Aile Yapımız...

Nesl-i Cedid

Well-known member
Aile Yapımız...

Aile yapımız açısından dünümüz ve bugünümüz

Çocuk, kendi anne ve babasının, nine ve dedesine gösterdikleri ilgiyi örnek alarak büyür. Anne-babası kendi anne-babalarına nasıl davranırlarsa, ileriki zamanlarda anne-babasına öyle davranır. Bir anlamda, anne-baba olarak, davranış biçimimizle kendi geleceğimizi hazırlıyoruz. Osmanlı bunun farkındaydı. Peki ya biz?
Dünümüz böyle değildi. Yedi cihana nam salmıştık. Devletimizle, milletimizle, zaferlerimiz, maliyemiz, eğitimimiz, mimarimiz, sanatımız, dürüstlüğümüz, ahlaki yapımızla meşhurduk. Yabancılar kendi toplumlarına bizi örnek gösteriyorlardı.
1700’lü yılların sonuna kadar Londra Ticaret Odası’nda şöyle bir yazı asılıydı: “Türklerle alışveriş et.”
Aynı yıllarda Hollanda Ticaret Odası’nda yapılan herhangi bir oylamada oylar eşit çıkarsa, Türklerle ticaret yapan tüccarın oyu iki sayılır ve onun oy verdiği taraf kazanırdı: Yani bizimle salt ticari münasebeti bulunanların bile Avrupa’da böyle bir ağırlıkları olurdu.
Bunun sebebi “cevher yürekli” oluşumuzdu. Aldatma-kandırma bilmez, yalana tevessül ve tenezzül etmezdik.
Batı’da dilden dile dolaşan bir tevatür vardı: “İstanbul’dan bir şey satın alırken tüccarın menşeine dikkat edin; Yahudi ise istediği fiyatın üçte birini, Rum ise yarısını, Türk ise tamamını veriniz!”
Şimdi tam tersi sözler dolaşıyor: Yürek cevherimize ne oldu dersiniz? Neden böyle sıradanlaştık?
Gerçek “neden”lere ulaşmak için, peşin hükümlerden arındıktan sonra, geçmişimizle buluşmamız gerekiyor. Çünkü geçmişimiz “adam gibi adam”lar yatağıdır. Osman Gazi’ler, Yıldırım’lar, Fatih’ler, Yavuz’lar, Süleyman’lar, Sinan’lar orada olduğuna göre, onları yetiştiren şartlar da oradadır.

Osmanlı’nın fark ettiği
Bu gerçeği, Avrupalı gezginler tespit etmiş, mesela “Türkiye Seyahatnamesi”yle meşhur Du Loir, 1650'lerdeki ahlaki yapımızı tüm insanlığa, aşağıdaki çarpıcı cümle ile örnek göstermiştir: “Hiç şüphesiz ki, ahlak bakımından Türk medeni hayatı bütün cihana örnek olabilecek vaziyettedir.”
Herhalde bu ahlaki yapı kendiliğinden oluşmadı. Nasıl oluştuğunun ipuçlarını ise A. L. Castellan veriyor: “Osmanlılar, ihtiyarlara ve çocuklara büyük ilgi, sevgi ve şefkat gösterirler.” İşin püf noktalarından biri galiba bu: Hem yaşlılara, hem de çocuklara ilgi sevgi ve şefkat göstermek…
Sonuçta yaşlılar da bir nevi çocuktur!
Çocuk, kendi anne ve babasının, nine ve dedesine gösterdikleri ilgiyi örnek alarak büyür. Anne-babası kendi anne-babalarına nasıl davranırlarsa, ileriki zamanlarda (çocuk büyüyüp anne-babası yaşlılıklarını yaşamaya başladıklarında) anne-babasına öyle davranır…
Bir anlamda, anne-baba olarak, davranış biçimimizle kendi geleceğimizi hazırlıyoruz.
Osmanlı bunun farkındaydı…
Bu yüzden aile içi ilişkileri sağlam tutmuş, ailenin yaşlılarına “öf” dedirtmemeyi esas almıştı. Çocuklar bu örneklere göre yetişirdi…
Kendisi iflah olmaz bir İslam düşmanı olan İngiliz Sefiri Sir James Porter, XVII. Yüzyıl Osmanlı ailesindeki sevgi ve dayanışma ruhundan gıpta ile bahsediyor: “Baba sevgisi çok kuvvetlidir. Çocuklarda sonsuz bir itaatle birlikte, evlatlık göreviyle ilgili olabilecek her şeye karşı sarsılmaz bir bağlılık görülür... Osmanlılarda çocukların analarıyla babalarına karşı besledikleri sevgi ve hürmet, özellikle takdire değer. İstanbul’da tabiatın yüzünü kızartacak derecede çığırından çıkmış evlatlar az görülür...”
Ne yazık ki, aile dışı bağlarımızdan sonra (komşuluk ilişkisi gibi) aile içi bağlarımız da koptu. Çoktandır hayatı paylaşmıyoruz. Aynı ailenin fertleri tek tek kendi hayatlarını yaşıyor. Aile kültürü git gide zayıflıyor. Bundan da en çok çocuklar etkileniyor.
Fransız yazar ve gezgin Dr. A. Brayer, çocuk yetiştirme zincirinin ilk halkasını keşfediyor, diyor ki: “Çocuklar arasında küfürleşme ve yumruklaşma görülmez. Bunlar İslam terbiyesiyle ıslah edildikleri için, kendi aralarında sakin sakin oynayıp eğlenirler.”
İşin özü ve özeti Brayer’in “İslam tarbiyesi” vurgusu yaptığı yerdir. Uzaklaştığımız nokta da işte o noktadır.
Bu sistemi tabiatıyla önce anne-baba hazmetmeli, anlatarak değil, yaşayıp paylaşarak çocuklarına aktarmalıdır…
İngiliz yazarı Thornton, “Sade bir din olan İslamiyet’i, çocuklar, analarıyla babalarından öğrenirler” diyerek tam bu noktaya vurgu yapıyor ve aşağı-yukarı her şeyi açıklayan flaş bir cümle ile özetliyor:
“Türklerin ahlakı, çocuklukta, iyilik telkini alarak değil, toplumda kötü örnek görmeyerek gelişir...”
Bence işin nirengi noktası budur. Günümüzde kötü örnek çok, iyi örnek ise “yok” denecek kadar az: Çocuklarımız “kötü örnek”lerle iç içe büyüyor… Sonuçta “kötü” ve “kötülük” normalleşiyor, sıradanlaşıyor, tabiatıyla da kanıksanıyor.
Bu durumda kendimiz (anne ve baba) “iyi örnek” olmak zorundayız...
Yani “adam gibi çocuk” yetiştirmek için, önce anne-babaların “adam gibi adam” olmaları lazım.

Nineler ve dedeler dışarıda
Çoktan beridir anneleri “kariyer” endişesi, babaları “daha çok kazanma” ihtirası sardı. Dolayısıyla şimdiki “çağdaş” (eskiden “asrî” derlerdi) aile yapımızda anne de çok meşgul baba da. Anne modernitenin dayattığı gereksizliklerle (eşyaya hizmetkârlık gibi) cebelleşirken, baba “daha fazla para” kazanma ihtirasının kamçısı altında durup dinlenmeden, hatta eve dahi uğramadan koşturuyor…
Nineler ve dedeler zaten aile dışına çıkarılmış. Bu durumda çocuklar ya sokağa emanet, ya daha iyi bir ihtimalle kreşlere...
Artık ne kadar yetişebilirlerse o kadar yetişiyorlar.
Osmanlı aile yapısını inceleyen İsveçli Aile Hukuku Profesörü Gaston Jezz şunları yazıyor:
“Ben Batılı bir aile hukuku profesörü olarak diyorum ki; Türk milletinin elinden aile nizamını alınız, geriye hiçbir şey kalmaz.”
Belli ki, Prof. Gaston Jezz, Osmanlı aile yapısını ve tabii terbiye sistematiğini, Osmanlı Devleti’ni yücelten olgunun temeli olarak görüyor.
O nizamın temel unsurlarını ise şöyle özetlemeye çalışıyor:
“Osmanlı aile hayatındaki güzellik, nezahet ve samimiyet zannetmiyorum ki başka bir yerde olsun. Osmanlı'daki İslamî hayat, huzurlu bir hayatın zirve noktasıdır. Birbirine sevgi-saygı ile bağlıdırlar. Bayramlarda, kandillerde küçüklerin büyükleri ziyareti, büyüklerin küçüklere iltifatı şiir gibi bir hayatın ipuçlarını veriyor. Osmanlı aile hayatı güzelliklerle doludur. Toplumsal yapı edebiyatla süslenmiştir. Hayat şiir gibi yaşanmaktadır. Bütün bunları ailede öğreniyorlar.”
Geçmişimiz, yalnız zaferler açısından değil, insan kaynakları açısından da son derece zengin…
Şu halde, Fatih’ler, Selim’ler, Süleyman’lar, Sinan’lar yetiştirmiş ceddimizin, çocuk eğitimi konusunda, bizimkinden farklı bir metotları vardı. Bu yüzden gerek aile içi eğitim, gerekse okul eğitimi daha iyi sonuç vericiydi. İşte bu metodolojinin kaynaklarına ulaşmamız ve güncelleyip çağa taşımamız gerekiyor.

Yavuz Bahadıroğlu
 

kýzýl lale

Active member
SEBÂT
Çarkedip durma öyle, maksûda eremezsin;
Yerinde kalmayınca, meyveyi deremezsin!
Varan sebâtla vardı, gidip menzile erdi,
Sen sebât etmeyince, dost yüzü göremezsin!
Yollar uzun ve yaman, yolcuya azık îmân,
İnançla gerilmezsen, Cennet’e giremezsin.
Köprü yıkık, yol bozuk, elden tutan kimse yok,
Hakk’a gönül vermezsen öteye geçemezsin!
Derin dere, sarp yokuş, Hak-erine hepsi hoş,
Hak’la hemhâl olmazsan yayını geremezsin!
Varanlar vardı çoktan, varlığa erdi (yok)tan,
Yok olmayınca sen, huzûra yüz süremezsin
MFG
 
Üst