Her Gün Bir Risale

Huseyni

Müdavim
Bir adam nasıl bin adam gibi günah işler?


Bismillahirrahmanirrahim

Birden ihtar edilen bir mesele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, “Acaba âdi bir adam, binler adam kadar günah işleyebilir mi?

Ve o âhirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına harap olmasına sebebiyet verir?” diye düşünürdüm.

Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını gördük.

Ezcümle: Müteaddit vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle günahlara sokar.

Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlâhiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla şükür ve hamd ü senâyla doldurmak lâzım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i beşeriye o azîm nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek.

Nasıl ki havârık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlâhiyyeyi bu mimsiz, gaddar medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarf edip küfran-ı nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi.

Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevî ve vahşî derekesinden daha aşağıya indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet, radyonun küllî nimetiyet ciheti küllî bir şükür iktiza eder; ve o küllî şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhataplarına birden yetiştirmek için, küllî yüz bin dilli semavî bir hâfız hükmünde, her vakit kâinatta Kur’ân’ı okumalıdır, tâ o nimetin küllî şükrünü edâ ve o nimeti idame etsin.

(Kastamonu Lahikası - 42)


Lügatler :

Âmin : “Allah’ım Kabul Eyle”
Aziz : Çok Değerli, İzzetli, Saygın
Bâki : Devamlı, Kalıcı, Sonsuz
Bârekâllah : Allah Hayırlı Ve Mübarek Kılsın Anlamında, Beğeniyi İfade Etmek İçin Kullanılan Bir Söz
Bedevî : Çölde Yaşayan, Medenî Olmayan
Bilhassa : Özellikle
Cihet : Yön, Taraf
Derece-İ Hizmet : Hizmet Derecesi
Dereke : Aşağı Derece
Ebedî : Sonsuz, Sonu Olmayan
Edâ Etme : Yerine Getirme
Evvel : Önce
Fevkinde : Üstünde
Hâfız : Kur’ân’ın Tamamını Ezberleyen Kişi
Hâlık-I Arz Ve Semâvât : Gökleri Ve Yeri Yaratan Allah
Havali : Civar, Bölge
Hizmet-İ İmaniye Ve Kur’âniye : İman Ve Kur’ân Hizmeti
İdame : Devam
İktiza Etme : Gerekme
İmdad : Yardım
Kâinat : Evren
Kâtip : Yazan, Yazıcı
Kelâm-I Ezelî : Ezelî Söz; Allah’ın Kelâmı, Sözü; Kur’ân
Keramet-İ Sadakat : Doğruluk Ve Bağlılığın Kerameti
Kerametkârâne : Kerametli Bir Şekilde, Keramet Gösterircesine
Küllî : Kapsamlı, Geniş; Bütün Fertleri İçine Alan
Mesrur Eyleme : Sevindirme
Muvaffak : Başarılı
Mübarek : Hayırlı, Değerli
Nimet : İyilik, Lütuf, İhsan
Nimetiyet : Nimetlilik
Semâvî : Allah Tarafından Olan, İlâhî
Sıddık : Çok Doğru Ve Sadık
Şakirt : Talebe, Öğrenci
Şükür : Nimetlere Karşı Memnunluk Gösterme, Allah’a Teşekkür Etme
Tasavvur Etme : Düşünme, Hayal Etme
Ümmî : Tahsil Görmemiş, Okuma Yazma Bilmeyen
Vahşî : Medenî Olmayan
Vâkıa : Olay
Zarfında : İçinde
Ziyade : Çok
 

NİSANUR

Well-known member
BEŞİNCİ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşâne muamelelerinden vazgeçmesi cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki:

Nefs-i insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zayıf ve zevâle maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur, dağılır et ve kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Adeta polattan bir vücudu var gibi, lâyemûtâne, kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedit bir hırs ve tamahla ve şiddetli alâka ve muhabbetle dünyaya atılır. Her lezzetli ve menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemâl-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde yuvarlanır.
İşte, Ramazan-ı Şerifteki oruç, en gafillere ve mütemerridlere, zaafını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor; midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemâl-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü mânevî eliyle rahmet kapısını çalmaya hazırlanır-eğer gaflet kalbini bozmamış ise!

Mektubat
 

Huseyni

Müdavim
Şükür, nimette Mün'imi görmektir


İ'lem eyyühe'l-aziz!

Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise, taahhüt, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun. Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun.

Halbuki, o nimetler, Mün'im-i Kerîm’in taahhüdü altındadır. Senin işin Onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır.

Çünkü şükür, nimette in'âmı görmek demektir.İn'âmı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi def eder. Zira, nimet zâil olduğundan, Mün'im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz, misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.

Evet; “Onların duâları şu sözlerle sona erer: 'Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur" (Yunus Sûresi, 10: 10.) olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in'am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan hasıl olan elem zâil olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir.

Demek hamd, ayn-ı lezzettir.

Mesnevî-i Nuriye, s. 104


Lugatçe

Mün'im: Nimet veren.
Mün'im-i Kerîm: İkramı bol olan nimet veren, Allah.
in'âm: Nimetlendirme.
zılliyet: Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma.
tahaffuz: Koruma.
zeval: Son bulma.
zâil: Son bulan.
teceddüd: Yenilenme, tazelenme.
hamd: Övgü, medih, şükür.
ayn-ı lezzet: Lezzetin ta kendisi.
delâlet: İşaret.
şecere: Ağaç.
semere: Meyve.
zeval-i nimet: Nimetin sona ermesi.



 

Huseyni

Müdavim
Risâle-i Nur’un ekser hakikatleri Ramazan’da zuhur etti

Risâle-i Nur'un bir hülâsası olan Ayetü’l-Kübra ve Hizb-i Nuriyenin bir hülâsatü’l-hülâsası hükmünde otuz üç kelime-i tevhidin namaz tesbihatındaki eskiden beri okuduğum ve Risâle-i Nur'un ekser hakikatleri namaz tesbihatında inkişaf etmesiyle hayalim fazla tevessü ederek, o otuz üç kelime-i tevhid, herbirisini kâinatın bir tabaka-i mahlûkatının lisan-ı hâliyle söylediği o kelimeyi ben o lisan ile söylüyorum gibi, o külli lisan-ı hâl, benim cüz'î lisan-ı kâlimin aynı olur. Ben, kemal-i zevkle okuyorum. Size de sûretini gönderiyorum.

Benim şüphem kalmadı ki: ..."Tefekküri sâatin..." (Bir saatlik tefekkür, bir sene nafile ibadetten hayırlıdır) sırrını taşıyan Hizb-i Nuriyenin on beş dakika zarfında bu Hülâsatü’l-Hülâsası dahi aynı sırrı taşıyor. Arabî bilmeyenler, Ayetü’l-Kübrâ’nın mertebelerini güzelce anlasalar, bu Arabî parça tam anlaşılır. Arabî bilmeyen, birkaç defa ikisine baksa, tam anlayacak.

Bunu ben yirmi dört saatte bir defa ya sabah namazının tesbihatında veya başka vakitte, en ziyade usandığım ve sıkıntı zamanında okuyorum. Bana ulvî bir inşirah verir, usancı izâle eder. Âyetü’l-Kübrâ ve Hizb-i Nuriyenin ahirinde yazılsa, münasip olur. Manidardır ki, Ayetü’l-Kübrâ ve Risâle-i Nur'un ekser hakikatleri, Ramazan’da ve tesbihatında zuhuru gibi, bu Hülâsatü’l-Hülâsa, aynen Ramazan’da ve tesbihatta zuhur etti.

Emirdağ Lâhikası, s. 173
 

uður1

Well-known member
Bunlar, insan ismine lâyık mıdırlar?

15 Ağustos 2011 / 00:01
Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

İkinci Risale olan İkinci Kısım

Ramazan-ı Şerife dairdir

Birinci Kısmın âhirinde şeâir-i İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden, şeâirin içinde en parlak ve muhteşem olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu İkinci Kısımda, bir kısım hikmetleri zikredilecektir. Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden Dokuz Nüktedir.

[“O Ramazan ayı ki, insanlara doğru yolu gösteren, ap açık hidayet delillerini taşıyan ve hak ile bâtılın arasını ayıran Kur’ân, o ayda indirilmiştir.”](1)

BİRİNCİ NÜKTE

Ramazan-ı Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeâir-i İslâmiyenin âzamlarındandır.

İşte, Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri, hem Cenâb-ı Hakkın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlâhiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.

Cenâb-ı Hakkın rububiyeti noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:

Cenâb-ı Hak, zemin yüzünü bir sofra-i nimet suretinde halk ettiği ve bütün envâ-ı nimeti o sofrada [“Umulmadık yerlerden.”] (2) bir tarzda o sofraya dizdiği cihetle, kemal-i Rububiyetini ve Rahmaniyet ve Rahimiyetini o vaziyetle ifade ediyor. İnsanlar, gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde, o vaziyetin ifade ettiği hakikati tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i iman, birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelînin ziyafetine davet edilmiş bir surette, akşama yakın “Buyurunuz” emrini bekliyorlar gibi bir tavr-ı ubûdiyetkârâne göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli Rahmâniyete karşı, vüs’atli ve azametli ve intizamlı bir ubûdiyetle mukabele ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubûdiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen insanlar, insan ismine lâyık mıdırlar? (Mektubat, Yirmi Dokuzuncu Mektup, İkinci Risale olan İkinci Kısım)

1 : Bakara Sûresi, 2:185.
2 : Talâk Sûresi, 65:3.

Bediüzzaman Said Nursi

SÖZLÜK:

âhir : son
âzam : en büyük
beyan etmek : açıklamak, izah etmek
Cenâb-ı Hak : Hakkın ta kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah
cihet : taraf, yön
envâ-ı nimet : nimet çeşitleri
erkân-ı hamse : beş esas, şart
halk etme : yaratma
hayat-ı içtimaiye : toplum hayatı
hayat-ı şahsiye : kişisel hayat
hikmet : gaye, fayda
kemâl-i rububiyet : Allah’ın terbiye ediciliğinin mükemmelliği
nebze : az miktar
nefis : insanı daima kötülüğe, maddî zevk ve isteklere sevk eden kuvvet
niam-ı İlâhiye : Allah’ın verdiği nimetler
nükte : ince ve anlamlı söz
Rahîmiyet : Allah’ın herbir varlıkta tecelli eden merhamet ediciliği
Rahmâniyet : Allah’ın bütün varlıkları kaplayan merhamet ediciliği
Ramazan-ı Şerif : şerefli Ramazan ayı
rububiyet : Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması
savm : oruç
sofra-i nimet : nimet sofrası
suret : biçim, görünüş
şeâir-i İslâmiye/şeâir : işaretler İslâma sembol olmuş iş ve ibâdetler
zemin : yer, dünya
 

Huseyni

Müdavim
Aziz, sıddık kardeşlerim,

Evvelâ:
Bu mübarek Ramazan-ı Şerifteki duâlar, ihlâsı bulmak şartıyla, inşaallah makbuldür. Fakat maatteessüf, ekseriyetçe Risâle-i Nur şakirtlerinin nazarlarını dünyaya çevirmek ve huzur-u kalbi bozmak için, bazı taarruzlar yüzünden o ihlâs, o huzur-u tam bir derece zedelenir. Merak etmeyiniz, herşeyi Cenâb-ı Hakka havale edip öyle taarruzlara ehemmiyet vermeyin.

Kastamonu Lahikası, s. 386

***


Birinci Suâliniz: Mü’minin mü’mine en iyi duâsı nasıl olmalıdır?


Elcevap: Esbab-ı kabul dairesinde olmalı. Çünkü bazı şerâit dahilinde duâ makbul olur. Şerâit-i kabulün içtimâı nispetinde makbuliyeti ziyadeleşir.

Ezcümle, duâ edileceği vakit, istiğfar ile mânevî temizlenmeli; sonra, makbul bir duâ olan salâvat-ı şerifeyi şefaatçi gibi zikretmeli ve âhirde yine salâvat getirmeli. Çünkü, iki makbul duânın ortasında bir duâ makbul olur.


* Hem bizahri’l-gayb, yani gıyaben ona duâ etmek,

* Hem hadiste ve Kur’ân’da gelen me’sur duâlarla duâ etmek; meselâ,

“Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum.” (en-Nevevî, el-Ezkâr, 74; el-Hâkim, el-Müstedrek, 1:517.)

“Ey Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, âhirette de güzellik ver. Ve bizi Cehennem ateşinin azâbından koru.” (Bakara Sûresi, 2:201.) gibi câmi duâlarla duâ etmek

* Hem hulûs ve huşû ve huzur-u kalble duâ etmek,

* Hem namazın sonunda, bilhassa sabah namazından sonra,

* Hem mevâki-i mübarekede, hususan mescidlerde,

* Hem Cumada, hususan saat-i icabede,

* Hem şuhur-u selâsede, hususan leyâli-i meşhurede,

* Hem Ramazan’da, hususan Leyle-i Kadirde duâ etmek, kabule karin olması rahmet-i İlâhiyeden kaviyyen me’muldür.

O makbul duânın ya aynen dünyada eseri görünür; veyahut duâ olunanın âhiretine ve hayat-ı ebediyesi cihetinde makbul olur. Demek, aynı maksat yerine gelmezse, duâ kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir sûrette kabul edilmiş denilir.

Mektubat, s. 469


LÛGATÇE:

ihlâs: Yapılan iş ve ibadetlerde yalnızca Allah’ın rızasını gözetmek. Samimiyet.
esbab-ı kabul: Kabul sebepleri.
şerâit-i kabul: Kabul şartları.
içtimâ: Bir araya gelme, toplanma.
ezcümle: Bu cümleden, meselâ.
salâvat-ı şerife: Peygamber Efendimiz (asm) için yapılan rahmet duâsı.
me’sur: Tesirli.
gıyaben: Hazır bulunmaksızın, ardından.
câmi: Kapsamlı.
hulûs: Hâlislik, saflık, samimiyet.
huşû: Korku ile karışık sevgiden gelen edebli hâl.
mevâki-i mübareke: Mübarek mevkiler.
saat-i icabe: Duânın kabul edildiği insanlarca bilinmeyen Cuma gününde bir vakit.
şuhur-u selâse: Üç Aylar.
leyâli-i meşhure: Meşhur geceler.
Leyle-i Kadir: Kadir gecesi.
karin: Yakın.
kaviyyen me’mul: Kuvvetle umulur.
hayat-ı ebediye: Sonsuz hayat.

 

Huseyni

Müdavim
Şükür Nimetin Lezzetini Arttırır


ÜÇÜNCÜ NÜKTE


Şabık İkinci Nüktede, “Kuvve-i zâika kapıcıdır” dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakkî etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için isrâfâta ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.

Fakat, hakikî ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Altıncı Sözdeki muvâzenede beyan edildiği gibi, kuvve-i zâikası rahmet-i İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyenin envâını tartmak ve tanımak, bir şükr-ü mânevî sûretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte, bu sûrette kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle, midenin fevkinde hükmü var, makamı var. İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükrâniyeyi yerine getirmek ve envâ-ı niam-ı İlâhiyeyi hissedip tanımak kaydıyla ve meşrû olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. Bu hakikate işaret eden bir hadise ve bir kerâmet-i Gavsiye:

Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyâzattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:

“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”

Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” (Allah’ın izniyle ayağa kalk!) O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”

İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir.

Lem’alar, 19. Lem’a, s. 355

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Eğer dünyanın veya vücudun mülkiyeti, zılliyeti sende ise,
taahhüd, tahaffuz, korku külfetleriyle nimetlerden lezzet alamazsın, daima rahatsız olursun.
Çünkü, noksanları tedarik, mevcutları telef olmaktan muhafaza ile daima evham, korkular, meşakkatlere mahal olursun.
Halbuki, o nimetler, Mün’im-i Kerîmin taahhüdü altındadır.
Senin işin Onun sofra-i ihsanından yiyip içmekle şükretmektir.
Şükürde bir zahmet yoktur.
Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır.

Çünkü şükür, nimette in’âmı görmek demektir.
İn’âmı görmek, nimetin zevalinden hâsıl olan elemi def eder.
Zira, nimet zâil olduğundan, Mün’im-i Hakikî onun yerini boş bırakmaz,
misliyle doldurur ve teceddüdünden lezzet alırsın.

Evet; “Onların duaları şu sözlerle sona erer: ‘Ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur” (Yunus Suresi, 10:10.) olan âyet-i kerime, hamdin ayn-ı lezzet olduğuna delâlet eder. Çünkü, hamd, in’am şeceresini, nimet semeresinde gösterir. Ve bu vesileyle zeval-i nimetin tasavvurundan hâsıl olan elem zâil olur. Çünkü, şecerede çok semere vardır, biri giderse, ötekisi yerine gelir. Demek hamd, ayn-ı lezzettir.

Mesnevî-i Nuriye, s. 104


LÛGATÇE:

kuvve-i zâika: Tat alma duyusu.
telezzüz: Lezzetlenme.
matbah: Mutfak.
nâzır: Bakan.
taam: Yiyecek.
fevkinde: Üzerinde, üstünde.
envâ-ı niam-ı İlâhiye: Allah’ın nimetlerinin çeşitliliği.
riyâzat: Nefsi kırma, fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak.
mutemet: İtimat edilir, güvenilir.
mevsuk: Sağlam.
mânevî tevatür: ‘Yalan üzerine birleşmeleri mümkün olmayan toplulukların bir haberi aktarması’ mânâsını taşır şekilde.
in'am: Nîmet vermek, ihsan etmek.
zevâl: Zâil olma, sona erme.

 

Muvahhid1

Well-known member
İşte, ey insan!
Eğer yalnız Ona abd olsan, bütün mahlûkat üstünde bir mevki kazanırsın.
Eğer ubûdiyetten istinkâf etsen, âciz mahlûkata zelil bir abd olursun.
Eğer enâniyetine ve iktidarına güvenip, tevekkül ve duayı bırakıp,
tekebbür ve dâvâya sapsan,
o vakit iyilik ve icad cihetinde arı ve karıncadan daha aşağı,
örümcek ve sinekten daha zayıf düşersin;
şer ve tahrip cihetinde dağdan daha ağır, tâundan daha muzır olursun."
Sözler / Yirmi Üçüncü Söz
 

Muvahhid1

Well-known member
Salâvatın manası, rahmettir.Ve o zihayat mücessem rahmete rahmet duası olan salâvat ise,o Rahmeten-lil-Alemin'in vusulüne vesiledir.
Öyle ise sen salâvatı kendine, o Rahmeten-lil-Alemin'e vesile yap veo zatı da rahmet-i Rahman'a vesile ittihaz et.Umum ümmetin Rahmeten-lil-Âlemin olan Aleyhissalatü Vesselam hakkında hadsiz bir kesretle rahmet manasıyla salâvat getirmeleri,rahmet ne kadar kıymettar bir hediye-i İlahiye ve ne kadar geniş bir dairesi olduğunu, parlak bir surette isbat eder.
14. Lem'adan
 

Huseyni

Müdavim

Bismillahirrahmanirrahim


Ey divane baş ve bozuk kalb!

Zanneder misin ki Müslümanlar dünyayı sevmiyorlar veyahut düşünmüyorlar ki fakr-ı hale düşmüşler; ve ikaza muhtaçtırlar, tâ ki dünyadan hissesini unutmasınlar?

Zannın yanlıştır, tahminin hatadır.
Belki hırs şiddetlenmiş; onun için fakr-ı hale düşüyorlar.
Çünkü mü’minde hırs sebeb-i hasârettir ve sefalettir.

“Hırs, hasaret ve muvaffakiyetsizliğin sebebidir.” durub-u emsal hükmüne geçmiştir.

Evet, insanı dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur.

Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var.

Halbuki bâki olan âhirete ve uzun hayat-ı ebediyeye davet eden azdır.

Eğer sende zerre miktar bu biçare millete karşı hamiyet varsa ve ulüvv-ü himmetten dem vurduğun yalan olmazsa, hayat-ı bâkiyeye yardım eden azlara imdat etmek lâzım gelir. Yoksa, o az dâileri susturup çoklara yardım etsen, şeytana arkadaş olursun.

Âyâ, zanneder misin, bu milletin fakr-ı hali dinden gelen bir zühd
ve terk-i dünyadan gelen bir tembellikten neş’et ediyor?

Bu zanda hata ediyorsun.

Acaba görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika’daki zenciler gibi,
Avrupa’nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler?
Hem görmüyor musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor?
Ya Avrupa kâfir zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.

Sizin cebren böyle ehl-i imanı mim’siz medeniyete sevk etmekteki maksadınız,
eğer memlekette âsâyiş ve emniyet ve kolayca idare etmek ise,
kat’iyen biliniz ki, hata ediyorsunuz, yanlış yola sevk ediyorsunuz.
Çünkü itikadı sarsılmış, ahlâkı bozulmuş yüz fâsıkın idaresi ve onlar içinde âsâyiş temini,
binler ehl-i salâhatin idaresinden daha müşküldür.


İşte bu esaslara binaen, ehl-i İslâm dünyaya ve hırsa sevk etmeye
ve teşvik etmeye muhtaç değildirler.

Terakkiyat ve âsâyişler bununla temin edilmez.
Belki mesailerinin tanzimine ve mâbeynlerindeki emniyetin tesisine
ve teavün düsturunun teshiline muhtaçtırlar.
Bu ihtiyaç da, dinin evâmir-i kudsiyesiyle ve takvâ ve salâbet-i diniye ile olur.

(Lemalar 17. Lema sh. 214)


SÖZLÜK:

Âhiret : Öldükten Sonra Yaşanacak Olan Sonsuz Hayat
Âmir : İdareci
Âyâ : Acaba
Bâki : Devamlı, Kalıcı, Sonsuz
Bedbaht : Talihsiz, Bahtsız
Berâhime :
Biçare : Çaresiz
Bizzat : Doğrudan
Dâi : Davet Eden, Çağıran
Dem Vurmak : Söz Etmek
Divane : Akılsız
Durub-U Emsal : Ata Sözleri
Efkâr : Fikirler, Düşünceler
Ekseriyet : Çoğunluk
El-İyâzü Billâh : Allah Korusun
Esbab : Sebepler
Fakr-I Hal : Fakir Bir Halde Olma, Fakirlik
Fâsık : Günahkâr, Dinî Kurallara Aykırı Yaşayan
Fısk : Günah
Hamiyet : Din Ve Vatan Gibi Mukaddes Değerleri Ve Kendi Aile Ve Yakınlarını Koruma Duygusu Ve Gayreti
Havas : Hisler, Duygular
Hayat-I Bâkiye : Devamlı Ve Kalıcı Âhiret Hayatı
Hayat-I Ebediye : Sonsuz Hayat, Âhiret Hayatı
Hevâ : Gelip Geçici Arzu Ve İstekler
İkaz : Uyarı
İmdat Etmek : Yardım Etmek
İrtidat : Dinden Çıkmak
Kesret : Çokluk
Kut : Rızık, Gıda Maddesi
Mecusî :
Mü’min : Allah’a İnanan
Mütedeyyin : Dinin Emirlerini Eksiksiz Yerine Getiren, Dindar
Nefis : İnsanı Kötüye Yönelten Duygu
Neş’et Etmek : Kaynaklanmak
Reis : Başkan
Salih : Dinin Emir Ve Yasaklarına Uygun Hareket Eden Kişi
Sebeb-İ Hasâret : Hüsrana Uğrama Sebebi
Sefalet : Perişanlık, Yoksulluk
Sevk Eden : Yönlendiren
Surî : Görünüşte
Tasallut : Musallat Olma, Sataşma
Tefessüh Etme : Bozulma, Kokuşma
Terk-İ Dünya : Dünyayı Terk Etme
Ulüvv-Ü Himmet : Yüksek Himmet Ve Gayret Sahibi
Zarurî : Zorunlu
Zerre Miktar : Çok Az Miktar
Ziyade : Çok, Fazla
Zühd : Allah Korkusuyla Günahlardan Kaçınıp Kendini İbadete Verme

 

Huseyni

Müdavim
İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum


Üçüncü Netice: Hırs, ihlâsı kırar, amel-i uhreviyeyi zedeler.
Çünkü, bir ehl-i takvânın hırsı varsa, teveccüh-ü nâsı ister.
Teveccüh-ü nâsı mürâât eden, ihlâs-ı tâmmı bulamaz.
Bu netice çok ehemmiyetli, çok câ-yı dikkattir.
Elhasıl, israf, kanaatsizliği intaç eder.

Kanaatsizlik ise,
çalışmanın şevkini kırar,
tembelliğe atar,
hayatından şekvâ kapısını açar,
mütemadiyen şekvâ ettirir. HAŞİYE-1
Hem ihlâsı kırar,
riyâ kapısını açar.
Hem izzetini kırar,
dilencilik yolunu gösterir.


İktisat ise,
kanaati intaç eder.

“Kanaat eden aziz olur; tamah eden zillete düşer” hadisin sırrıyla,
kanaat, izzeti intâc eder.
Hem sa’ye ve çalışmaya teşcî eder.
Şevkini ziyadeleştirir, çalıştırır.


Çünkü, meselâ bir gün çalıştı. Akşamda aldığı cüz’î bir ücrete kanaat sırrıyla, ikinci gün yine çalışır. Müsrif ise, kanaat etmediği için, ikinci gün daha çalışmaz. Çalışsa da şevksiz çalışır.

Hem iktisattan gelen kanaat, şükür kapısını açar, şekvâ kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır.
İktisatsızlık ve israfın dehşetli zararlarını geniş bir dairede müşahede ettim. Şöyle ki:

Ben, dokuz sene evvel mübarek bir şehre geldim. Kış münasebetiyle o şehrin menâbi-i servetini göremedim. Allah rahmet etsin, oranın müftüsü birkaç defa bana dedi: “Ahalimiz fakirdir.” Bu söz benim rikkatime dokundu. Beş altı sene sonraya kadar, daima o şehir ahalisine acıyordum. Sekiz sene sonra yazın yine o şehre geldim. Bağlarına baktım. Merhum müftünün sözü hatırıma geldi. “Fesübhânallah,” dedim. “Bu bağların mahsulâtı, şehrin hâcetinin pek fevkindedir. Bu şehir ahalisi pek çok zengin olmak lâzım gelir.” Hayret ettim. Beni aldatmayan ve hakikatlerin derkinde bir rehberim olan bir hatıra-i hakikatle anladım:

İktisatsızlık ve israf yüzünden bereket kalkmış ki, o kadar menâbi-i servetle beraber, o merhum müftü “Ahalimiz fakirdir” diyordu. Evet, zekât vermek ve iktisat etmek, malda bittecrübe sebeb-i bereket olduğu gibi, israf etmekle zekât vermemek, sebeb-i ref-i bereket olduğuna hadsiz vakıât vardır.

İslâm hükemasının Eflâtun’u ve hekimlerin şeyhi ve filozofların üstadı, dâhi-i meşhur Ebu Ali İbni Sina, yalnız tıp noktasında, “Yiyin, için, fakat israf etmeyin” (A’râf Sûresi, 7: 31.) âyetini şöyle tefsir etmiş. Demiş:

“İlm-i tıbbı iki satırla topluyorum. Sözün güzelliği kısalığındadır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa hazımdadır. Yani, kolayca hazmedeceğin miktarı ye, nefse ve mideye en ağır ve yorucu hal, taam taam üstüne yemektir.” HAŞİYE-2


Lem’alar, 19. Lem’a, s. 366


HAŞİYE-1: Evet, hangi müsrifle görüşsen, şekvâlar işiteceksin. Ne kadar zengin olsa da yine dili şekvâ edecektir. En fakir, fakat kanaatkâr bir adamla görüşsen, şükür işiteceksin.

HAŞİYE-2: Yani, vücuda en muzır, dört beş saat fasıla vermeden yemek yemek, veyahut telezzüz için mütenevvî yemekleri birbiri üstüne mideye doldurmaktır.



LÛGATÇE:

teveccüh-ü nâs: İnsanların alâkası, yönelmesi.
mürâât: Gözetme, bakma, riayet etme.
menâbi-i servet: Zenginlik kaynakları.
sebeb-i ref-i bereket: Bereketin ortadan kalkmasının sebebi.
amel-i uhreviye: Ahirete ait fiil, iş.
ihlâs-ı tâmm: Tam ihlâs, yaptığı her işinde Allah’ın emrini ve rızasını gözetme.
şekvâ: Şikâyet.
intac: Netice verme, sonuç doğurma.
sa’y: Çalışma, gayret, emek.
teşcî: Cesaret verme, cesaretlendirme.
istiğnâ: Cenâb-ı Hakk’tan başka kimsenin minneti altına girmeme, başkasına ihtiyacını arz etmeme.

 

Huseyni

Müdavim

Bayramlarda zikrullaha ve şükre teşvik var



Nev-i beşerin ağlanacak gülmelerine, endişe-i istikbal ve âkıbetbînlik adesesiyle,
gayet şâşaalı bir gece bayramında, hapishane penceresinden bakarken,
nazar-ı hayâlime inkişaf eden bir vaziyeti beyan ediyorum.


Sinemada, eski zamanda mezaristanda yatanların vaziyet-i hayatiyeleri göründüğü gibi,
yakın bir istikbalde mezaristan ehli olanların müteharrik cenazelerini görmüş gibi oldum.

O gülenlere ağladım. Birden bir tevahhuş, bir acımak hissi geldi. Aklıma döndüm, hakikatten sordum:
“Bu hayâl nedir?” Hakikat dedi ki:

Elli sene sonra,
bu kemâl-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi,
beli bükülmüş,
yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi;
kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar.
O güzel simalar, o neşeli gülmeler, zıtlarına inkılâp etmiş olacaklar.
“Gelmesi muhakkak olan herşey, yakındır” (Hadis-i Şerif)
kaidesiyle,
madem yakında gelecek şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir;
elbette gördüğün hayâl değildir.

Madem dünyanın gafletkârâne gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevâle mâruzdur.
Elbette bîçâre insanların ebedperest kalbini
ve aşk-ı bekâya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek,
meşrû dairesinde
ve müteşekkirâne,
huzurkârâne,
gafletsiz,
mâsumâne eğlencelerdir
ve sevap cihetiyle bâkî kalan sevinçlerdir.


Bunun içindir ki, bayramlarda
gaflet istilâ edip gayr-ı meşrû daireye sapmamak için,
rivâyetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergîbât vardır.
Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip,
o nimeti idâme ve ziyadeleştirsin.
Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır.

Lem’alar, 28. Lem’a, 10. Nükte

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Tefekkür gafleti izale eder.
Dikkat, teemmül, evham zulümatını dağıtıyor.
Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvâlinde tefekkür ettiğin zaman, derinden derine tafsilâtla tetkikat yap.
Fakat âfakî, haricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit, sathî, icmâlî düşün, tafsilâta geçme.
Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik tafsilâtında yoktur.
Hem de âfakî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sahili yoktur.
İçine dalma, boğulursun.

Arkadaş!
Nefsî tefekkürde tafsilâtlı,
âfâkî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin.
Aksini yaptığın takdirde, kesret fikrini dağıtır.
Evham ise havalandırır, enâniyetin kalınlaşır.
Gafletin kuvvet bulur, tabiata kalb eder.
İşte dalâlete isâl eden kesret yolu budur.

Mesnevî-i Nûriye, s. 124,
(yeni tanzim, s. 233)



LÛGATÇE:


nev-î beşer: İnsanoğlu, insanlık âlemi.
endişe-i istikbal: Gelecek endişesi.
âkıbetbîn: İleri görüşlü. Sonunu önceden gören.
adese: 1. Mercek. 2. (Mec.) Bakış açısı.
inkişaf: Açılma, keşfolma.
müteharrik: Hareket eden, hareketli.
tevahhuş: Yalnızlaşma, vahşileşme, yabancılaşma.
kemâl-i neşe: Tam bir neş’e.
gafletkârâne: Gafletli bir biçimde.
muvakkat: Geçici.
zevâl: Son bulma.
ebedperest: Sonsuzluğa bağlı olan.
aşk-ı bekâ: Sonsuzluk aşkı.
müteşekkirâne: Müteşekkir olarak, teşekkürle, iyilik bilirlikle.
huzurkârâne: Gönül rahatlığıyla.
zikrullah: Allah’ı zikretme, anma, hatırlama.
sürur: Sevinç.
idâme: Devam ettirme.
tergîbât: Teşvikler, isteklendirmeler, rağbet vermeler.

 

uður1

Well-known member
Ramazan bayramınıZI tebrik eder, İslam ve insanlık alemi için hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Haktan niyaz ederiz.

"Bayramlarda gaflet istilâ edip gayr-ı meşru daireye sapmamak için, rivayetlerde, zikrullaha ve şükre çok azîm tergibat vardır. Tâ ki, bayramlarda o sevinç ve sürur nimetlerini şükre çevirip, o nimeti idame ve ziyadeleştirsin. Çünkü şükür nimeti ziyadeleştirir, gaflet ise kaçırır." (Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, 28. Lem'a)
 

Huseyni

Müdavim
BjjrZcD7ZPd49ujg8uz65fA42G2iQy5UaAFqqwyRE8gSvopxcw+idBrJVazVwCuclQXcVOwTtWJqbSmZMS0YDYxoYw8gmmPzwfwEy5bG2QHVWWAAAAABJRU5ErkJggg==


Zulme Razı Olmak da Zalimliktir


Bismillahirrahmanirrahim

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Dün, Emin, bu havaliye gelen bir kolordu münasebetiyle, istemediğim ve Rusun harbe devamını bilmediğim halde, Rusya’nın Kafkasla ittisali kesilmesini söyledi. Ben, onun sözünü kesip susturduğum halde, kalbim ehemmiyetle bir alâka gösterdi.

Sonra, bugün namazda ve tesbihatında iken, mânevî tarzda denildi ki:

Küre-i arzda çarpışan, mücadele eden cereyanlardan herhalde birisi İslâmiyete ve Kur’ân’a ve Risale-i Nur’a ve mesleğimize taraftar olacak; bu noktadan ona karşı bakmak gerektir. Bakmamak için bir iki mektupda yazdığım sebepler çendan kalbe, akla kâfidir; fakat meraklı ve hevesli olan nefse kâfi gelmiyor diye kalbime geldi. Aynen tesbihatta ihtar edildi ki:

Ehemmiyetli sebebi ise: Bakmakta bir tarafa tarafgirlik hissi uyanır; tarafgir nazarı, taraftar olduğu taraf cereyanın kusurunu görmez, zulmüne rıza gösterir, belki alkışlar. Halbuki küfre rıza, küfür olduğu gibi, zulme razı olmak dahi zulümdür.

Elbette zemin yüzünde bu dehşetli düelloda semavatı ağlatacak zulümler ve tahribat oluyor. Çok mâsum ve mazlumların hukukları kayboluyor, mahvoluyor. Mimsiz, gaddar medeniyetin zâlimâne düsturu olan, “Cemaat için fert feda edilir; milletin selâmeti için cüz’î hukuklara bakılmaz” diye, öyle dehşetli bir zulüm meydanı açmış ki, kurûn-u ûlâ vahşetlerinde de emsali vuku bulmamış. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın adalet-i hakikiyesi, bir ferdin hakkını cemaate feda etmez; “Hak haktır; küçüğe, büyüğe, aza, çoğa bakılmaz” diye kanun-u semavî ve hakikî adalet noktasında Risale-i Nur şakirtleri gibi hakikat-i Kur’âniyeyle meşgul adamlar, zaruret olmadan, lüzumsuz, yalnız hevesli bir merak için, netice itibarıyla fâidesi bulunan ve netice daha gelmeden evvel lüzumsuz bakmak ve zâlimâne tahribatlarını alkışlamak suretiyle İslâmiyet ve Kur’ân lehine hizmet edeceği o cereyanın harekâtını fikren takip etmekle meşgul olmak münasip olmadığı için, nefis de, akıl ve kalbe tâbi olup merakını bırakmış diye anladım.

[Kastamonu Lahikası]


Sözlük:


çendan: gerçi, her ne kadar
ittisal: ilişki
kurûn-u ûlâ: İlk asırlar
Küre-i arz: Dünya

 

Huseyni

Müdavim
Mü’minin en büyük düşmanıyla bir nevî kardeşliği vardır

Arkadaş!

İman, bütün eşya arasında hakikî bir uhuvveti, irtibatı, ittisali ve ittihad rabıtalarını tesis eder.
Küfür ise, bürudet gibi, bütün eşyayı birbirinden ayrı gösterir ve birbirine ecnebî nazarıyla baktırır.
Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adâvet, kin, vahşet yoktur.
En büyük bir düşmanıyla bir nevî kardeşliği vardır.

Kâfirin ruhunda hırs, adâvet olduğu gibi, nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır.
Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur.
Ve keza, kâfir, dünyada hasenatının mükâfatını filcümle görür.
Mü’min ise, seyyiatının cezasını görür.
Bunun için dünya, kâfire cennet (yani âhirete nisbeten),
mü’mine Cehennemdir (yani saadet-i ebediyesine nisbeten)—
yoksa, dünyada dahi mü’min yüz derece ziyade mesuttur—denilmiştir.

Ve keza, iman insanı ebediyete, Cennete lâyık bir cevhere kalb eder.
Küfür ise, ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır.
Çünkü, iman, kabuğunun içerisindeki lübbü gösterir.
Küfür ise, lüble kabuğu tefrik etmez.
Kabuğu aynen lüb bilir ve insanı cevherlik derecesinden kömür derecesine indirir.

Mesnevî-i Nuriye, s. 60

***

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Kâfirlerin medeniyetiyle mü’minlerin medeniyeti arasındaki fark:

Birincisi, medeniyet libasını giymiş korkunç bir vahşettir.
Zahiri parlıyor, bâtını da yakıyor.
Dışı süs, içi pis; sureti me’nus, sîreti mâkûs bir şeytandır.

İkincisi, bâtını nur, zahiri rahmet;
içi muhabbet, dışı uhuvvet;
sureti muâvenet, sîreti şefkat, câzibedar bir melektir.

Evet, mü’min olan kimse,
İmân ve tevhid iktizâsıyla, kâinata bir mehd-i uhuvvet nazarıyla baktığı gibi;
bütün mahlûkatı, bilhassa insanları, bilhassa İslâmları birbiriyle bağlayan ip de, ancak uhuvvettir.
Çünkü, İmân bütün mü’minleri bir babanın cenah-ı şefkati altında yaşayan kardeşler gibi kardeş addediyor.

Küfür ise, öyle bir burudettir ki, kardeşleri bile kardeşlikten çıkarır.
Ve bütün eşyada bir nevî ecnebîlik tohumunu ekiyor.
Ve herşeyi herşeye düşman yapıyor.
Evet, hamiyet-i milliyelerinde bir uhuvvet varsa da, muvakkattir.
Ve ezelî, ebedî iftirak ve firakla muttasıl ve mahduttur.

Ama kâfirlerin medeniyetinde görülen mehâsin
ve yüksek terakkiyât-ı sanayi-bunlar tamamen medeniyet-i İslâmiyeden,
Kur’ân’ın irşâdâtından, edyân-ı semâviyeden in’ikâs ve iktibas edildiği,
Lemeat ile Sünûhat eserlerimde istenildiği gibi izah ve ispat edilmiştir.
“Onlara müracaat et; orada insanların gaflet ettikleri büyük bir hakikat bulacaksın.” [Arapça ibarenin meâli]

Mesnevî-i Nuriye, s. 77

***

Husûmet ve adâvetin vakti bitti.

İki harb-i umumî adâvetin ne kadar fena ve tahrip edici ve dehşetli zulüm olduğunu gösterdi.
İçinde hiçbir fayda olmadığı tezahür etti.
Öyleyse, düşmanlarımızın seyyiatı—tecavüz olmamak şartıyla—adâvetinizi celb etmesin.
Cehennem ve azab-ı İlâhî kâfidir onlara... (...)

Madem muhabbet adâvete zıttır; ziya ve zulmet gibi hakikî içtima edemezler.
Hangisinin esbabı galip ise, o hakikatiyle kalbde bulunacak; onun zıddı hakikatıyla olmayacak.
Meselâ, muhabbet hakikatiyle bulunsa, o vakit adâvet şefkate, acımaya inkılâp eder.
Ehl-i imana karşı vaziyet budur.
Yahut adâvet hakikatiyle kalbde bulunsa,
o vakit muhabbet, mümaşat ve karışmamak, zahiren dost olmak suretine döner.
Bu ise tecavüz etmeyen ehl-i dalâlete karşı olabilir.

Hutbe-i Şamiye, s. 58


LÛGATÇE:

uhuvvet: Kardeşlik.
ittisal: Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak.
bürudet: Soğukluk.
adâvet: Düşmanlık.
iltizam: Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma.
hasenat: İyilikler, güzellikler.
filcümle: Bir hayli.
seyyiat: Günahlar, kötülükler.
lübb: Öz.
mümaşat: Hoş geçinmek. Karışmamak. * Bir maslahat yolunu takip etmek.
 

Huseyni

Müdavim
Karıncayı gözeten bir din, benî âdemin hukukunu nasıl ihmal eder?

Evet, îmanlı fazîlet, medâr-ı tahakküm olmadığı gibi, sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tegallüb etmek fazîletsizliktir. Ve bilhassa ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevâzu ile hayat-ı içtimâiye-i beşeriyeye karışmak tarzındadır.

Târihçe-i Hayat, s. 165

***

Suâl: Gayr-ı müslimlerle nasıl müsavi olacağız?

Cevap: Müsavat ise, fazilet ve şerefte değildir, hukuktadır.
Hukukta ise şah ve gedâ birdir.
Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese,
tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder?

Kellâ...
Biz imtisal etmedik.
Evet, İmam-ı Ali’nin (r.a.) âdî bir Yahudi ile muhakemesi ve medâr-ı fahriniz olan
Salâhaddin-i Eyyûbî’nin miskin bir Hıristiyan ile mürafaası,
sizin şu yanlışınızı tashih eder zannederim.

Münâzarât, s. 66

***

Belki hürriyet budur ki:

Kanun-u adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin. Herkesin hukuku mahfuz kalsın, herkes harekât-ı meşrûasında şâhâne serbest olsun. “Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3:64.) nehyinin sırrına mazhar olsun.

Münâzarât, s. 57

***

Sual: Nasıl hürriyet imânın hassasıdır?

Cevap: Zirâ, rabıta-i iman ile Sultan-ı Kâinata hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeye ve başkasının tahakküm ve istibdadı altına girmeye o adamın izzet ve şehamet-i imaniyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeyi dahi, o adamın şefkat-i imaniyesi bırakmaz. Evet, bir padişahın doğru bir hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet parlar. İşte Asr-ı Saâdet...

Münâzarât, s. 59

***

İmandan gelen hürriyet-i şer’iye iki esası emreder:

Yani, İman bunu iktiza ediyor ki, tahakküm ve istibdat ile başkasını tezlil etmemek ve zillete düşürmemek, ve zâlimlere tezellül etmemek... Allah’a hakikî abd olan, başkalara abd olamaz. Birbirinizi, Allah’tan başka kendinize Rab yapmayınız. Yani, Allah’ı tanımayan herşeye, herkese nispetine göre bir rububiyet tevehhüm eder, başına musallat eder. Evet, hürriyet-i şer’iye Cenâb-ı Hakk’ın Rahman, Rahîm tecellîsiyle bir ihsanıdır ve imanın bir hâssasıdır.

Hutbe-i Şâmiye, s. 66

***

Eğer medeniyet böyle haysiyet kırıcı tecavüzlere ve nifak verici iftiralara ve insafsızcasına intikam fikirlerine ve şeytancasına mugalâtalara ve diyanette lâübâlicesine hareketlere müsait bir zemin ise, herkes şahit olsun ki, o saadet-saray-ı medeniyet tesmiye olunan böyle mahall-i ağrâza bedel, vilâyat-ı şarkiyenin, hürriyet-i mutlakanın meydanı olan yüksek dağlarındaki bedeviyet ve vahşet çadırlarını tercih ediyorum. Zira bu mim’siz medeniyette görmediğim hürriyet-i fikir ve serbesti-i kelâm ve hüsn-ü niyet ve selâmet-i kal, şarkî Anadolu’nun dağlarında tam mânâsıyla hükümfermadır.

Divan-ı Harb-i Örfî, s. 53


LÛGATÇE:

medâr-ı tahakküm: Tahakküm, zorbalık sebebi.
tegallüb: Galip gelme, üstün çıkma, baskın olma.
müsavat: Eşitlik.
gedâ: Fakir, kimsesiz.
tâzib: Acı çektirme, sıkıntı verme.
benî Âdem: İnsanoğlu, âdemoğlu.
kellâ: Asla, öyle değil.
imtisal: Uyma, sarılma.
medâr-ı fahr: Övünme sebebi.
mürafaa: Yüzleşerek muhakeme olmak.
şehamet-i imaniye: İmandan kaynaklanan kahramanlık ve cesaret.
seyyiat: Kötülükler.
abd: Kul.
 

teblið

Vefasýz
İmandan nasibini almayan nasipsizlere bu söz yeter sanırım karanlık batakları için;

Acaba bir şeriat, karıncaya bilerek ayak basmayınız dese,
tâzibinden men etse, nasıl benî Âdem’in hukukunu ihmâl eder?

Ama sonrada şu ayeti düşününce teslim oluyorum Hadi olan Rabbimin hidayet ve iman taksimine;

Ayeti celilede buyrulduğu gibi ;

Ey muhammed hidayetin anahatarı bizim elimizdedir..

amenna ve sadakna..........................

Allah (c.c) gönlüne göre versin herşeyi hocam..Güzel ve üzerinde düşünülesi bir konu seçimi...
 

uður1

Well-known member
HUTBE-İ ŞÂMİYE 6.2. HUTBE-İ ŞÂMİYE’NİN BİRİNCİ ZEYLİNİN ZEYLİNDEN SON PARÇADIR(DEVAMI)

ASÂKİRE HİTAP

(Dinî Ceride, numara 110, 30 Nisan 1909)

Ey asakir-i muvahhidîn! Fahr-i Âlemin (aleyhissalâtü vesselâm) fermânını size tebliğ ediyorum ki, şeriat dairesinde ulü’l-emre itaat farzdır. Ulü’l-emriniz ve üstadlarınız, zabitlerinizdir. Askerlik ocağı cesîm ve muntazam bir fabrikaya benzer. Çarkların biri intizam ve itaatte serkeşlik etmekle, bütün fabrika hercümerc olur.

Sizin o muntazam ve kuvvetli fabrika-i askeriyeniz, otuz milyon Osmanlı ve üç yüz milyon nüfus-u İslâmiyenin nokta-i istinadı ve mâden-i istimdadıdır.

Sizin iki müthiş istibdadı kansız ve def’aten öldürmeniz hârikulâde olduğundan ve şeriat-ı garrânın iki mu’cize-i garrâsını izhar ettiğinizden, zaifü’l-akide olanlara hamiyet-i İslâmiyenin kuvvetini ve şeriatın kudsiyetini iki burhan ile izhar eylediniz. Bu iki inkılâbın pahasına binler şehit verseydik, ucuz sayacaktık. Lâkin itaatinizden binde bir cüz’ü feda olunsa, bize pek çok pahalı düşer. Zira itaatinizin tenakusu, ukde-i hayatiye veya hararet-i gariziyenin tenakusu gibi, mevti intaç eder.

Tarih-i âlem serâpâ şehadet ediyor ki, asker neferatının siyasete müdahaleleri devletçe ve milletçe müthiş zararları intaç etmiştir. Elbette hamiyet-i İslâmiyeniz böyle sizi uhdenizde olan hayat-ı İslâmiyeye zarar verecek noktalardan men edecektir. Siyaset düşünenler, sizin kuvve-i müfekkireniz hükmünde olan zabitleriniz ve ûlülemirlerinizdir.

Bazen zarar zannettiğiniz şey, siyaseten büyük zararı def ettiği için ayn-ı maslahat olduğundan, zabitleriniz tecrübeleri hasebiyle görüyor ve size emir veriyor. Sizde de tereddüt câiz değildir. Ef’âl-i hususiye-i nâmeşrua, san’attaki meharet ve hazakate münafi değildir ve san’atı menfur etmez. Nasıl ki bir tabib-i hâzık ve bir mühendis-i mâhirin nâmeşrû harekâtı için, onların tıp ve hendeselerinden mani-i istifade olamaz. Kezalik, fenn-i harpte tecrübeli ve o san’atta mahir ve hamiyet-i İslâmiye ile münevverü’l-fikir zabitlerinizin bazılarının cüz’î nâmeşrû harekâtı için itaatinize halel vermeyiniz. Zira fenn-i harp mühim bir san’attır. Hem de sizin kıyamınız, şeriat-ı garrâ, yed-i beyzâ-i Mûsâ gibi, sair sebeb-i tefrika ve teşettüt-ü efkâr olan cemiyetleri bel’ etti. Sahirleri de secdeye mecbur eyledi. Harekâtınız bu inkılâpta ilâç gibiydi ki, fazla olsa zehre münkalip olur. Ve hayat-ı İslâmiyeyi fena bir hastalığa hedef eder. Hem de himmetinizle bizdeki istibdat şimdilik mahvoldu. Lâkin, terakkiler için Avrupa’nın istibdad-ı mânevîsi altındayız. Nihayet derecede ihtiyat ve itidal lâzımdır.

Yaşasın şeriat-ı garrâ! Yaşasın askerler!
Said Nursî

CEMİYETLERE İHTAR-I MÜHİM

Şimdi cemiyetimiz bir hükûmet-i meşruta-i meşruadır. Hükûmet içinde hükûmetin zararı görüldü. Seviye-i irfan bir olmadığından, fırkalarda husumet, taassup ve taraftarlık intaç eder. Tabiî o kuvveti istimal ile siyasete karışacak ve umumî idarede herkesçe lezzetli olan tahakkümatı yapacak sahib-i ağraza müsait bir zemin olur. Binaenaleyh, bizdeki fırkaların şimdiki hâl ile devamı gayet muzırdır. Lâkin bir şirkette veya münevverü’l-fikir ve bîtaraf mabeyninde tenkidat-ı siyasetten veya ehl-i ilim mabeyninde nasihat ve irşaddan menfaat olabilir. Şimdi hükûmet-i meşruamız asıl büyük cemiyettir.

Bediüzzaman
Said Nursî

Lügatler
aleyhissalâtü vesselâm : Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. -l-v; s-l-m)
asakir : askerler
asakir-i muvahhidîn : Müslüman askerler (bk. v-
-d)
ayn-ı maslahat : faydanın, gayenin ta kendisi (bk.
-l-)
bel’ etmek : yutmak, ortadan kaldırmak
binaenaleyh : bundan dolayı
bîtaraf : tarafsız
burhan : güçlü delil, sağlam kanıt

cemiyet : topluluk, dernek, örgüt (bk. c-m-a)
ceride : gazete
cesîm : çok büyük
cüz’ : kısım, parça (bk. c-z-e)

cüz'î : az, küçük (bk. c-z-e)
def etme : ortadan kaldırma, savma
def’aten : birdenbire
ef'âl-i hususiye-i nâmeşrua : şahsî gayr-ı meşru fiiller, kişisel yasak fiiller (bk. ş-r-a)

ehl-i ilim : ilim ehli, âlimler (bk. a-l-m)
fabrika-i askeriye : bir fabrikaya benzeyen askeriye müessesesi
Fahr-i Âlem : bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m)

fenn-i harp : harp ilmi, harp sanatı, savaş tekniği
fermân : buyruk, emirname

fırka : topluluk, grup (bk. a-r-f)
halel : eksiklik, zarar
hamiyet-i İslâmiye : İslâmî gayeler uğruna fedakârlıkta bulunma, İslâmiyet için ciddi çalışma (bk. s-l-m)
hararet-i gariziye : doğal vücut ısısı

harekât : hareketler, davranışlar
hârikulâde : olağanüstü, hayranlık verici
hasebiyle : gereğince
hayat-ı İslâmiye : İslâmî hayat (bk.
-y-y; s-l-m)
hazakat : ihtisas, maharet, ustalık
hendese : mühendislik ilmi, plân ve geometri ilmi
hercümerc : alt üst, karmakarışık, darmadağınık, allak bullak

himmet : gayret, çalışma
hitap : konuşma, seslenme (bk.
--b)
husumet : düşmanlık
hükûmet-i meşrua : hukuka, kanuna uygun hükûmet (bk.
-k-m; ş-r-a)
hükûmet-i meşruta-i meşrua : şeriata uygun meşrutiyet hükûmeti (bk.
-k-m; ş-r-a)
ihtar-ı mühim : önemli ikaz, uyarı
ihtiyat : tedbirli hareket etme
inkılâp : büyük değişim, dönüşüm
intaç etme : netice verme, doğurma
intizam : disiplin, düzen (bk. n-
-m)
irşad : doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)
istibdad-ı mânevî : mânevî baskı (bk. a-n-y)
istibdad : baskı ve zulüm

istimal : kullanma
itaat : emre uyma

itidal : her konuda orta yolu tutma, aşırıya kaçmama (bk. a-d-l)
izhar : gösterme, açığa çıkarma (bk.
-h-r)
kezalik : böylece
kıyam : ayaklanma, isyan (bk.
-v-m)
kudsiyet : kusur ve noksandan uzak oluş (bk.
-d-s)
kuvve-i müfekkire : düşünme gücü (bk. f-k-r)

mabeyn : ara, iki şeyin arası
mâden-i istimdad : yardım istenilen kaynak

mahir : maharetli, becerikli
mani-i istifade : yararlanmaya engel
meharet : ustalık, beceriklilik
menfaat : çıkar, kişisel yarar
menfur etme : nefret edilen birşey hâline getirme
mevt : ölüm
mu’cize-i garrâ : büyük ve parlak mu’cize (bk. a-c-z)
muntazam : düzenli (bk. n-
-m)
muzır : zararlı
müdahale : karışma

mühendis-i mâhir : alanında maharet sahibi, becerikli olan mühendis
münafi : zıt, aykırı
münevverü’l-fikir : fikri aydınlanmış (bk. n-v-r; f-k-r)
münkalip : başka bir hâle dönmüş, dönüşmüş
nâmeşrû : dînen uygun ve helâl olmayan (bk. ş-r-a)
neferat : askerler, erler

nihayet : son
nokta-i istinad : dayanak noktası (bk. s-n-d)
nüfus-u İslâmiye : Müslüman nüfus (bk. n-f-s; s-l-m)
sahib-i ağraz : kin ve garaz sahipleri
sahir : sihirbaz
sebeb-i tefrika : tefrika sebebi, ayrılış sebebi
serâpâ : baştan başa
serkeş : başkaldıran, isyan eden

seviye-i irfan : kültür seviyesi (bk. a-r-f)
şehadet : şahidlik, tanıklık (bk. ş-h-d)
şeriat : Allah tarafından bildirilen emir ve yasaklara dayanan hükümlerin hepsi (bk. ş-r-a)
şeriat-ı garrâ : büyük ve parlak şeriat, İslâmiyet (bk. ş-r-a)

taassup : aşırı derecede, körü körüne bağlılık
tabib-i hâzık : uzman doktor
tahakkümat : zorbalıklar, hükmetmeler
tarih-i âlem : dünya tarihi (bk. a-l-m)
tebliğ : bildirme
tenakus : eksilme, noksanlaşma

tenkidat-ı siyaset : siyaset eleştirileri, tenkitleri
terakki : ilerleme, yükselme
teşettüt-ü efkâr : fikirlerin ayrılması, dağılması (bk. f-k-r)
uhde : üzerine alma
ukde-i hayatiye : hayat çekirdeği, hayat düğümü (bk.
-y-y)
ulü’l-emir : emir sahipleri, idareciler, devleti idare edenler

umumî : genel, herkese ait
yed-i beyzâ-i Mûsâ : Hz. Mûsâ’nın beyaz ve parlak eli Hz. Mûsâ’nın firavuna karşı, mu’cize olarak nurlu görünen parlak eli
zabit : subay
zaifü’l-akide : imanı zayıf

zemin : yer, ortam

 

Huseyni

Müdavim

Ahlâk-ı Rezile İki Kelimeden Doğuyor



Bütün muâvenet ve yardım nevîlerini hâvî olan zekât hakkında, sahih olarak Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan “Zekât İslâmın köprüsüdür” (Et-Teğrib ve’t-Terhib, c.1, s. 517) hadis-i şerifi mervîdir.

Yani, Müslümanların birbirine yardımları, ancak zekât köprüsü üzerinden geçmekle yapılır.
Zira yardım vasıtası zekâttır.
İnsanların heyet-i içtimâiyesinde intizam ve asayişi temin eden köprü, zekâttır.

Âlem-i beşerde hayat-ı içtimaiyenin hayatı, muâvenetten doğar.
İnsanların terakkiyatına engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ihtilâflardan meydana gelen felâketlerin tiryakı, ilâcı, muavenettir.

Evet, zekâtın vücubu ile ribânın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihî bir nazarla sahife-i âleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesâvisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimâiyede görünen ihtilâller, fesatlar ve bütün ahlâk-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün:

Birisi: “Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!”

İkincisi: “Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.”

Âlem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekâttır.

Nev-î beşeri umumî felâketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.

Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lâzımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekât ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekât ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilâl sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir.

Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen âlem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.

Hülâsa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkân-ı İslâmiyeden olan zekât ve zekâtın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimâiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.

İşârâtü’l-İ’câz, s. 48-49


LÛGATÇE:

muavenet: Yardım, yardımlaşma.
hâvî: İhtiva eden, içine alan.
mervî: Rivayet olunan.
heyet-i içtimâiye: Sosyal hayat.
terakkiyat: İlerlemeler, gelişmeler.
vücub: Vacip oluş.
ribâ: Faiz.
hurmet: Haram oluş.
maslahat: Fayda.
mesâvi: Kötü haller, fenalıklar.
nev-i beşer: İnsanoğlu.
hurmet-i riba: Faizin haram oluşu.
hatt-ı muvasala: Buluşma çizgisi, kavuşma yeri, ulaşma noktası.
muvasala: Vâsıl olmak, erişmek.
müraat: Riâyet etme, uyma.
musalaha: Sulh, barış.
teberruat: Teberrûlar, bağışlar.

 
Üst