Yirmi Üçüncü Lem'a

Ukbaa

Well-known member
<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>

Yirmi Üçüncü Lem’a

Tabiat Risalesi

On Yedinci Lem’anın On Altıncı Notası iken, ehemmiyetine binaen, Yirmi Üçüncü Lem’a olmuştur. Tabiattan gelen fikr-i küfrîyi dirilmeyecek bir surette öldürüyor, küfrün temel taşını zîrüzeber ediyor.

İHTAR: Şu Notada, tabiiyyunun münkir kısmının gittikleri yolun içyüzü ne kadar akıldan uzak ve ne kadar çirkin ve ne derece hurafe olduğu, lâakal doksan muhali tazammun eden Dokuz Muhal ile beyan edilmiş. Sair risalelerde o muhaller kısmen izah edildiğinden; burada gayet muhtasar olmak haysiyetiyle, bâzı basamaklar tayyedilmiştir. Onun için, birden bire, “Bu kadar zâhir ve âşikâre bir hurafeyi nasıl bu meşhur âkıl feylesoflar kabul etmişler, o yolda gidiyorlar?” hatıra geliyor.

Evet, onlar mesleklerinin içyüzünü görememişler. Hem, hakikat-i meslekleri ve mesleklerinin lâzımı ve muktezası odur ki, yazılmış herbir muhalin ucunda beyan edilen o çirkin ve müstekreh ve gayr-ı mâkul HAŞİYE-1 hülâsa-i mezhepleri ve mesleklerinin lâzımı ve zarurî muktezası olduğunu gayet bedihî ve kat’î burhanlarla, şüphesi olanlara tafsilen beyan ve ispat etmeye hazırım.




[NOT]Haşiye-1 Bu risalenin sebeb-i telifi, gayet mütecavizâne ve gayet çirkin bir tarzla, hakaik-i imaniyeyi tezyif edip, bozulmuş aklı yetişmediği şeye hurafe deyip, dinsizliği tabiata bağlayarak, Kur’ân’a hücum edilmesidir. O hücum ise şiddetli bir hiddeti kalbe (kaleme) verdi ki, şiddetli ve galiz tokatları o mülhidlere ve haktan yüz çeviren bâtıl mezheplilere yedirdi. Yoksa, Risale-i Nur’un mesleği, nezihâne ve nazikâne ve kavl-i leyyindir.[/NOT]




bedihî: açık, aşikâr
beyan etmek: açıklamak
binaen: dayanarak
burhan: güçlü delil
bâtıl: gerçek dışı, yalan
feylesof: filozof, felsefeci
fikr-i küfrî: Allah’ın varlığını inkâr etme düşüncesi
galiz: çirkin, kaba
gayr-ı mâkul: akla aykırı
hak: doğru, gerçek
hakaik-i imaniye: iman hakikatleri, gerçekleri
hakikat-i meslek: takip edilen bir yöntemin gerçek yönü
haysiyetiyle: özelliğiyle
haşiye: dipnot, açıklayıcı not
hiddet: öfke
hurafe: delile dayanmayan saçma inanış
hülâsa-i mezhep: takip edilen metodun belirgin özellikleri
ihtar: hatırlatma, uyarı
izah etmek: açıklamak
kat’î: kesin
kavl-i leyyin: yumuşak söz
küfür: Allah’ın varlığını inkâr etme
lem’a: parıltı
lâakal: en az
mezhep: tutulan yol, ekol
muhal: imkansızlık
muhtasar: özet
mukteza: bir şeyin gereği
mülhid: dinsiz
münkir: Allah’ın varlığını inkâr eden, kabul etmeyen
müstekreh: çirkin
mütecavizâne: haddi aşarak, saldırgan bir şekilde
nazikâne: nazikçe
nezihâne: temiz ve kibar bir şekilde
nota: bildiri
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
sair: başka
sebeb-i telif: bir eserin yazılma sebebi
suret: biçim, şekil
tabiat: doğa, maddî âlem; materyalist düşünce
tabiiyyun: tabiatçılar, herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler
tafsilen: ayrıntılı olarak
tayyedilmek: atlanmak
tazammun etmek: içine almak
tezyif etmek: hakaret; küçük düşürme; çürütme
zahir: açık, görünen
zarurî: zorunlu
zîrüzeber etmek: yerle bir etmek, yıkmak
âkıl: akıllı
âşikâre: açık, belli

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 292

besmele.jpg


قَالَتْ رُسُلُهُمْ اَفِى اللهِ شَكٌّ فَاطِرِ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
1


Şu âyet-i kerime, istifham-ı inkârî ile, “Cenâb-ı Hak hakkında şek olmaz ve olmamalı” demekle, vücud ve vahdâniyet-i İlâhiye bedâhet derecesinde olduğunu gösteriyor.

Şu sırrı izahtan evvel bir ihtar: 1338’de Ankara’ya gittim. İslâm Ordusunun Yunan’a galebesinden neş’e alan ehl-i imanın kuvvetli efkârı içinde, gayet müthiş bir zındıka fikri, içine girmek ve bozmak ve zehirlendirmek için dessâsâne çalıştığını gördüm. “Eyvah,” dedim. “Bu ejderha imanın erkânına ilişecek!” O vakit, şu âyet-i kerime bedâhet derecesinde vücud ve vahdâniyeti ifham ettiği cihetle, ondan istimdad edip, o zındıkanın başını dağıtacak derecede Kur’ân-ı Hakîmden alınan kuvvetli bir burhanı, Nur’un Arabî risalesinde yazdım. Ankara’da, Yeni Gün Matbaasında tab ettirmiştim. Fakat maatteessüf Arabî bilen az ve ehemmiyetle bakanlar da nadir olmakla beraber, gayet muhtasar ve mücmel bir surette o kuvvetli burhan tesirini göstermedi. Maatteessüf, o dinsizlik fikri hem inkişaf etti, hem kuvvet buldu. Bilmecburiye, o burhanı Türkçe olarak bir derece beyan edeceğim. O burhanın bazı parçaları bazı risalelerde tam izah edildiğinden, burada icmâlen yazılacaktır. Sair risalelerde inkısam etmiş olan müteaddit burhanlar, bu burhanda kısmen ittihad ediyor, herbiri bunun bir cüz’ü hükmüne geçiyor.


Mukaddime


Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.



[NOT]Dipnot-1 “Peygamberleri onlara dedi ki: Gökleri ve yeri yoktan var eden Allah hakkında şüphe olur mu?” İbrahim Sûresi, 14:10.
[/NOT]



Ankara: (bk. bilgiler)
Arabî: Arapça
Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân
Yunan: (bk. bilgiler - Yunanistan)
bedahet: ap açıklık
beyan etmek: açıklamak
bilmecburiye: mecburen, zorunlu olarak
burhan: güçlü ve sağlam delil
cihet: yön, taraf
cüz’: parça
dessâsâne: hileli ve aldatıcı bir şekilde
efkâr: fikirler, düşünceler
ehl-i iman: Allah’a inananlar, mü’minler
erkân: rükünler, esaslar
galebe: galip gelme
icmâlen: kısaca, özet olarak
ifham etmek: anlatmak, bildirmek
ihtar: hatırlatma
inkişaf etmek: meydana çıkmak
inkısam etmek: bölünmek, kısımlara ayrılmak
istifham-ı inkârî: bir şeyin öyle olmayacağını soru sorma şekliyle ifade etme; “Hiç böyle olur mu?”
istimal etmek: kullanmak
istimdad etmek: yardım istemek
ittihad etmek: birleşmek
izah: açıklama
işmam etmek: hissettirmek
maatteessüf: ne yazık ki
muhtasar: kısa, özet
mukaddime: başlangıç, giriş
mücmel: özet halinde
müteaddit: bir çok, çeşitli
neş’e almak: sevinmek
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
sair: başka, diğer
suret: biçim, şekil
tab etmek: basmak
vahdâniyet: Allah’ın bir ve benzersiz oluşu; ortağının olmayışı
vücud: varlık
vücud ve vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın varlığı, bir ve benzersiz oluşu
zındıka: dinsizlik, inançsızlık
âyet-i kerime: şerefli âyet, Kur’ân’ın herbir cümlesi
şek: şüphe

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 293

Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”

İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”

Üçüncüsü: İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.”

Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geliyor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Herhalde, ey mülhid, bu mevcudu, meselâ bu hayvanı, ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir.

Madem aklen bu dört yoldan başka yol yoktur. Evvelki üç yol muhal, battal, mümteni, gayr-ı kabil oldukları kat’î ispat edilse, bizzarure ve bilbedâhe, dördüncü yol olan tarik-i vahdâniyet şeksiz, şüphesiz sabit olur.

AMMA BİRİNCİ YOL ki, esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve vücud-u mahlûkattır. Pek çok muhâlâtından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.

BİRİNCİSİ Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun istenildi. Hem hayattar, harika bir tiryak, onlardan yapılmak icap etti. Geldik, o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O macunlardan herbirisini tetkik ettik.

Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden herbirisinden, bir mizan-ı mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Herbir kavanozdan bir mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa, tiryak hassasını kaybeder.




Kadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten Allah
aklen: akıl bakımından
battal: bâtıl, boş, hükümsüz
bilbedâhe: açık bir şekilde
bizzarure: zorunlu olarak
dirhem: eskiden kullanılan ve 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi
ecza: parçalar
edviye: devâlar, ilâçlar
efrad: fertler, bireyler
esbab: sebepler
esbab-ı âlem: bu âlemdeki sebepler
gayr-ı kabil: imkânsız
hassa: özellik
hayattar: canlı
hikmetli: belli bir amaç ve hedefe yönelik olma
hâkezâ: bunun gibi
hâsiyet: özellik
icad etmek: yaratmak
icap etmek: gerekmek
iktiza etmek: gerektirmek
içtima: toplanma, bir araya gelme
kadîm: eski
kat’î: kesin
kudret: güç, kuvvet
macun: karışım halinde ilaç
mevcud: var olan
mevcudat: varlıklar
mizan-ı mahsus: özel ölçü
muhal: imkânsız
muhtelif: değişik, çeşitli
muhâlât: olması imkânsız şeyler
mukteza: bir şeyin gereği
mülhid: dinsiz
mümteni: imkânsız
sabit olmak: kesinleşmiş olmak
tabiat: doğa, maddî âlem
tabiî: tabiat gereği
tarik-i vahdâniyet: bütün varlıkların sadece Allah tarafından yaratıldığını kabul etme yolu
tesir: etki
tetkik etmek: incelemek
teşekkül etmek: meydana gelmek, oluşmak
teşkil-i eşya: varlıkların oluşması, meydana gelmesi
tiryak: ilâç
vücud bulmak: var olmak
vücud-u mahlûkat: yaratılmışların varlığı
zikretmek: anlatmak
ziyade: çok
zîhayat: hayat sahibi, canlı
şeksiz: şüphesiz

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 294

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>O kavanozlar elliden ziyade iken, herbirisinden ayrı bir mizanla alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.

Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir havanın çarpmasıyla devrilmesinden, herbirisinden alınan miktar kadar, yalnız o miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba bundan daha hurafe, muhal, bâtıl birşey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse, sonra insan olsa, “Bu fikri kabul etmem” diye kaçacaktır.

İşte bu misal gibi, herbir zîhayat, elbette zîhayat bir macundur. Ve herbir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve “Esbab icad etti” denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.

Elhasıl, şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakîm-i Ezelînin mizan-ı kazâ ve kaderiyle alınan mevâdd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilim ve herşeye şâmil bir irade ile vücut bulabilir. “Kör, sağır, hudutsuz, sel gibi akan küllî anasır ve tabâyi ve esbabın işidir” diyen bedbaht, “O tiryak-ı acip, kendi kendine, şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur” diyen divane bir hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet, o küfür ahmakane, sarhoşâne, divanece bir hezeyandır.

İKİNCİ MUHAL

Eğer herşey, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lâzım gelir ki, âlemin pek çok anâsır ve esbabı, herbir zîhayatın vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki, sinek gibi bir küçük mahlûkun vücudunda,






Hakîm-i Ezelî: her işini hikmetle yapan ve varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan AllahKadîr-i Zülcelâl: sonsuz haşmet ve yücelik sahibi ve herşeye gücü yeten, kudret sahibi Allah
Vâhid-i Ehad: bir olan ve birliği her bir şeyde tecellî eden Allahahmakane: aptalca
anâsır: unsurlar, elementlerbedbaht: talihsiz, kötü
bâtıl: hak olmayan, boşcihet: yön
divane: akılsız, delidivanece: akılsızca, delice
ecza: kısımlar, parçalareczahane-i kübrâ-yı âlem: büyük bir eczane olan âlem, kâinat
elhasıl: kısaca, özetleesbab: sebepler
hadsiz: sınırsız, sayısızhayattar: canlı
hezeyan: boş söz, saçmalamahezeyancı: boş söz söyleyen, saçmalayan
hikmet: her şeyin yerli yerinde ve anlamlı olması ve bir hedefe yönelik olarak yaratılmasıhudutsuz: sınırsız
hurafe: delile dayanmayan saçma inanışicad etmek: var etmek, yaratmak
irade: dileme, tercih etmeisnad: dayandırma
küfür: Allah’ın varlığını inkâr etmeküllî: geniş, kapsamlı
macun: karışım halinde ilaçmahlûk: varlık
mevâdd-ı hayatiye: hayat için gerekli maddelermizan: ölçü, tartı
mizan-ı kazâ ve kader: kazâ ve kader terazisimuhal: imkânsız
muhtelif: değişik, çeşitlimuzaaf: kat kat, katmerli
müteaddit: türlü türlü, çeşitlinebat: bitki
nihayetsiz: sınırsızsarhoşane: sarhoşça
tabâyi: tabiatlarterkip etmek: birleştirmek, sentez yapmak
teşkil etmek: meydana getirmek, oluşturmaktiryak: ilâç
tiryak-ı acip: hayret verici ilâçvücut bulmak: meydana gelmek; var olmak
ziyade: çokzîhayat: canlı; hayat sahibi
âlem: dünya, evrenşâmil: kapsamlı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 295

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>kemâl-i intizamla, gayet hassas bir mizan ve tamam bir ittifakla, muhtelif ve birbirine zıt, mübâyin esbabın içtimaı o kadar zâhir bir muhaldir ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan, “Bu muhaldir, olamaz” diyecektir.

Evet, bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anâsır ve esbabıyla alâkadardır, belki bir hülâsasıdır. Eğer Kadîr-i Ezelîye verilmezse, o esbab-ı maddiye, onun vücudu yanında bizzat hazır bulunmak lâzım; belki onun küçücük cismine girmek gerektir. Belki, cisminin küçük bir nümunesi olan gözündeki bir hücresine girmeleri icap ediyor. Çünkü, sebep maddî ise, müsebbebin yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu halde, iki sineğin iğne ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hücrecikte, erkân-ı âlem ve anâsır ve tabâyiin, maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek lâzım geliyor. İşte, Sofestâînin en eblehleri dahi böyle bir meslekten utanıyor.

ÜÇÜNCÜ MUHAL

اَلْوَاحِدُ لاَ يَصْدُرُ اِلاَّ عَنِ الْوَاحِدِ kaide-i mukarreresiyle, “Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir vâhidden, bir elden sudur edebilir.” Hususan o mevcut, gayet mükemmel bir intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise, bilbedâhe, sebeb-i ihtilâf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını, belki gayet kadîr, hakîm olan birtek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve câmid ve cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin karmakarışık ellerine—hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilâtla o esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde—o muntazam ve mevzun ve vâhid bir mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.

Haydi, bu muhalden kat-ı nazar, esbab-ı maddiyenin elbette tesirleri, mübaşeretle






Kadîr-i Ezelî: herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan AllahSofestâîler: kâinatın yaratıcısını kabul etmemek için herşeyi, hattâ kendilerini dahi inkâr edenler
alâkadar: ilgili, bağlantılıanâsır: unsurlar, elementler
bilbedâhe: açık bir şekildecâmi: kapsamlı, geniş
câmid: cansızebleh: ahmak; geri zekâlı
ekser: pek çokerkân-ı âlem: maddî âlemin temel unsurları
esbab: sebepleresbab-ı maddiye: maddî sebepler
esbab-ı tabiiye: tabiî, doğal sebeplerhadsiz: sınırsız, sayısız
hakîm: her işini hikmetle ve belli bir gaye ile yapanhususan: bilhassa, özellikle
hülâsa: esas, özicap etmek: gerekli olmak
ihtilât: karışıklıkimkânat: olabilirlikler; varlığı ile yokluğu imkân dahilinde olanlar
intizam: tertip, düzenisnad etmek: dayandırmak
ittifak: birleşmeiçtima: toplanma, bir araya gelme
kadîr: güç ve kudret sahibikaide-i mukarrere: kesinleşmiş kural
kat-ı nazar: görmezden gelmekemâl-i intizam: mükemmel ve eksiksiz düzen
keşmekeş: karışıklıkkâinat: evren
mazhar: erişme, sahip olmameslek: gidilen yol, metod
mevcud: varlıkmevzun: ölçülü, dengeli
mizan: terazi, ölçümuhal: imkânsız
muhtelif: değişik, çeşitlimuntazam: düzenli, tertipli
mübaşeret: doğrudan temasmübâyin: farklı, birbirinin zıddı
müsebbeb: sebebin neticesimüteaddit: birden fazla, çok sayıda
mütecaviz: saldırgan, haddi aşannümune: örnek
sebeb-i ihtilâf: anlaşmazlık ve uyuşmazlık sebebisudur etmek: ortaya çıkmak
tabâyi: tabiatlartesir: etki
vahdet: birlikvâhid: bir olan ve birliği herşeyi kaplayan
vücud: varlıkziyadeleşmek: artmak, çoğalmak
zâhir: açıkça görünenşuur: anlayış, idrâk, bilme, farkına varma
şuursuz: bilinçsiz

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 296

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>ve temasla olur. Halbuki, o esbab-ı tabiiyenin temasları, zîhayat mevcutların zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki, o esbab-ı maddiyenin elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zîhayatın bâtını, on defa zâhirinden daha muntazam, daha lâtif, san’atça daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zâhirine de temas edemedikleri küçücük zîhayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahlûklardan daha ziyade san’atça acip, hilkatçe bedî bir surette oldukları halde, o câmid, cahil, kaba, uzak, büyük ve birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz derece kör, bin derece sağır olmakla olur.

AMMA İKİNCİ MESELE teşekkele binefsihîdir. Yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor.” İşte bu cümlenin dahi çok muhâlâtı var; çok cihetle bâtıldır, muhaldir. Nümune için, muhâlâtından üç tanesini beyan ederiz.

BİRİNCİSİ

Ey muannid münkir! Senin enâniyetin seni o kadar ahmaklaştırmış ki, yüz muhali birden kabul etmeyi bir derece hükmediyorsun. Çünkü sen mevcutsun. Ve basit bir madde ve câmid ve tagayyürsüz değilsin. Belki, daima teceddüdde olarak, gayet muntazam bir makine ve harika ve daima tahavvülde bir saray gibisin. Senin vücudunda her vakit zerreler çalışıyorlar. Senin vücudun kâinatla, hususan rızık münasebetiyle, hususan bekà-yı nev’î itibarıyla alâkadar ve alışverişi vardır. Senin vücudunda çalışan zerreler, o münasebâtı bozmamak ve o alâkadarlığı kırmamak için dikkat ediyorlar, öylece ihtiyatla ayaklarını atıyorlar. Güya bütün kâinata bakıyorlar, senin münasebâtını kâinatta görüp öyle vaziyet alıyorlar. Sen zâhirî ve bâtınî duygularınla, o zerrelerin o harika vaziyetine göre istifade edersin.

Eğer sen vücudundaki zerreleri, Kadîr-i Ezelînin kanunuyla hareket eden küçücük memurları veya bir ordusu veya kalem-i kaderin uçları (herbir zerre bir kalem ucu) veya kalem-i kudretin noktaları (herbir zerre bir nokta) olduğunu kabul etmezsen, o vakit senin gözünde çalışan herbir zerreye öyle bir göz lâzım ki,






Kadîr-i Ezelî: herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allahacip: hayret verici
ahmaklaştırmak: aptallaştırmakalâkadar: alâkalı, ilgili
bedî: güzel; benzersizbeka-yı nev’î: bir canlı türünün devamlılığı
beyan etmek: açıklamakbâtıl: doğru olmayan, yanlış
bâtın: görünmeyen, gizlibâtınî: gizli
cihet: yön, tarafcâmid: cansız, katı
enâniyet: benlik, gururesbab: sebepler
esbab-ı maddiye: maddî sebepleresbab-ı tabiiye: tabiî, doğal sebepler
hilkat: yaratılışhususan: bilhassa, özellikle
ihtiyat: önlem alma, tedbirli hareket etmeisnad etmek: dayandırmak
istifade etmek: faydalanmakitibarıyla: özelliğiyle
kalem-i kader: kader kalemikalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarlâtif: güzel, hoş
mahlûk: varlıkmevcut: varlık
muannid: inatçımuhal: imkânsız
muhâlât: olması imkansız şeylermuntazam: düzenli, tertipli
münasebetiyle: ilişkisiyle, alâkasıylamünasebât: bağlantı, ilişki
münkir: inanmayan, inkar edennümune: örnek
rızık: yenip içilen şeylersuret: biçim, görünüş
tagayyürsüz: değişmeyen, sabittahavvül: değişim, başkalaşma
teceddüd: yenilenmeteşekkül etmek: oluşmak, meydana gelmek
vaziyet: durumvaziyet alma: belli bir konuma gelme
zahir: açık, görünenziyade: çok
zâhirî: açıkzîhayat: canlı

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 297

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>senin mecmu-u cesedinin her tarafını görmekle beraber, münasebettar olduğun bütün kâinatı dahi görecek bir gözü ve bütün senin mazi ve müstakbel ve nesil ve aslın ve anâsırının menbalarını ve rızkının madenlerini bilecek, tanıyacak, yüz dâhi kadar bir akıl vermek lâzım geliyor. Senin gibi bu meselelerde zerre kadar aklı olmayanın bir zerresine bin Eflâtun kadar bir ilim ve şuur vermek, bin derece divanece bir hurafeciliktir.

İKİNCİ MUHAL

Senin vücudun bin kubbeli harika bir saraya benzer ki, her kubbesinde taşlar, direksiz birbirine baş başa verip muallâkta durdurulmuş. Belki senin vücudun, bin defa bu saraydan daha aciptir. Çünkü, o saray-ı vücudun, daima, kemâl-i intizamla tazelenmektedir. Gayet harika olan ruh, kalb ve mânevî letâiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âzâ, bir kubbeli menzil hükmündedir. Zerreler, o kubbedeki taşlar gibi birbirleriyle kemâl-i muvazene ve intizamla başbaşa verip, harika bir bina, fevkalâde bir san’at, göz ve dil gibi acip birer mucize-i kudret gösteriyorlar.

Eğer bu zerreler, şu âlemin ustasının emrine tâbi birer memur olmasalar, o vakit herbir zerre, umum o cesetteki zerrelere hem hâkim-i mutlak, hem herbirisine mahkûm-u mutlak, hem herbirisine misil, hem hâkimiyet noktasında zıt, hem yalnız Vâcibü’l-Vücuda mahsus olan ekser sıfâtın masdarı, menbaı, hem gayet mukayyet, hem gayet mutlak bir surette olmakla beraber, sırr-ı vahdetle yalnız bir Vâhid-i Ehadin eseri olabilen gayet muntazam bir masnu-u vâhidi o hadsiz zerrâta isnad etmek—zerre kadar şuuru olan, bunun pek zâhir bir muhal, belki yüz muhal olduğunu derk eder.

ÜÇÜNCÜ MUHAL

Eğer senin vücudun, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i Ezelînin kalemiyle mektub olmazsa





Eflâtun: (bk. bilgiler)Kadîr-i Ezelî: herşeye gücü yeten, varlığının başlangıcı olmayıp zamanla sınırlı olmayan Allah
Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan AllahVâhid-i Ehad: bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah
acip: hayret verici, şaşırtıcıanâsır: unsurlar, elementler
derk etmek: anlamakdivanece: akılsızca
dâhi: son derece zeki, akıllıekser: çoğunluk
fevkalâde: olağanüstühadsiz: sınırsız, sayısız
hurafecilik: gerçekle bağdaşmayan iddialarda bulunmahâkim-i mutlak: herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan
hâkimiyet: egemenlik, hükümranlıkintizam: düzen
isnad etmek: dayandırmakkat-ı nazar: görmezden gelme
kemâl-i intizam: mükemmel bir düzenkemâl-i muvazene: tam bir denge, ölçü
kubbe: yarım küre şeklinde olan çatı kâinat: evren, bütün yaratılmışlar
letâif: duygularmahkûm-u mutlak: her yönüyle mahkum olmak
mahsus: has, özelmasdar: kaynak
masnu-u vâhid: tek bir elden çıkmış sanat eserimazi: geçmiş
mecmu-u cesed: vücudun tamamı, bedenmenba: kaynak
menzil: yer, mekânmisil: benzer
muallâk: asılı, boştamuhal: olması imkansız şey
mukayyet: sınırlımuntazam: düzenli
mutlak: sınırsızmu’cize-i kudret: kudret mu’cizesi
münasebettar: ilgili, bağlantılımüstakbel: gelecek
nesil ve asıl: soyrızık: yenip içilen şeyler
saray-ı vücud: bin kubbeli harika bir saraya benzetilen insan vücudusuret: biçim
sıfât: nitelikler, özelliklersırr-ı vahdet: birlik sırrı
tâbi: bağlı, uyan umum: bütün, genel
zerrât: atomlarzâhir: açık, âşikar
âlem: dünya, evrenâza: âzalar, organlar
şuur: bilinç, idrak

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 298

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>ve tabiata, esbaba mensup matbû ise, o vakit senin vücudundaki bir hüceyre-i bedenden tut, birbiri içinde daireler misilli, binler mürekkepler adedince tabiat kalıplarının bulunması lâzım gelir. Çünkü, meselâ bu elimizdeki kitap eğer mektub olsa, birtek kalem, kâtibinin ilmine istinad edip bütün onları yazar. Eğer o mektub olmazsa ve onun kalemine verilmezse, “Kendi kendine olmuş” denilse veya tabiata verilse, o vakit matbû kitap gibi herbir harfi için ayrı bir demir kalem lâzımdır ki, tab edilsin.

Nasıl ki, matbaada hurufat adedince demir harfler bulunur, sonra o harfler vücut bulur. O vakit birtek kaleme bedel, o hurufat adedince kalemler bulunması lâzım gelir. Belki o hurufat içinde—bazan olduğu gibi—küçük kalemle bir büyük harfte bir sayfa ince hatla yazılmış ise, binler kalem birtek harf için lâzım geliyor. Belki, birbirinin içine girip muntazam bir vaziyetle senin cesedin gibi bir şekil alıyorsa, o vakit herbir dairede, herbir cüz için, o mürekkebat adedince kalıplar lâzım geliyor. Haydi, yüz muhal içinde bulunan bu tarzı mümkün desen dahi, bu muntazam san’atlı demir harfleri ve mükemmel kalıpları ve kalemleri yapmak için, yine birtek kaleme verilmezse, o kalemler, o kalıplar, o demir harflerin yapılması için, onların adetlerince yine kalemler, kalıplar ve harfler lâzım. Çünkü onlar da yapılmışlar ve onlar da muntazam san’atlıdırlar. Ve hâkezâ, müteselsilen gittikçe gidecek.

İşte, sen de anla, bu öyle bir fikirdir ki, senin zerrâtın adedince muhâlât ve hurafeler, içinde bulunuyor. Ey muannid muattıl! Sen de utan, bu dalâletten vazgeç.

ÜÇÜNCÜ KELİME: İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiat iktiza ediyor, tabiat yapıyor.” İşte bu hükmün çok muhâlâtı var. Nümune için üçünü zikrediyoruz.

BİRİNCİSİ

Eğer mevcudatta, hususan zîhayatta görünen, basîrâne, hakîmâne olan san’at ve icad Şems-i Ezelînin kalem-i kader ve kudretine verilmezse, belki kör, sağır, düşüncesiz olan tabiata ve kuvvete isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, icad için herşeyde hadsiz mânevî makine ve matbaaları bulundursun; veyahut herşeyde





basîrâne: görerek
bedel: karşılık
cüz: bölüm, kısım
dalâlet: hak yoldan sapma, inkârcılık
esbab: sebepler
hadsiz: sayısız
hakîmâne: hikmetli bir şekilde, herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hat: yazı
hurafe: delile dayanmayan saçma inanış
hurufat: harfler
hususan: bilhassa, özellikle
hâkezâ: bunun gibi
hüceyre-i beden: bedeni oluşturan hücrecik
icad: var etme, yaratma
iktiza etme: gerektirme
isnad etmek: dayandırmak
istinad etmek: dayanmak
kalem-i kader: kader kalemi
kudret: güç, kudret, iktidar; Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
kâtib: yazan
matbû: tâbedilmiş, basılmış
mensup: bağlı
mevcudat: varlıklar
misilli: benzeri
muannid: inatçı
muattıl: Allah’ın sıfatlarını inkâr eden
muhal: imkânsız
muhâlât: imkansızlıklar
muntazam: düzenli
mürekkebat: bir bütünü oluşturan parçalar
müteselsilen: zincirleme bir şekilde
nümune: örnek
tab edilmek: basılmak
tabiat: doğa, maddî âlem
vaziyet: durum
vücut bulmak: ortaya çıkmak (bk v-c-d)
zerrât: atomlar
zikretmek: dile getirmek
zîhayat: canlı, hayat sahibi
Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 299

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet derc etsin. Çünkü, nasıl şemsin cilveleri ve akisleri, zemin yüzündeki zerrecik cam parçalarında ve katrelerde görünüyor. Eğer o misalî ve aksî güneşçikler semâdaki tek güneşe isnad edilmese, lâzım gelir ki, bir kibrit başı yerleşmeyen bir zerrecik cam parçasında tabiî, fıtrî ve güneşin hâsiyetlerine mâlik, zâhiren küçük, mânen çok derin bir güneşin haricî vücudunu kabul ederek, zerrât-ı zücâciye adedince tabiî güneşleri kabul etmek lâzım geldiği gibi; aynen bu misal gibi, mevcudat ve zîhayat doğrudan doğruya Şems-i Ezelînin cilve-i esmâsına verilmezse, herbir mevcutta, hususan herbir zîhayatta, hadsiz bir kudret ve irade ve nihayetsiz bir ilim ve hikmet taşıyacak bir tabiatı, bir kuvveti, adeta bir ilâhı, içinde kabul etmek lâzım gelir. Bu tarz-ı fikir ise, kâinattaki muhâlâtın en bâtılı, en hurafesidir. Hâlık-ı Kâinatın san’atını mevhum, ehemmiyetsiz, şuursuz bir tabiata veren insan, elbette yüz defa hayvandan daha hayvan, daha şuursuz olduğunu gösterir.

İKİNCİ MUHAL

Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli şu mevcudat, nihayetsiz kadîr, hakîm bir zâta verilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, herbir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun, tâ o parça toprak, menşe ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvelerin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünkü, çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak, içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve heyetlerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, o vakit, o kâsedeki toprakta, herbir çiçek için mânevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise, nutfeler ve yumurtalar gibi, maddeleri birdir. Yani, müvellidülmâ, müvellidülhumuza, karbon, azotun





Avrupa: (bk. bilgiler)Hâlık-ı Kâinat: evreni ve bütün varlıkları yaratan Allah
Kadîr-i Zülcelâl: kudreti herşeyi kuşatan, haşmet ve yücelik sahibi olan Allahakis: yansıma
aksî: yansıyan, aksedenbilfiil: fiilen, uygulamalı olarak
bâtıl: gerçek dışı, boşcilve: görünme, yansıma
cilve-i esmâ: Allah’ın isimlerinin görüntüsü, yansımasıderc etmek: yerleştirmek
ehemmiyetsiz: önemsizfıtrî: doğal, yaratılıştan gelen
hadsiz: sayısızhakîm: bilgili, hikmetli
halk ve idare: varlıkları yaratma ve idare etmeharicî: dışa ait
heyet: yapıhikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması
hurafe: delile dayanmayan saçma inanışhususan: bilhassa, özellikle
hâsiyet: özellikintizamlı: düzenli
irade: dileme, tercihisnad etme: dayandırma
kabiliyet: yetenekkadîr: güç ve iktidar sahibi
katre: damlakudret: güç, kuvvet, iktidar
kâinat: evren, bütün yaratılmışlarmedar: dayanak noktası, eksen
menşe: kaynakmevcudat: varlıklar
mevcut: varlıkmevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılan
misalî: yansıyanmizan: ölçü, denge
muhal: imkansız, olmayacak şeymuhâlât: imkansızlıklar, olmayacak şeyler
mâlik: sahipmânen: mânevî olarak
müvellidülhumuza: oksijenmüvellidülmâ: hidrojen
nihayetsiz: sınırsıznutfe: memelilerin yaratıldığı su
semâ: gökyüzütabiî: doğal
tarz-ı fikir: düşünce şeklitezgâh: dokuma aleti
teşkil: oluşma, şekillenmeteşkil ve tasvir: şekillendirme ve belli bir görünüm verme
umum: bütün, genelvücuda gelmek: ortaya çıkmak (bk v-c-d)
zemin: yer, dünyazerrecik: atom
zerrât-ı zücâciye: camı oluşturan atomlarzâhiren: görünürde
zîhayat: canlı, hayat sahibiŞems-i Ezelî: Ezelî Güneş, bu tabir ezelden beri bütün varlıkları aydınlatan Allah için bir benzetme olarak kullanılır
şems: Güneşşuursuz: bilinçsiz

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 300

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>intizamsız, şekilsiz, hamur gibi halitasından ibaret olmakla beraber; hava, su, hararet, ziya dahi, herbiri basit ve şuursuz ve herşeye karşı sel gibi bir tarzda gittiğinden, o hadsiz çiçeklerin teşkilleri ayrı ayrı ve gayet muntazam ve san’atlı olarak o topraktan çıkması, bilbedâhe ve bizzarure iktiza ediyor ki, o kâsede bulunan toprakta, mânen Avrupa kadar, mânevî ve küçük mikyasta matbaaları ve fabrikaları bulunsun. Tâ ki, bu kadar hayattar kumaşları ve binler ayrı ayrı nakışlı mensucatları dokuyabilsin.

İşte, tabiiyyunların fikr-i küfrîleri ne derece daire-i akıldan hariç saptığını kıyas et. Ve tabiatı mûcid zanneden insan suretindeki ahmak sarhoşlar “Mütefennin ve akıllıyız” diye dâvâ ettikleri halde, akıl ve fenden ne kadar uzak düştüklerini ve mümteni ve hiçbir cihetle mümkün olmayan bir hurafeyi kendilerine meslek ittihaz ettiklerini gör, gül ve tükür!

Eğer desen: Mevcudat tabiata isnad edilse böyle acip muhaller olur, imtinâ derecesinde müşkilât olur. Acaba Zât-ı Ehad ve Samede verildiği vakit o müşkilât nasıl kalkıyor? Ve o suubetli imtinâ, o suhuletli vücuba nasıl inkılâp eder?

Elcevap: Birinci Muhalde, nasıl ki güneşin cilve-i in’ikâsı kemâl-i suhuletle, külfetsiz, en küçük zerrecik camdan tut, tâ en büyük bir denizin yüzüne kadar feyzini ve tesirini misalî güneşçiklerle gayet kolaylıkla gösterdikleri halde, eğer güneşten nisbeti kesilse, o vakit herbir zerrecikte tabiî ve bizzat bir güneşin haricî vücudu, imtinâ derecesinde bir suubetle olabilmesi kabul edilmek lâzım gelir. Öyle de, herbir mevcut, doğrudan doğruya Zât-ı Ehad ve Samede verilse, vücub derecesinde bir suhulet, bir kolaylıkla ve bir intisap ve cilve ile, herbir mevcuda lâzım herbir şey ona yetiştirilebilir.

Eğer o intisap kesilse ve o memuriyet başıbozukluğa dönse ve herbir mevcut kendi başına ve tabiata bırakılsa, o vakit imtinâ derecesinde yüz bin müşkilât ve suubetle, sinek gibi bir zîhayatın, kâinatın küçük bir fihristesi olan gayet harika





Avrupa: (bk. bilgiler)Zât-ı Ehad ve Samed: herşey Kendisine muhtaç olduğu halde Kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan ve birliği herbir şeyde görünen Allah
acip: hayret vericiahmak: aptal
bilbedâhe: açık bir şekildebizzarure: ister istemez, zorunlu olarak
cihet: şekil, yöncilve: görünme, yansıma
cilve-i in’ikâs: görüntünün yansımasıdaire-i akıl: akıl dairesi
dâvâ: iddiafeyiz: bereket, bolluk
fihriste: özet, içerikfikr-i küfrî: Allah’ı inkâr etme düşüncesi
hadsiz: sayısızhalita: karışık halde olan, karışık
hararet: sıcaklıkharicî: dışa ait
hariç: dışındahurafe: delile dayanmayan saçma inanış
iktiza etmek: gerektirmekimtinâ: imkânsızlık
inkılâp etmek: dönüşmekintisap: bağlantı
intizamsız: düzensizisnad etme: dayandırma
ittihaz etmek: edinmek, kabullenmekkemâl-i sûhûlet: tam bir kolaylık
kâinat: doğa, evrenkülfet: güçlük, zorluk
memuriyet: emir altında olmamensucat: dokumalar
meslek: usul, yolmevcudat: varlıklar
mevcut: varlıkmikyas: ölçek
misal: benzer, örnekmisalî: görüntü şeklinde olan
muhal: imkânsızmuntazam: düzenli
mûcid: icad eden; yoktan var edenmümteni: imkansız
mütefennin: bilgili, fen ilimlerine sahipmüşkilât: zorluklar
nisbet: bağsuhulet: kolaylık
suret: biçim, görünüşsuubet: zorluk
tabiat: doğa, maddî âlemtabiiyyun: herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler
teşkil: şekillendirmevücub: kesinlik, zorunluluk, gereklilik
vücud: varlıkziya: ışık
zîhayat: canlı, hayat sahibişuursuz: bilinçsiz

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 301

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>makine-i vücudunu icad eden, içindeki kör tabiatın, kâinatı halk ve idare edecek bir kudret ve hikmet sahibi olduğunu farz etmek lâzım gelir. Bu ise bir muhal değil, belki binler muhaldir.

Elhasıl, nasıl ki Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun şerik ve nazîri mümteni ve muhaldir; öyle de rububiyetinde ve icad-ı eşyada başkalarının müdahalesi, şerîk-i zâtî gibi mümteni ve muhaldir.

Amma İkinci Muhaldeki müşkilât ise: Müteaddit risalelerde ispat edildiği gibi, eğer bütün eşya Vâhid-i Ehade verilse, bütün eşya birtek şey gibi suhuletli ve kolay olur. Eğer esbaba ve tabiata verilse, birtek şey umum eşya kadar müşkilâtlı olduğu, müteaddit ve kat’î burhanlarla ispat edilmiş. Bir burhanın hülâsası şudur ki:

Nasıl ki bir adam, bir padişaha askerlik veya memuriyet cihetiyle intisap etse, o memur ve o asker, o intisap kuvvetiyle, yüz bin defa kuvvet-i şahsiyesinden fazla işlere medar olabilir. Ve padişahı namına, bazan bir şahı esir eder. Çünkü gördüğü işlerin ve yaptığı eserlerin cihazatını ve kuvvetini kendi taşımıyor ve taşımaya mecbur olmuyor. O intisap münasebetiyle, padişahın hazineleri ve arkasındaki nokta-i istinadı olan ordu, o kuvveti, o cihazatı taşıyor. Demek gördüğü işler, şahane olarak bir padişahın işi gibi ve gösterdiği eserler bir ordu eseri misilli harika olabilir.

Nasıl ki karınca o memuriyet cihetiyle Firavun’un sarayını harap ediyor. Sinek o intisapla Nemrud’u gebertiyor. Ve o intisapla, buğday tanesi gibi bir çam çekirdeği, koca çam ağacının bütün cihazatını yetiştiriyor. HAŞİYE-1 Eğer o intisap



[NOT]Haşiye-1
Evet, eğer intisap olsa, o çekirdek, kader-i İlâhîden bir emir alır, o harika işlere mazhar olur. Eğer o intisap kesilse, o çekirdeğin hilkati, koca çam ağacının hilkatinden daha ziyade cihazat ve iktidar ve san’atı iktiza eder. Çünkü, dağdaki, kudret eseri olan mücessem çam ağacının, bütün âzâları ve cihazatıyla, o çekirdekteki kader eseri olan mânevî ağaçta mevcut bulunması lâzım gelir. Çünkü o koca ağacın fabrikası o çekirdektir. İçindeki kaderî ağaç, kudretle hariçte tezahür eder, cismanî çam ağacı olur.[/NOT]




Firavun: (bk. bilgiler)Nemrud: (bk. bilgiler)
Vâhid-i Ehad: birliği herşeyi kapladığı gibi herbir şeyde de ayrı ayrı tecellîleri görülen AllahZât-ı Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Zât, Allah
burhan: güçlü ve sarsılmaz delil, kanıtcihazat: cihazlar, âletler
cihet: şekil, yöncismanî: maddî yapısı olan
elhasıl: özet olarakesbab: sebepler
eşya: şeyler, varlıklarhalk etmek: yaratmak
haşiye: dipnothikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması; yüksek bilgi
hilkat: yaratılışhülâsa: öz, özet
icad etmek: var etmek, yapmakicad-ı eşya: varlıkların yaratılması
iktidar: güç, kudretiktiza etmek: gerektirmek
intisap: bağlanmakader-i İlâhi: İlâhi kader, Allah’ın kader kanunu
kaderî: kaderle bağlantılıkudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı
kuvvet-i şahsiye: kişisel kuvvetmakine-i vücud: kâinatın küçük bir örneği olan vücut makinası
mazhar olmak: erişmek, edinmekmedar: dayanak noktası, sebep
memuriyet: memurlukmevcut: var olan
misilli: gibimuhal: imkânsızlık
mücessem: maddî yapısı olanmümteni: imkânsız
münasebetiyle: vesilesiyle, sebebiylemüteaddit: bir çok, çeşitli
müşkilât: zorluklarnamına: adına
nazîr: benzer, eşnokta-i istinad: dayanak noktası
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisirububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi
suhulet: kolaylık tabiat: doğa, maddî âlem
tezahür etmek: görünmek, ortaya çıkmakumum: bütün, genel
âzâ: uzuvlar, organlarşerik: Allah’a ortak koşulan şey
şerîk-i zâtî: doğrudan Allah’ın Zâtına ortak olma

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 302

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki, güldürmek için acip hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.

Elhasıl, Vâcibü’l-Vücuda her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtinâ derecesinde müşkül ve haric-i daire-i akliyedir.

ÜÇÜNCÜ MUHAL

Bu Muhali izah edecek, bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

BİRİNCİ MİSAL: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşî bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam san’atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, “Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi o sarayı müştemilâtıyla beraber yapmıştır” diye taharrîye başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra, o sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhare nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte, aynen bu misal gibi, hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam,





Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allahacip: hayret verici
ahmaklık: akılsızlıkbeyan edilmek: açıklanmak
bilmecburiye: zorunlu olarakcihazat: cihazlar, âletler
cihazat-ı harbiye: savaş aletlericihet: yön, taraf
elhasıl: özet olarakeşya: şeyler, varlıklar
eşya-yı âhar: diğer varlıklarhadsiz: sınırsız
haric-i daire-i akliye: akıl dairesinin dışındahariç: dış
hezeyan: boş söz, saçmalamahurafe: herhangi bir delile dayanmayan bâtıl inanış
hâli: boş, ıssızicad: yaratma
imtinâ: imkânsızlıkizah etmek: açıklamak
kabil: mümkünkabiliyet: yetenek
kavânîn-i ilmiye: bilimsel kanunlarmaskara: gülünç, rezil
mecmu: bir şeyin tamamımevcud: varlık
mevcudat fihristesi: varlıkların sıralandığı listemuhal: imkânsız
muntazam: düzenlimuztar: çaresiz
münasebettar: ilgili, bağlantılımüşkül: zorluk
müştemilât: içindekilernisbeten: kıyasla, oranla
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisisahrâ: çöl
sair: diğer, başka sûhûlet: kolaylık
tabiat: doğa, maddî âlemtaharrî: araştırma, inceleme
tanzim: düzenlemetekmil etmek: tamamlamak
terhis: göreve son vermetezyin etmek: süslemek
teşkil etmek: oluşturmakteşkilât: meydana gelme, oluşma
vahşet: ilkellikvahşî: medeniyetten uzak
vaziyet: durum, hâlvücub: kesinlik, gereklilik
âsâr-ı medeniyet: medeniyetin meydana getirdiği eserlerçendan: gerçi
ünvan: isim

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 303

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki, güldürmek için acip hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.

Elhasıl, Vâcibü’l-Vücuda her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtinâ derecesinde müşkül ve haric-i daire-i akliyedir.

ÜÇÜNCÜ MUHAL

Bu Muhali izah edecek, bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

BİRİNCİ MİSAL: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşî bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam san’atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, “Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi o sarayı müştemilâtıyla beraber yapmıştır” diye taharrîye başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra, o sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhare nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.


İşte, aynen bu misal gibi, hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam,






Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allahacip: hayret verici
ahmaklık: akılsızlıkbeyan edilmek: açıklanmak
bilmecburiye: zorunlu olarakcihazat: cihazlar, âletler
cihazat-ı harbiye: savaş aletlericihet: yön, taraf
elhasıl: özet olarakeşya: şeyler, varlıklar
eşya-yı âhar: diğer varlıklarhadsiz: sınırsız
haric-i daire-i akliye: akıl dairesinin dışındahariç: dış
hezeyan: boş söz, saçmalamahurafe: herhangi bir delile dayanmayan bâtıl inanış
hâli: boş, ıssızicad: yaratma
imtinâ: imkânsızlıkizah etmek: açıklamak
kabil: mümkünkabiliyet: yetenek
kavânîn-i ilmiye: bilimsel kanunlarmaskara: gülünç, rezil
mecmu: bir şeyin tamamımevcud: varlık
mevcudat fihristesi: varlıkların sıralandığı listemuhal: imkânsız
muntazam: düzenlimuztar: çaresiz
münasebettar: ilgili, bağlantılımüşkül: zorluk
müştemilât: içindekilernisbeten: kıyasla, oranla
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisisahrâ: çöl
sair: diğer, başka sûhûlet: kolaylık
tabiat: doğa, maddî âlemtaharrî: araştırma, inceleme
tanzim: düzenlemetekmil etmek: tamamlamak
terhis: göreve son vermetezyin etmek: süslemek
teşkil etmek: oluşturmakteşkilât: meydana gelme, oluşma
vahşet: ilkellikvahşî: medeniyetten uzak
vaziyet: durum, hâlvücub: kesinlik, gereklilik
âsâr-ı medeniyet: medeniyetin meydana getirdiği eserlerçendan: gerçi
ünvan: isim

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 304

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki, güldürmek için acip hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.

Elhasıl, Vâcibü’l-Vücuda her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtinâ derecesinde müşkül ve haric-i daire-i akliyedir.

ÜÇÜNCÜ MUHAL

Bu Muhali izah edecek, bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

BİRİNCİ MİSAL: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşî bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam san’atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, “Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi o sarayı müştemilâtıyla beraber yapmıştır” diye taharrîye başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra, o sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhare nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte, aynen bu misal gibi, hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam,






Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allahacip: hayret verici
ahmaklık: akılsızlıkbeyan edilmek: açıklanmak
bilmecburiye: zorunlu olarakcihazat: cihazlar, âletler
cihazat-ı harbiye: savaş aletlericihet: yön, taraf
elhasıl: özet olarakeşya: şeyler, varlıklar
eşya-yı âhar: diğer varlıklarhadsiz: sınırsız
haric-i daire-i akliye: akıl dairesinin dışındahariç: dış
hezeyan: boş söz, saçmalamahurafe: herhangi bir delile dayanmayan bâtıl inanış
hâli: boş, ıssızicad: yaratma
imtinâ: imkânsızlıkizah etmek: açıklamak
kabil: mümkünkabiliyet: yetenek
kavânîn-i ilmiye: bilimsel kanunlarmaskara: gülünç, rezil
mecmu: bir şeyin tamamımevcud: varlık
mevcudat fihristesi: varlıkların sıralandığı listemuhal: imkânsız
muntazam: düzenlimuztar: çaresiz
münasebettar: ilgili, bağlantılımüşkül: zorluk
müştemilât: içindekilernisbeten: kıyasla, oranla
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisisahrâ: çöl
sair: diğer, başka sûhûlet: kolaylık
tabiat: doğa, maddî âlemtaharrî: araştırma, inceleme
tanzim: düzenlemetekmil etmek: tamamlamak
terhis: göreve son vermetezyin etmek: süslemek
teşkil etmek: oluşturmakteşkilât: meydana gelme, oluşma
vahşet: ilkellikvahşî: medeniyetten uzak
vaziyet: durum, hâlvücub: kesinlik, gereklilik
âsâr-ı medeniyet: medeniyetin meydana getirdiği eserlerçendan: gerçi
ünvan: isim

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 305

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>kesilse, o memuriyetten terhis edilse, yapacağı işlerin cihazatını ve kuvvetini, belinde ve bileğinde taşımaya mecburdur. O vakit, o küçücük bileğindeki kuvvet miktarınca ve belindeki cephane adedince iş görebilir. Evvelki vaziyette gayet kolaylıkla gördüğü işleri bu vaziyette ondan istenilse, elbette bileğinde bir ordu kuvvetini ve belinde bir padişahın cihazat-ı harbiye fabrikasını yüklemek lâzım gelir ki, güldürmek için acip hurafeleri ve masalları hikâye eden maskaralar dahi bu hayalden utanıyorlar.

Elhasıl, Vâcibü’l-Vücuda her mevcudu vermek, vücub derecesinde bir suhuleti var. Ve tabiata icad cihetinde vermek, imtinâ derecesinde müşkül ve haric-i daire-i akliyedir.

ÜÇÜNCÜ MUHAL

Bu Muhali izah edecek, bazı risalelerde beyan edilen iki misal:

BİRİNCİ MİSAL: Bütün âsâr-ı medeniyetle tekmil ve tezyin edilmiş, hâli bir sahrâda kurulmuş, yapılmış bir saraya gayet vahşî bir adam girmiş, içine bakmış. Binlerle muntazam san’atlı eşyayı görmüş. Vahşetinden, ahmaklığından, “Hariçten kimse müdahale etmeyip, o saray içinde o eşyadan birisi o sarayı müştemilâtıyla beraber yapmıştır” diye taharrîye başlıyor. Hangi şeye bakıyor, o vahşetli aklı dahi kabil görmüyor ki, o şey bunları yapsın. Sonra, o sarayın teşkilât programını ve mevcudat fihristesini ve idare kanunları içinde yazılı olan bir defteri görür. Çendan, elsiz ve gözsüz ve çekiçsiz olan o defter dahi, sair içindeki şeyler gibi, hiçbir kabiliyeti yoktur ki, o sarayı teşkil ve tezyin etsin. Fakat muztar kalarak, bilmecburiye, eşya-yı âhare nisbeten, kavânîn-i ilmiyenin bir ünvanı olmak cihetiyle, o sarayın mecmuuna bu defteri münasebettar gördüğünden, “İşte bu defterdir ki, o sarayı teşkil, tanzim ve tezyin edip bu eşyayı yapmış, takmış, yerleştirmiş” diyerek, vahşetini ahmakların, sarhoşların hezeyanına çevirmiş.

İşte, aynen bu misal gibi, hadsiz derecede misaldeki saraydan daha muntazam,





Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allahacip: hayret verici
ahmaklık: akılsızlıkbeyan edilmek: açıklanmak
bilmecburiye: zorunlu olarakcihazat: cihazlar, âletler
cihazat-ı harbiye: savaş aletlericihet: yön, taraf
elhasıl: özet olarakeşya: şeyler, varlıklar
eşya-yı âhar: diğer varlıklarhadsiz: sınırsız
haric-i daire-i akliye: akıl dairesinin dışındahariç: dış
hezeyan: boş söz, saçmalamahurafe: herhangi bir delile dayanmayan bâtıl inanış
hâli: boş, ıssızicad: yaratma
imtinâ: imkânsızlıkizah etmek: açıklamak
kabil: mümkünkabiliyet: yetenek
kavânîn-i ilmiye: bilimsel kanunlarmaskara: gülünç, rezil
mecmu: bir şeyin tamamımevcud: varlık
mevcudat fihristesi: varlıkların sıralandığı listemuhal: imkânsız
muntazam: düzenlimuztar: çaresiz
münasebettar: ilgili, bağlantılımüşkül: zorluk
müştemilât: içindekilernisbeten: kıyasla, oranla
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisisahrâ: çöl
sair: diğer, başka sûhûlet: kolaylık
tabiat: doğa, maddî âlemtaharrî: araştırma, inceleme
tanzim: düzenlemetekmil etmek: tamamlamak
terhis: göreve son vermetezyin etmek: süslemek
teşkil etmek: oluşturmakteşkilât: meydana gelme, oluşma
vahşet: ilkellikvahşî: medeniyetten uzak
vaziyet: durum, hâlvücub: kesinlik, gereklilik
âsâr-ı medeniyet: medeniyetin meydana getirdiği eserlerçendan: gerçi
ünvan: isim

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 306

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>daha mükemmel ve bütün etrafı mucizâne hikmetle dolu şu saray-ı âlemin içine, inkâr-ı ulûhiyete giden tabiiyyun fikrini taşıyan vahşî bir insan girer. Daire-i mümkinat haricinde olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudun eser-i san’atı olduğunu düşünmeyerek ve Ondan i’râz ederek, daire-i mümkinat içinde, kader-i İlâhînin yazar bozar bir levhası hükmünde ve kudret-i İlâhiyenin kavânîn-i icraatına tebeddül ve tagayyür eden bir defteri olabilen ve pek yanlış ve hata olarak “tabiat” namı verilen bir mecmua-i kavânîn-i âdât-ı İlâhiye ve bir fihriste-i san’at-ı Rabbâniyeyi görür. Ve der ki: “Madem bu eşya bir sebep ister. Hiçbir şeyin bu defter gibi münasebeti görünmüyor. Çendan hiçbir cihetle akıl kabul etmez ki, gözsüz, şuursuz, kudretsiz bu defter, rububiyet-i mutlakanın işi olan ve hadsiz bir kudreti iktiza eden icadı yapamaz. Fakat madem Sâni-i Kadîmi kabul etmiyorum; öyleyse, en münasibi, ‘Bu defter bunu yapmış ve yapar’ diyeceğim” der. Biz de deriz:

Ey ahmaku’l-humakadan tahammuk etmiş sarhoş ahmak! Başını tabiat bataklığından çıkar, arkana bak. Zerrattan seyyârâta kadar bütün mevcudat, ayrı ayrı lisanlarla şehadet ettikleri ve parmaklarıyla işaret ettikleri bir Sâni-i Zülcelâli gör. Ve o sarayı yapan ve o defterde sarayın programını yazan Nakkaş-ı Ezelînin cilvesini gör, fermanına bak, Kur’ân’ını dinle, o hezeyanlardan kurtul.

İKİNCİ MİSAL: Gayet vahşî bir adam, muhteşem bir kışla dairesine girer. Gayet muntazam bir ordunun umumî, beraber talimlerini, muntazam hareketlerini görür. Bir neferin hareketiyle bir tabur, bir alay, bir fırka kalkar, oturur, gider, bir ateş emriyle ateş ettiklerini müşahede eder. Onun kaba, vahşî aklı, bir





Nakkaş-ı Ezelî: başlangıcı olmayan ve bütün varlıkları bir nakış halinde yaratan AllahSâni-i Kadîm: ezelden beri var olan ve varlıkları sa’natlı bir şekilde yaratan Cenâb-ı Allah
Sâni-i Zülcelâl: büyüklük ve haşmet sahibi olan ve her şeyi san’atlı olarak yaratan AllahZât-ı Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Zât, Allah
ahmaku’l-humaka: ahmakların en ahmakıalay: taburlardan meydana gelen askerî birlik
cihet: yöncilve: görünme, yansıma
daire-i mümkinat: yaratılanların tamamının oluşturduğu âlemeser-i san’at: sanat eseri
eşya: varlıklarferman: emir, buyruk
fihriste-i san’at-ı Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın sanatlı bir şekilde yarattığı varlıkların özeti ve listesifırka: tümen
hadsiz: sınırsızharicinde: dışında
hezeyan: boş söz, saçmalamahikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak, anlamlı ve tam yerli yerinde yaratılması
icad: yaratmaiktiza etmek: gerektirmek
inkâr-ı ulûhiyet: Cenâb-ı Allah’ı inkâr fikrii’râz etmek: yüz çevirmek, başka tarafa dönmek
kader-i İlâhî: İlâhî kader, Allah’ın kader kanunukavânîn-i icraat: kâinattaki, tabiattaki İlâhî icraat ve faaliyet kanunları
kudret: güç ve iktidarkudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudreti
lisan: dilmecmua-i kavânîn-i âdât-ı İlâhiye: Allah’ın kainata koyduğu, devam eden kanunların tamamı; İlâhî âdetler ve kanunların toplamı
mevcudat: varlıklarmucizâne: mucizeli bir şekilde
muhteşem: ihtişamlı, görkemlimuntazam: düzenli
münasebet: ilgi, bağlantımünasib: uygun
müşahede etmek: gözlemlemeknefer: asker, er
rububiyet-i mutlaka: Allah’ın herşeyi kuşatan, kayıtsız ve sınırsız egemenliği, yaratıcılığı, terbiyesisaray-ı âlem: âlem sarayı; bir saray gibi inceliklerle yaratılmış olan âlem, kâinat
seyyârât: gezegenlertabiiyyun: her şeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler
tabur: bölüklerden meydana gelen askerî birliktagayyür: başkalaşma
tahammuk etmek: ahmaklık dersi almaktalim: eğitim
tebeddül: değişim umumî: genel
vahşî: ilkelzerrat: zerreler, atomlar
çendan: gerçişehadet etmek: şahitlik, tanıklık etmek
şuur: bilinç, anlayış

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 307

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>kumandanın, devletin nizâmâtıyla ve kanun-u padişahî ile o kumandanın emrini, kumandasını anlamayıp inkâr ettiğinden, o askerlerin iplerle birbiriyle bağlı olduklarını tahayyül eder. O hayalî ip ne kadar harikalı bir ip olduğunu düşünür, hayrette kalır.

Sonra gider, Ayasofya gibi gayet muazzam bir camie, Cuma gününde dahil olur. O cemaat-i Müslimînin, bir adamın sesiyle kalkar, eğilir, secde ederek oturduklarını müşahede eder. Mânevî ve semâvî kanunların mecmuundan ibaret olan şeriatı ve Şeriat Sahibinin emirlerinden gelen mânevî düsturlarını anlamadığından, o cemaatin maddî iplerle bağlandığını ve o acip ipler onları esir edip oynattığını tahayyül ederek, en vahşî, insan suretindeki canavar hayvanları dahi güldürecek derecede maskaralı bir fikirle çıkar, gider.

İşte, aynı bu misal gibi, Sultan-ı Ezel ve Ebedin hadsiz cünudunun muhteşem bir kışlası olan şu âleme ve o Mâbûd-u Ezelînin muntazam bir mescidi olan şu kâinata, mahz-ı vahşet olan inkârlı fikr-i tabiatı taşıyan bir münkir giriyor. O Sultan-ı Ezelînin hikmetinden gelen nizâmât-ı kâinatın mânevî kanunlarını birer maddî madde tasavvur ederek ve saltanat-ı rububiyetin kavânîn-i itibariyesi ve o Mâbûd-u Ezelînin şeriat-ı fıtriye-i kübrâsının, mânevî ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan ahkâmlarını ve düsturlarını, birer mevcud-u haricî ve maddî birer madde tahayyül ederek, kudret-i İlâhiyenin yerine, o ilim ve kelâmdan gelen ve yalnız vücud-u ilmîsi bulunan o kanunları ikame etmek ve ellerine icad vermek, sonra da onlara “tabiat” namını takmak ve yalnız bir cilve-i kudret-i Rabbâniye olan kuvveti, bir zîkudret ve müstakil bir kadîr telâkki etmek, misaldeki vahşîden bin defa aşağı bir vahşettir.

Elhasıl, tabiiyyunların, mevhum ve hakikatsiz, tabiat dedikleri şey, olsa olsa





Ayasofya: (bk. bilgiler)Mâbûd-u Ezelî: varlığının başlangıcı olmayan ve ibadete layık olan Allah
Sultan-ı Ezel ve Ebed: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden SultanSultan-ı Ezelî: hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah
acip: hayret vericiahkâm: hükümler
cemaat-i Müslimîn: Müslüman cemaatcilve-i kudret-i Rabbâniye: Rabbânî kudret ve iradenin yansıması
cünud: askerlerdüstur: kanun, prensip
elhasıl: özet olarakfikr-i tabiat: her şeyi tabiatın yarattığını kabul eden düşünce
hadsiz: sayısızhakikatsiz: asılsız, bir gerçeğe dayanmayan
hikmet: herşeyin bir gayeye yönelik olarak anlamlı, faydalı ve tam yerli yerinde yaratılması; yüksek bilgiicad vermek: yaratma özelliğini vermek
ikâme etmek: yerine koymakinkâr etmek: inanmamak, reddetmek
kadîr: güç ve iktidar sahibikanun-u padişahî: padişah kanunu
kavânîn-i itibariye: maddî varlığı olmayan kanunlar kanunlarkelâm: ifade, söz
kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve kudretikâinat: evren, bütün yaratılmışlar
mahz-ı vahşet: tam bir ilkellikmaskara: gülünç, rezil
mecmuu: bir şeyin tamamımevcud-u haricî: gözle görülür şekilde maddî bir yapıya sahip olan
mevhum: gerçekte olmadığı halde var sayılanmuazzam: azametli, çok büyük
muntazam: düzenlimünkir: inkârcı
müşahede etmek: gözlemlemeknizâmât: kanunlar
nizâmât-ı kâinat: kâinattaki düzenlersaltanat-ı rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği
semâvî: Allah tarafından olan, İlâhîtabiiyyun: herşeyi tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia edenler
tahayyül etmek: hayal etmektasavvur etmek: düşünmek
telâkki etmek: kabul etmek, algılamakvahşî: ilkel
vücud-u ilmî: ilmî varlık, maddî varlığı olmayan, ilmen var olan şeyzîkudret: kudretli, güçlü, kuvvetli
âlem: dünya, evrenşeriat: İlâhî kanun
şeriat-ı fıtriye-i kübrâ: kâinattaki düzen ve intizamı sağlayan, bütün varlıkların tabi olduğu büyük kanun; tabiat kanunlarının bütünü

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 308

vermek mümtenidir, muhaldir. Ve herşeyi doğrudan doğruya Vâcibü’l-Vücuda vermek vâciptir, zarurîdir. Elhamdü lillâhi ale’l-îmân 1 deyip iman ediyorum.

“Yalnız bir şüphem var: Cenâb-ı Hakkın Hâlık olduğunu kabul ediyorum. Fakat bazı cüz’î esbabın ehemmiyetsiz şeylerde icada müdahaleleri ve bir parça medh ü senâ kazanmaları, saltanat-ı rububiyetine ne zarar verir? Saltanatına noksaniyet gelir mi?”

Elcevap: Bazı risalelerde gayet kat’î ispat ettiğimiz gibi, hâkimiyetin şe’ni, müdahaleyi reddetmektir. Hattâ, en ednâ bir hâkim, bir memur, daire-i hâkimiyetinde oğlunun müdahalesini kabul etmiyor. Hattâ, hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri, bu redd-i müdahale kanununun hâkimiyette ne kadar esaslı hükmettiğini gösteriyor. Bir nahiyede iki müdürden tut, tâ bir memlekette iki padişaha kadar, hâkimiyetteki istiklâliyetin iktiza ettiği men-i iştirak kanunu, tarih-i beşerde çok acip hercümerc ile kuvvetini göstermiş.

Acaba âciz ve muavenete muhtaç insanlardaki âmiriyet ve hâkimiyetin bir gölgesi bu derece müdahaleyi reddetmeyi ve başkasının müdahalesini men etmeyi ve hâkimiyetinde iştirak kabul etmemeyi ve makamında istiklâliyetini nihayet taassupla muhafazaya çalışmayı gör; sonra, hâkimiyet-i mutlaka rububiyet derecesinde; ve âmiriyet-i mutlaka ulûhiyet derecesinde; ve istiklâliyet-i mutlaka ehadiyet derecesinde; ve istiğnâ-yı mutlak kadîriyet-i mutlaka derecesinde bir Zât-ı Zülcelâlde, bu redd-i müdahale ve men-i iştirak ve tard-ı şerik, ne derece o hâkimiyetin zarurî bir lâzımı ve vâcip bir muktezası olduğunu, kıyas edebilirsen et.



[NOT]Dipnot-1 Bize ihsan ettiği iman nimeti sebebiyle Allah’a hamd olsun.
[/NOT]




Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Hâlık: her şeyi yaratan Allah
Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Allah
Zât-ı Zülcelâl: sonsuz büyüklük ve haşmet sahibi Zât, Allah
acip: hayret verici
cüz’î: ferdî, küçük
daire-i hâkimiyet: egemenlik, üstünlük, âmirlik dairesi
ednâ: basit, küçük
ehadiyet: Allah’ın birliğinin her bir varlıkta görünmesi
ehemmiyetsiz: önemsiz
esbab: sebepler
halife: Müslümanların dinî reisi
hercümerc: karma karışıklık
hâkim: hükmeden
hâkimiyet: hükmü ve idaresi altına alma
hâkimiyet-i mutlaka: sınırsız ve tam bir egemenlik
icad: yaratma
icad vermek: var etme özelliği vermek
iktiza etmek: gerektirmek
istiklâliyet: bağımsızlık
istiklâliyet-i mutlaka: kesin ve sınırsız bağımsızlık
istiğnâ-yı mutlak: sınırsız zenginlik, hiçbir şeye muhtaç olmama
iştirak: ortaklık
kadîriyet-i mutlaka: Cenâb-ı Hakkın gücünün sınırsız olarak her şeyde görünmesi
katletmek: öldürmek
kat’î: kesin
makam: mevki, derece
medh ü senâ: övme ve yüceltme
memur: emir altında olan, görevli
men-i iştirak: ortaklığı kabul etmemek
muavenet: yardım
muhafaza: koruma, saklama
muhal: imkânsız
mukteza: bir şeyin gereği
mâsum: günâhsız
mümteni: imkânsız
nahiye: bucak, ilçelerin bir müdürle yönetilen bölümlerinden her birisi
nihayet: sınırsız
noksaniyet: noksanlık
redd-i müdahale kanunu: hiç kimsenin karışmasını kabul etmeme kanunu
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi
saltanat: hakimiyet
saltanat-ı rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği
taassup: aşırı derecede, körü körüne bağlılık
tard-ı şerik: ortağı, ortaklığı reddetmek
tarih-i beşer: insanlık tarihi
tevehhüm: kuruntu
ulûhiyet: ibadete ve itaat edilmeye layık olma, İlâhlık
vâcip: mutlaka gerekli olan
zarurî: zorunlu, gerekli
âciz: güçsüz, elinden bir şey gelmeyen
âmiriyet: âmirlik, yöneticilik
âmiriyet-i mutlaka: sınırsız ve tam bir âmirlik, yöneticilik
şe’n: temel özellik

<TBODY>
</TBODY>
 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 309

Amma ikinci şık şüphen ki: Bazı esbab, bazı cüz’iyâtın bazı ubudiyetlerine merci olsa, o Mâbûd-u Mutlak olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda müteveccih, zerrattan seyyârâta kadar mahlûkatın ubudiyetlerinden ne noksan gelir?

Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak, netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef’âliyle gösterdiği halde, en mükemmel mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb ve ubudiyetlerini başka esbaba vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı âliyesini inkâr ettirir mi? Ey tabiatperestlikten vazgeçen arkadaş, haydi sen söyle.

O diyor: “Elhamdü lillâh, bu iki şüphem hallolmakla beraber, vahdâniyet-i İlâhiyeye dair ve Mâbûd-u Bilhak O olduğuna ve Ondan başkaları ibadete lâyık olmadığına o kadar parlak ve kuvvetli iki delil gösterdin ki, onları inkâr etmek, güneşi ve gündüzü inkâr etmek gibi bir mükâberedir.”


endOfSection.gif
endOfSection.gif





Elhamdü lillâh: Allah’a hamd olsun
Hâkim-i Mutlak: herşey üzerinde sınırsız egemenlik sahibi olan, Allah
Hâlık-ı Hakîm: her varlığı sayısız hikmetlerle yaratan Allah
Mâbûd-u Bilhak: hakkıyla ibadete layık olan Allah
Mâbûd-u Mutlak: ibadete layık tek varlık olan Allah
Vâhid-i Ehad: bir olan ve birliği her bir şeyde görülen Allah
Zât-ı Vâcibü’l-Vücud: varlığı gerekli olan, var olmak için hiçbir sebebe ihtiyacı bulunmayan Zât, Allah
abes: boş ve faydasız
câmi: kapsamlı, içine alan
cüz’iyât: bir bütünün parçaları, kısımları
ef’âl: fiiler, davranışlar
ehemmiyetli: önemli
esbab: sebepler
gaye-i fıtrat: yaratılış amacı
hadsiz: sınırsız
halk etmek: yaratmak
hallolmak: çözümlenmek
hikmet: yüksek bilgi; bir gaye ve faydaya yönelik olarak, tam yerli yerinde olma
hâşâ ve kellâ: asla ve asla
kâinat: evren
mahlûkat: varlıklar
makasıd-ı âliye: yüce maksatlar, gayeler
merci: başvurulacak yer
minnettarlık: şükran duyma, iyilik karşısında kendini borçlu hissetme
mükemmel: eksiksiz
mükâbere: büyüklük taslayarak doğruyu kabul etmeme, göz göre göre bir şeyi inkâr etme
müsaade etmek: izin vermek
müteveccih: yönelen
netice-i hilkat: yaratılışın sonucu
rububiyet: Allah’ın bütün varlık âlemini kuşatan egemenliği, yaratıcılığı, idaresi ve terbiyesi
rıza: memnuniyet, hoşnutluk
semere-i hayat: hayatın netice ve faydaları
semere-i kâinat: kâinatın meyvesi
seyyârât: gezegenler
tabiatperestlik: herşeyin tabiatın tesiriyle meydana geldiğini iddia etme, tabiatçılık
tahabbüb: kendini sevdirmeye çalışma
ubudiyet: kulluk
vahdâniyet-i İlâhiye: Allah’ın bir ve tek olması
zerrat: zerreler, atomlar
zîşuur: şuur sahibi
âmir-i müstakil: bağımsız, hiçbir ortağı olmayan âmir, idareci
şükür: Allah’a karşı minnet duyma, teşekkür etme

<TBODY>
</TBODY>

 

Ukbaa

Well-known member
Cevap: Yirmi Üçüncü Lem'a - Sayfa 310

<!-- This file was converted to xhtml by Writer2xhtml ver. 0.5 beta2. See Writer2LaTeX has moved for more info. --><META name=description content=""><META name=keywords content=""><STYLE type=text/css media=all> body {font-family:'Trebuchet MS',Arial,serif;font-size:12.0pt} </STYLE>
Hâtime

Tabiat fikr-i küfrîsini terk eden ve imana gelen zat diyor ki:

Elhamdü lillâh, benim şüphelerim kalmadı. Yalnız merakımı mucip olan birkaç sualim var.

BİRİNCİ SUAL: Çok tembellerden ve târiküssalâtlardan işitiyoruz. diyorlar ki: “Cenâb-ı Hakkın bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’ân’da çok şiddet ve ısrarla, ibadeti terk edeni zecredip Cehennem gibi dehşetli bir cezayla tehdit ediyor? İtidalli ve istikametli ve adaletli olan ifade-i Kur’âniyeye nasıl yakışıyor ki, ehemmiyetsiz bir cüz’î hataya karşı nihayet şiddeti gösteriyor?”

Elcevap: Evet, Cenâb-ı Hak senin ibadetine, belki hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat sen ibadete muhtaçsın; mânen hastasın. İbadet ise, mânevî yaralarına tiryaklar hükmünde olduğunu çok risalelerde ispat etmişiz. Acaba bir hasta, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona nâfi ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime dese: “Senin ne ihtiyacın var, bana böyle ısrar ediyorsun?” Ne kadar mânâsız olduğunu anlarsın.

Amma Kur’ân’ın, terk-i ibadet hakkında şiddetli tehdidâtı ve dehşetli cezaları ise: Nasıl ki bir padişah, raiyetinin hukukunu muhafaza etmek için, âdi bir adamın, raiyetinin hukukuna zarar veren bir hatasına göre, şiddetli cezaya çarpar. Öyle de, ibadeti ve namazı terk eden adam, Sultan-ı Ezel ve Ebedin raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve mânevî bir zulüm eder. Çünkü, mevcudatın kemalleri, Sânie müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadetle tezahür eder. İbadeti terk eden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez. Belki de inkâr eder. O vakit, ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve herbiri birer mektub-u Samedânî ve birer âyine-i esmâ-i Rabbâniye olan mevcudatı âli makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, câmid,





Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
Elhamdü lillâh: Allah’a hamd olsun
Sultan-ı Ezel ve Ebed: başlangıç ve sonu olmaksızın, hüküm ve saltanatı ezelden ebede devam eden Sultan, Allah
Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah
câmid: cansız
cüz’î: küçük, sınırlı
ehemmiyetli: önemli
ehemmiyetsiz: önemsiz
fikr-i küfrî: Allah’ı inkâr etmeye dayalı düşünce
hekim: doktor
hukuk: haklar
hâtime: sonuç, son bölüm
ifade-i Kur’âniye: Kur’ân’ın kendine mahsus anlatım biçimi
istikamet: doğru gidiş
itidal: her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama
kemal: mükemmellik
makam: mevki, konum
mektub-u Samedânî: Allah tarafından gönderilmiş birer mektup gibi, şuur sahiplerine İlâhî san’atı anlatan eser
mevcudat: varlıklar
mucip: gerektirici
muhafaza etmek: korumak, saklamak
mukabil: karşılık
mânen: mânevî olarak
müteveccih: yönelen
nihayet: sonsuz
nâfi: faydalı
raiyet: halk, tabi olanlar
risale: Risale-i Nur’u oluşturan bölümlerden her birisi
tabiat: materyalist düşünce; tabiat için, “insan faaliyetlerinin dışında kendi kendini sürekli olarak yeniden yaratan ve değiştiren güç” düşüncesi
tecavüz: haddi aşma, saldırma
tehdidât: tehditler
tenzil etmek: indirmek
terk-i ibadet: ibadet etmeyi terk etme
tesbih: Allah’ı her türlü kusurdan yüce tutarak şanına lâyık ifadelerle anma
tezahür etmek: görünmek, ortaya çıkmak
tiryak: derman, ilâç
târiküssalât: namaz kılmayı terk eden kimse
zecretmek: sakındırmak, yasaklamak
zulüm: haksızlık
âdi: basit, sıradan
âli: yüce
âyine-i esmâ-i Rabbâniye: bütün varlıkları idare, tedbir ve terbiye eden Allah’ın isimlerinin aynası

<TBODY>
</TBODY>
 
Üst