısşedit: şiddetli
şehadet: şahitlik, tanıklıkşuhud: görme, şahid olma

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 361

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>olan aşk-ı bekà ve şevk-i ebediyet ve âmâl-i sermediyet, bilbedâhe işaret ve delâletiyle, bu âlem-i fâniden sonra bir âlem-i bâki ve bir dâr-ı âhiret ve bir dâr-ı saadet bulunduğunu o derece kat’î bir surette ispat ederler ki, dünyanın vücudu kadar, bilbedâhe âhiretin vücudunu kabul etmeyi istilzam ederler. HAŞİYE-1

Madem Kur’ân-ı Hakîmin bize verdiği en mühim bir ders, iman-ı bil’âhirettir; ve o iman da bu derece kuvvetlidir; ve o imanda öyle bir rica ve bir teselli var ki, yüz bin ihtiyarlık birtek şahsa gelse, bu imandan gelen teselli mukabil gelebilir. Biz ihtiyarlar “Elhamdü lillâhi alâ kemâli’l-îmân” deyip ihtiyarlığımıza sevinmeliyiz.

ALTINCI RİCA

Bir zaman, elîm bir esaretimde, insanlardan tevahhuş edip Barla Yaylasında, Çam dağının tepesinde yalnız kaldım. Yalnızlıkta bir nur arıyordum. Bir gece, o yüksek tepenin başındaki yüksek bir çam ağacının üstündeki üstü açık odacıkta idim. Üç dört gurbeti birbiri içinde ihtiyarlık bana ihtar etti. Altıncı Mektupta izah edildiği gibi, o gece, ıssız, sessiz, yalnız, ağaçların hışırtılarından ve hemhemelerinden gelen hazîn bir sadâ, bir ses, rikkatime, ihtiyarlığıma, gurbetime ziyade dokundu. İhtiyarlık bana ihtar etti ki: Gündüz nasıl şu siyah bir kabre tebeddül etti, dünya siyah kefenini giydi; öyle de, senin ömrünün gündüzü de geceye



[NOT]Haşiye-1 Evet, sübutî bir emri ihbar etmenin kolaylığı ve inkâr ve nefyetmenin gayet müşkül olduğu bu temsilden görünür. Şöyle ki: Biri dese, “Meyveleri süt konserveleri olan gayet harika bir bahçe küre-i arz üzerinde vardır”; diğeri dese, “Yoktur.” ispat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle, kolayca dâvâsını ispat eder. İnkâr eden adam, nefyini ispat etmek için bütün küre-i arzı görmek ve göstermekle dâvâsını ispat edebilir. Aynen öyle de, Cenneti ihbar edenler, yüz binler tereşşuhâtını, meyvelerini, âsârını gösterdiklerinden kat-ı nazar, iki şahid-i sadıkın sübutuna şehadetleri kâfi gelirken; onu inkâr eden, hadsiz bir kâinatı, hadsiz ebedî zamanı temâşâ etmek ve görmek ve eledikten sonra inkârını ispat edebilir, ademini gösterebilir. İşte, ey ihtiyar kardeşler, iman-ı âhiretin ne kadar kuvvetli olduğunu anlayınız.[/NOT]





Barla Yaylası
: (bk. bilgiler)





Elhamdü lillâhi alâ kemâli’l-îmân
: imanın kemâl derecesinde olmasından dolayı Allah’a hamd olsun
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ânaşk-ı bekà: sonsuzluk aşkı
bilbedâhe: açık bir şekildedelâlet: delil olma
dâr-ı saadet: mutluluk yurdu, âhiretdâr-ı âhiret: âhiret yurdu
dâvâ: iddiaebedî: sonsuz
elîm: acı ve sıkıntı verenesaret: esirlik, tutsaklık
gurbet: gariplik, yabancılıkhadsiz: sınırsız
hazîn: hüzün veren, acıklıhaşiye: dipnot
hemheme: rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan seslerihbar etmek: haber vermek
ihtar etmek: hatırlatmakiman-ı bil’âhiret: âhirete iman
iman-ı âhiret: âhirete inanmainkâr etmek: inanmamak
istilzam etmek: gerekli görmekizah etmek: açıklamak
kat-ı nazar: gözardı etmekat’î: kesin
kâfi: yeterlikâinat: evren, yaratılan herşey
küre-i arz: yerküre, dünyamukabil: karşılık
mühim: önemlimüşkül: zor
nefy: inkârnefyetmek: inkâr etmek, reddetmek
rica: ümitrikkat: ince yüreklilik
sadâ: sessuret: biçim, şekil
sübut: gerçeklik ve kesinliksübutî: gerçek ve kesin
tebeddül etmek: değişmek, dönüşmektemsil: analoji, kıyaslama tarzında benzetme
temâşâ etmek: seyretmek, gözlemlemektereşşuhât: sızıntılar, izler
tevahhuş etmek: korkmak, ürkmekvücud: varlık
ziyade: çok, fazlaÇam Dağı: (bk. bilgiler)
âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayatâlem-i bâki: devamlı ve kalıcı âlem
âlem-i fâni: gelip geçici dünyaâmâl-i sermediyet: sonsuz arzular ve emeller
âsâr: eserlerşahid-i sadık: doğru sözlü şahit
şehadet: şahidlik, tanıklıkşevk-i ebediyet: şiddetli sonsuzluk şevki, isteği

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 362

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>ve dünya gündüzü de berzah gecesine ve hayatın yazı dahi ölümün kış gecesine inkılâp edeceğini kalbimin kulağına söyledi. Nefsim bilmecburiye dedi:

Evet, ben vatanımdan garip olduğum gibi, bu elli sene zarfındaki ömrümde zeval bulan sevdiklerimden ayrı düştüğümden ve arkalarında onlara ağlayarak kaldığımdan, bu vatan gurbetinden daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbettir. Ve bu gece ve dağın garibâne vaziyetindeki hazîn gurbetten daha ziyade hazîn ve elîm bir gurbete yakınlaşıyorum ki, bütün dünyadan birden mufarakat zamanı yakınlaştığını ihtiyarlık bana haber veriyor. Bu gurbet gurbet içinde ve bu hüzün hüzün içindeki vaziyetten bir rica, bir nur aradım. Birden, iman-ı billâh imdada yetişti. Öyle bir ünsiyet verdi ki, bulunduğum muzaaf vahşet bin defa tezâuf etseydi, yine o teselli kâfi gelirdi.

Evet, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Madem Rahîm bir Hâlıkımız var; bizim için gurbet olamaz. Madem O var; bizim için herşey var. Madem O var; melâikeleri de var. Öyleyse bu dünya boş değil; hâli dağlar, boş sahrâlar Cenâb-ı Hakkın ibâdıyla doludur. Zîşuur ibâdından başka, Onun nuruyla, Onun hesabıyla taşı da, ağacı da birer mûnis arkadaş hükmüne geçer, lisan-ı halle bizimle konuşabilirler ve eğlendirirler.

Evet, bu kâinatın mevcudatı adedince ve bu büyük kitab-ı âlemin harfleri sayısınca, vücuduna şehadet eden; ve zîruhların medar-ı şefkat ve rahmet ve inâyet olabilen cihazatı ve mat’ûmâtı ve nimetleri adedince rahmetini gösteren deliller, şahitler, bize Rahîm, Kerîm, Enîs, Vedûd olan Hâlıkımızın, Sâniimizin, Hâmîmizin dergâhını gösteriyorlar. O dergâhta en makbul bir şefaatçi, acz ve zaaftır. Ve acz ve zaafın tam zamanı da ihtiyarlıktır. Böyle bir dergâha makbul bir şefaatçi olan ihtiyarlıktan küsmek değil, sevmek lâzımdır.

YEDİNCİ RİCA

Bir zaman, ihtiyarlığın başlangıcında, Eski Said’in gülmeleri Yeni Said’in ağlamalarına






Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi AllahEnîs: yarattığı varlıklara karşı çok yakın, dost olan Allah
Eski Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)Hâlık: her şeyi yaratan Allah
Hâmî: koruyan, sahip çıkan Allah Kerîm: sonsuz cömertlik ve ikram sahibi Allah
Rahîm: rahmeti herşeyi kuşatan her bir varlığa ayrı ayrı şefkatini gösteren AllahSâni: herşeyi mükemmel ve san’atlı bir şekilde yaratan Allah
Vedûd: kullarını çok seven ve şefkat eden, Kendisine çok sevgi beslenen AllahYeni Said: (bk. bilgiler – Bediüzzaman Said Nursî)
acz: güçsüzlükberzah: kabir âlemi
bilmecburiye: zorunlu olarakcihazat: cihazlar, donanım
dergâh: Allah’ın yüce katıelîm: acı ve sıkıntı veren
garibâne: garip olarakgarip: yalnız, kimsesiz
gurbet: gariplik, yabancılıkhazîn: hüzün veren, acıklı
hâli: boş, ıssızhüzün: üzüntü
ibâd: ibadet edenler, kullarihtiyare: yaşlı kadın
iman-ı billâh: Allah’a imaninkılâp etmek: dönüşmek
inâyet: Allah’tan gelen yardım, ihsan, iyilikkitab-ı âlem: âlem kitabı, kâinat
kâfi: yeterlikâinat: evren
lisan-ı hâl: hâl ve beden dilimakbul: kabul edilen
mat’ûmât: yiyeceklermedar-ı şefkat: şefkat sebebi
melâike: meleklermevcudat: varlıklar
mufarakat: ayrılıkmuzaaf: katmerli, kat kat
mûnis: cana yakın, dostnimet: maddî ve manevî ihtiyaç duyulan şeyler; yenilip içilecek şeyler
rahmet: İlâhî şefkat, merhametrica: ümit
tezâuf etmek: katlanarak artmakvahşet: ürküntü
vaziyet: durumvücud: varlık
zeval bulan: gelip geçen, yok olanziyade: çok, fazla
zîruh: ruh sahibizîşuur: şuur sahibi
ünsiyet: dostluk, alışkanlıkşefaatçi: af için aracılık eden
şehadet eden: şahitlik, tanıklık eden

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 363

inkılâp ettiği hengâmda, Ankara’daki ehl-i dünya beni Eski Said zannedip oraya istediler, gittim. Güz mevsiminin âhirlerinde Ankara’nın benden çok ziyade ihtiyarlanmış, yıpranmış, eskimiş kal’asının başına çıktım. O kale, tahaccür etmiş hâdisât-ı tarihiye suretinde bana göründü. Senenin ihtiyarlık mevsimiyle benim ihtiyarlığım, kalenin ihtiyarlığı, beşerin ihtiyarlığı, şanlı Osmanlı Devletinin ihtiyarlığı ve Hilâfet Saltanatının vefatı ve dünyanın ihtiyarlığı, bana gayet hazîn ve rikkatli ve firkatli bir hâlet içinde, o yüksek kal’ada geçmiş zamanın derelerine ve gelecek zamanın dağlarına baktırdı ve baktım. Birbiri içinde beni ihata eden dört beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir hâlet-i ruhiye hissettiğimden,HAŞİYE-1 bir nur, bir teselli, bir rica aradım.

Sağa, yani, mazi olan geçmiş zamana bakıp teselli ararken, bana mazi, pederimin ve ecdadımın ve nev’imin bir mezar-ı ekberi suretinde göründü. Teselli yerine vahşet verdi.

Sol tarafım olan istikbale, derman ararken baktım. Gördüm ki, benim ve emsalimin ve nesl-i âtinin büyük ve karanlıklı bir kabri suretinde göründü, ünsiyet yerine dehşet verdi.

Sağ ile soldan tevahhuş edip hazır günüme baktım. O gafletli ve tarihvâri nazarıma o hazır gün, yarım ölmekte ve hareket-i mezbûhânedeki ıztırap çeken cismimin cenazesini taşıyan bir tabut suretinde göründü.

Sonra bu cihetten dahi me’yus olunca, başımı kaldırıp, ömrümün ağacının başına baktım. Gördüm ki, o ağacın tek bir meyvesi var; o da benim cenazemdir, o ağaç üstünde duruyor, bana bakıyor.

O cihetten dahi tevahhuş edip başımı aşağıya eğdim, o ömür ağacının aşağısına, köküne baktım. Gördüm ki, o aşağıda olan toprak, kemiklerimin toprağıyla mebde-i hilkatimin toprağı birbirine karışmış bir surette, ayaklar altında çiğneniyor gördüm. O da derman değil, belki derdime dert kattı.

Sonra mecburiyetle arkama baktım. Gördüm ki, esassız, fâni olan dünya, hiçlik derelerinde ve yokluk zulümatında yuvarlanıp gidiyor. Derdime merhem ararken, zehir ilâve etti.



[NOT]Haşiye-1 O zaman bu hâlet-i ruhiye Fârisî bir münâcat suretinde kalbe geldi, yazdım. Ankara’da Hubab risalesinde tab edilmiştir[/NOT]





Ankara: (bk. bilgiler)
Fârisî: Farsça
Hilâfet Saltanatı: hilafetin egemenliği
Hubab Risalesi: Mesnevî-i Nuriye’de yer alan bir bölüm
Osmanlı Devleti: (bk. bilgiler)
beşer: insanlık
cihet: yön, taraf
derman: ilâç
ehl-i dünya: dünyaya dalıp, âhireti düşünmeyenler
emsal: benzer, akran
esassız: temelsiz
firkat: ayrılık
fâni: geçici, ölümlü
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli
güz: sonbahar
hareket-i mezbûhâne: can çekişme hareketi
haşiye: dipnot
hengâm: zaman, dönem
hâdisât-ı tarihiye: tarihî olaylar
hâlet: durum, hâl
hâlet-i ruhiye: insanın ruh hâli, psikolojik durumu
ihata etme: içine alma, kuşatma
inkılâp etmek: dönüşmek
istikbal: gelecek
mazi: geçmiş zaman
mebde-i hilkat: yaratılışın başlangıcı
merhem: ilaç, çare
mezar-ı ekber: çok büyük mezar
me’yus: ümitsiz
münâcat: dua, Allah’a yakarış
nazar: bakış
nesl-i âti: gelecek nesil
nev’: tür, cins
peder: baba
rica: ümit
rikkatli: dokunaklı, acıklı
suret: biçim, görünüş
tab edilmek: yazılmak
tahaccür etmek: taşlaşmak
tarihvâri: tarih tarzında
tevahhuş etmek: yabanîlik çekmek
vahşet: ürküntü, yabanîlik
zulümat: karanlıklar
âhir: son
ünsiyet: dostluk, yakınlık

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 364

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>O cihette dahi hayır göremediğimden, ön tarafıma baktım, ileriye nazarımı gönderdim. Gördüm ki, kabir kapısı tam yolumun üstünde açık görünüp, ağzını açmış, bana bakıyor. Onun arkasında, ebed tarafına giden cadde ve o caddede giden kafileler uzaktan uzağa nazara çarpıyor.

Ve bu altı cihetten gelen dehşetlere karşı bana nokta-i istinad ve silâh-ı müdafaa olacak, cüz’î bir cüz-ü ihtiyarîden başka birşey elimde yok. O hadsiz a’dâ ve hesapsız muzır şeylere karşı tek bir silâh-ı insanî olan o cüz-ü ihtiyarî, hem nâkıs, hem kısa, hem âciz, hem icadsız olduğundan, kesbden başka birşey elinden gelmez. Ne geçmiş zamana geçebilir, tâ ondan bana gelen hüzünleri sustursun; ve ne de istikbale hulûl edebilir, tâ ondan gelen korkuları men etsin. Geçmiş ve geleceklere ait emellerime ve elemlerime faydası olmadığını gördüm.

Bu altı cihetten gelen dehşet ve vahşet ve karanlık ve me’yusiyet içinde çırpındığım hengâmda, birden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın semâsında parlayan iman nurları imdada yetişti. O altı ciheti o kadar tenvir edip ışıklandırdı ki, gördüğüm o vahşetler ve karanlıklar yüz derece tezauf etseydi, yine o nur onlara karşı kâfi ve vâfi idi. Bütün o dehşetleri birer birer teselliye ve o vahşetleri birer birer ünsiyete çevirdi. Şöyle ki:

İman, o vahşetli geçmiş zamanın mezar-ı ekber suretini yırtıp, ünsiyetli bir meclis-i münevver ve bir mecma-i ahbap olduğunu biaynilyakîn, bihakkılyakîn gösterdi.

Hem iman, bir kabr-i ekber suretinde nazar-ı gaflete görünen gelecek zamanı, sevimli saadet saraylarında bir ziyafet-i Rahmâniye meclisi suretinde biilmilyakîn gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gaflete bir tabut vaziyetinde görünen hazır zamanı ve o hazır günün tabutiyet şeklini kırıp, o hazır gün uhrevî bir ticaretgâh dükkânı ve şâşaalı bir misafirhane-i Rahmânî suretinde bilmüşahede gösterdi.





Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’âna’dâ: düşmanlar
biaynelyakîn: gözle görerek kesin bilgi edinmebihakkalyakîn: bizzat yaşayarak kesin bilgi edinme
biilmelyakîn: ilmî delillerle elde edilen kesinlikbilmüşahede: gözle görerek
cihet: taraf, yöncüz-ü ihtiyarî: insanda bulunan sınırlı irade
cüz’î: ferdî, sınırlıdehşet: korku, ürküntü
ebed: sonsuzlukelem: acı, keder
emel: arzu, istekhadsiz: sayısız
hengâm: zaman, dönemhulûl etmek: girmek, katılmak
hüzün: üzüntüicadsız olmak: bir şey ortaya koyamamak
istikbal: gelecekkabr-i ekber: çok büyük mezar
kesb etmek: kazanmakkâfi: yeterli
meclis-i münevver: nurlu meclismecma-i ahbap: dostların toplandığı yer
men etmek: yasaklamak, engel olmakmezar-ı ekber: çok büyük mezar
me’yusiyet: ümitsizlikmisafirhane-i Rahmânî: Allah’ın sonsuz rahmetiyle kulları için bir konak gibi hazırladığı dünya
muzır: zararlı nazar: bakış
nazar-ı gaflet: gaflet bakışı, bir şeyin manasını anlamadan bakmaknokta-i istinad: dayanak noktası
nâkıs: eksik, noksansaadet: mutluluk
semâ: gökyüzüsilâh-ı insanî: insana ait silah
silâh-ı müdafa: savunma silâhısuret: biçim, görünüş
tabutiyet: tabut olma özelliğitenvir etmek: aydınlatmak
tezâuf etmek: katlanarak artmakticaretgâh: alışveriş yeri
uhrevî: âhirete aitvahşet: ürküntü, yabanîlik
vahşetli: ürküntü verenvâfi: yeterli
ziyafet-i Rahmâniye: Allah’ın sonsuz rahmetiyle kullarına sunduğu ziyafetlerâciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyen
ünsiyet: dostluk, arkadaşlık ünsiyetli: cana yakın, dost
şâşaalı: gösterişli, göz alıcı bir şekilde

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 365

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Hem iman, nazar-ı gaflete ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzet olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmilyakîn gösterdi.

Hem iman, kemiklerimle mebde-i hilkatimin toprağı, ayak altında ehemmiyetsiz mahvolmuş kemikler olmadığını, belki o toprak, rahmet kapısı ve Cennet salonunun bir perdesi olduğunu sırr-ı imanla gösterdi.

Hem iman, nazar-ı gafletle arkamda, hiçlikte, yokluk karanlığında yuvarlanan dünyanın vaziyetini sırr-ı Kur’ân’la gösterdi ki, o zâhirî zulümatta yuvarlanan dünya ise, vazifesi bitmiş, mânâsını ifade etmiş, neticelerini kendine bedel vücutta bırakmış bir kısım mektubat-ı Samedâniye ve sahâif-i nukuş-u Sübhâniye olduğunu gösterdi. Dünyanın mahiyeti ne olduğunu biilmilyakîn bildirdi.

Hem iman, ileride gözünü açıp bana bakan kabri ve kabrin arkasında ebede giden caddeyi, nur-u Kur’ân ile gösterdi ki, o kabir, kuyu kapısı değil, belki âlem-i nurun kapısıdır. Ve o yol ise, hiçliğe ve ademistana değil, belki vücuda, nuristana ve saadet-i ebediyeye giden yol olduğunu, tam kanaat verecek bir derecede gösterdiğinden, dertlerime hem derman, hem merhem oldu.

Hem iman, o elinde pek cüz’î bir kesb bulunan cüz’î bir cüz-ü ihtiyarî yerine, o hadsiz düşman ve zulmetlere karşı, gayr-ı mütenâhi bir kudrete istinad etmek ve hadsiz bir rahmete intisap etmek için o cüz-ü ihtiyarînin eline bir vesika veriyor; belki de iman, o cüz-ü ihtiyarînin elinde bir vesika oluyor. Hem o cüz-ü ihtiyarî olan silâh-ı insanî, gerçi zâtında hem kısa, hem âciz, hem noksandır. Fakat, nasıl ki bir asker, cüz’î kuvvetini devlet hesabına istimal ettiği vakit, binler derece kuvvetinden fazla işler görür; öyle de, sırr-ı imanla o cüz’î cüz-ü ihtiyarî, Cenâb-ı Hak namına, Onun yolunda istimal edilse, beş yüz sene genişliğinde bir Cenneti dahi kazanabilir.





Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allahademistan: yokluk ülkesi
bedel: karşılıkbiilmilyakîn: ilmî delillerle elde edilen kesinlik
cüz-ü ihtiyarî: insanda bulunan sınırlı iradecüz’î: ferdî, az, sınırlı
derman: ilâçebed: sonsuzluk
ebedî: sonsuzehemmiyetsiz: önemsiz
gayr-ı mütenâhi: sınırsız, sonsuzhadsiz: sayısız
intisap etmek: bağlanmak, mensup olmakistinad etmek: dayanmak
kanaat: görüş, fikirkesb: kazanma
kudret: güç, iktidarmahiyet: öz nitelik, özellik
mazhar olma: nâil olma, erişmemebde-i hilkat: yaratılışın başlangıcı
mektubat-ı Samedâniye: Allah’ın hiçbir şeye muhtaç olmadığını, her şeyin Ona muhtaç olduğunu gösteren mektuplarmerhem: ilaç, çare
namzet olmak: aday olmaknamına: adına
nazar-ı gaflet: gaflet bakışı, bir şeyin manasını anlamadan bakmaknetice: son, sonuç
noksan: eksiknur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru
nuristan: nur ülkesirahmet: İlâhî şefkat, merhamet
saadet: mutluluksaadet-i ebediye: sonsuz mutluluk
sahâif-i nukuş-u Sübhâniye: her türlü kusur ve noksandan uzak olan Allah’ın nakışlarını gösterdiği sahifelersilâh-ı insanî: insana ait silah
sırr-ı Kur’ân: Kur’ân’ın sırrısırr-ı iman: iman sırrı
vaziyet: durumvesika: belge
vücut: varlıkzulmet: karanlık
zulümat: karanlıklarzâhirî: dış görünüşte var olan
zâtında: bir şeyin kendisindeâciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyen
âlem-i nur: nur âlemi

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 366

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz-ü ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp kalbe ve ruha teslim eder. Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dahil olduğundan; o cüz-ü ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesb eder. Zaman-ı mazinin en derin derelerine kuvvet-i imanla girebildiği ve hüzünlerin zulmetlerini def edebildiği gibi, nur-u imanla istikbalin en uzak dağlarına kadar çıkar, korkuları izale eder.

İşte, ey benim gibi ihtiyarlık zahmetini çeken ihtiyar ve hemşire ihtiyareler! Madem, elhamdü lillâh, biz ehl-i imanız; ve madem imanda bu kadar nurlu, lezzetli, sevimli, şirin defineler var; ve madem ihtiyarlığımız bizi bu definenin içine daha ziyade sevk ediyor. Elbette imanlı ihtiyarlıktan şekvâ değil, belki binler teşekkür etmeliyiz.

SEKİZİNCİ RİCA

İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumînin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit, ehemmiyetli bir şan ve şeref vaziyeti, hattâ Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar, haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği hâlet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki, adeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemûtâne dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum.

İşte o zamanda, İstanbul’un Bayezid cami-i mübarekine, Ramazan-ı Şerifte ihlâslı hafızları dinlemeye gittim. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, semâvî yüksek hitabıyla beşerin fenâsını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette
1 كُلُّ نَفْسٍ ذَاۤئِقَةُ الْمَوْتِ





[NOT]Dipnot-1 “Her nefis ölümü tadıcıdır.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:185.[/NOT]




Bayezid cami-i mübareki: mübarek Bayezid Cami
Halife: bütün Müslümanların dinî lideri olan Osmanlı padişahı
Harb-i Umûmî: Birinci Dünya Savaşı
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ân
Ramazan-ı Şerif: mübarek Ramazan ayı
alâmet: belirti, işaret
beşer: insanlık
cihet: taraf, yön
cisim: beden
cüz-ü ihtiyarî: insanda bulunan sınırlı irade
cüz’iyet: sınırlı oluş
daimî: sürekli
daire-i hayat: hayat alanı
dağdağa: kargaşa, dağınıklık
def etmek: uzaklaştırmak, ortadan kaldırmak
define: hazine
ehl-i iman: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inananlar, mü’minler
elhamdü lillâh: Allah’a hamd olsun!
esaret: esirlik, tutsaklık
fenâ: yokluk, gelip geçici olma
had: yetki, sınır
hafız: Kur’ân’ı ezberleyen kişi
hazır zaman: şimdiki zaman
hemşire: kız kardeş
hitab: konuşma, seslenme
hâlet-i ruhiye: ruh hâli, psikolojik durum
hüsn-ü teveccüh: insanların güzel ilgi ve alakâ göstermesi
hüzün: üzüntü
ihlâslı: ibadet ve davranışlarında sadece Allah’ın rızasını gözeten
ihtiyare: yaşlı kadın
iltifat: övgü
istikbal: gelecek zaman
izale etmek: gidermek, ortadan kaldırmak
kesb: kazanma
keşmekeşlik: karışıklık
kuvvet-i iman: iman gücü
külliyet: kapsamlılık, genişlik
lâyemûtâne: ölmeyecekmişçesine, ölümsüz olarak
mazi: geçmiş zaman
medrese: din eğitimi veren yüksek okul
münhasır: sınırlı
nur-u iman: iman nuru, aydınlığı
nüfuz etmek: etkilemek
rica: ümit
semâvî: Allah tarafından olan
sevk etmek: yönlendirmek
talebe: öğrenci
vaziyet: durum
vaziyet-i acibe: şaşırtıcı durum
vefat: ölüm
zaman-ı mazi: geçmiş zaman
ziyade: çok, fazla
zulmet: karanlık
zîhayat: canlı
İstanbul: (bk. bilgiler)
Şeyhülislâm: Osmanlı Devletinde din işlerinde en yüksek makamda bulunan kişi
şan ve şeref: büyüklük, yücelik
şekvâ etmek: şikâyet etmek

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 367

fermanını, hafızların lisanıyla ilân etti. Kulağıma girip, tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını parça parça etti. Camiden çıktım. Daha çoktan beri başımda yerleşen o eski uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Âyinede saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: “Dikkat et!”

İşte o beyaz kılların ihtarıyla vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki, çok güvendiğim ve ezvâkına meftun olduğum gençlik elveda diyor. Ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeye başlıyor ve pek çok alâkadar ve adeta âşık olduğum dünya bana uğurlar olsun deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de Allahaısmarladık deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan كُلُّ نَفْسٍ ذَاۤئِقَةُ الْمَوْتِ âyetinin külliyetinde, “Nev‑i insanî bir nefistir; dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefistir; bâki bir surete girmek için o da ölecek. Dünya dahi bir nefistir; âhiret suretine girmek için o da ölecek” mânâsı, âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.

İşte bu hâlette vaziyetime baktım ki, medar-ı ezvak olan gençlik gidiyor; menşe-i ahzân olan ihtiyarlık, yerine geliyor. Ve gayet parlak ve nuranî hayat gidiyor; zâhirî karanlıklı, dehşetli ölüm, yerine gelmeye hazırlanıyor. Ve o çok sevimli ve daimî zannedilen ve gafillerin mâşukası olan dünya, pek sür’atle zevâle kavuşuyor gördüm. Kendi kendimi aldatmak ve yine başımı gaflete sokmak için, İstanbul’da haddimden çok fazla gördüğüm makam-ı içtimaînin ezvâkına baktım, hiçbir faidesi olmadı. Bütün onların teveccühü, iltifatı, tesellileri, yakınımda olan kabir kapısına kadar gelebilir, orada söner. Ve şöhretperestlerin bir gaye-i hayali olan şan ve şerefin süslü perdesi altında sakîl bir riyâ, soğuk bir hodfuruşluk, muvakkat bir sersemlik suretinde gördüğümden, anladım ki, beni şimdiye kadar aldatan bu işler, hiçbir teselli veremez ve onlarda hiçbir nur yok.





Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla mu’cize olan Kur’ânalâkadar: alakalı, ilgili
bâki: devamlı, sonsuzdaimî: sürekli, devamlı
ezvâk: zevkler, lezzetlerferman: emir, buyruk
gafil: Allah’ı düşünmeyen ve sorumluluklarından habersizgaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli
gaye-i hayal: hayal edilen gaye, hayalin hedefihad: yetki, seviye
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatıhodfuruşluk: kendi kendini beğenme
hâlet: durum, hâlihtar etmek: hatırlatmak, uyarmak
iltifat: övgükülliyet: bütünlük, kapsamlılık
küre-i arz: yerkürelisan: dil
makam-ı içtimaî: sosyal hayattaki makam, mevkimedar-ı ezvak: zevklerin, lezzetlerin kaynağı
meftun: düşkünmenşe-i ahzân: hüzünlerin kaynağı
muhabbet: sevgimuvakkat: geçici
mâşuk: aşık olunan, sevilennefis: varlık, kişi
nev-i insanî: insan türü, insanlıkriyâ: gösteriş
sakîl: çirkin, ağır karşılanansuret: biçim, şekil
sür’at: hıztabaka: kat, sınıf
tavazzuh etmek: aydınlanmak, açıklığa kavuşmakteveccüh: yönelme, ilgi gösterme
vaziyet: durumzevâl: geçicilik, yokluk
zâhirî: dış görünüşteâhiret: öteki dünya, öldükten sonraki sonsuz hayat
âyet: Kur’an’da yer alan her bir cümleİstanbul: (bk. bilgiler)
şöhretperest: şöhret düşkünü

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 368

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Yine tam uyanmak için, Kur’ân’ın semâvî dersini işitmek üzere, yine Bayezid Camiindeki hafızları dinlemeye başladım. O vakit, o semâvî derstenوَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا1 (ilâ âhir) nev’inden kudsî fermanlarla müjdeler işittim. Kur’ân’dan aldığım feyizle hariçten teselli aramak değil, belki dehşet ve vahşet ve meyusiyet aldığım noktalar içinde teselliyi, ricayı, nuru aradım. Cenâb-ı Hakka yüz bin şükür olsun ki, ayn-ı dert içinde dermanı buldum. Ayn-ı zulmet içinde nuru buldum. Ayn-ı dehşet içinde teselliyi buldum.

En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur’ân ile gördüm ki, ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de, fakat mü’min için asıl siması nuranîdir, güzeldir gördüm. Ve çok risalelerde bu hakikati kat’î bir surette ispat etmişiz. Sekizinci Söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi, ölüm, idam değil, firak değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır. Ve hâkezâ, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakikî güzel simasını gördüm. Korkarak değil, belki bir cihetle müştakane mevtin yüzüne baktım. Ehl-i tarikatçe rabıta-i mevtin bir sırrını anladım.

Sonra, herkesi zevâliyle ağlatan ve herkesi kendine meftun ve müştak eden ve günah ve gafletle geçen ve geçmiş gençliğime baktım. O güzel, süslü çarşafı (elbisesi) içinde gayet çirkin, sarhoş, sersem bir yüz gördüm. Eğer mahiyetini bilmeseydim birkaç sene beni sarhoş edip güldürmesine bedel, yüz sene dünyada kalsam beni ağlattıracaktı. Nasıl ki öylelerden birisi ağlayarak demiş:لَيْتَ الشَّبَابَ يَعُودُ يَوْمًا فَاُخْبِرَهُ بِمَا فَعَلَ اْلمَشِيبُ Yani, “Keşke gençliğim



[NOT]Dipnot-1 “İman edenleri müjdele...” Bakara Sûresi, 2:25.
[/NOT]





Bayezid Camii
: (bk. bilgiler)





Cenâb-ı Hak
: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah

Nur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru, aydınlığı
ayn-ı dehşet: tam bir dehşet
ayn-ı dert: tam bir dert
ayn-ı zulmet: tam bir karanlık
bedel: karşılık
berzah âlemi: öldükten sonra ruhların kıyamete kadar kalacakları mânevî âlem, kabir âlemi
cihet: yön, taraf
derman: ilâç
ehl-i tarikat: tarikata mensup olanlar
evvel: önce
ferman: buyruk
feyiz: mânevî gıda, bereket
firak: ayrılık
gaflet: Allah’ın emir ve yasaklarına duyarsız davranma hâli
hafız: Kur’ân’ı ezberleyen kişi
hakikat: doğru gerçek
hariçten: dışarıdan
hayat-ı ebediye: sonsuz hayat, âhiret hayatı
hâkezâ: bunun gibi
idam: hiçlik, yokluk
ilâ âhir: ve sonuna kadar
izah etmek: açıklamak
kafile-i ahbab: dostların oluşturduğu topluluk
kat’î: kesin
kudsî: kutsal
külfet: zahmet, zorluk
mahiyet: nitelik, özellik
mebde: başlangıç
meftun: düşkün
mevt: ölüm
meyusiyet: ümitsizlik
mukaddeme: başlangıç
müştak: arzulu, istekli
müştakane: aşk derecesinde, çok isteyerek
mü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan
nev’: tür
nuranî: nurlu, parlak
rabıta-i mevt: her an ölümü düşünüp ahiret için çalışmak
rica: ümit
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhî
sima: yüz, görünüş
suret: biçim, şekil
tebdil-i mekân: yer değiştirme
terhis: göreve son verme
tevehhüm etmek: sanmak
vahşet: ürküntü, korku
vazife-i hayat: hayat görevi
zevâl: gelip geçicilik, yokluk

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 369

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>birgün dönseydi, ihtiyarlık benim başıma ne kadar hazîn haller getirdiğini ona şekvâ edip söyleyecektim.”

Evet, bu zat gibi gençliğin mahiyetini bilmeyen ihtiyarlar, gençliklerini düşünüp teessüf ve tahassürle ağlıyorlar. Halbuki gençlik, eğer ehl-i kalb, ehl-i huzur ve aklı başında ve kalbi yerinde bulunan mü’minlerde olsa, ibadete ve hayrâta ve ticaret-i uhreviyeye sarf edilse, en kuvvetli bir vesile-i ticaret ve güzel ve şirin bir vasıta-i hayrattır. Ve o gençlik, vazife-i diniyesini bilip sû-i istimal etmeyenlere, kıymettar, zevkli bir nimet-i İlâhiyedir. Eğer istikamet, iffet, takvâ beraber olmazsa, çok tehlikeleri var; taşkınlıklarıyla saadet-i ebediyesini ve hayat‑ı uhreviyesini zedeler. Belki hayat-ı dünyeviyesini de berbat eder. Belki bir iki sene gençlik zevkine bedel, ihtiyarlıkta çok seneler gam ve keder çeker.

Madem ekser insanlarda gençlik zararlı düşüyor. Biz ihtiyarlar Allah’a şükretmeliyiz ki, gençlik tehlikelerinden ve zararlarından kurtulduk. Herşey gibi, elbette gençliğin dahi lezzetleri gidecek. Eğer ibadete ve hayra sarf edilmişse, o gençliğin meyveleri onun yerinde bâki kalıp, hayat-ı ebediyede bir gençlik kazanmasına vesile olur.

Sonra, ekser nâsın âşık ve müptelâ olduğu dünyaya baktım. Nur-u Kur’ân ile gördüm ki, birbiri içinde üç küllî dünya var: Birisi esmâ-i İlâhiyeye bakar, onların âyinesidir. İkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasıdır. Üçüncü yüzü ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel’abegâhıdır.

Hem herkesin bu dünyada koca bir dünyası var. Adeta insanlar adedince dünyalar birbiri içine girmiş. Fakat herkesin hususî dünyasının direği, kendi hayatıdır. Ne vakit cismi kırılsa, dünyası başına yıkılır, kıyameti kopar. Ehl-i gaflet, kendi dünyasının böyle çabuk yıkılacak vaziyetini bilmediklerinden, umumî dünya gibi daimî zannedip perestiş eder.

Başkalarının dünyası gibi çabuk yıkılır, bozulur, benim de hususî bir dünyam var. “Bu hususî dünyam, bu kısacık ömrümle ne faydası var?” diye düşündüm. Nur-u Kur’ân ile gördüm ki:





bedel: karşılıkbâki: devamlı olan, sonsuz
daimî: sürekli, devamlıehl-i dünya: dünyaya dalıp, âhireti düşünmeyenler
ehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlarehl-i huzur: kendisini her an Allah’ın huzurunda hissedenler
ehl-i kalb: kalb ehli, mânevî derecelere yükselen kişilerekser: pek çok
esmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimlerigam ve keder: sıkıntı ve üzüntü
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatıhayat-ı ebediye: sonsuz hayat, âhiret hayatı
hayat-ı uhreviye: ahiret hayatıhayrât: iyilikler, sevap kazandıran işler
hayır: sevap kazandıran işlerhazîn: hüzün veren, acıklı
hususî: özel; gerçekiffet: namusluluk, haram ve yasak şeylere yeltenmemek
istikamet: doğruküllî: geniş, kapsamlı
kıymet: değermahiyet: öz nitelik, özellik
mel’abegâh: oyun yerimezraa: tarla
müptelâ olmak: bağımlı olmakmü’min: Allah’a ve Ondan gelen herşeye inanan
nimet-i İlâhiye: Allah’ın nimetinur-u Kur’ân: Kur’ân’ın nuru, aydınlığı
nâs: insanlarperestiş etmek: aşırı derece sevmek ve bağlanmak
saadet-i ebediye: sonsuz mutluluksarf etmek: harcamak
sû-i istimal: kötüye kullanmatahassür: özlem, hasret çekme
takvâ: Allah’ın emirlerini yerine getirip, günahlardan sakınmakteessüf: üzüntü
ticaret-i uhreviye: âhiret mutluluğunu kazanmak için yapılan ticaretumumî: genel, herkese ait
vasıta-i hayrat: hayırlı işler yapma aracıvazife-i diniye: dini görev, sorumluluk
vaziyet: durumvesile: aracı
vesile-i ticaret: ticaret aracıâhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat
şekvâ etmek: şikâyet etmek

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 370

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>Hem benim, hem herkes için, şu dünya muvakkat bir ticaretgâh; ve hergün dolar, boşalır bir misafirhane; ve gelen geçenlerin alışverişi için yol üstünde kurulmuş bir pazar; ve Nakkaş-ı Ezelînin teceddüd eden, hikmetle yazar bozar bir defteri ve her bahar, bir yaldızlı mektubu ve herbir yaz bir manzum kasidesi; ve o Sâni-i Zülcelâlin cilve-i esmâsını tazelendiren, gösteren âyineleri; ve âhiretin fidanlık bir bahçesi; ve rahmet-i İlâhiyenin bir çiçekdanlığı; ve âlem-i bekàda gösterilecek olan levhaları yetiştirmeye mahsus muvakkat bir tezgâhı mahiyetinde gördüm. Bu dünyayı bu surette yaratan Hâlık-ı Zülcelâle yüz bin şükrettim. Ve anladım ki, dünyanın, âhirete ve esmâ-i İlâhiyeye bakan güzel içyüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarf ettiğinden,1 حُبُّ الدُّنْيَا رَأْسُ كُلِّ خَطِيئَةٍ hadis-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.

İşte, ey ihtiyar ve ihtiyareler! Ben Kur’ân-ı Hakîmin nuruyla ve ihtiyarlığımın ihtarıyla ve iman dahi gözümü açmasıyla bu hakikati gördüm. Ve çok risalelerde kat’î burhanlarla ispat ettim. Kendime hakikî bir teselli ve kuvvetli bir rica ve parlak bir ziya gördüm. Ve ihtiyarlığıma memnun oldum ve gençliğin gitmesinden mesrur oldum. Siz de ağlamayınız ve şükrediniz. Madem iman var ve hakikat böyledir; ehl-i gaflet ağlasın, ehl-i dalâlet ağlasın.

DOKUZUNCU RİCA

Harb-i Umumîde, esaretle, Rusya’nın şark-ı şimalîsinde, çok uzak olan Kosturma vilâyetinde bulunuyordum. Orada Tatarların küçük bir camii, meşhur



[NOT]Dipnot-1 “Dünya sevgisi bütün hataların başıdır.” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1099; Süyûtî, ed-Dürerü’l-Müntesire, 97; İsfehânî, Hılyetü’l-Evliyâ, 6:388; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 3:368, no: 3662[/NOT]




Harb-i Umûmî
: Birinci Dünya Savaşı





Hâlık-ı Zülcelâl
: sonsuz haşmet sahibi ve her şeyin yaratıcısı olan Allah
Kosturma: (bk. bilgiler)Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
Nakkaş-ı Ezelî: varlığının başlangıcı ve sonu olmayan, ve her bir varlığı güzel nakışlar halinde yaratan AllahRusya: (bk. bilgiler)
Sâni-i Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı bir şekilde yaratan AllahTatar: (bk. bilgiler)
burhan: güçlü ve sarsılmaz delilcilve-i esmâ: Allah’ın isimlerinin yansıması
ehl-i dalâlet: doğru ve hak yoldan sapanlar, inançsız kimselerehl-i gaflet: âhirete, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı duyarsız olanlar
esaret: esirlik, tutsaklıkesmâ-i İlâhiye: Allah’ın isimleri
fâni: geçici olan, ölümlügafletli: insanı gaflete yönelten
hadis-i şerif: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranışhakikat: asıl, esas, gerçek mahiyet
hakikî: asıl, gerçekhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde yapılması
ihtar: hatırlatma, uyarıihtiyare: yaşlı kadın
kat’î: kesinlevha: tablo
mahiyet: öz nitelik, özellikmahsus: özgü
manzum kaside: kâfiyeli bir şekilde yazılan şiirmazhar olmak: erişmek, nail olmak
mesrur olmak: sevinmekmuhabbet: sevgi
muvakkat: geçicinev-i insan: insan türü, insanlık
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmetirica: ümit
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisisarf etmek: harcamak
suret: biçim, şekilsû-i istimal: kötüye kullanma
teceddüd eden: yenilenentezgâh: iş yeri
ticaretgâh: alışveriş yerivilâyet: il
ziya: ışıkâhiret: öldükten sonra yaşanacak olan sonsuz hayat
âlem-i bekà: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemişark-ı şimalî: kuzeydoğu

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 371

Volga Nehrinin kenarında bulunuyordu. Oradaki arkadaşlarım olan esir zabitler içinde sıkılıyordum. Yalnızlık istedim. Dışarıda izinsiz gezemiyordum. Tatar mahallesi, kefaletle beni o Volga Nehrinin kenarındaki küçük camie aldılar.

Ben yalnız olarak camide yatıyordum. Bahar da yakın. O şimal kıt’asının pek çok uzun gecelerinde çok uyanık kalıyordum. O karanlık gecelerde ve karanlıklı gurbette, Volga Nehrinin hazîn şırıltıları ve yağmurun rikkatli şıpıltıları ve rüzgârın firkatli esmesi, beni derin gaflet uykusundan muvakkaten uyandırdı. Gerçi daha kendimi ihtiyar bilmiyordum; fakat Harb-i Umumîyi gören ihtiyardır. Güya 1يَوْمًا يَجْعَلُ الْوِلْدَانَ شِيبًا sırrına mazhar olarak, öyle günlerdir ki, çocukları ihtiyarlandırdığı cihetle, kırk yaşında iken, kendimi seksen yaşında bir vaziyette buldum. O karanlıklı, uzun gece ve hazîn gurbet ve hazîn vaziyet içinde hayattan ve vatandan bir meyusiyet geldi. Aczime, yalnızlığıma baktım, ümidim kesildi.

O hâlette iken, Kur’ân-ı Hakîmden imdat geldi. Dilim2 حَسْبُنَا اللهُ وَ نِعْمَ الْوَكِيلُ dedi.


Kalbim de ağlayarak dedi:
غَرِيبَمْ بِيكَسَمْ ضَعِيفَمْ نَاتُوَانَمْ اَ ْلاَمَانْ كُوَيمْعَفْوُجُويَمْ مَدَدْخَوٰاهَمْ زِدَرْكَاهَتْ اِلٰهِى3


Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazi-i Mısrî gibi dedim:


Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,
Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!

diye dostları arıyordu.

Her neyse... O hüzünlü, rikkatli, firkatli, uzun gurbet gecesinde, dergâh-ı İlâhîde zaaf ve aczim o kadar büyük bir şefaatçi ve vesile oldu ki, şimdi de hayretteyim. Çünkü birkaç gün sonra, gayet hilâf-ı me’mul bir surette, yayan gidilse




[NOT]Dipnot-1 “Çocukları ihtiyarlatan bir gün...” Müzzemmil Sûresi, 73:17.Dipnot-2 “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.
Dipnot-3 Garibim, kimsesizim, zayıfım, güçsüzüm, imdât derim.Affını, yardımını dilerim dergâhından, ey Allah’ım![/NOT]





Harb-i Umumî
: Birinci Dünya Savaşı





Kur’ân-ı Hakîm
: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
Niyazi-i Mısrî: (bk. bilgiler)Volga Nehri: (bk. bilgiler)
acz: güçsüzlükcihet: yön
dem: andergâh-ı İlâhî: Cenâb-ı Allah’ın rahmet kapısı
firkat: ayrılıkgaflet: dalgınlık, dünya ile ilgili işlere dalma
gam: sıkıntı, üzüntügurbet: gariplik, yabancılık, yabancı bir memlekette bulunma
hazîn: hüzünlü, acıklıhilâf-ı me’mul: beklenenin aksine, umulanın tersine
hâlet: durum, hâlimdat: medet, yardım
kefâlet: bir şeye kefil olmak, sorumluluğu üzerine almakmazhar olmak: erişmek, nail olmak
meyusiyet: ümitsizlikmuvakkaten: geçici olarak
rikkatli: dokunaklı, acıklısuret: biçim, şekil
tahayyül: hayal etmevaziyet: durum, hâl
vesile: aracı, sebepzaaf: zayıflık
zabit: subayşefaatçi: af için aracılık eden
şimal kıt’ası: kuzey kutbu

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 372

<META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>bir senelik mesafede, tek başımla, Rusça bilmediğim halde firar ettim. Zaaf ve aczime binaen gelen inâyet-i İlâhiye ile harika bir surette kurtuldum. Tâ Varşova ve Avusturya’ya uğrayarak İstanbul’a kadar geldim ki, bu surette kolaylıkla kurtulmak pek harika olmuştu. Rusça bilen en cesur ve en kurnaz adamların muvaffak olamadıkları çok teshilât ve çok kolaylıkla, o uzun firarî seyahati bitirdim.

Fakat o Volga Nehri kenarındaki camideki mezkûr gecenin vaziyeti bana bu kararı verdirmiş ki, bakıye-i ömrümü mağaralarda geçireceğim. Bu insanların hayat-ı içtimaîsine karışmak artık yeter. Madem sonunda yalnız kabre gideceğim; yalnızlığa alışmak için şimdiden yalnızlığı ihtiyar edeceğim, demiştim.

Fakat, maatteessüf, İstanbul’daki ciddî ve çok ahbap ve İstanbul’un şâşaalı hayat-ı dünyeviyesi, hususan haddimden çok fazla bana teveccüh eden şan ve şeref gibi neticesiz şeyler, o kararımı muvakkaten bana unutturdular. Güya o gurbet gecesi, hayatımın gözünde nurlu siyahlıktı. Ve İstanbul’un beyaz, şâşaalı gündüzü, o hayat gözümün nursuz beyazıydı ki, ileriyi göremedi, yine yattı. Tâ iki sene sonra Gavs-ı Geylânî, Fütuhu’l-Gayb kitabıyla tekrar gözümü açtırdı.

İşte ey ihtiyar ve ihtiyareler! Biliniz ki, ihtiyarlıktaki zaaf ve acz, rahmet ve inâyet-i İlâhiyenin celbine vesiledir. Ben kendi şahsımda çok hadiselerle müşahede ettiğim gibi, zeminin yüzündeki rahmetin cilvesi de gayet zâhir bir tarzda bu hakikati gösteriyor. Çünkü hayvânâtın en âciz ve en zayıfı, yavrulardır. Halbuki, rahmetin en şirin ve en güzel cilvesine mazhar, yine onlardır. Bir ağacın başındaki yuvada bir yavrunun aczi, annesini en mutî bir nefer gibi, rahmetin cilvesi istihdam ediyor. Etrafı gezer, rızkını getirir. Ne vakit o yavru, kanatlarının kuvvetlenmesiyle aczini unutsa, validesi ona “Sen git, rızkını ara” der, daha onu dinlemez.

İşte bu sırr-ı rahmet yavruların hakkında cereyan ettiği gibi, zaaf ve acz noktasında yavrular hükmüne geçen ihtiyarlar hakkında da câridir. Bana kanaat-i kat’iye verecek derecede tecrübeler vardır ki, nasıl çocukların aczlerine binaen,





Avusturya: (bk. bilgiler)
Fütuhu’l-Gayb: [bk. bilgiler – Abdülkàdir-i Geylânî (k.s.)]
Gavs-ı Geylânî: [bk. bilgiler – Abdulkâdir-i Geylânî (k.s.)]
Varşova: (bk. bilgiler)
Volga Nehri: (bk. bilgiler)
acz: güçsüzlük
ahbap: dostlar, sevilenler
bakıye-i ömür: ömrün geri kalan kısmı
binaen: dayanarak
celb etmek: çekmek
cereyan etmek: oluşmak, meydana gelmek
cilve: yansıma
câri: geçerli
firar etmek: kaçmak
firarî seyahat: kaçmak için yapılan seyahat
gurbet: yalnızlık, yabancılık; yabancı bir memlekette bulunma
had: seviye, derece
hakikat: gerçek
hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı
hayat-ı içtimaî: sosyal hayat
hayvânât: hayvanlar
hususan: bilhassa, özellikle
ihtiyar etmek: seçmek, tercih etmek
ihtiyare: yaşlı kadın
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın inâyeti; İlâhî yardım
istihdam eden: çalıştıran
kanaat-i kat’iye: kesin düşünce
maatteessüf: ne yazık ki
mazhar: erişen, nail olan
mezkûr: ifade edilen
mutî: emre uyan, itaat eden
muvaffak olmak: başarmak
muvakkaten: geçici olarak
müşahede etmek: görmek, gözlemlemek
nefer: asker, er
neticesiz: sonuçsuz
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet
rızık: yenip içilen şey
suret: şekil, biçim
sırr-ı rahmet: şefkat ve merhameti gösteren sır
teshilât: kolaylıklar
teveccüh: ilgi, yönelme
valide: anne
vaziyet: durum
vesile: aracı
zaaf: zayıflık
zemin: yeryüzü
zâhir: açık, âşikar
âciz: güçsüz
İstanbul: (bk. bilgiler)
şâşaalı: gösterişli, göz alıcı bir şekilde

<TBODY>
</TBODY>


 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Altıncı Lem'a - Sayfa 373

rahmet tarafından, rızıkları harika bir surette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor; öyle de, mâsumiyet kesb eden imanlı ihtiyarların rızıkları da bereket suretinde gönderiliyor. Hem bir hanenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir haneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş mâsum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu,HAŞİYE-1 hadis-i şerifin bir parçası olan
لَوْ لاَ الشُّيوُخُ الرُّكَّعُ لَصُبَّ عَلَيْكُمُ الْبَلاَءُ صَبًّا yani, “Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti” diye ferman etmekle, bu hakikati ispat ediyor.

İşte, madem ihtiyarlıktaki zaaf ve acz, bu derece rahmet-i İlâhiyenin celbine medardır. Ve madem Kur’ân-ı Hakîm,

اِمَّا يَبْلُغَنَّ عِنْدَكَ الْكِبَرَ اَحَدُهُمَآ اَوْ كِلاَهُمَا فَلاَ تَقُلْ لَهُمَا اُفٍّ وَلاَ تَنْهَرْهُمَا وَقُلْ لَهُمَا قَوْلاً كَرِيمًا وَاخْفِضْ لَهُمَا جَنَاحَ الذُّلِّ مِنَ الرَّحْمَةِ وَقُلْ رَبِّ ارْحَمْهُمَا كَمَا رَبَّيَانِى صَغِيرًا 1



âyetiyle, beş cihetle gayet mucizâne bir surette ihtiyar peder ve valideye karşı hürmete ve şefkate evlâtları davet ediyor. Ve madem İslâmiyet dini, ihtiyarlara hürmet ve merhameti emrediyor. Ve madem insaniyet fıtratı, ihtiyarlara karşı hürmet ve merhameti iktiza ediyor. Elbette biz ihtiyarlar, gençlik iştihâsıyla olan muvakkat bir zevk-i maddî yerine, mânevî ve dâimî ve mühim inâyet-i İlâhiyeden ve rikkat-i cinsiyeden gelen rahmet ve hürmet, ve rahmet ve hürmetten




[NOT]Haşiye-1 Hadisin tamamı وَلَوْ لاَ الْبَهَائِمُ الرُّتَّعُ وَالصِّبْيَانُ الرُّضَّعُ... “ve eğer otlayan hayvanlar ve süt emen bebekler olmasaydı…” ilâ âhir (ev kemâ kàl). [el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 2:163; el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 5:344, no: 7523; el-Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, 3:345.]Dipnot-1 “Onlardan biri veya her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına erişecek olursa, onlara sakın ‘Öf’ bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara merhamet ve tevazu kanadını ger ve de ki: ‘Ey Rabbim, nasıl onlar beni küçükken besleyip büyüttülerse, Sen de onlara öylece merhamet buyur.’” İsrâ Sûresi, 17:23-24.
[/NOT]






Kur’ân-ı Hakîm
: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân






acz
: güçsüzlük

belâ: büyük sıkıntı
celb: çekme
cihet: taraf, yön
daimî: sürekli
ev kemâ kâl: veya söylediği gibi
evlât: çocuk
ferman etmek: buyurmak
fıtrat: yaratılış, mizaç
hadis-i şerif/hadis: Peygamber Efendimizin (a.s.m.) mübarek söz, fiil ve hareketi veya onun onayladığı başkasına ait söz, iş veya davranış
hakikat: gerçek
hane: ev
haşiye: dipnot
hürmet: saygı
ihtiyare: yaşlı kadın
iktiza etmek: gerektirmek
ilâ âhir: sonuna kadar
insaniyet: insanlık
inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı
iştihâ: istek ve arzu
kesb eden: kazanan
medar: sebep, vesile
merhamet: şefkat, acıma
mucizâne: mucizeli bir şekilde
muhafaza etmek: korumak
muvakkat: geçici
mâsum: günahsız
mâsumiyet: günahsızlık, zavallılık
mühim: önemli
peder: baba
rahmet: İlâhî şefkat, merhamet
rahmet-i İlâhiye: Allah’ın herşeyi kuşatan sonsuz rahmeti
rikkat-i cinsiye: kendi cinsinden olana karşı duyulan acıma hissi
rızık: yenip içilen şey
suret: biçim, şekil
valide: anne
zaaf: zayıflık
zevk-i maddî: maddî zevk, bedenle alınan zevk
âyet: Kur’an’da yer alan her bir cümle

<TBODY>
</TBODY>


 
Üst