On beş asrın şahidi: Ayasofya

Nesl-i Cedid

Well-known member
On beş asrın şahidi: Ayasofya

Son yıllarda uzunca bir süredir restorasyan çalışmaları yapılan Ayasofya’da çalışmalar nihayet sona erdi. Ayasofya’nın içindeki ve çevresindeki inşaat ve restorasyan malzemeleri kaldırıldı. Ayasofya’nın tüm güzelliği ve ihtişamı yine ziyaretçilerini büyülüyor. Tam on beş asra şahitlik eden Ayasofya’nın oldukça ilginç olan ve hüzünlü bir şekilde biten bir hikâyesi var…

Tarihler MS. 360 yılının şubat ayını göstermektedir. Büyük Roma İmparatoru Konstantin’in ülkesinin yeni başkenti Konstantinapolis’i anlamlandırmak için yaptığı ama bitimini göremediği en güzel eseri, oğlu II. Konstantin tarafından açılır. Bu eser Ayasofya’dır.
Zamanında yerinde bir Artemis Mabedi vardır Ayasofya’nın… İnsanlar taştan topraktan putlara tapmaktadır burada. Ama artık burası Ayasofya’yla birlikte tek bir Allah’a yönelenlerin mekânı haline gelecektir. İmparator Konstantin yeni başkentini güzelleştirmek için Mısır’dan dikilitaşı, Yunanistan’dan yılanlı taşı ve daha nice anıtı taşımaya çalışır ama en büyük eserini Ayasofya’yla ortaya koyar.
Büyük ve önemli bir yapıdır Ayasofya, ama büyük olduğu kadar da dikkat çekicidir. Dostu olduğu kadar düşmanı da çoktur. Her an birileri bu büyüklüğü kendi amaçlarına alet edebilir. Ve nitekim öyle de olur.
O günkü Patrikhane merkezi olan Ayasofya’da vazife yapan patrik Krisostomos, imparator Arcadyus’un eşi Evdoksiya ile ters düşecektir. Bu ihtiraslı kadın, ulu mabedin bahçesine kendi heykelini koydurtmak ister. Krisostomos buna karşı çıkar. Çünkü böyle bir durum hiç de mabede uygun bir durum değildir.
Evdoksiya her istediğini bir şekilde elde edebilmiş bir kişilik olarak Krisostomos’u derhal sürgüne gönderir. Ne de olsa imparatoriçe odur. Fakat farkında olmadığı bir şey vardır. Patrik, halkı arkasına almıştır. Ve olan olur. Halk, çok sevdikleri din adamlarının durumu karşısında öfkelenecek ve meydanları dolduracaktır. Özellikle de Krisostomos’un vazife yaptığı Ayasofya’nın bahçesini.
Derken öfkeler daha da kabaracak ve ilk Ayasofya’yı cayır cayır yakıvereceklerdir. Amaç yönetime seslerini en etkili şekilde duyurabilmektir. Öyle de olur. Krisostomos apar topar sürüldüğü yerden geri getirilir. Olan, Ayasofya’ya olmuştur.

İkinci Ayasofya
Ayasofya’ya ikinci kez el uzatan kişi, Roma İmparatorluğu’nun yapıcı imparatoru II. Theodosius’tur. Şehrin bütün surlarını yeniden yaptıran hükümdar Ayasofya’yı da unutmaz. Ve bu kez basamaklı ön cephesi, üçgen alınlıklı portikosu ve alınlıklarındaki Hz. İsa’nın 12 havarisini simgeleyen koyun kabartmaları ile ikinci Ayasofya çıkar karşımıza. Bugün bu ikinci mabetten izleri, bugünkü Ayasofya’nın girişinde, 1930’larda yapılan arkeolojik kazılar için açılan çukurun içinde görmek mümkündür.
Ayasofya yine hemen herkesin bir şekilde sahip olmak istediği çok görkemli bir yapı olmuştur. Roma’nın başına hiç tahmin edilmeyen bir çift geçer. Bir dönem, hipodromda at seyisliği yapan genç Jüstinyanus ile babası hipodromda ayı oynatan ve kendisi de dansçılık yapan Theodora... Kadere karşı konulmaz. Ama o günün aristokratları toplumun bu en alt kesiminden aniden başa geçiveren bu çiftten hiç hoşlanmazlar ve nifak kazanları kaynamaya başlar. Ve beklenen gün gelir. Tarihe Nika olarak geçecek isyan patlak verir.
Hipodromu dolduran, rivayetlere göre yüz bin kişi Jüstinyanus’u linç etmeye hazırdır. Hatta bu öfkelerinin şiddetini göstermek için Ayasofya’yı da ateşe vermeyi ihmal etmezler. İkinci mabet de alev alev yanar. Ama beklenen olmaz. Jüstinyanus çok az imparatorun göstereceği bir cesaretle askerlerini deniz gibi kalabalığın üzerine sürer ve amaçsız topluluklar kılıçtan geçirilir. Galip gelen imparatorun ilk işi, bir şükür nişanesi olarak Ayasofya’nın yeniden inşası olur.

Görkemli Ayasofya
Ama bu kez Ayasofya çok daha görkemli inşa edilmelidir. Planlar yapılır, on binlerce insan çalıştırılır ve arzu edilen gerçekleştirilir. Yine bazilikal plandadır ama bu kez ortada muhteşem büyüklükte ve o gün için akıl almaz yükseklikte bir kubbesi vardır. Yani dünya mimarlık tarihinde bir ilk gerçekleştirilmiştir. Bazilikal plan, merkezi bir plan şemasına dönüşmüştür. Sanki yapı ileride eda edeceği farklı pozisyona kendisini hazırlamaktadır. O kadar görkemli olur ki, Jüstinyanus açılış günü içeriye girerken, “Seni geçtim ey Süleyman” diye haykıracaktır. Bu söz bile Ayasofya’nın Roma’nın gözünde yükseldiği değeri göstermektedir. Onu tarihteki meşhur Süleyman Mabedi’nin yanına koymaktadırlar.
İhtişam, debdebe tamdır ama eksik olan bir şeyler vardır. Bu kadar devasa bir yapı inşa edilirken eksik yapılan hesaplar bulunmaktadır. Yapının sağlamlığı ciddi şekilde göz ardı edilmiştir. Hele bir de taşıma sistemleri. Ve beklenen olur. Yapının kubbesinde çatlamalar başlar. Duvarlarında eğrilmeler. Ve inşasından tam 21 yıl sonra devasa kubbe aşağıya iner. Hemen yenisi inşa edilecektir ama Ayasofya bu problemlerinden ancak asıl kurtarıcıları geldikten sonra kurtulabilecektir.
Ortodoks Hıristiyanlığın patrikhanesi ve en önemli merkezi olan bu yapı, hayatının belki de en büyük utancını Latin İstilası ile yaşar. Hıristiyan toplumların bir daha bir araya gelemez şekilde bölünmüşlüğünün ve birbirlerine duydukları kin ve öfkenin en önemli göstergesi olan bu istiladan Ayasofya da nasibini alır.
Avrupa’nın Katolik orduları IV. Haçlı Seferi’nde Kudüs’e gideceklerken aniden yönlerini İstanbul’a çevirir ve içeridekilerin gafletlerinden istifade ederek şehri ele geçirirler. 1204-1261 yılları arasında, yani tam 57 sene sürecektir bu işgal. Neler neler yapılır? Bizans’ın tüm kutsallarını ayaklar altına alınır ve yağmalanır. Özellikle de Ayasofya’ya her türlü saygısızlık gösterilir. İçerisindeki kıymete değer her şey sökülüp yağma edilir. Vaaz kürsülerine kötü yola düşmüş kadınlar çıkarılıp en ahlaksız şarkılar söyletilir. İçinde insan ve diğer mahlûkatlar öldürülerek mekân kan gölüne çevrilir. Bir gün yolunuz İtalya’nın Venedik şehrine düşerse meşhur St. Marko Meydanı’ndaki St. Marko Kilisesi’nin müze bölümüne uğrayıverin, İstanbul ve özellikle de Ayasofya’dan kaçırdıkları nice eserle karşılaşacaksınız.

Ve Ayasofya Camii…
Nihayet beklenen gün gelir. Şehrin kurtarıcıları sur kapılarına dayanmıştır. Bu şehre gerçek kıymetini verecek, Ayasofya’yı, kimsenin bugüne kadar sevmediği kadar çok seveceklerdir. Kuşatmanın son günlerinde halk tek kurtuluş çaresi olarak gördükleri Ayasofya’dan çıkmaz olur. Osmanlı ordusu şehre girdiğinde ise neredeyse tüm İstanbul halkı Ayasofya’dadır. Hemen hepsi yıllardır kendilerine anlatılan mucizeleri beklemektedir. Güya şehri ele geçirecek bir ordu Ayasofya’ya girdiğinde mabedin duvarlarından çıkan melekler tarafından kahredileceklerdir.
Ve kapılarda Osmanlı askerleri görülür. Ardından da şehrin fatihi Fatih Sultan Mehmet Han. Bekledikleri hiç bir mucize gerçekleşmez. Halbuki mucizenin ta kendisi önlerinde durmaktadır. Son Peygamberin (a.s.m.) bir mucizesi daha hayata geçmektedir. Asırlar önce verdiği müjde gün gibi ortadadır. Bu şefkat Peygamberinin (a.s.m.) ümmeti olan Fatih Sultan Mehmet Han, O’nun Mekke’nin fethinde yaptığı gibi yapar ve tüm halkı affeder. Hiç kimsenin ırz ve namusuna dokunulmaz.
Fatih Sultan Mehmet Han, Ayasofya’nın damına çıkarak buradan şehri seyretmek ister. Ama gördüğü manzara onu duygulandıracaktır. Çünkü yüzyılların Roma İmparatorluğu’nun ihtişamından geriye mezbelelikler kalmıştır. Orada bir şiir mırıldanarak, “Afrasyab’ın sarayında baykuş nevbet vuruyor / Örümcek perdedarlık yapıyor” diyecektir. Çünkü Latin İstilası’ndaki yağmada kendi dindaşları bu şehre ve zenginliklerine en büyük ihaneti gerçekleştirmişlerdir. Ve tarih boyunca da bu utancı örtbas etmek için, Osmanlı’nın şehre girerken yağma ve yıkım yaptığı yalanlarını uydurmuşlardır. Hâlbuki kendi dindaşlarının ihaneti ve Osmanlı’nın şefkati arasındaki farkı gören Ortodoks dünyanın patriği Gennodios, “İstanbul’da Latin külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederiz” diyecektir.
Osmanlı toplumu Ayasofya’yı gerçekten çok sever. Bir kere Fatih Sultan Mehmet bu eseri Hz. Meryem adına vakfettirecektir. Fethin sembolü olarak camiye çevrilecek, yanına Akşemseddinlerin eğitim vereceği medreseler inşa ettirecektir. Sonra Ayasofya için bir hizmet yarışı başlar. Sultan II. Bayezid’in küfeki minaresi, Kanuni’nin Macaristan saraylarından getirttiği ve bugün hâlâ mihrabının iki yanında duran dev gümüş şamdanları, II. Selim’in Mimar Sinan’a yaptırdığı dev restorasyon projesi ile üçüncü ve dördüncü minareler, III. Murat’ın Bergama’dan getirttiği mermer küpler, IV. Murat’ın mermer vaaz kürsüsü, I. Mahmud’un hünkar mahfeli, şadırvan ve kütüphanesi, Sultan Abdülmecid Han’ın Fossatilere yaptırdığı tamiratlar ve daha neler neler…
Onlar Ayasofya’yı o kadar benimsemişlerdi ki, öldükten sonra bile yanında olmayı arzulayanları vardı. Osmanlı padişahlarından Sultan II. Selim, III. Murat, III. Mehmet kendi türbelerinde ve aile efratlarıyla birlikte bugün Ayasofya’nın bahçesinde yatmaktadırlar. Sultan I. İbrahim ve I. Mustafa ise Ayasofya’nın eski vaftizhanesinin türbe haline getirilmiş bölümlerinde medfundurlar.

Hüzünlü son…
Artık Osmalı’nın inkisar günleridir. Yenilgiler art arda gelmektedir. Düşman bu zafiyetten azami istifade etmek ister. Çirkin arzularından birisi de Ayasofya’yı yine altı asır önceki haline çevirmektir. Hatta Çanakkale Savaşı döneminde bir İngiliz şair dizelerinde, “Osmanlı yeniçerilerinin seferlerden zaferle Ayasofya’ya dönüşü gibi biz de Ayasofya’ya gireceğiz” demektedir.
Birinci Dünya Savaşı’nın bu sıkıntılı günlerinde art arda gelen yenilgiler neticesinde tüm İttifak güçleri teslimiyeti kabul eder. Ama biz özgürlüğümüze çok düşkünüzdür. Biz kabul etmeyiz. Ve Kurtuluş Savaşı’mıza başlarız. Kazanırız da. Anlımız aktır, başımız diktir yine. Anadolu insanı, kadını erkeği, yaşlısı genci büyük bir inanmışlık örneği göstermiştir. Artık ülkemiz esarette olmayacak, camilerimizden Allahu ekber sedaları susmayacaktır. Hele Ayasofya, o hep bizim kalacak ve onun içinde hep tekbir ve tehlil sesleri duyulacaktır. Çünkü asırlar öncesinde, Fatih’i, yanındaki Molla Güranileri ve Akşemseddinleri ile vakfiyesinde böyle yazmışlardır.
Tarih 1930’u gösterdiğinde beklenmeyen bir şey olur. Ayasofya birden ibadete kapatılır. Restorasyon yapılacak denilir. Bahçesinde kazılar yapılır, duvarlarındaki sıvalar deşilir. Tüm halıları kaldırılır. Alman, İngiliz ve Amerikalı Bizans uzmanları dokunmadık yer bırakmazlar. Hemen her yer yoklanır ve Hıristiyan Roma günlerine ait detaylar aranır. Bulunur da. Bunlar tek tek ortaya çıkarılır. Bahçesinde kazılar yapılır. Tarihî bir eserdeki eski detayları ortaya çıkarmak, yapının ruhunu bozmayacak şekilde sergilemek anlaşılabilir ama peki bahçesindeki Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırılan Ayasofya Medresesi’nin yıktırılmasına ne demeli. Güzelim tarihî medrese, içinde bir dönem Akşemseddinlerin eğitim verdiği odalar yerle bir edilir. Şimdi medreseye ait alan büyük bir karadelik olarak arka bahçesinde hâlâ bir utanç abidesi olarak orada durmaktadır.
1934 yılının Kasım ayında müzeye çevrildiği haberleri yayılmaya başlar. 1575 senedir tek bir Allah’a yönelinen mekânlar şimdi sadece taşını, ikonalarını görmeye gelenlere mi mahsus kılınacaktır? Peki on beş asır boyunca içinde yapılan dualar, Allah için akıtılan yaşlar, tekbirler ve tehlillere ne olacaktır?
MS. 360 yılının bir şubat sabahı II. Konstantin tarafından ibadete açılan Ayasofya, 1575 sene sonra 1935 yılının yine bir şubat sabahı müze olarak açılacaktır. Artık ona Kutsal Bilgelik adını verenler, Beytü’l-Makdis’in yanına koyanlar, Hz. Meryem adına vakfedenler, onu elde etmek için dağları surları delenler, ölünce ille de yanında yatalım diyenler, süslemek için birbirleriyle yarışanlar, on beş asır boyunca içinde tekbir ve tehlillerle, dua ve niyazlarla tek bir Allah’ın adını zikredenler mahzun mu kalacaktır?

Talha Uğurluel

::MORAL DNYASI::
 

kýzýl lale

Active member
BAŞI TUTAN GAFİLLER
Üç beş şımarığın çılgınca mâcerâsına,
Kurban gitti millet, gitti Batı vebâsına.
İnsanlar doğranıyor, insanlarda sessizlik,
Bu ne hal İlâhî, nedir bu korkunç hissizlik?
Yanıyorken babasının yandığı ateşde,
Yok küçük bir gayret; yok olduğu kadar leşde...
En korkunç ümitsizlikle giderken ölüme,
Her şeyiyle pâymâl, her şeyiyle lime lime...
Meskenet içinde ölüyor önce vicdânı,
Sonra zilletle çıkıp gidiyor murdar canı.
Sanmam ola, insan için daha büyük hüsrân;
Kalmamış zerresi irfânın kör olmuş iz’ân.
Birgün mâzînin o masmâvi semâlarında,
Rengârenk bayraklaşan rüyalarla ard-arda..
Durmadan güvercinler gibi kanat çırparken,
Yollar çığlık oldu inledi, bir sabah erken,
Dertle inledi sîneler, inledi derinden,
Ak kervan artık dönmeyecekti seferinden
 
Üst