Hazîretü'l-Kuds

kasif1

Well-known member
Hazîre, etrafı duvar ve surlarla çevrili yer mânâsınadır ve çok defa hazîre denince de işte böyle bir çeper içinde bulunan cami, tekye, zaviye ve türbeler kastedilmiştir. "el-Kuds" kelimesi, mukaddes, muallâ, mübarek, duruluk ve arınmışlık anlamına gelmekte ve hazîre kelimesine lügavî mânâların ötesinde çok derin anlamlar kazandırmaktadır.

Tasavvuf ıstılahında Hazîretü'l-Kuds; metafizik ve metafizik ötesi, Cennet ve Cennet ötesi mânâlarına gelen, tasavvurları aşkın gayr-i muhât bir âlemin unvanı sayılmış ve idraki de ilâhî mevâride ve mevâhibe emanet edilmiştir. Bu itibarla da onu sırf lügavî mânâ darlığında bir hazîre görmek ya da Cennet'e inhisar ettirmek Hazîretü'l-Kuds mazmununa aykırı bir yaklaşım olduğu gibi, değişik esmâ, sıfât ve sıfatlar ötesi âlemlere delâletteki münezzehiyet, mübecceliyet ve mukaddesiyet işaretlerini de görmezlikten gelme demektir.

Öyle ise "Hazîretü'l-Kuds" dendiğinde bu terkipten biz ne anlamalıyız ve ne anlaşılmaktadır? Her şeyden evvel Hazîretü'l-Kuds; sınırsız, her şeyi kuşatan ama kuşatılmayan, maddî ve fizikî kurallarla ifade edilemediği gibi, mânevî ve metafizikî mülâhazalarla da anlatılamayan, bütün ulvî âlemlerin kendisine müteveccih bulunduğu, tabiat, mâverâ-yı tabiat ve bunların önüne sonuna, zâhir u bâtınına, varoluşlarına, fenâ bulup âlem-i gayba rücû edişlerine nâzır, muhît; aslî ve fer'î tecellîleriyle, zâtî ve vasfî hususiyetleriyle her şeyin ötesinde mukaddes lâmekânî ve lâzamânî bir hakikatin unvanı ve rahmetin insan sırrına armağanıdır.

Bir kısım sofîlere göre, Zât-ı Ulûhiyet mülâhazalarının ilk mirsâd-ı tefekkür noktasını, ef'âl ve âsâr âlemleri arkasındaki mâlûmiyetin sadık emâreleri sayılan esmâ-yı ilâhiye; bu ameliye-yi fikriye ve ihsâsiyenin ikinci kademesini, düşünce ve hislerimizi kuşatan ve Zât-ı Baht'la alâkalı hareket-i akliye, hareket-i fikriye ve tasavvurlarımızın sınırlarını belirleyen, daha doğrusu, Zât-ı Vacibü'l-Vücud'la alâkalı mütalâalarımızı, mülâhazalarımızı, hatta hislerimizi ve ihsaslarımızı, idrak ötesi memnû alana girmeme adına tahdit eden, çerçeve içine alarak sınırlandıran ve bize idrakimizin serhaddini gösteren -bu yaklaşım "Zât-ı Hak sıfatlarıyla muhâttır" hakikatini tavzihe mâtuftur- sıfât-ı sübhâniye; bunların verâsını ise, evsâf-ı ilâhiyenin dahi dayandığı "şuûnât-ı rabbâniye" ve "itibarât-ı kudsiye" teşkil etmekte ve daha doğrusu bunlar birer mezâhir ve mecâlî vazifesi görmektedirler.

Bütün varlığı ve varlık ötesini ihâta eden bu mütenevvi tecellî ve zuhurların idrak ötesi mercii "âlem-i gayb-ı hüviyet" denegelen "tenzîh ve lâ taayyün" âlemi; "âlem-i gayb-ı mutlak" dediğimiz "Zât-ı Baht" âlemi; "âlem-i ıtlak" sözüyle ifade ettiğimiz "lâhût" âlemi; "daire-yi rubûbiyet" beyanıyla ortaya konan "ceberût" âlemi; "Hazreti Vücûd" sözleriyle anlatılmak istenen "Ehadiyet-i Zâtiye" ve "Hakîkatü'l-Hakaik" âlemleri; "Hazreti Evvel" diye kabul edilen "Zât-ı Hak" âlemi; "Hazreti Ehadiyet-i Mutlaka" diyegeldiğimiz "Ulûhiyet" âlemi.. nihayet birleşik noktaları itibarıyla "sakfu'l-Cennet" hakikatinin arkasındaki Evvel ü Âhir, Zâhir u Bâtın isimlerinin mecâlî ve mezâhirlerinin sır ve hafâ latîfelerine hissettirdiği -bî kem u keyf-
لَيْسَ قَبْلَهُ شَيْءٌ وَلَيْسَ بَعْدَهُ شَيْءٌ وَلَيْسَ فَوْقَهُ شَيْءٌ وَلَيْسَ دُونَهُ شَيْءٌ

hakikatleriyle ortaya konan hakaik-i uzmânın müfâdı olduğu âlem/âlemler, ihsaslarımıza ve ihtisaslarımıza sürekli Hazîretü'l-Kuds hakikatini fısıldamaktadır.
Eâzım-ı sofiye indinde, Hakîkatü'l-Ha­kaik'ın farklı tecellî, tezâhür ve lemeâtı sayılan birer küçük işarette bulunup geçtiğimiz bütün o ulvî âlemler kendilerine has mânâlarıyla duyulup sezildikleri ölçüde ve hakikat eri konsantrasyon derinliğine göre istiğraklara girebildiğinde bazen bütün esmâ ve sıfât dahi min vechin duyulup hissedilmez olur da latîfe-i rabbâniye, مَا عَرَفْنَاكَ حَقَّ مَعْرِفَتِكَ يَا مَعْرُوفُ...

... itirafıyla soluklanmaya durur; sır, ماَ أَدْرَكْنَاكَ حَقَّ الْإِدْرَاكِ يَا مَعْلُومُ serâsına sığınır; ruh, hafâ ufkuyla hayretten kalaka, kalaktan heymâna yürür; yürür de ahsen-i takvîme mazhariyetini inkişaf ettirmiş böyle bir hak erine melekler, "Yürü, top senin, çevkân senindir..." derler ve bir adım geriye çekilirler.

Kalb ve ruh kahramanlarına göre böyle bir ufka ulaşmanın yolu, mebde'de, kalbi mâsivâ kirlerinden temiz tutmaya; sonra bu temizliği devam ettirmekle ilâhî insibağa mazhar olmaya; duyulup hissedilen ötelere ait esintileri gönül gözüyle, Kur'ân mantığıyla tahlil etmeye; eşya ve hâdiselere, eşya ve hâdiselerin arka planına latîfe-i rabbâniye, sır ve hafâ şahikalarından bakmaya, bakıp değerlendirmeye vâbestedir. Bu konuyla alâkalı ne hoş söyler o nâzım-ı mümtaz:

Pâk eyle gönül çeşmesini ta dolunca!
Dik tut gözünü, gönlün sana göz olunca!
Efkârı kov, dil testisini ol çeşmeye tuttur!
Ol âb-ı safâbahşla ol testi dolunca...
.................

Ey lâmekânî seni pek çok aradım çok,
Sînemde mukîm olduğun tâ duyulunca"
Bu mülâhazalar çerçevesinde, teşbih ve tecsîme girilmeden, hayyiz ve mekân dalâlet­lerine sapılmadan, ihsaslarımızı كُلُّ مَا خَطَرَ بِبَالِكَ فَاللّٰهُ تَعَالَى وَراَءَ وَراَءَ وَراَءَ... ذٰلِكَ

hakikatine bağlayarak, ihsaslarımızı, ihtisaslarımızı, tasavvurlarımızı, muhâkemelerimizi selbî sıfatlar yörüngesinde ele alıp, İbrahim Hakkı Hazretleri'nin:
"Ne cism u ne arazdır, ne mütehayyiz ne cevherdir
Yemez, içmez, zaman geçmez berîdir cümleden Allah.
Tebeddülden, tagayyürden, dahi elvân ü eşkâlden,
Muhakkak Ol müberrâdır, budur selbî sıfâtullah.
Ne göklerde, ne yerlerde, ne sağ u sol ne ön ardda,
Cihetlerden münezzehtir ki hiç olmaz mekânullah."

sözleriyle ortaya koyduğu hakikatlere göre iç dünyamızda duyduğumuz, duyacağımız his ve zevklerimizi değerlendirmeli, test etmeli, varsa sünûhât ve mevâhib-i rabbâniye, onları da bu çerçevede yorumlamalıyız.

Burada, konuyla alâkalı, mevzuu tavzih adına şu hususların ifadesi de yararlı olacaktır: Bütün kevn ü mekânları muhît, tabiat ve mâverâ-yı tabiat âlemlerini kuşatan, bütün ilâhî tecelliyât ve tezâhürâtın mahall-i ifâzası bulunan ve Kur'ân'da اَلرَّحْمٰنُ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى fermân-ı sübhânîsiyle işaretlenen melekûtî Arş hakikati; onun -bî kem u keyf- berisinde sıfât-ı fiiliyenin mahall-i tecellîsi ve emr u nehy hakikatlerinin mahall-i zuhûru, Arş'a nisbeten daha dar alanlı ve "Hazreti Kürsî" unvanıyla yâd edilen bir diğer yüce âlem; latîfe-i rabbâniye ve sır kahramanlarının "el-berzahu'l-kübrâ" dedikleri, merâtib-i esmâ-yı ilâhiyenin müntehâsı, a'mâl ve ulûmun son serhaddi "Sidretü'l-müntehâ"... gibi âlemlerin her biri, izâfî ve zıllî birer Hazîretü'l-Kuds mâhiyetindedir. Evet, Hakk'a nisbetleri açısından idrakinden âciz bulunduğumuz bütün bu ulvî âlemler -bî kem u keyf- o münezzeh, mukaddes ve mâneviyat üstü mânevî âlemi işaretlemektedir.
Müntehîler, ilimleri, mârifetleri, muhabbetleri ve aşk u iştiyaklarıyla hep o âleme müteveccihtirler ve her zaman değişik tecellî dalga boyunda o âlem ve âlemlerden gelecek vâridâta muntazırdırlar; onunla vardırlar, onunla bahtiyardırlar.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ
وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلاً وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ
وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ أَشْرَفِ الْخَلْقِ أَجْمَعِينَ الْمَبْعُوثِ لِكَشْفِ طِلْسِمِ الْكَائِنَاتِ وَعَلَى اٰلِهِ وَصَحْبِهِ الطَّيِّبِينَ الطَّاهِرِينَ أَصْحَابِ الْفَوْزِ وَالنَّجَاةِ

Dipnotlar
1. O Ezel ve Ebed Sultanı, kendinden başka her şeyden mukaddem bir "Evvel", sonu bulunmayan ve her şeyin encam ve nihayetine de hâkim bir "Âhir"; vücudu her şeyin üstünde ayân, varlığın her satır, her kelimesinde apaçık okunan bir "Zâhir" ve her şeyin ötesinde, kâinat ve hâdiselerin biricik mercii, izzet, azamet ve şiddet-i zuhurundan ötürü ihata edilemez ve "mâsivâ" ölçüsünde kavranamaz bir "Bâtın"dır.
2. Seni hakkıyla bilemedik ey Ma'rûf!
3. Seni hakkıyla idrak edemedik ey Ma'lûm!
4. O, senin aklına gelen her şeyin ötesinin ötesinin... ötesindedir.
5. O'dur Rahmân, rubûbiyet arşına istivâ eden, kâinata hükümran.
 
Üst