Yirmi İkinci Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz

İki Makamdır
Birinci Makam

besmele.jpg


وَيَضْرِبُ اللهُ اْلاَمْثاَلَ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ
blank.gif
1

وَتِلْكَ اْلاَمْثاَلُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
blank.gif
2

BİR ZAMAN iki adam bir havuzda yıkandılar. Fevkalâde bir tesir altında kendilerinden geçtiler. Gözlerini açtıkları vakit gördüler ki, acip bir âleme göt
ürülmüşler. Öyle bir âlem ki, kemâl-i intizamından bir memleket hükmünde, belki bir şehir hükmünde, belki bir saray hükmündedir.

Kemâl-i hayretlerinden etraflarına baktılar. Gördüler ki, bir cihette bakılsa azîm bir âlem görünüyor; bir cihette bakılsa muntazam bir memleket, bir cihette bakılsa mükemmel bir şehir, diğer bir cihette bakılsa gayet muhteşem bir âlemi içine almış bir saraydır.

Şu acaip âlemde gezerek seyran ettiler. Gördüler ki, bir kısım mahlûklar var; bir tarz ile konuşuyorlar, fakat bunlar onların dillerini bilmiyorlar. Yalnız, işaretlerinden anlaşılıyor ki, mühim işler görüyorlar ve ehemmiyetli vazifeler yapıyorlar.

O iki adamdan birisi, arkadaşına dedi ki: “Şu acip âlemin elbette bir müdebbiri ve şu muntazam memleketin bir mâliki, şu mükemmel şehrin bir sahibi, şu musannâ sarayın bir ustası vardır. Biz çalışmalıyız, onu tanımalıyız. Çünkü, anlaşılıyor ki, bizi buraya getiren odur. Onu tanımazsak kim bize medet verecek? Dillerini bilmediğimiz ve onlar bizi dinlemedikleri şu âciz mahlûklardan ne bekleyebiliriz? Hem koca bir âlemi bir memleket suretinde, bir şehir tarzında,


[NOT]Dipnot-1 “Allah insanlara misaller verir ki, düşünüp öğüt alsınlar.” İbrahim Sûresi, 14:25.

Dipnot-2
“Düşünsünler diye, insanlara Biz böyle misaller veriyoruz.” Haşir Sûresi, 59:21.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acaip: şaşırtıcı, hayret verici</td><td>acîp: şaşırtıcı</td></tr><tr><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>fevkalâde: olağanüstü</td><td>kemâl-i hayret: tam bir şaşkınlık (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: kusursuz derecede düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>medet: yardım</td><td>muhteşem: görkemli, ihtişamlı</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td><td>musannâ: san’atlı (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td><td>müdebbir: idareci (bk. d-b-r)</td></tr><tr><td>seyran etmek: seyretmek, gezmek</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz, zavallı (bk. a-c-z)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 376

bir saray şeklinde yapan ve baştan başa hârika şeylerle dolduran ve müzeyyenâtın envâıyla tezyin eden ve ibretnümâ mu’cizatlarla donatan bir zat, elbette bizden ve buraya gelenlerden bir istediği vardır. Onu tanımalıyız. Hem ne istediğini bilmekliğimiz lâzımdır.”

Öteki adam dedi: “İnanmam, böyle bahsettiğin gibi bir zat bulunsun ve bütün bu âlemi tek başıyla idare etsin.”

Arkadaşı cevaben dedi ki: “Bunu tanımazsak, lâkayt kalsak, menfaati hiç yok. Zararı olsa pek azîmdir. Eğer tanımasına çalışsak, meşakkati pek hafiftir; menfaati olursa pek azîmdir. Onun için, ona karşı lâkayt kalmak hiç kâr-ı akıl değildir.”

O serseri adam dedi: “Ben bütün rahatımı, keyfimi, onu düşünmemekte görüyorum. Hem böyle aklıma sığışmayan şeylerle uğraşmayacağım. Bütün bu işler, tesadüfî ve karma karışık işlerdir; kendi kendine dönüyor. Benim neme lâzım?”

Akıllı arkadaşı ona dedi: “Senin bu temerrüdün beni de, belki çokları da belâya atacaktır. Bir edepsizin yüzünden, bazan olur ki, bir memleket harap olur.”

Yine o serseri dönüp dedi ki: “Ya kat’iyen bana ispat et ki, bu koca memleketin tek bir mâliki, tek bir sânii vardır. Yahut bana ilişme.”

Cevaben, arkadaşı dedi: “Madem inadın divanelik derecesine çıkmış; o inadınla bizi ve belki memleketi bir kahra giriftar edeceksin. Ben de sana On İki Burhan ile göstereceğim ki, bir saray gibi şu âlemin, bir şehir gibi şu memleketin tek bir ustası vardır. Ve o usta, herşeyi idare eden yalnız odur. Hiçbir cihetle noksaniyeti yoktur. Bize görünmeyen o usta, bizi ve herşeyi görür ve sözlerini işitir. Bütün işleri mu’cize ve hârikadır. Bütün bu gördüğümüz ve dillerini bilmediğimiz şu mahlûklar onun memurlarıdır.”

BİRİNCİ BURHAN

Gel, her tarafa bak, herşeye dikkat et. Bütün bu işler içinde gizli bir el işliyor. Çünkü, bak, bir dirhemHAŞİYE-1 kadar kuvveti olmayan, bir çekirdek küçüklüğünde birşey, binler batman yükü kaldırıyor. Zerre kadar şuuruHAŞİYE-2 olmayan, gayet hakîmâne işler görüyor.


[NOT]Haşiye-1 Ağaçları başlarında taşıyan çekirdeklere işarettir.

Haşiye-2
Kendi kendine yükselmeyen ve meyvelerin sıkletine dayanmayan üzüm çubukları gibi nâzenin nebâtâtın, başka ağaçlara lâtif eller atıp sarmalarına ve onlara yüklenmelerine işarettir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>batman: eskiden kullanılan ve 8 kiloluk ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi</td></tr><tr><td>burhan: güçlü, mantıkî delil</td><td>cihet: yön, taraf</td></tr><tr><td>dirhem: eskiden kullanılan ve 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi</td><td>dîvane: deli</td></tr><tr><td>envâ: çeşitler, türler</td><td>giriftar etmek: düşürmek, müptelâ etmek, dûçar etmek</td></tr><tr><td>hakîmâne: hikmetli bir biçimde (bk. ḥ-k-m)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>ibretnümâ: ibret verici</td><td>kahr: mahv, helâk, batırma</td></tr><tr><td>kat’iyen: kesinlikle</td><td>kâr-ı akıl: aklın kabul edeceği iş</td></tr><tr><td>lâkayt: ilgisiz</td><td>lâtif: ince, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>meşakkat: güçlük</td></tr><tr><td>mu’cizat: mu’cizeler (bk. a-c-z)</td><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td><td>müzeyyenat: süslü varlıklar (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>nebatat: bitkiler</td><td>noksaniyet: eksiklik</td></tr><tr><td>nâzenin: ince, nâzik</td><td>sâni: sanatkâr (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>sıklet: ağırlık</td><td>temerrüd: inat, karşı gelme</td></tr><tr><td>tesadüfî: rastlantı</td><td>tezyin etmek: süslemek (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>zerre: atom, çok küçük parça</td><td>şuur: bilinç, anlayış (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 377

Demek bunlar kendi kendilerine işlemiyorlar. Onları işlettiren gizli bir kudret sahibi vardır. Eğer kendi başına olsa, bütün baştan başa bu gördüğümüz memlekette her iş mu’cize, herşey mu’cizekâr bir hârika olmak lâzım gelir. Bu ise bir safsatadır.

İKİNCİ BURHAN

Gel, bütün bu ovaları, bu meydanları, bu menzilleri süslendiren şeyler üstünde dikkat et. Herbirisinde o gizli zattan haber veren işler var. Adeta herbiri birer turra, birer sikke gibi, o gaybî zattan haber veriyorlar. İşte, gözünün önünde, bak, bir dirhem pamuktanHAŞİYE-1 ne yapıyor:

Bak, kaç top çuha ve patiska ve çiçekli kumaş çıktı. Bak, ondan ne kadar şekerlemeler, yuvarlak tatlı köfteler yapılıyor ki, bizim gibi binler adam giyse ve yese kâfi gelir.

Hem de bak, bu demiri, toprağı, suyu, kömürü, bakırı, gümüşü, altını gaybî avucuna aldı, bir et parçasıHAŞİYE-2 yaptı. Bak, gör!

İşte, ey akılsız adam, bu işler öyle bir zâta mahsustur ki, bütün bu memleket, bütün eczasıyla onun mu’cize-i kuvveti altında duruyor, her arzusuna râm oluyor.

ÜÇÜNCÜ BURHAN

Gel, bu müteharrik antikaHAŞİYE-3 san’atlarına bak. Herbirisi öyle bir tarzda yapılmış; adeta bu koca sarayın bir küçük nüshasıdır. Bütün bu sarayda ne varsa, o küçücük müteharrik makinelerde bulunuyor.

Hiç mümkün müdür ki, bu sarayın ustasından başka birisi gelip, bu acip sarayı küçük bir makinede derc etsin? Hem hiç mümkün müdür ki, bir kutu kadar bir

[NOT]
Haşiye-1
Tohuma işarettir. Meselâ, zerre gibi bir afyon büzrü, bir dirhem gibi bir zerdali nüvatı, bir kavun çekirdeği, nasıl çuhadan daha güzel dokunmuş yapraklar, patiskadan daha beyaz ve sarı çiçekler, şekerlemeden daha tatlı ve köftelerden ve konserve kutularından daha lâtif, daha leziz, daha şirin meyveleri hazine-i rahmetten getiriyorlar, bize takdim ediyorlar.

Haşiye-2
Unsurlardan cism-i hayvanîyi halk ve nutfeden zîhayatı icad etmeye işarettir.

Haşiye-3
Hayvanlara ve insanlara işarettir. Zira hayvan, şu âlemin küçük bir fihristesi; ve mahiyet-i insaniye, şu kâinatın bir misal-i musağğarı olduğundan, adeta âlemde ne varsa insanda nümunesi vardır.
[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acip: şaşırtıcı, hayret verici</td><td>büzr: tohum</td></tr><tr><td>cism-i hayvanî: canlı bedeni (bk. ḥ-y-y)</td><td>derc etmek: içine yerleştirmek</td></tr><tr><td>dirhem: eskiden kullanılan ve yaklaşık 3 gramlık ağırlığa karşılık gelen bir ölçü birimi</td><td>ecza: parçalar, bölümler (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>fihriste: indeks, plân</td><td>gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>halk: yaratma (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hazine-i rahmet: Allah’ın rahmet hazinesi (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>kudret: güç, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>kâfi: yeterli</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>leziz: lezzetli</td></tr><tr><td>lâtif: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahiyet-i insaniye: insanın mahiyeti, iç yüzü, esası</td></tr><tr><td>menzil: yer, mekan (bk. n-z-l)</td><td>misal-i musağğar: küçültülmüş örnek (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>mu’cize-i kuvvet: kuvvet mu’cizesi (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mu’cizekâr: mu’cize sahibi (bk. a-c-z)</td><td>müteharrik: hareketli</td></tr><tr><td>nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meni</td><td>nümune: örnek</td></tr><tr><td>nüsha: kopya</td><td>nüvat: çekirdek</td></tr><tr><td>patiska: pamuktan dokunmuş sık ve düzgün bez</td><td>râm olmak: boyun eğmek</td></tr><tr><td>safsata: yalan, uydurma </td><td>sikke: madenî para gibi şeyler üstüne vurulan damga, mühür</td></tr><tr><td>turra: padişah mührü, imzası</td><td>unsur: element</td></tr><tr><td>zerre: atom</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>çuha: tüysüz ince, sık dokunmuş yün kumaş</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 378

makine, bütün bir âlemi içine aldığı halde, tesadüfî veyahut abes bir iş, içinde bulunsun?
Demek, bütün gözün gördüğü ne kadar antika makineler var, o gizli zâtın birer sikkesi hükmündedirler. Belki birer dellâl, birer ilânnâme hükmündedirler. Lisan-ı hâlleriyle derler ki: “Biz öyle bir zâtın san’atıyız ki, bütün bu âlemimizi, bizi yaptığı ve suhuletle icad ettiği gibi kolaylıkla yapabilir bir zattır.”

DÖRDÜNCÜ BURHAN

Ey muannid arkadaş! Gel, sana daha acibini göstereceğim. Bak, bu memlekette bütün bu işler, bu şeyler değişti, değişiyor. Bir halette durmuyor. Dikkat et ki, bu gördüğümüz câmid cisimler, hissiz kutular, birer hâkim-i mutlak suretini aldılar. Adeta herbir şey bütün eşyaya hükmediyor.

İşte, bu yanımızdaki bu makineye bak.HAŞİYE-1 Güya emrediyor; işte, onun tezyinatına ve işlemesine lâzım levazımat ve maddeler, uzak yerlerden koşup geliyorlar. İşte, oraya bak: O şuursuz cisimHAŞİYE-2 güya bir işaret ediyor; en büyük bir cismi kendine hizmetkâr ediyor, kendi işlerinde çalıştırıyor.

Daha başka şeyleri bunlara kıyas et. Adeta herbir şey, bütün bu âlemdeki hilkatleri musahhar ediyor. Eğer o gizli zâtı kabul etmezsen, bütün bu memleketteki taşında, toprağında, hayvanında, insana benzer mahlûklarda, o zâtın bütün hünerlerini, san’atlarını, kemâlâtlarını, birer birer o şeylere vereceksin. İşte, aklın uzak gördüğü birtek mu’ciznümâ zâtın bedeline, milyarlar onun gibi mu’ciznümâ, hem birbirine zıt, hem birbirine misil, hem birbiri içinde bulunsun, bu intizam bozulmasın, ortalığı karıştırmasınlar. Halbuki bu koca memlekette iki parmak karışsa, karıştırır. Çünkü bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vali, bir memlekette iki padişah bulunsa, karıştırır. Nerede kaldı, hadsiz hâkim-i mutlak beraber bulunsun!

BEŞİNCİ BURHAN

Ey vesveseli arkadaş! Gel, bu azîm sarayın nakışlarına dikkat et. Ve bütün bu

[NOT]
Haşiye-1
Makine, meyvedar ağaçlara işarettir. Çünkü yüzer tezgâhları, fabrikaları incecik dallarında taşıyor gibi, hayretnümâ yaprakları, çiçekleri, meyveleri dokuyor, süslendiriyor, pişiriyor, bizlere uzatıyor. Halbuki çam ve katran gibi muhteşem ağaçlar kuru bir taşta tezgâhını atmış, çalışıp duruyorlar.

Haşiye-2
Hububata, tohumlara, sineklerin tohumcuklarına işarettir. Meselâ, bir sinek, bir karaağacın yaprağında yumurtasını bırakır. Birden, o koca karaağaç, yapraklarını o yumurtalara bir rahm-ı mâder, bir beşik, bal gibi bir gıda ile dolu bir mahzene çeviriyor. Adeta o meyvesiz ağaç, o surette zîruh meyveler veriyor.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>abes: faydasız, anlamsız</td><td>acib: hayret verici, şaşırtıcı</td></tr><tr><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>câmid: cansız</td></tr><tr><td>dellâl: rehber, ilan edici</td><td>eşya: şeyler, varlıklar</td></tr><tr><td>hadsiz: sonsuz, sınırsız</td><td>halet: hal, vaziyet</td></tr><tr><td>hayretnümâ: hayret verici, şaşırtıcı</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>hizmetkâr: hizmetçi</td></tr><tr><td>hububat: tohumlar</td><td>hâkim-i mutlak: tam ve kayıtsız egemenlik sahibi (bk. ḥ-k-m; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>ilânnâme: duyuru</td></tr><tr><td>intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>kemâlât: mükemmellikler (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>levazımat: gerekli şeyler</td><td>lisan-ı hâl: hal ve beden dili</td></tr><tr><td>mahluk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahzen: depo</td></tr><tr><td>misil: benzer</td><td>muannid: inatçı</td></tr><tr><td>muhteşem: görkemli, ihtişamlı</td><td>musahhar: boyun eğmiş</td></tr><tr><td>mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td><td>nakış: işleme (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>rahm-ı mâder: anne karnı (bk. r-ḥ-m)</td><td>sikke: madenî para gibi şeyler üstüne vurulan damga, mühür</td></tr><tr><td>suhulet: kolaylık</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tesadüfî: tesadüfen, rastgele</td><td>tezyinat: süslemeler (bk. z-y-n)</td></tr><tr><td>vesvese: şüphe, kuruntu</td><td>zîruh: ruh sahibi (bk. ẕî; r-v-ḥ)</td></tr><tr><td>şuursuz: bilinçsiz, idraksiz (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 379

şehrin ziynetlerine bak. Ve bütün bu memleketin tanzimatını gör. Ve bütün bu âlemin san’atlarını tefekkür et.

İşte, bak: Eğer nihayetsiz mu’cizeleri ve hünerleri olan gizli bir zâtın kalemi işlemezse, bu nakışları sair şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilse, o vakit, ya bu memleketin herbir taşı, herbir otu öyle mu’ciznümâ nakkaş, öyle bir harikulâde kâtip olması lâzım gelir ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin, bir nakışta milyonlar san’atı derc edebilsin. Çünkü, bak bu taşlardaki nakşa:HAŞİYE-1 Herbirisinde bütün sarayın nakışları var, bütün şehrin tanzimat kanunları var, bütün memleketin teşkilât programları var. Demek bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar hârikadır. Öyle ise, herbir nakış, herbir san’at, o gizli zâtın bir ilânnâmesidir, bir hâtemidir.

Madem bir harf, kâtibini göstermeksizin olmaz. San’atlı bir nakış, nakkaşını bildirmemek olmaz. Nasıl olur ki, bir harfte koca bir kitabı yazan, bir nakışta bin nakşı nakşeden nakkaş, kendi kitabıyla ve nakşıyla bilinmesin?

ALTINCI BURHAN

Gel, bu geniş ovaya çıkacağız.HAŞİYE-2 İşte, o ova içinde yüksek bir dağ var. Üstüne çıkacağız, tâ bütün etrafı görülsün. Hem herşeyi yakınlaştıracak güzel dürbünleri de beraber alacağız. Çünkü bu acip memlekette acip işler oluyor. Her saatte, hiç aklımıza gelmeyen işler oluyor.

İşte, bak: Bu dağlar ve ovalar ve şehirler, birden değişiyor. Hem nasıl değişiyor! Öyle bir tarzda ki, milyonlarla birbiri içinde işler, gayet muntazam surette değişiyor. Adeta milyonlar mütenevvi kumaşlar birbiri içinde beraber dokunuyor gibi, pek acip tahavvülât oluyor.

Bak, o kadar ünsiyet ettiğimiz ve tanıdığımız çiçekli miçekli şeyler kayboldular.


[NOT]Haşiye-1 Şecere-i hilkatin meyvesi olan insana ve kendi ağacının programını ve fihristesini taşıyan meyveye işarettir. Zira, kalem-i kudret, âlemin kitab-ı kebirinde ne yazmışsa, icmâlini mahiyet-i insaniyede yazmıştır. Kalem-i kader, dağ gibi bir ağaçta ne yazmışsa, tırnak gibi meyvesinde dahi derc etmiştir.

Haşiye-2
Bahar ve yaz mevsiminde zeminin yüzüne işarettir. Zira yüz binler muhtelif mahlûkatın taifeleri birbiri içinde beraber icad edilir, rû-yi zeminde yazılır. Galatsız, kusursuz, kemâl-i intizamla değiştirilir. Binler sofra-i Rahmân açılır, kaldırılır, taze taze gelir. Herbir ağaç birer tablacı, herbir bostan birer kazan hükmüne geçer.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acip: şaşırtıcı, hayret verici</td><td>derc etmek: içine yerleştirmek</td></tr><tr><td>galatsız: hatasız, yanlışsız</td><td>harikulâde: olağanüstü</td></tr><tr><td>hatem: mühür, damga</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>icad: var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>icmâl: özet (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>ilânnâme: duyuru</td><td>kalem-i kader: kader kalemi (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r)</td><td>kemâl-i intizam: kusursuz derecede düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kitab-ı kebir: büyük kitap, kâinat (bk. k-t-b; k-b-r)</td><td>kâtip: yazıcı, yazan (bk. k-t-b)</td></tr><tr><td>mahiyet-i insaniye: insanın mahiyeti, iç yüzü, esası</td><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli</td><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mütenevvi: çeşitli</td><td>nakkaş: nakış ustası (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>rû-yi zemin: yeryüzü</td></tr><tr><td>sair: diğer</td><td>sofra-ı Rahmân: Allah’ın sınırsız rahmetiyle kulları önüne serdiği sofra (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>tabiat: doğa, canlı cansız varlıklar; maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td><td>tablacı: yiyecek sunan</td></tr><tr><td>tahavvülât: değişiklikler</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>tanzimat: düzenlemeler (bk. n-ẓ-m)</td><td>tefekkür: düşünme (bk. f-k-r)</td></tr><tr><td>teşkilât: yapı, kuruluş </td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>ziynet: süs (bk. z-y-n)</td><td>âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>ünsiyet etmek: alışmak</td><td>şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>şuursuz: bilinçsiz, akılsız (bk. ş-a-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 380

Muntazaman yerlerine ve mahiyetçe onlara benzer, fakat suretçe ayrı, başkaları geldiler. Adeta şu ova, dağlar birer sahife; yüz binlerle ayrı ayrı kitaplar içinde yazılıyor. Hem hatasız, noksansız olarak yazılıyor.

İşte, bu işler yüz derece muhaldir ki kendi kendine olsun. Evet, nihayet derecede san’atlı, dikkatli şu işler, kendi kendine olmak bin derece muhaldir ki, kendilerinden ziyade, san’atkârlarını gösteriyorlar.
Hem bunları işleyici, öyle mu’ciznümâ bir zattır ki, hiçbir iş ona ağır gelmez. Bin kitap yazmak, bir harf kadar ona kolay gelir.

Bununla beraber, her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşeyi yerli yerine koyuyor; ve öyle mükrimâne, herkese lâyık oldukları lütufları yapıyor; hem öyle ihsanperverâne umumî perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor. Hem öyle sehâvetperverâne sofralar kuruyor ki, bütün bu memleketin halklarına, hayvanlarına, herbir taifesine has ve lâyık, belki herbir ferdine mahsus ismiyle ve resmiyle bir tabla-i nimet veriliyor.

İşte, dünyada bundan muhal birşey var mı ki, bu gördüğümüz işler içinde tesadüfî işler bulunsun; veya abes ve faidesiz olsun; veya müteaddit eller karışsın; veya ustası herşeye muktedir olmasın; veya herşey ona musahhar olmasın? İşte, ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir bahane bul!

YEDİNCİ BURHAN

Ey arkadaş, gel. Şimdi bu cüz’iyâtı bırakıp, saray şeklindeki bu acip âlemin eczalarının birbirine karşı olan vaziyetlerine dikkat edeceğiz.

İşte, bak: Bu âlemde o derece intizamla küllî işler yapılıyor ve umumî inkılaplar oluyor ki, adeta bütün bu saraydaki mevcut taşlar, topraklar, ağaçlar, herbir şey, birer fâil-i muhtar gibi bütün bu âlemin nizâmât-ı külliyesini gözetip ona göre tevfik-i hareket ediyor. Birbirinden en uzak şeyler birbirinin imdadına koşuyor.

İşte, bak: Gaipten acip bir kafileHAŞİYE-1 çıkıp geliyor. Merkepleri ağaçlara, nebatlara, dağlara benzerler. Başlarında birer tabla-i erzak taşıyorlar. İşte, bak, bu tarafta bekleyen muhtelif hayvanatın erzaklarını getiriyorlar.


[NOT]Haşiye-1 Umum hayvanatın erzakını taşıyan nebatat ve eşcar kafileleridir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>abes: geresiz, lüzumsuz</td><td>acip: şaşırtıcı, hayret verici</td></tr><tr><td>cüz’iyât: küçük, ferdî şeyler (bk. c-z-e)</td><td>ecza: parçalar, bölümler (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>erzak: rızıklar; yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ)</td><td>eşcar: ağaçlar</td></tr><tr><td>fail-i muhtar: dilediğini yapmakta serbest olan fâil (bk. f-a-l; ḫ-y-r)</td><td>fert: birey (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>gaip: görünmeyen âlem (bk. ğ-y-b)</td><td>has/mahsus: özel</td></tr><tr><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>ihsanperverâne: bağışta bulunmayı pek sever şekilde (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>imdad: yardım</td><td>inkılap: değişim, dönüşüm</td></tr><tr><td>intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>kafile: topluluk</td></tr><tr><td>küllî: büyük, geniş (bk. k-l-l)</td><td>lütûf: yardım, iyilik, bağış (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahiyet: nitelik, özellik</td><td>merkep: binek</td></tr><tr><td>mevcut: var olan (bk. v-c-d)</td><td>muhal: imkânsız</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli</td><td>muktedir: güç ve iktidar sahibi (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>muntazaman: düzenli olarak (bk. n-ẓ-m)</td><td>musahhar: boyun eğmiş</td></tr><tr><td>mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td><td>mükrimâne: ikramlarda bulunarak (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>müteaddit: çeşitli</td><td>nebat: bitki</td></tr><tr><td>nebatat: bitkiler</td><td>nihayet: son</td></tr><tr><td>nizâmât-ı külliye: kapsamlı ve her yerde geçerli olan düzenler (bk. n-ẓ-m; k-l-l)</td><td>sahavetperverâne: cömertlikte bulunmaktan pek hoşlanır şekilde</td></tr><tr><td>suret: şekil, görünüş (bk. ṣ-v-r)</td><td>tabla-i erzak: yiyecek tablası (bk. r-z-ḳ)</td></tr><tr><td>tabla-i nimet: nimet tablası (bk. n-a-m)</td><td>taife: topluluk</td></tr><tr><td>tesadüfî: rastgele, tesadüfen</td><td>tevfik-i hareket: uygun hareket</td></tr><tr><td>umumî: genel, herkese ait</td><td>ziyade: fazla</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 381

Hem de bak, bu kubbede o azîm elektrik lâmbası,HAŞİYE-1 onlara ışık verdiği gibi, bütün taamlarını öyle güzel pişiriyor! Yalnız, pişirilecek taamlar, bir dest-i gaybî tarafından birer ipe takılıpHAŞİYE-2 ona karşı tutuluyor.

Bu tarafa da bak: Bu biçare, zayıf, nahif, kuvvetsiz hayvancıklar—nasıl onların başı önünde, lâtif gıda ile dolu iki tulumbacıkHAŞİYE-3 takılmış. İki çeşme gibi, yalnız o kuvvetsiz mahlûk, onu ağzına yapıştırması kâfidir.

Elhasıl: Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirine bakar gibi, birbirine yardım eder. Birbirini görür gibi, birbirine el ele verir. Birbirinin işini tekmil için, birbirine omuz omuza veriyor, bel bele verip beraber çalışıyorlar. Herşeyi buna kıyas et; tâdât ile bitmez.

İşte, bütün bu haller, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î gösterir ki, şu saray-ı acibin ustasına, yani şu garip âlemin sahibine herşey musahhardır. Herşey onun hesabına çalışır. Herşey ona bir emirber nefer hükmündedir. Herşey Onun kuvvetiyle döner. Herşey Onun emriyle hareket eder. Herşey onun hikmetiyle tanzim olunur. Herşey onun keremiyle muavenet eder. Herşey onun merhametiyle başkasının imdadına koşar, yani koşturulur. Ey arkadaş, haddin varsa buna karşı bir söz söyle!

SEKİZİNCİ BURHAN

Gel, ey nefsim gibi kendini âkıl zanneden akılsız arkadaş! Şu saray-ı muhteşemin sahibini tanımak istemiyorsun. Halbuki herşey onu gösteriyor, ona işaret ediyor, ona şehadet ediyor. Bütün bu şeylerin şehadetini nasıl tekzip ediyorsun? Öyle ise bu sarayı da inkâr et ve “Âlem yok, memleket yok” de ve kendini de inkâr et, ortadan çık. Yahut aklını başına al, beni dinle.

İşte, bak: Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var.HAŞİYE-4 Âdeta, memleketten çıkan herşey o maddelerden yapılıyor.


[NOT]Haşiye-1 O azîm elektrik lâmbası, güneşe işarettir.

Haşiye-2
İp ve ipe takılan taam ise, ağacın ince dalları ve leziz meyveleridir.

Haşiye-3
İki tulumbacık ise, validelerin memelerine işarettir.

Haşiye-4
Unsurlar, madenler ise, pek çok muntazam vazifeleri bulunan ve izn-i Rabbânî ile her muhtacın imdadına koşan ve emr-i İlâhî ile herbir yere giren, medet veren ve hayatın levazımatını yetiştiren ve zîhayatı emziren ve masnuât-ı İlâhiyenin nescine, nakşına menşe ve müvellid ve beşik olan hava, su, ziya, toprak unsurlarına işarettir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>biçare: çaresiz</td></tr><tr><td>dest-i gaybî: görünmeyen el (bk. ğ-y-b)</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>emirber: emre hazır </td><td>emr-i İlâhî: Allah’ın emri (bk. e-l-h)</td></tr><tr><td>eşya: şeyler, varlıklar</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>ihata etme: kuşatma</td></tr><tr><td>izn-i Rabbani: Rab olan Allah’ın izni (bk. r-b-b)</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>kerem: ikram, iyilik (bk. k-r-m)</td><td>kubbe: yarım küre; gökyüzü</td></tr><tr><td>levazımat: gerekli şeyler</td><td>leziz: lezzetli</td></tr><tr><td>lâtif: şirin, hoş (bk. l-ṭ-f)</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>masnuât-ı İlâhiye: İlâhî san’at eserleri (bk. ṣ-n-a; e-l-h)</td><td>medet: yardım</td></tr><tr><td>menşe: kök</td><td>muavenet: yardımlaşma</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td><td>musahhar: boyun eğmiş</td></tr><tr><td>müvellid: meydana getiren, doğurtan</td><td>nahif: çelimsiz, zayıf</td></tr><tr><td>nakş: işleme (bk. n-ḳ-ş)</td><td>nefer: asker</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>nescetme: dokuma, örme</td></tr><tr><td>saray-ı acib: hayranlık uyandıran saray</td><td>saray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saray</td></tr><tr><td>taam: yiyecek</td><td>tanzim olmak: düzenlenmek (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>tekmil: tamamlama (bk. k-m-l)</td><td>tekzip: yalanlama</td></tr><tr><td>tâdât: sayma</td><td>valide: ana</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âkıl: akıllı</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 382

Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur.

Hem bak: Bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette, bilbedâhe, birdir. Çünkü o iş iştirak kabul etmez. Öyle ise, bütün nescolunan san’atlı şeyler ona mahsustur.

Hem de bak: Bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi bütün memleketin her tarafında bulunuyor, bütün ebna-yi cinsleriyle öyle intişar etmiş, beraber olarak, birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. Demek birtek zâtın işidir; birtek emirle hareket ediyor. Yoksa, böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat muhaldir.

Öyle ise, bu san’atlı şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnâmesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san’atlı makine, herbir tatlı lokma, o mu’ciznümâ zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde, lisan-ı hâl ile herbirisi der: “Ben kimin san’atıyım; bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür.” Ve herbir nakış der: “Beni kim dokuduysa, bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Herbir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa, bulunduğum kazan dahi onundur.” Herbir makine der: “Beni kim yapmışsa, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor. Ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.” Meselâ, nasıl mîrîye mahsus tek bir palaska veyahut birtek düğmeye mâlik olmak için, onları yapan bütün fabrikalara mâlik olmak lâzımdır ki, onlara hakikî mâlik olsun. Yoksa, o boşboğaz başıbozuktan, “Mîrî malıdır” diye elinden alınıp tecziye edilir.

Elhasıl: Nasıl bu memleketin anâsırı, memlekete muhit birer maddedir. Onların mâliki de bütün memlekete mâlik birtek zat olabilir. Öyle de, bütün memlekette intişar eden san’atlar, birbirine benzediği ve birtek sikke izhar ettikleri için, bütün memleket yüzünde intişar eden masnular, herbir şeye hükmeden tek bir zâtın san’atları olduğunu gösteriyorlar.

İşte, ey arkadaş! Madem şu memlekette, yani şu saray-ı muhteşemde bir birlik alâmeti vardır, bir vahdet sikkesi var. Çünkü bir kısım şeyler, bir iken, ihâtası var. Bir kısım müteaddit ise, fakat birbirine benzediği ve her tarafta bulunduğu


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>alâmet: işaret</td><td>bilbedâhe: ap açık bir şekilde </td></tr><tr><td>ebna-yı cins: aynı cinsten gelenler</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>emsal: benzerler (bk. m-s̱-l)</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hâtem: mühür, damga</td><td>ihzar etme: hazırlama (bk. ḥ-ḍ-r)</td></tr><tr><td>ihâta: kuşatıcılık</td><td>ilânnâme: duyuru</td></tr><tr><td>intişar etme: yayılma </td><td>ittifak: birleşme</td></tr><tr><td>izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td><td>iştirak: ortaklık</td></tr><tr><td>keyfiyet: durum, nitelik, özellik</td><td>lisan-ı hâl: hal ve beden dili</td></tr><tr><td>mahsulât: ürünler</td><td>mahsus: özgü</td></tr><tr><td>masnu: san’at eseri varlık (bk. ṣ-n-a)</td><td>muhal: imkansız</td></tr><tr><td>muhit: her tarafı kuşatan</td><td>muvafakat: uygunluk</td></tr><tr><td>mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mîrî: devlete, kamuya âit</td><td>mülk: sahip olunan şey (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>münakkaş: nakışlı (bk. n-ḳ-ş)</td><td>müteaddit: birçok, çeşitli</td></tr><tr><td>nesc: dokuma, örme</td><td>nescetme: dokuma, örme</td></tr><tr><td>palaska: askerlerin kullandığı geniş kemer</td><td>saray-ı muhteşem: ihtişamlı, görkemli saray</td></tr><tr><td>sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan mühür, işaret</td><td>tecziye: cezalandırma</td></tr><tr><td>turra: padişahın mührü ve imzası</td><td>vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>ânâsır: unsurlar, elementler</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 383

için, bir vahdet-i nev’iye gösteriyor. Vahdet ise bir vâhidi gösterir. Demek, ustası da, mâliki de, sahibi de, sânii de bir olmak lâzım gelir.

Bununla beraber, sen buna dikkat et ki, bir perde-i gaybdan kalınca bir ip çıkıyor.HAŞİYE-1 Bak, sonra binler ipler ondan uzanmış. Herbir ipin başına bak: Birer elmas, birer nişan, birer ihsan, birer hediye takılmış. Herkese göre birer hediye veriyor. Acaba bilir misin ki, böyle garip bir gayb perdesinden böyle acip ihsânâtı, hedâyâyı şu mahlûklara uzatan zâtı tanımamak, ona teşekkür etmemek ne kadar divanece bir harekettir? Çünkü, onu tanımazsan, bilmecburiye diyeceksin ki, “Bu ipler, uçlarındaki elmasları, sair hediyeleri kendileri yapıyorlar, veriyorlar.” O vakit her ipe bir padişahlık mânâsını vermek lâzım gelir. Halbuki, gözümüzün önünde bir dest-i gaybî o ipleri dahi yapıp o hedâyâyı onlara takıyor. Demek, bütün bu sarayda herşey, kendi nefsinden ziyade, o mu’ciznümâ zâtı gösteriyor. Onu tanımazsan, bütün bu şeyleri inkâr etmekle, hayvandan yüz derece aşağı düşeceksin.

DOKUZUNCU BURHAN

Gel, ey muhakemesiz arkadaş! Sen şu sarayın sahibini tanımıyorsun ve tanımak da istemiyorsun. Çünkü istib’âd ediyorsun. Onun acip san’atlarını ve hâlâtını akla sığıştıramadığından, inkâra sapıyorsun. Halbuki, asıl istib’âd, asıl müşkülât ve hakikî suûbetler ve dehşetli külfetler, onu tanımamaktadır. Çünkü onu tanısak, bütün bu saray, bu âlem, birtek şey gibi kolay gelir, rahat olur, bu ortadaki ucuzluk ve mebzûliyete medar olur. Eğer tanımazsak ve o olmazsa, o vakit herbir şey, bütün bu saray kadar müşkülâtlı olur. Çünkü herşey bu saray kadar san’atlıdır. O vakit ne ucuzluk ve ne de mebzûliyet kalır. Belki bu gördüğümüz şeylerin birisi, değil elimize, hiç kimsenin eline geçmezdi.

Sen yalnız şu ipe takılan tatlı konserve kutusuna bak.HAŞİYE-2 Eğer onun gizli matbaha-i mu’ciznümâsından çıkmasaydı, şimdi kırk parayla aldığımız halde, yüz liraya alamazdık.

Evet, bütün istib’âd, müşkülât, suûbet, helâket, belki muhâliyet, onu tanımamaktadır. Çünkü, nasıl bir ağaca, bir kökte, bir kanunla, bir merkezde hayat veriliyor;

[NOT]
Haşiye-1
Kalınca bir ip, meyvedar ağaca; binler ipler ise, dallarına; ve ipler başındaki elmas, nişan, ihsan, hediyeler ise, çiçeklerin aksâmına ve meyvelerin envâına işarettir.

Haşiye-2
Konserve kutusu, kudret konserveleri olan kavun, karpuz, nar, süt kutusu hindistan cevizi gibi rahmet hediyelerine işarettir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acip: hayret verici, şaşırtıcı</td><td>aksâm: kısımlar</td></tr><tr><td>bilmecburiye: zorunlu olarak</td><td>dest-i gaybî: görünmeyen el (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>divanece: akılsızca, delice</td><td>envâ: çeşitler, türler</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hedâyâ: hediyeler</td><td>helâket: yok olma</td></tr><tr><td>hâlât: haller, durumlar</td><td>ihsan: bağış, iyilik (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>ihsânât: bağışlar, iyilikler (bk. ḥ-s-n)</td><td>istib’âd: akıldan uzak görme</td></tr><tr><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td><td>külfet: yük, güçlük</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>matbaha-i mu’ciznümâ: mu’cizeli mutfak (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mebzûliyet: bolluk, çokluk</td><td>medar: sebep, vesile</td></tr><tr><td>meyvedar: meyveli </td><td>muhakeme: düşünme, akıl yürütme (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>muhâliyet: imkânsızlık</td><td>mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td><td>müşkülat: zorluklar, güçlükler</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>perde-i gayb: mânevî âlemleri gözümüzden saklayan perde (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>suûbet: zorluk, güçlük</td><td>sâni: san’atkâr (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>vahdet: birlik (bk. v-ḥ-d)</td><td>vahdet-i nev: tür birliği (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>vâhid: bir (bk. v-ḥ-d)</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 384

binler meyvelerin teşekkülü, bir meyve gibi suhulet peydâ eder. Eğer o ağacın meyveleri ayrı ayrı merkeze ve köke, ayrı ayrı kanunla raptedilse, herbir meyve bütün ağaç kadar müşkülâtlı olur. Hem nasıl bütün ordunun teçhizatı bir merkezde, bir kanunla, bir fabrikadan çıksa, kemiyetçe bir neferin teçhizatı kadar kolaylaşır. Eğer herbir neferin ayrı ayrı yerlerde teçhizatı yapılsa, alınsa, herbir neferin teçhizatı için, bütün ordunun teçhizatına lâzım fabrikalar bulunması lâzımdır.

Aynen bu iki misal gibi, şu muntazam sarayda, şu mükemmel şehirde, şu müterakkî memlekette, şu muhteşem âlemde bütün bu şeylerin icadı birtek zâta verildiği vakit, o kadar kolay olur, o kadar hiffet peydâ eder ki, gördüğümüz nihayetsiz ucuzluğa ve mebzûliyete ve sehâvete sebebiyet verir. Yoksa herşey o kadar pahalı, o kadar müşkülâtlı olacak ki, dünya verilse birisi elde edilemez.

ONUNCU BURHAN

Gel, ey bir parça insafa gelmiş arkadaş! On beş gündürHAŞİYE-1 biz buradayız. Eğer şu âlemin nizamlarını bilmezsek, padişahını tanımazsak, cezaya müstehak oluruz. Özrümüz kalmadı. Zira, on beş gün, güya bize mühlet verilmiş gibi, bize ilişmiyorlar. Elbette biz başıboş değiliz. Bu derece nazik san’atlı, mizanlı, letâfetli, ibretli masnular içinde hayvan gibi gezip bozamayız. Bize bozdurmazlar. Şu memleketin haşmetli mâlikinin elbette cezası da dehşetlidir.

O zat ne kadar kudretli, haşmetli bir zat olduğunu şununla anlayınız ki, şu koca âlemi bir saray gibi tanzim ediyor, bir dolap gibi çeviriyor. Şu büyük memleketi, bir hane gibi, hiçbir şey noksan bırakmayarak idare ediyor. İşte, bak: Vakit be vakit, bir kabı doldurup boşaltmak gibi, şu sarayı, şu memleketi, şu şehri, kemâl-i intizamla doldurup kemâl-i hikmetle boşalttırıyor. Bir sofrayı da kaldırıp indirmek gibi, koca memleketi baştan başa çeşit çeşit sofralar,HAŞİYE-2 bir dest-i gaybî tarafından kaldırır, indirir tarzında, mütenevvi yemekleri sırayla getirip


[NOT]Haşiye-1 On beş gün, sinn-i teklif olan on beş seneye işarettir.

Haşiye-2
Sofralar ise, yazda zeminin yüzüne işarettir ki, yüzer taze taze ve ayrı ayrı olarak matbaha-i rahmetten çıkan Rahmânî sofralar serilir, değişirler. Herbir bostan bir kazan, herbir ağaç bir tablacıdır.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Rahmânî: Rahmân olan Allah’a ait (bk. r-ḥ-m)</td><td>bostan: bahçe</td></tr><tr><td>dest-i gaybî: görünmeyen el (bk. ğ-y-b)</td><td>hane: ev</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>haşmet: heybet, ihtişam</td></tr><tr><td>hiffet: hafiflik</td><td>ibretli: düşündürücü, ders verici</td></tr><tr><td>icad: vücut verme, var etme, yaratma (bk. v-c-d)</td><td>insaf: hakkı kabule dayalı ılımlı davranış</td></tr><tr><td>kemiyetçe: sayıca</td><td>kemâl-i hikmet: tam ve mükemmel bir hikmet (bk. k-m-l; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam: kusursuz derecede düzenlilik (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>kudret: güç, kuvvet, iktidar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>letâfetli: hoş, güzel (bk. l-ṭ-f)</td><td>masnu: san’at eseri varlık (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>matbaha-i rahmet: Allah’ın rahmet mutfağı (bk. r-ḥ-m)</td><td>mebzûliyet: bolluk, çokluk</td></tr><tr><td>mizanlı: ölçülü (bk. v-z-n)</td><td>muhteşem: ihtişamlı, gösterişli</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli (bk. n-ẓ-m)</td><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mühlet: zaman, vakit</td><td>mükemmel: noksansız, kusursuz (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>müstehak: hak eden (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>mütenevvî: çeşit çeşit</td></tr><tr><td>müterakkî: ilerlemiş, terakki etmiş </td><td>müşkülât: zorluklar, güçlükler</td></tr><tr><td>nefer: asker, er</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>nizam: düzen, kanun (bk. n-ẓ-m)</td><td>peydâ etme: meydana gelme</td></tr><tr><td>rapt edilme: bağlanma</td><td>sehâvet: cömertlik (bk. c-v-d)</td></tr><tr><td>sinn-i teklif: sorumluluk yaşı</td><td>suhulet peydâ etmek: kolaylık kazanmak</td></tr><tr><td>tablacı: yiyecek sunan</td><td>tanzim: düzenleme (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>teçhizat: donanım, cihazlar</td><td>teşekkül: oluşma</td></tr><tr><td>vakit be vakit: zaman zaman</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>zira: çünkü</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 385

yedirir; onu kaldırıp başkasını getirir. Sen de görüyorsun ve aklın varsa anlarsın ki, o dehşetli haşmet içinde, hadsiz sehâvetli bir kerem var.

Hem de bak ki, o gaybî zâtın saltanatına, birliğine bütün bu şeyler şehadet ettiği gibi; öyle de, kafile kafile arkasından gelip geçen, o hakikî perde perde arkasından açılıp kapanan bu inkılâplar, bu tahavvülâtlar, o zâtın devamına, bekàsına şehadet eder. Çünkü zevâl bulan eşya ile beraber, esbabları dahi kayboluyor. Halbuki, onların arkasından, onlara isnad ettiğimiz şeyler tekrar oluyor. Demek o eserler onların değilmiş, belki zevâlsiz birinin eserleriymiş. Nasıl ki bir ırmağın kabarcıkları gidiyor; arkasından gelen kabarcıklar, gidenler gibi parladığından anlaşılıyor ki, onları parlattıran, daimî ve yüksek bir ışık sahibidir. Öyle de, bu işlerin sür’atle değişmesi, arkalarından gelenlerin aynı renk alması gösteriyor ki, zevâlsiz, daimî birtek zâtın cilveleridir, nakışlarıdır, âyineleridir, san’atlarıdır.

ON BİRİNCİ BURHAN

Gel, ey arkadaş! Şimdi sana, geçmiş olan on burhan kuvvetinde kat’î bir burhan daha göstereceğim. Gel, bir gemiye bineceğiz;HAŞİYE-1 şu uzakta bir cezire var, oraya gideceğiz. Çünkü bu tılsımlı âlemin anahtarları orada olacak. Hem herkes o cezireye bakıyor, oradan birşeyler bekliyor, oradan emir alıyorlar.

İşte, bak, gidiyoruz. Şimdi şu cezireye çıktık. Bak, pek büyük bir içtima var. Şu memleketin bütün büyükleri buraya toplanmış gibi, mühim ihtifal görünüyor. İyi dikkat et. Bu cemiyet-i azîmenin bir reisi var. Gel, daha yakın gideceğiz. O reisi tanımalıyız.

İşte, bak, ne kadar parlak ve bindenHAŞİYE-2 ziyade nişanları var. Ne kadar kuvvetli söylüyor, ne kadar tatlı bir sohbet ediyor! Şu on beş gün zarfında bunların dediklerini ben bir parça öğrendim; sen de benden öğren. Bak, o zat, şu memleketin


[NOT]Haşiye-1 Gemi tarihe ve cezire ise Asr-ı Saadete işarettir. Şu asrın zulümatlı sahilinde mimsiz medeniyetin giydirdiği libastan soyunup, zamanın denizine girip, tarih ve siyer sefinesine binip, Asr-ı Saadet ceziresine ve Ceziretü’l-Arab meydanına çıkıp, Fahr-i Âlemi (a.s.m.) iş başında ziyaret etmekle biliriz ki, o zat o kadar parlak bir burhan-ı tevhiddir ki, zeminin baştan başa yüzünü ve zamanın geçmiş ve gelecek iki yüzünü ışıklandırmış, küfür ve dalâlet zulümâtını dağıtmıştır.

Haşiye-2
Bin nişan ise, ehl-i tahkik yanında bine bâliğ olan mu’cizât-ı Ahmediyedir (a.s.m.).[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Asr-ı Saadet: Peygamberimizin (a.s.m.) yaşadığı dönem, mutluluk asrı</td><td>Ceziretü’l-Arab: Arab yarımadası</td></tr><tr><td>Fahr-i Âlem: bütün âlemin kendisiyle övündüğü Peygamberimiz (a.s.m) (bk. a-l-m)</td><td>bekà: devamlılık, süreklilik (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>burhan: güçlü delil</td><td>burhan-ı tevhid: Allah’ın birliğini gösteren delil (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>bâliğ: erişen, ulaşan</td><td>cemiyet-i azîme: büyük topluluk, toplum (bk. c-m-a; a-z-m)</td></tr><tr><td>cezire: yarımada</td><td>cilve: görünüm, yansıma (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>ehl-i tahkik: gerçeği ilmî olarak araştıranlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td><td>gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>ihtifal: merasim</td><td>inkılâp: değişim</td></tr><tr><td>isnad: dayandırma (bk. s-n-d)</td><td>içtima: toplanma (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>kafile: grup</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m)</td><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>libas: elbise</td><td>mimsiz medeniyet: “deniyet”, aşağılık </td></tr><tr><td>mu’cizât-ı Ahmediye: Peygamber Efendimizin (a.s.m) gösterdiği mu’cizeler (bk. a-c-z; ḥ-m-d)</td><td>nukuş: nakışlar (bk. n-ḳ-ş)</td></tr><tr><td>saltanat: egemenlik, sultanlık (bk. s-l-ṭ)</td><td>sefine: gemi</td></tr><tr><td>sehâvetli: cömertçe (bk. c-v-d)</td><td>siyer: Peygamberimizin (a.s.m) hayatını konu alan ilim</td></tr><tr><td>tahavvülât: başkalaşmalar</td><td>tılsım: sır, gizli gerçek</td></tr><tr><td>zarfında: içinde</td><td>zemin: yer</td></tr><tr><td>zevâl: kaybolma, geçip gitme (bk. z-v-l)</td><td>ziyade: fazla</td></tr><tr><td>zulümat: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td><td>şehadet: şahitlik (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 386

mu’ciznümâ sultanından bahsediyor. “O sultan-ı zîşan beni sizlere gönderdiğini” söylüyor. Bak, öyle hârikalar gösteriyor; şüphe bırakmıyor ki, bu zat o padişahın bir memur-u mahsusudur.

Sen dikkat et ki, bu zâtın söylediği sözü, değil yalnız şu ceziredeki mahlûklar dinliyorlar; belki harikulâde suretinde bütün memlekete işittiriyor. Çünkü, uzaktan uzağa herkes, buradaki nutkunu işitmeye çalışıyor. Değil yalnız insanlar dinliyor; belki hayvanlar da, hattâ bak, dağlar da onun getirdiği emirlerini dinliyorlar ki, yerlerinden kımıldanıyorlar. Şu ağaçlar, işaret ettiği yere gidiyorlar. Nerede istese su çıkarıyor. Hattâ parmağını da bir âb-ı kevser memesi gibi yapar; ondan âb-ı hayat içiriyor. Bak, şu sarayın kubbe-i âlisinde mühim lâmba,HAŞİYE-1 onun işaretiyle, bir iken ikileşiyor. Demek, bu memleket bütün mevcudatıyla onun memuriyetini tanıyor. Onu “gaybî bir zât-ı mu’ciznümânın en has ve doğru bir tercümanıdır,” bir dellâl-ı saltanatı ve tılsımının keşşafı ve evâmirinin tebliğine emin bir elçisi olduğunu biliyor gibi, onu dinleyip itaat ediyorlar.

İşte, bu zâtın her söylediği sözü, etrafındaki bütün aklı başında olanlar, “Evet, evet, doğrudur” derler, tasdik ederler. Belki şu memlekette dağlar, ağaçlar, bütün memleketleri ışıklandıran büyük nur lâmbası,HAŞİYE-2 o zâtın işaret ve emirlerine baş eğmesiyle “Evet, evet, her dediğin doğrudur” derler.

İşte, ey sersem arkadaş! Şu padişahın hazine-i hassasına mahsus bin nişan taşıyan şu nuranî ve muhteşem ve pek ciddî zâtın bütün kuvvetiyle, bütün memleketin ileri gelenlerinin taht-ı tasdikinde bahsettiği bir zât-ı mu’ciznümâdan ve zikrettiği evsâfından ve tebliğ ettiği evâmirinde hiçbir vech ile hilâf ve hile


[NOT]Haşiye-1 Mühim lâmba, kamerdir ki, onun işaretiyle iki parça olmuş. Yani, Mevlânâ Câmî‘nin dediği gibi, “Hiç yazı yazmayan o ümmî zat, parmak kalemiyle sahife-i semâvîde bir elif yazmış; bir kırkı iki elli yapmış.” Yani, şaktan evvel, kırk olan mim’e benzer; şaktan sonra iki hilâl oldu, elliden ibaret olan iki nun’a benzedi.

Haşiye-2
Büyük bir nur lâmbası, güneştir ki, arzın şarktan geri dönmesiyle yeniden güneşin görünmesi, kucağında Peygamberin (a.s.m.) yatmasıyla ikindi namazını kılmayan İmam-ı Ali (r.a.) o mu’cizeye binaen ikindi namazını edâen kılmış.[/NOT]




<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Mevlânâ Câmî: (bk. bilgiler)</td><td>arz: dünya</td></tr><tr><td>binaen: –dayanarak</td><td>cezire: yarımada</td></tr><tr><td>dellâl-ı saltanat: saltanatın ilancısı (bk. s-l-ṭ)</td><td>edâen: yerine getirerek</td></tr><tr><td>elif: Arap alfabesinin ilk harfi</td><td>emin: güvenilir (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>evsâf: vasıflar, nitelikler, özellikler (bk. v-s-f)</td><td>evâmir: emirler</td></tr><tr><td>gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)</td><td>harikulâde: olağanüstü</td></tr><tr><td>has: özel</td><td>hazine-i hassa: özel hazine</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hile: aldatma</td></tr><tr><td>hilâf: aykırılık, terslik</td><td>hilâl: ay; yay şeklinde görülen yeni ay</td></tr><tr><td>kamer: ay</td><td>keşşâf: keşfedici, açığa çıkarıcı (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>kubbe-i âli: yüksek kubbe</td><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>mahsus: özgü</td><td>memur-u mahsus: özel memur</td></tr><tr><td>memuriyet: memurluk</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mim: Arap alfabesinin yirmi dördüncü harfi</td><td>muhteşem: ihtişamlı, göz kamaştırıcı</td></tr><tr><td>mu’cize: bir benzerini yapma konusunda başkalarını âciz bırakan olağanüstü şey (bk. a-c-z)</td><td>mu’ciznümâ: mu’cize gösteren (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>nişan: alâmet, işaret</td><td>nun: Arap alfabesinin yirmi beşinci harfi</td></tr><tr><td>nur: ışık (bk. n-v-r)</td><td>nuranî: nurlu, ışıklı (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nutk: konuşma</td><td>sahife-i semâvî: gök sahifesi (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sultan-ı zîşan: şan sahibi sultan (bk. s-l-ṭ; ẕî)</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>taht-ı tasdikinde: doğrulaması ve onayı altında (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tasdik etmek: doğruluğunu kabul etmek, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>tebliğ: bildirme, ulaştırma (bk. b-l-ğ)</td><td>tılsım: sır, gizli gerçek</td></tr><tr><td>vecih: yön, şekil</td><td>zât-ı mu’ciznümâ: mu’cize gösteren zat (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>âb-ı hayat: hayat suyu (bk. ḥ-y-y)</td><td>âb-ı kevser: Cennette bulunan Kevser ırmağının suyu</td></tr><tr><td>ümmî: okuma yazma bilmeyen</td><td>İmam-ı Ali: (bk. bilgiler)</td></tr><tr><td>şak: ayrılma, bölünme</td><td>şark: doğu</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 387

bulunabilir mi? Bunda hilâf-ı hakikat kabilse, şu sarayı, şu lâmbaları, şu cemaati, hem vücutlarını, hem hakikatlerini tekzip etmek lâzım gelir. Eğer haddin varsa, buna karşı itiraz parmağını uzat, gör: Nasıl parmağın burhan kuvvetiyle kırılıp senin gözüne sokulacak!

ON İKİNCİ BURHAN

Gel, ey bir parça aklı başına gelen birader! Bütün on bir burhan kuvvetinde bir burhan daha göstereceğim. İşte, bak: Yukarıdan inen ve herkes ona hayretinden veya hürmetinden kemâl-i dikkatle bakan, şu nuranî fermanaHAŞİYE-1 bak. O bin nişanlı zat, onun yanına durmuş, o fermanın meâlini umuma beyan ediyor.

İşte, şu fermanın üslûpları öyle bir tarzda parlıyor ki, herkesin nazar-ı istihsanını celb ediyor. Ve öyle ciddî, ehemmiyetli meseleleri zikrediyor ki, herkes kulak vermeye mecbur oluyor. Çünkü bütün bu memleketi idare eden ve bu sarayı yapan ve bu acaibi izhar eden zâtın şuûnâtını, ef’âlini, evâmirini, evsâfını birer birer beyan ediyor.

O fermanın heyet-i umumiyesinde bir turra-i âzam olduğu gibi, bak, herbir satırında, herbir cümlesinde taklit edilmez bir turra olduğu misillü, ifade ettiği mânâlar, hakikatler, emirler, hikmetler üstünde dahi o zâta mahsus birer mânevî hâtem hükmünde ona has bir tarz görünüyor. Elhasıl, o ferman-ı âzam, güneş gibi o zât-ı âzamı gösterir; kör olmayan görür.

İşte, ey arkadaş! Aklın başına gelmişse, bu kadar kâfi... Eğer bir sözün varsa şimdi söyle.

O inatçı adam cevaben dedi ki: “Ben senin bu burhanlarına karşı yalnız derim: Elhamdülillâh, inandım. Hem güneş gibi parlak ve gündüz gibi aydın bir tarzda inandım ki, şu memleketin tek bir mâlik-i zülkemâli, şu âlemin tek bir sahib-i zülcelâli, şu sarayın tek bir sâni-i zülcemâli bulunduğunu kabul ettim. Allah senden razı olsun ki, beni eski inadımdan ve divaneliğimden kurtardın. Getirdiğin burhanların herbirisi tek başıyla bu hakikati göstermeye kâfi idi. Fakat herbir burhan geldikçe, daha revnaktar, daha şirin, daha hoş, daha nuranî, daha güzel


[NOT]Haşiye-1 Nuranî ferman Kur’ân’a ve üstündeki turra ise i’câzına işarettir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Elhamdülillah: Allah’a hamd olsun (bk. ḥ-m-d)</td><td>acaib: şaşırtıcı ve garip şeyler</td></tr><tr><td>beyan etme: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>birader: kardeş</td></tr><tr><td>burhan: güçlü delil</td><td>celb etme: çekme</td></tr><tr><td>divanelik: delilik, akılsızlık</td><td>ef’âl: fiiller (bk. f-a-l)</td></tr><tr><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td><td>evsâf: vasıflar, nitelikler, özellikler (bk. v-s-f)</td></tr><tr><td>evâmir: emirler</td><td>ferman: buyruk</td></tr><tr><td>fermân-ı âzam: çok büyük ferman, buyruk (bk. a-ẓ-m)</td><td>had: yetki</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>has: özel</td></tr><tr><td>hatem: mühür, damga</td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>heyet-i umumiye: genel yapı</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hilâf-ı hakikat: gerçeğe aykırı (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cize oluş (bk. a-c-z)</td><td>kabil: mümkün</td></tr><tr><td>kemâl-i dikkat: tam bir dikkat (bk. k-m-l)</td><td>kâfi: yeterli</td></tr><tr><td>mahsus: özgü</td><td>meâl: açıklama, anlam</td></tr><tr><td>misillü: gibi (bk. m-s̱-l)</td><td>mâlik-i zülkemâl: sonsuz kemâl sahibi ve herşeyin gerçek sahibi (bk. m-l-k; ẕü; k-m-l)</td></tr><tr><td>nazar-ı istihsan: güzel ve beğenen bakış (bk. n-ẓ-r; ḥ-s-n)</td><td>nuranî: nurlu, ışıklı (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>revnaktâr: göz alıcı güzellikte</td><td>sahib-i zülcelâl: sonsuz büyüklük, yücelik ve azamet sahibi (bk. ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>sâni-i zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi san’atla yapan (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-m-l)</td><td>tekzip: yalanlama</td></tr><tr><td>turra: pidaşahın mühür ve imzası</td><td>turra-i âzam: çok büyük mühür (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>umum: herkes</td><td>vücut: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zikretmek: bildirmek, hatırlatmak</td><td>zât-ı âzam: çok büyük zât (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>üslûp: ifade tarzı</td><td>şuûnât: haller, işler (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 388

marifet tabakaları, tanımak perdeleri, muhabbet pencereleri açıldığı için bekledim, dinledim.”
Tevhidin hakikat-i uzmâsına ve Âmentü billâh imanına işaret eden hikâye-i temsiliye tamam oldu. Fazl-ı Rahmân, feyz-i Kur’ân, nur-u iman sayesinde, tevhid-i hakikînin güneşinden, hikâye-i temsiliyedeki On İki Burhana mukabil, On İki Lem’a ile bir Mukaddimeyi göstereceğiz.

وَمِنَ اللهِ التَّوْفِيقُ وَالْهِدَايَةُ
blank.gif
1


endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 Tevfik ve hidayet ancak Allah’tandır.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>burhan: güçlü delil</td><td>fazl-ı Rahmân: sonsuz şefkat ve merhamet sahibi Allah’ın yardımı (bk. f-ḍ-l; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>feyz-i Kur’ân: Kur’ân’ın feyzi ve bereketi (bk. f-y-ḍ)</td><td>hakikat-i uzmâ: büyük hakikat (bk. ḥ-ḳ-ḳ; a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>hikâye-i temsiliye: analojik, kıyaslamalı benzetmeye dayanan hikâye (bk. m-s̱-l)</td><td>lem’a: parıltı</td></tr><tr><td>marifet: Allah’ı bilme, tanıma (bk. a-r-f)</td><td>muhabbet: sevgi (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>mukabil: karşılık</td><td>mukaddime: giriş, başlangıç (bk. ḳ-d-m)</td></tr><tr><td>nur-u iman: imanın nuru, ışığı (bk. n-v-r; e-m-n)</td><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>tevhid-i hakikî: araştırarak, delilleriyle Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etme (bk. v-ḥ-d; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>Âmentü billâh: “Allah’a iman ettim” (bk. e-m-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 389

Yirmi İkinci Sözün İkinci Makamı

besmele.jpg


اَللهُ خَالِقُ كُلِّ شَىْءٍ وَهُوَ عَلٰى كُلِّ شَىْءٍ وَكِيلٌ لَهُ مَقَالِيدُ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضِ
blank.gif
1
فَسُبْحَانَ الَّذِى بِيَدِهِ مَلَكُوتُ كُلِّ شَىْءٍ وَاِلَيْهِ تُرْجَعُونَ
blank.gif
2
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ عِنْدَناَ خَزَاۤئِنُهُ وَمَا نُنَزِّلُهُ اِلاَّ بِقَدَرٍ مَعْلوُمٍ
blank.gif
3
مَامِنْ دَاۤبَّةٍ اِلاَّ هُوَ اٰخِذٌ بِنَاصِيَتِهَا اِنَّ رَبِّى عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ
blank.gif
4


Mukaddime

ERKÂN-I İMANİYENİN kutb-u âzamı olan iman-ı billâha dair Katre Risalesinde, şu mevcudatın herbirisi, elli beş lisanla Cenâb-ı Hakkın vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine delâlet ve şehadetlerini icmâlen beyan etmişiz. Hem Nokta Risalesinde, Cenâb-ı Hakkın delâil-i vücub ve vahdâniyetinden, herbirisi bin burhan kuvvetinde dört burhan-ı küllîyi zikretmişiz. Hem on iki kadar Arabî risalelerimde, Cenâb-ı Hakkın vücub-u vücudunu ve vahdâniyetini gösteren yüzler kat’î burhanları zikrettiğimizden, şimdi onlara iktifâen derin tetkikata girişmeyeceğiz. Yalnız şu Yirmi İkinci Sözde Arabî Risaletü’n-Nur’da icmâlen yazdığım On İki Lem’ayı, iman-ı billâh güneşinden göstermeye çalışacağız.


[NOT]Dipnot-1 “Allah herşeyin yaratıcısıdır. O herşey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. Göklerin ve yerin tedbir ve tasarrufu Ona aittir.” Zümer Sûresi, 39:62-63.

Dipnot-2
“Her türlü kusurdan münezzehtir o Zât ki, herşeyin hüküm ve tasarrufu elindedir. Siz de Ona döndürüleceksiniz.” Yâsin Sûresi, 36:83.

Dipnot-3
“Hiçbir şey yoktur ki, hazineleri Bizim yanımızda olmasın. Herşeyi Biz belirli bir miktar ile indiririz.” Hicr Sûresi, 15:21.

Dipnot-4
“Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından tutup kudretine boyun eğdirmiş olmasın. Şüphesiz ki benim Rabbim hak ve adalet üzeredir.” Hûd Sûresi, 11:56.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arabî risaleler: Arapça kitaplar (bk. r-s-l)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan şeref ve yücelik sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Katre Risalesi: Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer almaktadır</td><td>Nokta Risalesi: Mesnevî-i Nuriye adlı eserde yer almaktadır</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>burhan: güçlü delil</td></tr><tr><td>burhan-ı küllî: çok büyük ve kapsamlı delil (bk. k-l-l)</td><td>delâil-i vücub: Allah’ın varlığının delilleri (bk. v-c-b)</td></tr><tr><td>delâlet: delil olma, işaret etme</td><td>erkân-ı imaniye: imanın esasları, şartları (bk. r-k-n; e-m-n)</td></tr><tr><td>icmâlen: özetle (bk. c-m-l)</td><td>iktifâen: yetinerek</td></tr><tr><td>iman-ı billâh: Allah’a iman (bk. e-m-n)</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>kutb-u âzam: en büyük rükün, esas (bk. a-ẓ-m)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>mukaddime: başlangıç, giriş (bk. ḳ-d-m)</td><td>tetkikat: araştırmalar, incelemeler</td></tr><tr><td>vahdâniyet: Allah’ın birliği (bk. v-ḥ-d)</td><td>vücub-u vücud: Allah’ın varlığının zorunlu olması (bk. v-c-b; v-c-d)</td></tr><tr><td>zikretmek: bildirmek, belirtmek</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 390

BİRİNCİ LEM’A

Tevhid iki kısımdır. Meselâ, nasıl ki bir çarşıya ve bir şehre büyük bir zâtın mütenevvi malları gelse, iki çeşitle onun malı olduğu bilinir:

Biri, icmâlî, âmiyânedir ki, “Bu kadar azîm mal, ondan başka kimsenin haddi değil ki sahip olabilsin.” Fakat böyle âmî bir adamın nezaretinde çok hırsızlık olabilir. Parçalarına çok adamlar sahip çıkabilir.
İkinci çeşit odur ki, her denk üzerinde yazıyı okur, herbir top üstünde turrayı tanır, herbir ilân üstünde mührünü bilir bir surette “Herşey o zâtındır” der. İşte, şu halde herbir şey o zâtı mânen gösterir.
Aynen öyle de, tevhid dahi iki çeşittir.

Biri tevhid-i âmî ve zahirîdir ki, “Cenâb-ı Hak birdir; şeriki, naziri yoktur. Bu kâinat onundur.”

İkincisi tevhid-i hakikîdir ki, herşey üstünde sikke-i kudretini ve hâtem-i rububiyetini ve nakş-ı kalemini görmekle, doğrudan doğruya herşeyden Onun nuruna karşı bir pencere açıp, Onun birliğine ve herşey Onun dest-i kudretinden çıktığına ve ulûhiyetinde ve rububiyetinde ve mülkünde hiçbir vechile hiçbir şeriki ve muini olmadığına, şuhuda yakın bir yakinle tasdik edip iman getirmektir ve bir nevi huzur-u daimî elde etmektir. Biz dahi, şu Sözde, o halis ve âli tevhid-i hakikîyi gösterecek şuaları zikredeceğiz.

Birinci nükte içinde bir ihtar: Ey esbab-perest gafil! Esbab bir perdedir; çünkü izzet ve azamet öyle ister. Fakat iş gören, kudret-i Samedâniyedir; çünkü tevhid ve celâl öyle ister ve istiklâli iktiza eder. Sultan-ı Ezelînin memurları, saltanat-ı Rububiyetin icraatçıları değillerdir. Belki o saltanatın dellâllarıdırlar ve o Rububiyetin temâşâger nazırlarıdırlar. Ve o memurlar, o vasıtalar kudretin


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Sultan-ı Ezelî: hüküm ve saltanatının başlangıcı olmayan Allah (bk. s-l-ṭ; e-z-l)</td><td>azamet: büyüklük, yücelik (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>azîm: büyük (bk. a-ẓ-m)</td><td>celâl: haşmet, görkem (bk. c-l-l)</td></tr><tr><td>dellâl: ilân edici, duyurucu</td><td>denk: paket, koli</td></tr><tr><td>dest-i kudret: Allah’ın kudret eli (bk. ḳ-d-r)</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esbab-perest: sebeplere taparcasına değer veren (bk. s-b-b)</td><td>gafil: duyarsız, sorumsuz, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranan (bk. ğ-f-l)</td></tr><tr><td>halis: katıksız, saf (bk. ḫ-l-ṣ)</td><td>huzur-u daimî: sürekli olarak Allah’ın huzurunda bulunduğunun bilinci içinde olma (bk. h-ḍ-r)</td></tr><tr><td>hâtem-i rububiyet: Allah’ın rablığının, idare ve terbiye ediciliğinin mührü (bk. r-b-b)</td><td>icmâlî: kısaca (bk. c-m-l)</td></tr><tr><td>icraatçı: uygulayıcı</td><td>ihtar: hatırlatma, uyarı</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>istiklâl: bağımsızlık</td></tr><tr><td>izzet: şeref, yücelik (bk. a-z-z)</td><td>kudret-i Samedâniye: hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın sınırsız gücü (bk. ḳ-d-r; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>muin: yardımcı</td></tr><tr><td>mülk: sahip olunan şey, hükmedilen yer (bk. m-l-k)</td><td>mütenevvi: çeşitli</td></tr><tr><td>nakş-ı kalem: Allah’ın kudret kalemiyle yapılan nakış (bk. n-ḳ-ş)</td><td>nazir: benzer (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nazır: gözlemci (bk. n-ẓ-r)</td><td>nevi: çeşit, tür</td></tr><tr><td>nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)</td><td>nükte: ince anlamlı söz</td></tr><tr><td>rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td><td>saltanat: egemenlik, hâkimiyet (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>saltanat-ı Rububiyet: Rablık saltanatı; Allah’ın herşeyi kuşatan egemenliği (bk. s-l-ṭ; r-b-b)</td><td>sikke-i kudret: Allah’ın güç ve kudretinin işareti (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>tasdik: doğruluğunu kabul etme, onaylama (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>temâşâger: seyirci</td></tr><tr><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td><td>tevhid-i hakikî: araştırarak, delilleriyle Allah’ın birliğini kabul etme (bk. v-ḥ-d; ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>tevhid-i âmî ve zahirî: yüzeysel ve taklidî bir şekilde Allah’ın bir olduğuna inanma (bk. v-ḥ-d; ẓ-h-r)</td><td>turra: padişahın mührü veya imzası</td></tr><tr><td>ulûhiyet: ilâhlık (bk. e-l-h)</td><td>vecih: şekil, tarz</td></tr><tr><td>yakin: şüpheye yer bırakmayacak derecede kesinlik (bk. y-ḳ-n)</td><td>zikretmek: belirtmek</td></tr><tr><td>âli: yüce</td><td>âmiyâne: âvamca, bayağıca, taklidî bir şekilde</td></tr><tr><td>âmî: cahil, sıradan</td><td>şerik: ortak</td></tr><tr><td>şua: ışık, parıltı</td><td>şuhud: gözle görme (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 391

izzetini, Rububiyetin haşmetini izhar içindir, tâ umur-u hasise ile kudretin mübaşereti görünmesin. Acz-âlûd, fakr-pîşe olan insanî bir sultan gibi, acz ve ihtiyaç için memurları şerik-i saltanat ittihaz etmiş değildir.

Demek esbab vaz edilmiş, tâ aklın nazar-ı zahirîsine karşı kudretin izzeti muhafaza edilsin. Zira, âyinenin iki vechi gibi, herşeyin bir mülk ciheti var ki, âyinenin mülevven yüzüne benzer; muhtelif renklere ve hâlâta medar olabilir. Biri melekût’tur ki, âyinenin parlak yüzüne benzer. Mülk ve zahir vechinde, kudret-i Samedâniyenin izzetine ve kemâline münâfi hâlât vardır. Esbab, o hâlâta hem merci, hem medar olmak için vaz edilmişler. Fakat melekûtiyet ve hakikat cânibinde herşey şeffaftır, güzeldir, kudretin bizzat mübaşeretine münasiptir, izzetine münâfi değildir. Onun için, esbab sırf zahirîdir; melekûtiyette ve hakikatte tesir-i hakikîleri yoktur.

Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvâları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlaka tevcih etmemek için, o şekvâlara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz edilmiştir. Çünkü kusur onlardan çıkıyor ve onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor.

Bu sırra bir misal-i lâtif suretinde bir temsil-i mânevî rivâyet ediliyor ki:

Hazret-i Azrâil Aleyhisselâm, Cenâb-ı Hakka demiş ki: “Kabz-ı ervah vazifesinde Senin ibâdın benden şekvâ edecekler, küsecekler.”

Cenâb-ı Hak, lisan-ı hikmetle ona demiş ki: “Seninle ibâdımın ortasında musibetler, hastalıklar perdesini bırakacağım-tâ şekvâları onlara gidip senden küsmesinler.”

İşte, bak: Nasıl hastalıklar perdedir; ecelde tevehhüm olunan fenalıklara mercidirler. Ve kabz-ı ervahta hakikat olarak olan hikmet ve güzellik, Azrâil Aleyhisselâmın vazifesine mütealliktir. Öyle de, Hazret-i Azrâil dahi bir perdedir. Kabz-ı ervahta zahiren merhametsiz görünen ve rahmetin kemâline münasip


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhisselâm: Allah’ın selamı onun üzerine olsun (bk. s-l-m)</td><td>Cenâb-ı Hak: Hakkın tâ kendisi olan, şeref sahibi Allah (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>Hazret-i Azrail: ölüm meleği, ruhları kabzetmekle görevli melek (bk. bilgiler)</td><td>Rububiyet: Rablık; Allah’ın herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulundurması (bk. r-b-b)</td></tr><tr><td>acz: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td><td>acz-âlûd: âcizlik, güçsüzlük (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>bâtıl: gerçek dışı, boş</td><td>cânib: taraf, yön</td></tr><tr><td>ecel: ölüm zamanı</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>esbab-ı zahiriye: görünürdeki sebepler (bk. s-b-b; ẓ-h-r)</td><td>fakr-pîşe: fakirlik, muhtaçlık (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>fenalık: kötülük (bk. f-n-y)</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td><td>hâlât: durumlar, haller</td></tr><tr><td>ibâd: kullar (bk. a-b-d)</td><td>ittihaz etmek: edinmek </td></tr><tr><td>izhar: gösterme (bk. ẓ-h-r)</td><td>izzet: şeref, yücelik (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>kabz-ı ervah: ruhları teslim alma (bk. r-v-ḥ)</td><td>kemâl: kusursuzluk, mükemmellik (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kudret: Allah’ın bütün varlığı kuşatan güç ve iktidarı (bk. ḳ-d-r)</td><td>kudret-i Samedâniye: hiçbir şeye muhtaç olmayan ve herşey Kendisine muhtaç olan Allah’ın sınırsız güç ve iktidarı (bk. ḳ-d-r; ṣ-m-d)</td></tr><tr><td>lisan-ı hikmet: hikmet dili (bk. ḥ-k-m)</td><td>medar: sebep, vesile</td></tr><tr><td>melekût: iç yüzü (bk. m-l-k)</td><td>merci: kaynak, başvurulacak yer</td></tr><tr><td>misal-i lâtif: güzel ve hoş bir örnek, suret, şekil (bk. m-s̱-l; l-ṭ-f)</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muhtelif: çeşitli</td><td>musibet: belâ, dert, felâket</td></tr><tr><td>mübaşeret: temas</td><td>mülevven: renkli</td></tr><tr><td>mülk ciheti: dış yüzü (bk. m-l-k)</td><td>münasip: uygun (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>münâfi: zıt, aykırı</td><td>müteallik: ilgili, ait</td></tr><tr><td>nazar-ı zahirî: dışa dönük bakış (bk. n-ẓ-r; ẓ-h-r)</td><td>rahmet: şefkat, merhamet (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>temsil-i mânevî: mânevi örnek, benzetme (bk. a-n-y)</td><td>tesir-i hakikî: gerçek tesir (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>tevcih etme: yöneltme</td><td>tevehhüm olunmak: zannedilmek</td></tr><tr><td>umur-u hasise: alçak ve değersiz işler</td><td>vaz edilmek: konulmak</td></tr><tr><td>vech: taraf</td><td>zahir: görünen (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zahiren: dış görünüş itibariyle (bk. ẓ-h-r)</td><td>zahirî: dışa dönük (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>Âdil-i Mutlak: sınırsız adâlet sahibi Allah (bk. a-d-l; ṭ-l-ḳ)</td><td>âyine: ayna</td></tr><tr><td>şeffaf: saydam, parlak</td><td>şekvâ: şikâyet</td></tr><tr><td>şerik-i saltanat: saltanata ortak (bk. s-l-ṭ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 392

düşmeyen bazı hâlâta merci olmak için, o memuriyete bir nâzır ve kudret-i İlâhiyeye bir perdedir.
Evet, izzet ve azamet ister ki, esbab, perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden.

İKİNCİ LEM’A

Bak şu kâinat bostanına. Şu zeminin bağına, şu semânın yıldızlarla yaldızlanmış güzel yüzüne dikkat et. Göreceksin ki, bir Sâni-i Zülcelâlin, bir Fâtır-ı Zülcemâlin, o serilmiş ve serpilmiş masnuattan herbir masnu üstünde, Hâlık-ı Külli Şeye mahsus bir sikkesi; ve herbir mahlûku üstünde, Sâni-i Külli Şeye has bir hâtemi; ve kalem-i kudretin birer menşûru olan sahâif-i leyl ve nehar, yaz ve baharda yazılan tabakat-ı mevcudat üstünde, taklit kabul etmez bir turra-i garrâsı vardır.

Şimdi o sikkelerden, o hâtemlerden, o turralardan, nümune olarak birkaçını zikredeceğiz. Meselâ, hesapsız sikkelerinden, hayat üzerinde koyduğu çok sikkelerinden şu sikkeye bak ki: “Birşeyden herşey yapar; hem herşeyden birtek şey yapar.” Çünkü, nutfe suyundan ve hem içilen basit bir sudan, hesapsız âzâ ve cihâzât-ı hayvaniyeyi yapar.

İşte, birşeyi herşey yapmak, elbette bir Kadîr-i Mutlakın işidir. Hem yenilen hadsiz taamlardan, o taam ise hayvanî olsun, nebatî olsun, o müteaddit maddeleri, has bir cisme kemâl-i intizamla çeviren ve ondan mahsus bir cilt nesceden ve ondan basit cihazları yapan, elbette bir Kadîr-i Külli Şeydir ve Alîm-i Mutlaktır. Evet, Hâlık-ı Mevt ve Hayat, şu destgâh-ı dünyada, hikmetiyle, hayatı öyle bir kanun-u emriye-i mu’ciznümâ ile idare ediyor ki, o kanunu tatbik ve icra etmek, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutan bir Zâta mahsustur.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Alîm-i Mutlak: sınırsız ilim sahibi Allah (bk. a-l-m; ṭ-l-ḳ)</td><td>Fâtır-ı Zülcemâl: sonsuz güzellik sahibi ve herşeyi benzersiz yaratan Allah (bk. f-ṭ-r; ẕü; c-m-l)</td></tr><tr><td>Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l)</td><td>Hâlık-ı Mevt ve Hayat: hayatı ve ölümü yaratan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; m-v-t; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>Kadîr-i Mutlak: sınırsız güç ve kudret sahibi Allah (bk. ḳ-d-r; ṭ-l-ḳ)</td><td>Kâdir-i Külli Şey: sınırsız güç ve kudret sahibi olan ve herşeye gücü yeten Allah (bk. ḳ-d-r; k-l-l)</td></tr><tr><td>Sâni-i Külli Şey: herşeyi san’atlı bir şekilde yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; k-l-l)</td><td>Sâni-i Zülcelâl: sonsuz yücelik ve haşmet sahibi ve herşeyi san’atla yaratan Allah (bk. ṣ-n-a; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>azamet: büyüklük (bk. a-ẓ-m)</td><td>bostan: bahçe</td></tr><tr><td>celâl: haşmet, görkem (bk. c-l-l)</td><td>cihâzât-ı hayvaniye: hayvanların organları (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>destgâh-ı dünya: dünya tezgâhı</td><td>esbab: sebepler (bk. s-b-b)</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hâlât: haller, durumlar</td><td>hâtem: mühür, damga</td></tr><tr><td>icra: yerine getirme</td><td>izzet: şeref, yücelik (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>kabza-i tasarruf: emri altında bulundurma (bk. ṣ-r-f)</td><td>kalem-i kudret: Allah’ın kudret kalemi (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>kanun-u emriye-i mu’ciznümâ: Allah’ın emriyle oluşan mu’cizeli kanun (bk. ḳ-n-n; a-c-z)</td><td>kemâl-i intizam: mükemmel ve kusursuz düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kudret-i İlâhiye: Allah’ın güç ve iktidarı (bk. ḳ-d-r; e-l-h)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mahlûk: yaratık (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mahsus: özgü</td></tr><tr><td>masnû: sanat eseri varlık (bk. ṣ-n-a)</td><td>masnûat: sanat eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>menşûr: yazılmış, yayınlanmış</td><td>merci: başvurulacak yer</td></tr><tr><td>müteaddid: çeşitli, birden fazla</td><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nebatî: bitkisel</td><td>nescetme: dokuma, örme</td></tr><tr><td>nutfe: memelilerin yaratıldığı su, meni</td><td>nâzır: gözlemci (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nümune: örnek</td><td>perdedâr-ı dest-i kudret: Allah’ın kudret elinin önünde perde (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>sahâif-i leyl ve nehar: gece ve gündüz sahifeleri</td><td>semâ: gökyüzü (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sikke: madenî para gibi şeyler üzerine vurulan damga, mühür</td><td>taam: yiyecek</td></tr><tr><td>tabakat-ı mevcudat: varlıkların tabakaları, grupları (bk. v-c-d)</td><td>tatbik: uygulama</td></tr><tr><td>tesir-i hakikî: gerçek tesir (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>tevhid: birleme; herşeyin bir olan Allah’a ait olduğunu bilme ve inanma (bk. v-ḥ-d)</td></tr><tr><td>turra: padişahın mührü ve imzası</td><td>turra-i garrâ: parlak mühür</td></tr><tr><td>zemin: yeryüzü</td><td>zikretmek: belirtmek</td></tr><tr><td>âzâ: organlar</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 393

İşte, eğer aklın sönmemişse, kalbin kör olmamışsa anlarsın ki, birşeyi kemâl-i suhulet ve intizamla herşey yapan ve herşeyi kemâl-i mizan ve intizamla, san’atkârâne birtek şey yapan, herşeyin Sâniine has ve Hâlık-ı Külli Şeye mahsus bir sikkedir.

Meselâ görsen, hârika-pîşe bir zat, bir dirhem pamuktan, yüz top çuha ve ipek veya patiska gibi mütenevvi sair kumaşları o tek dirhem pamuktan nescetmekle beraber, helva, baklava gibi çok taamları dahi ondan yapıyor. Sonra görsen ki, o zat, demiri ve taşı, balı ve yağı, suyu ve toprağı avucuna alır, bir güzel altın yapar. Elbette kat’iyen hükmedeceksin ki, o zat öyle kendine has bir san’ata mâliktir; bütün anâsır-ı arziye onun emrine musahhar ve bütün mevâlid-i türâbiye onun hükmüne bakar.

Evet, hayattaki tecellî-i kudret ve hikmet, bu misalden bin derece daha aciptir. İşte, hayat üstündeki çok sikkelerden birtek sikke...

ÜÇÜNCÜ LEM’A

Bak şu kâinat-ı seyyâlede, şu mevcudat-ı seyyârede cevelân eden zîhayatlara: Göreceksin ki, bütün zîhayatlardan herbir zîhayat üstünde, Hayy-ı Kayyûmun koyduğu çok hâtemleri vardır. O hâtemlerden bir hâtemi şudur ki:

O zîhayat, meselâ şu insan, adeta kâinatın bir misal-i musağğarı, şecere-i hilkatin bir semeresi ve şu âlemin bir çekirdeği gibi ki envâ-ı âlemin ekser nümunelerini cami’dir. Güya o zîhayat, bütün kâinattan gayet hassas mizanlarla süzülmüş bir katredir. Demek, şu zîhayatı halk etmek ve ona Rab olmak, bütün kâinatı kabza-i tasarrufunda tutmak lâzım gelir.

İşte, eğer aklın evhamda boğulmamışsa anlarsın ki,

  • bir kelime-i kudreti, meselâ balarısını ekser eşyaya bir nevi küçük fihriste yapmak,
  • ve bir sahifede, meselâ insanda şu kitab-ı kâinatın ekser meselelerini yazmak,



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hayy-ı Kayyûm: her an diri olup her canlıya hayat veren ve herşeyi ayakta tutan Allah (bk. ḥ-y-y; ḳ-v-m)</td><td>Hâlık-ı Külli Şey: heyşeyin yaratıcısı Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l)</td></tr><tr><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td><td>acip: şaşırtıcı, hayret verici</td></tr><tr><td>anâsır-ı arziye: dünyadaki unsurlar, elementler</td><td>cami’: içine alan, kapsayan (bk. c-m-a)</td></tr><tr><td>cevelân: dolaşma, hareket</td><td>dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>envâ-ı âlem: âlemdeki çeşitler, türler (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>evham: kuruntular, şüpheler</td><td>eşya: şeyler, varlıklar</td></tr><tr><td>fihriste: indeks</td><td>halk etmek: yaratmak (bk.ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>has: özel</td><td>hârika-pîşe: hârika işler yapan</td></tr><tr><td>hâtem: mühür, damga</td><td>intizam: düzenlilik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>kabza-i tasarrufunda: tasarrufu altında (bk. ṣ-r-f)</td><td>katre: damla</td></tr><tr><td>kelime-i kudret: kudret kelimesi (bk. k-l-m; ḳ-d-r)</td><td>kemâl-i mizan: mükemmel ve kusursuz bir ölçü (bk. k-m-l; v-z-n)</td></tr><tr><td>kemâl-i suhulet: tam bir kolaylık (bk. k-m-l)</td><td>kitab-ı kâinat: kâinat kitabı (bk. k-t-b; k-v-n)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>kâinat-ı seyyâle: akıp giden kâinat, evren (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>mevcudât-ı seyyâre: devamlı hareket eden varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mevâlid-i türâbiye: topraktaki madenler</td></tr><tr><td>misal-i musağğar: küçültülmüş nümune, örnek (bk. m-s̱-l)</td><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>musahhar: boyun eğmiş</td><td>mâlik: sahip (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>mütenevvi: çeşit çeşit</td><td>nesc etmek: dokumak, örmek</td></tr><tr><td>nevi: çeşit</td><td>nümune: örnek, misal</td></tr><tr><td>patiska: pamuktan dokunmuş sık ve düzgün bez</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>san’atkârâne: sanatlı bir şekilde (bk. ṣ-n-a)</td><td>semere: meyve</td></tr><tr><td>sikke: madenî para gibi şeylerin üzerine vurulan damga, mühür</td><td>taam: yiyecek</td></tr><tr><td>tecellî-i kudret ve hikmet: Allah’ın kudret ve hikmet görüntüsü (bk. c-l-y; ḳ-d-r; ḥ-k-m)</td><td>zihayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âlem: kâinat, evren (bk. a-l-m)</td><td>çuha: tüysüz ince, sık dokunmuş yün kumaş</td></tr><tr><td>şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Yirmi İkinci Söz - Sayfa 394

  • hem bir noktada, meselâ küçücük incir çekirdeğinde koca incir ağacının programını derc etmek,
  • ve bir harfte, meselâ kalb-i beşerde şu âlem-i kebirin safahâtında tecellî ve ihâta eden bütün esmânın âsârını göstermek,
  • ve bir mercimek tanesi kadar mevki tutan kuvve-i hâfıza-i insaniyede bir kütüphane kadar yazı yazdırmak ve bütün hâdisât-ı kevniyenin mufassal fihristesini o kuvvecikte derc etmek, elbette ve elbette Hâlık-ı Külli Şeye has ve bu kâinatın Rabb-i Zülcelâline mahsus bir hâtemdir.
İşte, zîhayat üstünde olan pek çok hâtem-i Rabbânîden birtek hâtem böyle nurunu gösterse ve onun âyâtını şöyle okuttursa; acaba birden bütün o hâtemlere bakabilsen, görebilsen,
blank.gif
1
سُبْحَانَ مَنِ اخْتَفٰى بِشِدَّةِ ظُهُورِهِ demeyecek misin?

DÖRDÜNCÜ LEM’A

Bak, şu semâvâtın denizinde yüzen ve şu zeminin yüzünde serpilen rengârenk mevcudata ve çeşit çeşit masnuata dikkat et. Göreceksin ki, herbiri üstünde Şems-i Ezelînin taklit kabul etmez turraları vardır. Nasıl hayatta sikkeleri, zîhayatta hâtemleri görünüyor ve bir ikisini gördük. İhyâ üstünde dahi öyle turraları vardır. Temsil, derin mânâları fehme yakınlaştırdığından, bir temsille şu hakikati göstereceğiz.

Meselâ, güneş, seyyarelerden tut, tâ katrelere kadar, tâ camın küçük parçalarına kadar ve karın parlak zerreciklerine kadar, şu güneşin cilve-i misaliyesinden ve in’ikâsından bir turrası ve güneşe mahsus bir eser-i nuranîsi görünüyor. Şayet o hadsiz şeylerde görünen güneşçiklerini, güneşin cilve-i in’ikâsı ve tecellî-i aksi olduğunu kabul etmezsen, o vakit herbir katrede ve ziyaya maruz herbir cam parçasında ve ışığa mukabil her şeffaf bir zerrecikte, tabiî ve hakikî bir güneşin


[NOT]Dipnot-1 Her türlü kusurdan münezzehtir o Zat ki, şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Hâlık-ı Külli Şey: herşeyin yaratıcısı olan Allah (bk. ḫ-l-ḳ; k-l-l)</td><td>Rabb-i Zülcelâl: sonsuz heybet ve yücelik sahibi ve herşeyin Rabbi olan Allah (bk. r-b-b; ẕü; c-l-l)</td></tr><tr><td>cilve-i in’ikâs: yansımadan ileri gelen görüntü (bk. c-l-y)</td><td>cilve-i misaliye: misalî görünüm (bk. c-l-y; m-s̱-l)</td></tr><tr><td>derc etmek: yerleştirmek</td><td>eser-i nuranî: nurlu, parlak eser (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>esmâ: isimler (bk. s-m-v)</td><td>fehm: anlayış </td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hakikat: gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>has: özel</td></tr><tr><td>hâdisât-ı kevniye: yaratılışa ait hadiseler (bk. k-v-n)</td><td>hâtem: mühür, damga </td></tr><tr><td>hâtem-i Rabbânî: herşeyin Rabbi olan Allah’ın mührü (bk. r-b-b)</td><td>ihyâ: diriltme, hayat verme (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>ihâta: içine alma, kuşatma</td><td>in’ikâs: yansıma</td></tr><tr><td>kalb-i beşer: insan kalbi</td><td>katre: damla</td></tr><tr><td>kuvve: duyu </td><td>kuvve-i hâfıza-i insaniye: insandaki hafıza duygusu, bellek (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>mahsus: özgü</td></tr><tr><td>maruz: tesiri altında olan</td><td>masnuat: san’at eseri varlıklar (bk. ṣ-n-a)</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>mevki: yer</td></tr><tr><td>mufassal: ayrıntılı</td><td>mukabil: karşılık</td></tr><tr><td>münezzeh: arınmış, yüce (bk. n-z-h)</td><td>safahât: safhalar, gelişmeler</td></tr><tr><td>semâvât: gökler (bk. s-m-v)</td><td>seyyare: gezegen</td></tr><tr><td>sikke: madenî para gibi şeylerin üzerine vurulan damga, mühür</td><td>tabiî: kendiliğinden, doğal (bk. ṭ-b-a)</td></tr><tr><td>tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td><td>tecellî-i aks: yansımanın görüntüsü (bk. c-l-y)</td></tr><tr><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td><td>turra: mühür, nişan </td></tr><tr><td>zemin: yer</td><td>zerrecik: atom, en küçük madde parçası</td></tr><tr><td>ziya: ışık</td><td>zîhayat: canlı (bk. ẕî; ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âlem-i kebir: büyük âlem, kâinat (bk. a-l-m; k-b-r)</td><td>âsâr: eserler</td></tr><tr><td>âyât: ayetler, deliller</td><td>Şems-i Ezelî: Ezelî Güneş; bu tabir, herşeyi nurlandıran Allah için benzetme olarak kullanılır (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>şeffaf: saydam, parlak</td><td>şiddet-i zuhur: çok kuvvetli şekilde görünme (bk. ẓ-h-r)</td></tr></tbody></table>
 
Üst