On Üçüncü Söz

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
besmele.jpg



وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاۤءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
blank.gif
1

وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ وَمَا يَنْبَغِى لَهُ
blank.gif
2


KUR’ÂN-I HAKÎM ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini muvazene etmek istersen, şu gelecek sözlere dikkat et.

İşte, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân’ın, bütün kâinattaki âdiyat namıyla yad olunan, harikulâde ve birer mucize-i kudret olan mevcudat üstündeki âdet ve ülfet perdesini keskin beyanatıyla yırtıp, o hakaik-ı acibeyi zîşuura açıp, nazar-ı ibretlerini celb edip, ukûle tükenmez bir hazine-i ulûm açar.

Felsefe hikmeti ise, bütün harikulâde olan mucizat-ı kudreti âdet perdesi içinde saklayıp cahilâne ve lâkaydâne üstünde geçer. Yalnız harikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruç eden ve kemâl-i fıtrattan sukut eden nadir fertleri nazar-ı dikkate arz eder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ, en cami’ bir mucize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaytlıkla bakar. Fakat insanın kemâl-i hilkatinden huruç etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ, en lâtif ve

[NOT]
Dipnot-1
“Biz Kur’ân’dan mü’minler için bir şifa ve rahmet olan şeyi indiriyoruz.” İsrâ Sûresi, 17:82.

Dipnot-2
“Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyân: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td><td>cahilâne: cahilce, bilgisizce</td></tr><tr><td>cami’: kapsamlı (bk. c-m-a)</td><td>celb etmek: çekmek</td></tr><tr><td>derece-i ilim: ilim derecesi (bk. a-l-m)</td><td>ders-i ibret: ibret dersi</td></tr><tr><td>hakaik-ı acibe: şaşırtıcı ve hayrette bırakan gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>harikulâde: olağanüstü, hayranlık verici</td></tr><tr><td>hazine-i ulûm: ilimler hazinesi (bk. a-l-m)</td><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>hilkat: yaratılış (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>huruç etme: çıkma</td></tr><tr><td>intizam-ı hilkat: yaratılıştaki düzen (bk. n-ẓ-m; ḫ-l-ḳ)</td><td>kemâl-i fıtrat: yaratılıştaki mükemmellik (bk. k-m-l; f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>kemâl-i hilkat: yaratılıştaki mükemmelik, kusursuzluk (bk. k-m-l; ḫ-l-ḳ)</td><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>lâkaydâne: ilgisizce, duyarsızca</td><td>lâtif: güzel, hoş (bk. l-ṭ-f)</td></tr><tr><td>mahsul-ü hikmet: hikmet ürünü, neticesi (bk. ḥ-k-m)</td><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>muvazene: karşılaştırma (bk. v-z-n)</td><td>mu’cize-i kudret: Allah’ın kudret mu’cizesi (bk. a-c-z; ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>nam: ad</td><td>nazar-ı dikkat: dikkatli bakış (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nazar-ı ibret: ibretle bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>sukut eden: düşen</td></tr><tr><td>teşhir etme: sergileme </td><td>ukûl: akıllar</td></tr><tr><td>ulûm: ilimler (bk. a-l-m)</td><td>velvele-i istiğrab: garip karşılayarak bağırma, hayret feryadı</td></tr><tr><td>yad olunan: anılan</td><td>zîşuur: şuur sahibi, bilinçli (bk. ẕî; ş-a-r)</td></tr><tr><td>âdet: alışkanlık</td><td>âdi: normal, basit, sıradan</td></tr><tr><td>âdiyat: alışılmış olan sıradan şeyler</td><td>ülfet: alışkanlık, gaflet</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Söz - Sayfa 201

umumî bir mucize-i rahmet olan, bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iâşelerini âdi görüp küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iâşesini görür, ondan tecellî eden lütuf ve keremle bütün hâzır balıkçıları ağlatmak ister.HAŞİYE-1

İşte, Kur’ân-ı Kerîmin ilim ve hikmet ve marifet-i İlâhiye cihetiyle servet ve gınâsı; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni cihetindeki fakr ve iflâsını gör, ibret al!

İşte bu sırdandır ki, Kur’ân-ı Hakîm, nihayetsiz parlak, yüksek hakikatleri cami’ olduğundan, şiirin hayalâtından müstağnidir. Evet, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın i’caz derecesindeki kemâl-i nizam ve intizamı ve kitab-ı kâinattaki intizâmât-ı san’atı muntazam üslûplarıyla tefsir ettikleri halde, manzum olmadığının diğer bir sebebi de budur ki:

Âyetlerinin herbir necmi, vezin kaydı altına girmeyip ta ekser âyetlere bir nevi merkez olsun ve kardeşi olsun ve mâbeynlerinde mevcut münasebet-i mâneviyeye rabıta olmak için, o daire-i muhîta içindeki âyetlere birer hatt-ı münasebet teşkil etmesidir. Güya, serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü var. Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, herbir meşrep sahibine birisini verir. Nasıl ki, Yirmi Beşinci Sözde beyan edildiği gibi, Sûre-i İhlâs içinde, otuz altı Sûre-i İhlâs miktarınca, herbiri zi’l-ecniha olan altı cümlenin terkibatından müteşekkil bir hazine-i ilm-i tevhid bulunuyor ve tazammun ediyor.

Evet, nasıl ki semâda olan intizamsız yıldızların sureten adem-i intizamı cihetiyle

[NOT]
Haşiye-1
Amerika‘da aynen bu vakıa olmuştur.[/NOT]


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td></tr><tr><td>adem-i intizam: düzensizlik, düzenin yokluğu (bk. n-ẓ-m)</td><td>beyan edilmek: açıklanmak (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cami’: kapsayan, içine alan (bk. c-m-a)</td><td>cihet: yön</td></tr><tr><td>cüda olmak: ayrı düşmek</td><td>daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>fakr: fakirlik, ihtiyaç hali (bk. f-ḳ-r)</td></tr><tr><td>gınâ: zenginlik (bk. ğ-n-y)</td><td>hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>hayalât: hayaller (bk. ḫ-y-l) </td><td>hazine-i gayb: görünmeyen hazine (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>hazine-i ilm-i tevhid: Allah’ın birliğini gösteren ilim hazinesi (bk. a-l-m; v-ḥ-d) </td><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td></tr><tr><td>hikmet: herşeyin belirli gayelere yönelik olarak, mânâlı, faydalı ve tam yerli yerinde olması veya yapılması (bk. ḥ-k-m)</td><td>iaşe: beslenme, geçim (bk. a-y-ş)</td></tr><tr><td>intizam: düzen (bk. n-ẓ-m)</td><td>intizamsız: düzensiz (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>intizâmât-ı san’at: san’attaki düzenlilik (bk. n-ẓ-m; ṣ-n-a)</td><td>i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>kemâl-i nizam ve intizam: mükemmel bir düzen ve tertip (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td><td>kerem: ikram, bağış, iyilik (bk. k-r-m)</td></tr><tr><td>kitab-ı kâinat: kâinat kitabı; bir kitap gibi yazılmış bütün evren (bk. k-t-b; k-v-n) </td><td>küfran: iyilik bilmeme, nankörlük (bk. k-f-r)</td></tr><tr><td>lütuf: iyilik, ihsan, bağış (bk. l-ṭ-f)</td><td>manzum: şiir gibi vezinli yazılmış eser (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>marifet-i Sâni: herşeyi sanatlı bir şekilde yaratan Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; ṣ-n-a)</td><td>marifet-i İlâhiye: Allah’ı tanıma ve bilme (bk. a-r-f; e-l-h)</td></tr><tr><td>mevcut: var olan (bk. v-c-d)</td><td>meşrep: mânevî haz ve feyiz alınan yol, usül</td></tr><tr><td>muntazam: düzenli, tertipli (bk. n-ẓ-m)</td><td>mu’cize-i rahmet: Allah’ın rahmet mu’cizesi (bk. a-c-z; r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>mâbeyn: ara</td><td>münasebet-i mâneviye: mânevî ilişki, bağlantı (bk. n-s-b; a-n-y) </td></tr><tr><td>müstağni: ihtiyaç duymayan, muhtaç olmayan (bk. ğ-n-y)</td><td>müteveccih: yönelmiş</td></tr><tr><td>müteşekkil: meydana gelmiş, oluşmuş</td><td>necm: kısım, durak; yıldız</td></tr><tr><td>nevi: çeşit, tür</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>rabıta: bağ, ilgi</td><td>sema: gökyüzü (bk. s-m-v)</td></tr><tr><td>sureten: görünüşte (bk. ṣ-v-r)</td><td>tazammun: içine alma, içerme</td></tr><tr><td>tecellî: görünme, yansıma (bk. c-l-y)</td><td>tefsir etme: açıklama, yorumlama (bk. f-s-r)</td></tr><tr><td>terkibat: birleşimler, sentezler</td><td>teşkil: meydana getirme</td></tr><tr><td>umumî: genel</td><td>uslûp: ifade tarzı</td></tr><tr><td>vakıa: olay</td><td>vezin: şiirdeki ahenk ölçüsü</td></tr><tr><td>zi’l-ecniha: çok yönlü (bk. ẕi)</td><td>âdi: basit, normal, sıradan</td></tr><tr><td>şüzuz etmek: kural dışı kalmak</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Söz - Sayfa 202

herbir yıldız, kayıt altına girmeyip herbirisi ekser yıldızlara bir nevi merkez olarak daire-i muhîtasındaki birer birer herbir yıldıza, mevcudat beynindeki nisbet-i hafiyeye işaret olarak, birer hatt-ı münasebet uzatıyor. Güya herbir tek yıldız, necm-i âyet gibi, umum yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır.

İşte, intizamsızlık içinde kemâl-i intizamı gör, ibret al.
blank.gif
1
وَمَا عَلَّمْنَاهُ الشِّعْرَ nın bir sırrını bil.

Hem âyet-i وَمَا يَنْبَغِى لَهُ
blank.gif
2
sırrını da bununla anla ki: Şiirin şe’ni, küçük ve sönük hakikatleri, büyük ve parlak hayallerle süslendirip beğendirmek ister. Halbuki Kur’ân’ın hakikatleri o kadar büyük, âli, parlak ve revnaktardır ki, en büyük ve parlak hayal, o hakikatlere nisbet edilse, gayet küçük ve sönük kalır. Meselâ,

يَوْمَ نَطْوِى السَّمَاۤءَ كَطَىِّ السِّجِلِّ لِلْكُتُبِ
blank.gif
3
يُغْشِى الَّيْلَ النَّهَارَ يَطْلُبُهُ حَثِيثاً
blank.gif
4
اِنْ كَانَتْ اِلاَّ صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَمِيعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ
blank.gif
5

gibi hadsiz hakikatleri buna şahittir.

Kur’ân’ın herbir âyeti, birer necm-i sâkıp gibi, i’caz ve hidayet nurunu neşirle küfrün zulümatını nasıl dağıttığını görmek, zevk etmek istersen, kendini o asr-ı cahiliyette ve o sahrâ-yı bedeviyette farz et ki, herşey zulmet-i cehil ve gaflet altında, perde-i cümud ve tabiata sarılmış olduğu bir anda, birden Kur’ân’ın lisan‑ı ulvisinden

يُسَبِّحُ ِللهِ مَا فِى السَّمٰوَاتِ وَمَا فِى اْلاَرْضِ الْمَلِكِ الْقُدُّوسِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ
blank.gif
6


[NOT]Dipnot-1 “Biz Peygambere şiir öğretmedik...” Yâsin Sûresi, 36:69.

Dipnot-2
“...bu ona yakışmaz da.” Yâsin Sûresi, 36:69.

Dipnot-3
“O gün semâyı, kitap sahifelerini dürer gibi düreriz.” Enbiyâ Sûresi, 21:104.

Dipnot-4
“O, gündüzü, peşi sıra kovalayan gece ile örter.” A’râf Sûresi, 7:54.

Dipnot-5
“Tek bir sesledir ki, onların hepsi birden toplanıp huzurumuza getirilirler.” Yâsin Sûresi, 36:53.

Dipnot-6
“Göklerde ne var, yerde ne varsa, herşeyin hakikî sahibi olan, her türlü noksandan münezzeh bulunan, kudreti herşeye galip olan ve hikmeti herşeyi kuşatan Allah’ı tesbih eder.” Cum’a Sûresi, 62:1.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>asr-ı cahiliyet: İslâmdan önceki asır, küfür ve cehâlet asrı</td><td>beyn: ara</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>daire-i muhîta: kuşatıcı, geniş daire</td></tr><tr><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td><td>farz etmek: varsaymak</td></tr><tr><td>hadsiz: sayısız</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hatt-ı münasebet: bağlantı hattı, ilgi bağı (bk. n-s-b)</td><td>hidayet: doğru ve hak yol, İslâmiyet (bk. h-d-y)</td></tr><tr><td>ibret: düşündürücü ders</td><td>intizamsızlık: düzensizlik (bk. n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)</td><td>kemâl-i intizam: tam ve mükemmel düzen (bk. k-m-l; n-ẓ-m)</td></tr><tr><td>küfür: inkâr, inançsızlık (bk. k-f-r)</td><td>lisan-ı ulviye: yüce lisan</td></tr><tr><td>mevcudat: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>müteveccih: yönelmiş</td></tr><tr><td>necm-i sâkıp: karanlığı delip geçen parlak yıldız</td><td>necm-i âyet: âyet yıldızı</td></tr><tr><td>nevi: çeşit, tür</td><td>neşir: yayma</td></tr><tr><td>nisbet edilmek: kıyaslanmak (bk. n-s-b)</td><td>nisbet-i hafiye: gizli bağ (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)</td><td>perde-i cümud: donuk, katı perde</td></tr><tr><td>revnaktar: göz alıcı güzellik</td><td>sahrâ-yı bedeviyet: bedeviliğin hüküm sürdüğü yer, çöl</td></tr><tr><td>tabiat: doğa, canlı cansız bütün varlıklar, maddî âlem (bk. ṭ-b-a)</td><td>zulmet-i cehil ve gaflet: cehalet ve duyarsızlık karanlığı (bk. ẓ-l-m; ğ-f-l)</td></tr><tr><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td><td>âli: yüksek, yüce</td></tr><tr><td>şe’n: özellik, belirleyici nitelik (bk. ş-e-n)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Söz - Sayfa 203

gibi âyetleri işit, bak: O ölmüş veya yatmış mevcudat-ı âlem, يُسَبِّحُ sadasıyla, işitenlerin zihninde nasıl diriliyorlar, huşyar oluyorlar, kıyam edip zikrediyorlar. Hem o karanlık gökyüzünde birer camid ateşpare olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahlûkat
blank.gif
1
تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَاْلاَرْضُ sayhasıyla, işitenlerin nazarında gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar birer kelime-i hikmetnümâ, birer nur-u hakikat-edâ; ve arz bir kafa, ber ve bahr birer lisan ve bütün hayvanat ve nebatat birer kelime-i tesbihfeşan suretinde arz-ı dîdar eder. Yoksa, bu zamandan ta o zamana bakmakla mezkûr zevkin dekaikını göremezsin.

Evet, o zamandan beri nurunu neşreden ve mürur-u zamanla ulûm-u müteârife hükmüne geçen ve sair neyyirât-ı İslâmiye ile parlayan ve Kur’ân’ın güneşiyle gündüz rengini alan bir vaziyet ile, yahut sathî ve basit bir perde-i ülfet ile baksan, elbette herbir âyetin ne kadar tatlı bir zemzeme-i i’caz içinde ne çeşit zulümatı dağıttığını hakkıyla göremezsin ve birçok envâ-ı i’câzı içinde bu nevi i’câzını zevk edemezsin.

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın en yüksek bir derece-i i’câzına bakmak istersen, şu temsil dürbünüyle bak. Şöyle ki:

Gayet yüksek ve garip ve gayetle yayılmış acip bir ağaç farz edelim ki, o ağaç bir perde-i gayb altında, bir tabaka-i mestûriyet içinde saklanmış. Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi, onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Herbir cüz’ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir. İşte, hiç görünmeyen—ve halen görünmüyor—o ağaca dair, biri çıksa, bir perde üstünde onun herbir âzâsına mukabil birer resim çekse, birer hudut çizse, daldan meyveye,


[NOT]Dipnot-1 “Yedi gök ve yer ve onların içindekiler Onu (Allah’ı) tesbih eder.” İsrâ Sûresi, 17:44.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>acip: şaşırtıcı, hayret verici</td></tr><tr><td>arz: dünya</td><td>arz-ı dîdar etmek: kendini göstermek</td></tr><tr><td>ateşpare: ateş parçası</td><td>bahr: deniz</td></tr><tr><td>ber: kara, yer</td><td>camid: cansız, katı</td></tr><tr><td>cüz’: parça (bk. c-z-e)</td><td>dekaik: incelikler</td></tr><tr><td>derece-i i’câz: mu’cizelik derecesi (bk. a-c-z)</td><td>envâ-ı i’câz: mu’cizelik türleri (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>farz etmek: varsaymak</td><td>hayvanat: hayvanlar (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>hudut: sınır</td><td>huşyar: uyanık</td></tr><tr><td>i’câz: mu’cize oluş, bir benzerini yapmakta başkalarını aciz bırakma (bk. a-c-z)</td><td>kelime-i hikmetnümâ: hikmet ifade eden kelime, hikmetli söz (bk. k-l-m; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>kelime-i tesbihfeşan: Allah’ı çok çok tesbih eden kelime (bk. k-l-m; s-b-ḥ)</td><td>kıyam etme: ayağa kalkma (bk. ḳ-v-m)</td></tr><tr><td>lisan: dil</td><td>mahiyet: özellik, nitelik, içyüz</td></tr><tr><td>mahlûkat: yaratıklar (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>mevcudat-ı âlem: kâinattaki varlıklar (bk. v-c-d; a-l-m)</td></tr><tr><td>mezkûr: sözü geçen</td><td>mukabil: karşılık </td></tr><tr><td>muvazenet: denge (bk. v-z-n)</td><td>mâlum: bilinen, belli (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>münasebet: ilişki, bağlantı (bk. n-s-b)</td><td>mürur-u zaman: zamanın geçmesi</td></tr><tr><td>nazar: bakış, dikkat (bk. n-ẓ-r)</td><td>nebatat: bitkiler</td></tr><tr><td>nevi: çeşit, tür</td><td>neyyirât-ı İslâmiye: İslâmın nurlu hakikatleri (bk. n-v-r; s-l-m)</td></tr><tr><td>neşretmek: yaymak</td><td>nur: ışık, parlaklık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>nur-u hakikat-edâ: gerçeğin ve doğrunun ortaya çıkmasına vesile olan nur, ışık (bk. n-v-r; ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>perde-i gayb: görünmeyen perde (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>perde-i ülfet: alışkanlık perdesi</td><td>sada: ses</td></tr><tr><td>sair: diğer </td><td>sathî: sığ, yüzeysel</td></tr><tr><td>sayha: sesleniş</td><td>suret: şekil, biçim; görüntü, resim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tabakat-i mestûriyet: gizlilik tabakası</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)</td><td>ulûm-u müteârife: herkesçe bilinen bilgiler (bk. a-l-m; a-r-f) </td></tr><tr><td>uzuv: organ</td><td>zemzeme-i i’caz: mu’cizelik nağmesi ve ahengi (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>zikretmek: Allah’ı anmak </td><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>âzâ: uzuvlar, organlar</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Söz - Sayfa 204

meyveden yaprağa, bir tenasüple bir suret tersim etse ve birbirinden nihayetsiz uzak mebde’ ve müntehâsının ortasında uzuvlarının aynı şekil ve suretini gösterecek muvafık tersimatla doldursa, elbette şüphe kalmaz ki, o ressam o gaybî ağacı gayb-âşinâ nazarıyla görür, ihata eder, sonra tasvir eder.

Aynen onun gibi, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyanın dahi, hakikat-i mümkinata dair—ki o hakikat, dünyanın iptidasından tut, ta âhiretin en nihayetine kadar uzanmış ve ferşten Arşa ve zerreden şemse kadar yayılmış olan şecere-i hilkatin hakikatine dair—beyanat-ı Furkaniyesi, o kadar tenasübü muhafaza etmiş ve herbir uzva ve meyveye lâyık birer suret vermiştir ki, bütün muhakkikler, nihayet-i tahkikinde, Kur’ân’ın tasvirine “Maşaallah, bârekâllah” deyip, “Tılsım-ı kâinatı ve muammâ-yı hilkati keşif ve fetheden yalnız sensin, ey Kur’ân-ı Hakîm!” demişler.

blank.gif
1
وَ ِللهِ الْمَثَلُ اْلاَعْلٰى temsilde kusur yok, esmâ ve sıfât-ı İlâhiye ve şuûn ve ef’âl-i Rabbâniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki, o şecere‑i nuraniyenin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud‑u kibriyâsı, gayr-ı mütenahi fezâ-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor. Hudud-u icraatı,

يَحُولُ بَيْنَ الْمَرْءِ وَقَلْبِهِ
blank.gif
2
فَالِقُ الْحَبِّ وَالنَّوٰى
blank.gif
3

هُوَ الَّذِى يُصَوِّرُكُمْ فِى اْلاَرْحَامِ كَيْفَ يَشَاۤءُ
blank.gif
4



[NOT]Dipnot-1 “En yüce sıfatlar Allah’ındır.” Nahl Sûresi, 16:60.

Dipnot-2
“Allah, kişi ile onun kalbi arasına girer.” Enfâl Sûresi, 8:24.

Dipnot-3
“Daneleri ve çekirdekleri çatlatan Allah.” En’âm Sûresi, 6:95.

Dipnot-4
“Annelerinizin rahimlerinde size kendi dilediği gibi bir şekil veren de Odur.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:6.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Arş: göğün en yüksek katı; Allah’ın büyüklüğünün ve yüceliğinin tecelli ettiği yer (bk. a-r-ş)</td><td>Kur’ân-ı Hakîm: her âyet ve sûresinde sayısız hikmet ve faydalar bulunan Kur’ân (bk. ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>beyanat-ı Furkaniye: hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’ân’ın açıklamaları, izahları (bk. b-y-n; f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>bârekâllah: Allah ne mübarek yaratmış (bk. b-r-k)</td><td>daire-i azamet: büyüklük dairesi (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d)</td><td>esmâ ve sıfât-ı İlâhiye: Cenab-ı Allah’ın isim ve sıfatları (bk. s-m-v; v-ṣ-f; e-l-h)</td></tr><tr><td>ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l)</td><td>ferş: yer</td></tr><tr><td>fethetme: açma</td><td>fezâ-yı ıtlak: uçsuz bucaksız gökyüzü, uzay (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>gayb-âşinâ: gaybı bilen, görünmeyenden haberi olan (bk. ğ-y-b)</td><td>gaybî: görünmeyen (bk. ğ-y-b)</td></tr><tr><td>gayr-ı mütenahi: sonsuz</td><td>hakikat-i mümkinat: varlıkların gerçek yüzü, mahiyeti (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-k-n)</td></tr><tr><td>hudud-u icraat: icraatın sınırı, ucu</td><td>hudud-u kibriyâ: büyüklüğün sınırı, ucu (bk. k-b-r)</td></tr><tr><td>ihata: kuşatma, içine alma</td><td>iptida: başlangıç</td></tr><tr><td>keşif: gizli bir şeyi açığa çıkarma (bk. k-ş-f)</td><td>mebde’: başlangıç</td></tr><tr><td>muammâ-yı hilkat: yaratılıştaki sır ve gizlilikler (bk. ḫ-l-ḳ)</td><td>muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>muhakkik: gerçekleri araştıran ve delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muvafık: uygun, yerinde</td></tr><tr><td>mâşâallah: “Allah dilemiş ve ne güzel yaratmış”</td><td>müntehâ: son</td></tr><tr><td>nazar: bakış (bk. n-ẓ-r)</td><td>nihayet: son</td></tr><tr><td>nihayet-i tahkik: araştırmanın sonucu (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>nihayetsiz: sonsuz</td></tr><tr><td>suret: şekil, resim, görüntü (bk. ṣ-v-r)</td><td>tasvir: anlatım, ifade etme (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tasvir etmek: görüntüsünü çizmek, resmini yapmak (bk. ṣ-v-r)</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)</td><td>tersim etme: resimleme</td></tr><tr><td>tersimat: resimlemeler</td><td>tılsım-ı kâinat: evrenin ve yaratılan tüm varlıkların ifade ettiği sır, gizem (bk. k-v-n)</td></tr><tr><td>uzuv: organ</td><td>zerre: atom, en küçük madde parçası</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td><td>şecere-i hilkat: yaratılış ağacı (bk. ḫ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>şecere-i nuraniye: nurlu ağaç (bk. n-v-r)</td><td>şecere-i tûbâ-i nur: Cennetteki nurlu Tuba ağacı (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>şems: güneş</td><td>şuûn ve ef’âl-i Rabbâniye: herşeyin Rabbi olan Allah’ın işleri, icraat ve fiilleri (bk. ş-e-n; f-a-l; r-b-b)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Söz - Sayfa 205

hududundan tut, ta

وَالسَّمٰوَاتُ مَطْوِيَّاتٌ بِيَمِينِهِ
blank.gif
1
خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَاْلاَرْضَ فِى سِتَّةِ اَيَّامٍ
blank.gif
2

وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ
blank.gif
3

hududuna kadar uzanmış o hakikat-i nuraniyeyi, bütün dal ve budaklarıyla, gayat ve meyveleriyle, o kadar tenasüple ve birbirine uygun, birbirine lâyık, birbirini kırmayacak, birbirinin hükmünü bozmayacak, birbirinden tevahhuş etmeyecek bir surette o hakaik-ı esmâ ve sıfâtı ve şuûn ve ef’âli beyan etmiştir ki, bütün ehl-i keşif ve hakikat ve daire-i melekûtta cevelân eden bütün ashab-ı irfan ve hikmet, o beyanat-ı Furkaniyeye karşı “Sübhanallah” deyip, “Ne kadar doğru, ne kadar mutabık, ne kadar güzel, ne kadar lâyık!” diyerek tasdik ediyorlar.

Meselâ, bütün daire-i imkân ve daire-i vücuba bakan hem o iki şecere-i azîmenin birtek dalı hükmünde olan imanın erkân-ı sittesi ve o erkânın bütün dal ve budakları, ta en ince meyve ve çiçekler aralarında o kadar bir tenasüp gözetilerek tasvir eder ve o derece bir muvazenet suretinde tarif eder ve o mertebe bir tenasüp tarzında izhar eder ki, akl-ı beşer idrakinden âciz ve hüsnüne hayran kalır.

Ve o iman dalının bir budağı hükmünde olan İslâmiyetin erkân-ı hamsesi aralarında ve o erkânın ta en ince teferruatı ve en küçük âdâbı ve en uzak gayâtı ve en derin hikemiyâtı ve en cüz’î semerâtına varıncaya kadar, aralarında hüsn-ü tenasüp ve kemâl-i münasebet ve tam bir muvazenet muhafaza edildiğine delil: O Kur’ân-ı cami’in nusus ve vücuhundan ve işarat ve rümuzundan çıkan Şeriat-ı


[NOT]Dipnot-1 “Gökler Onun kudret elinde dürülmüştür.” Zümer Sûresi, 39:67.

Dipnot-2
“Gökleri ve yeri altı günde yaratan Odur.” Hûd Sûresi, 11:7.

Dipnot-3
“Güneşi ve ayı da emrine boyun eğdirdi.” Ra’d Sûresi, 13:2.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı cami’: herşeyi içinde bulunduran Kur’ân-ı Kerim (bk. c-m-a)</td><td>Sübhanallah: “Allah her türlü eksiklikten sonsuz derecede yücedir” (bk. s-b-ḥ)</td></tr><tr><td>akl-ı beşer: insan aklı</td><td>ashab-ı irfan ve hikmet: ilim ve hikmet sahibi kimseler (bk. a-r-f; ḥ-k-m)</td></tr><tr><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td><td>beyanat-ı Furkaniye: hak ile batılı birbirinden ayıran Kur’ân’ın açıklamaları, izahları (bk. b-y-n; f-r-ḳ)</td></tr><tr><td>cevelân eden: dolaşan, gezen</td><td>cüz’î: küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>daire-i imkân: bir şeyin var veya yok olabilme ihtimallerini içine alan daire, kâinat (bk. m-k-n)</td><td>daire-i melekût: varlıkların iç yüzüyle alakalı görünmeyen daire (bk. m-l-k)</td></tr><tr><td>daire-i vücub: hiç değişikliğe uğramayan, varlığı zorunlu ve vasıflarının zıddı düşünülemeyen ilâhlık dairesi (bk. v-c-b)</td><td>ehl-i keşif ve hakikat: gayb âlemine ait bilinmeyen hakikatleri Cenâb-ı Allah’ın lütfu ve ihsanıyla bilen kimseler (bk. k-ş-f; ḥ-ḳ-ḳ) </td></tr><tr><td>erkân: esaslar, şartlar (bk. r-k-n)</td><td>erkân-ı hamse: beş esas, şart (bk. r-k-n)</td></tr><tr><td>erkân-ı sitte: altı esas, şart (bk. r-k-n)</td><td>gayat: gayeler, amaçlar </td></tr><tr><td>hakaik-ı esmâ ve sıfât ve şuûn ve ef’âl: Cenâb-ı Allah’ın isim, sıfat, iş ve fiillerinin hakikatleri (bk. ḥ-ḳ-ḳ; s-m-v; v-ṣ-f; ş-e-n; f-a-l)</td><td>hakikat-i nuraniye: nurlu, parlak gerçek (bk. ḥ-ḳ-ḳ; n-v-r)</td></tr><tr><td>hikemiyât: hikmetli söz ve düşünceler (bk. ḥ-k-m)</td><td>hudut: sınır, uç</td></tr><tr><td>hüsn: güzellik (bk. ḥ-s-n)</td><td>hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b)</td></tr><tr><td>idrak: anlayış, kavrayış</td><td>izhar etmek: göstermek (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>işarat: işaretler, deliller</td><td>kemâl-i münasebet: mükemmel bir uygunluk (bk. k-m-l; n-s-b)</td></tr><tr><td>mutabık: uygun</td><td>muvazenet: denge, denklik (bk. v-z-n)</td></tr><tr><td>nusus: nasslar, açık hükümler</td><td>rümuz: remizler, işaretler</td></tr><tr><td>semerât: meyveler, neticeler</td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tasdik etmek: doğrulamak, onaylamak (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tasvir: anlatma, ifade etme (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>teferruat: ayrıntılar</td><td>tenasüp: uygunluk (bk. n-s-b)</td></tr><tr><td>tevahhuş: korkmak, ürkmek</td><td>vücuh: vecihler, yönler</td></tr><tr><td>âciz: güçsüz (bk. a-c-z)</td><td>âdâb: davranış kuralları</td></tr><tr><td>Şeriat-ı Kübrâ-yı İslâmiye: İslâmın büyük ve yüce kanunları (bk. ş-r-a; k-b-r; s-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Söz - Sayfa 206

Kübrâ-yı İslâmiyenin kemâl-i intizamı ve muvazeneti ve hüsn‑ü tenasübü ve resaneti, cerh edilmez bir şahid-i âdil, şüphe getirmez bir burhan-ı kàtı’dır.

Demek oluyor ki, beyanat-ı Kur’âniye, beşerin ilm-i cüz’îsine, bâhusus bir ümmînin ilmine müstenid olamaz. Belki bir ilm-i muhîte istinad ediyor; ve cemî eşyayı birden görebilir, ezel-ebed ortasında bütün hakaikı bir anda müşahede eder bir Zâtın kelâmıdır.

اَلْحَمْدُ ِللهِ الَّذِۤى اَنْزَلَ عَلٰى عَبْدِهِ الْكِتَابَ وَلَمْ يَجْعَلْ لَهُ عِوَجًا
blank.gif
1
bu hakikate işaret eder.

اَللّٰهُمَّ يَا مُنَزِّلَ الْقُرْاٰنِ بِحَقِّ الْقُرْاٰنِ وَبِحَقِّ مَنْ اُنْزِلَ عَلَيْهِ الْقُرْاٰنُ نَوِّرْ قُلُوبَنَا وَقُبوُرَنَا بِنُورِ اْلاِيمَانِ وَالْقُرْاٰنِ اٰمِينَ يَا مُسْتَعَانُ
blank.gif
2


endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 “Hamd o Allah’a mahsustur ki, kuluna kitabı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir.” Kehf Sûresi, 18:1.

Dipnot-2
Ey Kur’ân’ı indiren Allahım! Kur’ân’ın ve kendisine Kur’ân indirilen zâtın hakkı için, kalblerimizi ve kabirlerimizi iman ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Âmin, ey kendisinden istimdad edilen Müsteân![/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>beyanat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın açıklamaları (bk. b-y-n)</td><td>beşer: insan</td></tr><tr><td>burhan-ı kàtı’: kesin delil</td><td>bâhusus: özellikle</td></tr><tr><td>cemî: bütün (bk. c-m-a)</td><td>cerh edilmez: çürütülmez</td></tr><tr><td>ebed: sonu olmayan, sonsuzluk (bk. e-b-d)</td><td>ezel: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l)</td></tr><tr><td>eşya: şeyler, varlıklar</td><td>hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hüsn-ü tenasüp: güzel bir uygunluk (bk. ḥ-s-n; n-s-b)</td></tr><tr><td>ilm-i cüz’î: az ve sınırlı ilim (bk. a-l-m; c-z-e) </td><td>ilm-i muhît: herşeyi ihata edici, kuşatıcı ilim (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>istinad: dayanma (bk. s-n-d)</td><td>kelâm: söz, konuşma (bk. k-l-m)</td></tr><tr><td>kemâl-i intizam ve muvazenet: mükemmel düzen ve denge (bk. k-m-l; n-ẓ-m; v-z-n)</td><td>müstenid: dayanan (bk. s-n-d)</td></tr><tr><td>müşahede etme: görme (bk. ş-h-d)</td><td>resanet: sağlamlık</td></tr><tr><td>ümmî: okuma yazma bilmeyen</td><td>şahid-i âdil: adaletli ve doğruları söyleyen şahit (bk. ş-h-d; a-d-l)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 207


besmele.jpg


Cazibedar bir fitne içinde bulunan ve daha aklını
kaybetmeyen bazı gençlerle bir muhaveredir.

BİR KISIM GENÇLER tarafından, şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında, “Âhiretimizi ne suretle kurtaracağız?” diye, Risale-i Nur’dan medet istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi namına onlara dedim ki:

Kabir var; hiç kimse inkâr edemez. Herkes, ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda, üç yoldan başka yol yok.

Birinci yol: O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.
blank.gif
1

İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalâlette gidenlere, bir haps‑i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrit içinde bir haps-i münferit, yalnız başına bir hapis kapısıdır.
blank.gif
2
Öyle gördüğü ve itikad ettiği; ve inandığı gibi hareket etmediği için, öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalâlet için, bir idam-ı ebedî kapısı, yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini idam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek.
Bu iki şık bedihîdir; delil istemiyor, gözle görünür. Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç, ihtiyar farkı yoktur. Elbette, daima gözü önünde öyle büyük, dehşetli bir mesele karşısında biçare insan, o idam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferitten kurtulmak çaresini aramak


[NOT]Dipnot-1 bk. Buhârî, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70; Tirmizî, Cenâiz 70, Kıyâmet 26; Nesâî, Cenâiz 110; Müsned 3:3; 4:287.

Dipnot-2
bk. Dârimî, Rikak 94; Müsned 3:38; İbni Ebû Şeybe, el-Musannef 7:58; Abd b. Humeyd, el-Müsned s. 290; Ebû Ya’lâ, el-Müsned 2:491, 11:522; İbni Hibbân, es-Sahîh 7:391, 392.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>bedihî: ap açık, âşikar</td><td>biçare: çaresiz</td></tr><tr><td>cazibedar: cazibeli, çekici</td><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>darağacı: idam sehpası</td><td>dehşetli: korkunç</td></tr><tr><td>ecel: ölüm vakti</td><td>ehl-i iman: iman edenler, inananlar (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>ehl-i inkâr ve dalâlet: hak yoldan sapmış, inançsız kimseler (bk. n-k-r; ḍ-l-l)</td><td>fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma</td></tr><tr><td>haps-i ebedî: sonsuz bir hapis, Cehennem (bk. e-b-d)</td><td>haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d)</td></tr><tr><td>hevesat: nefsin hoşuna giden yasak istek ve arzular</td><td>idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>inkâr etmek: kabul etmemek, reddetmek (bk. n-k-r)</td><td>itikad etme: inanma</td></tr><tr><td>lehviyat: haram eğlenceler, oyunlar</td><td>medet: yardım</td></tr><tr><td>muamele: davranış; karşılık</td><td>muhavere: karşılıklı konuşma</td></tr><tr><td>nihayetsiz: sonsuz</td><td>sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik</td></tr><tr><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td><td>tarz: şekil</td></tr><tr><td>tasdik etmek: kabul etmek, doğrulamak (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tecrit: yalnız başına bırakma</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>âlem: dünya (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) </td><td>şahs-ı mânevî: mânevî kişilik (bk. a-n-y)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 208

ve kabir kapısını bir âlem-i bâkîye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hadisesi, o insanın dünya kadar büyük bir meselesidir.

Bu kat’î hakikat, bu üç yol ile bulunduğunda ve bu üç yolun da mezkûr üç hakikat ile olacağını ihbar eden yüz yirmi dört bin muhbir-i sadık,
blank.gif
1
ellerinde nişane-i tasdik olan mu’cizeler bulunan enbiyalar; ve o enbiyaların haber verdikleri aynı haberleri keşif ve zevk ve şuhud ile tasdik eden ve imza basan yüz yirmi dört milyon evliyanın aynı hakikate şehadetleri; ve hadd ü hesaba gelmeyen muhakkiklerin, kat’î delilleriyle, o enbiya ve evliyanın verdikleri aynı haberleri aklen, ilmelyakîn derecesindeHAŞİYE-1 ispat ettikleri ve yüzde doksan dokuz ihtimal-i kat’î ile, “İdam ve zindan-ı ebedîden kurtulmak ve o yolu saadet-i ebediyeye çevirmek, yalnız iman ve itaat iledir” diye, ittifakan haber veriyorlar.

Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için birtek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i mânevî onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüz binler sadık ve musaddak muhbirlerin, yüzde yüz ihtimalle, dalâlet ve sefahet, göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebep olduğunu ve “İman, ubûdiyet, yüzde yüz ihtimalle o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor” diye ihbar eden ve emarelerini ve âsarlarını gösterdikleri halde, bu acip ve garip ve dehşetli ve azametli mesele karşısında bulunan biçare insan ve bahusus Müslüman, eğer iman ve ubûdiyeti


[NOT]Dipnot-1 Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652: İbni Sa’d, et-Tabakatü’l-Kübrâ 1:32, 54.

Haşiye-1
Onlardan birisi Risale-i Nur’dur. Meydandadır.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>acip: hayret verici, şaşırtıcı</td><td>azametli: büyük (bk. a-ẓ-m)</td></tr><tr><td>bahusus: özellikle</td><td>biçare: çaresiz</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>darağacı: idam sehpası</td></tr><tr><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>elem-i mânevî: mânevî acı, vicdan azabı (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>emare: işaret, belirti</td><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>endişe-i helâket: yok olma endişesi</td><td>evliya: veliler, Allah dostları (bk. v-l-y)</td></tr><tr><td>hadd ü hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haps-i münferit: tek başına hapis, hücre hapsi (bk. f-r-d)</td><td>hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>ihbar eden: haber veren</td></tr><tr><td>ihtimal-i helâket: yok olma ihtimali</td><td>ihtimal-i kat’î: kesin ihtimal, olabilirlik</td></tr><tr><td>ilmelyakin: kesin bilgiye dayanarak, kuşkuya yer bırakmayacak biçimde öğrenme (bk. a-l-m; y-ḳ-n)</td><td>itaat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından sakınma</td></tr><tr><td>ittifakan: birlik halinde, birleşerek</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>keşif: Allah tarafından ilham olunmasıyla gizli bir şeyin meydana çıkarılması (bk. k-ş-f)</td><td>mezkûr: sözü geçen</td></tr><tr><td>muhakkik: gerçekleri araştıran, hakikatleri delilleriyle bilen âlimler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>muhbir: haber veren</td></tr><tr><td>muhbir-i sadık: doğru sözlü haber verici, peygamber (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>musaddak: doğrulanan, onaylanan (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>mu’cize: peygamberler tarafından ortaya konulup bir benzerini yapmakta başkalarını aciz ve hayrette bırakan ve imana gelmelerine sebep olan olağanüstü hal ve hareketler (bk. a-c-z)</td><td>nazar: dikkat (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>nişane-i tasdik: doğrulayıcı nişan, alamet (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>saadet-i ebediye: sonu olmayan, sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>sadık: doğru (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>saray-ı saadet: mutluluk sarayı</td></tr><tr><td>sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizce davranış, budalalık</td><td>ubûdiyet: kulluk (bk. a-b-d)</td></tr><tr><td>zevk: mânevî âlemlerde iman hakikatlerinin hazzına erişme</td><td>zindan-ı ebedî: sonsuz hapis (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>âlem-i bâkî: devamlı ve kalıcı olan âhiret âlemi (bk. a-l-m; b-ḳ-y) </td><td>âlem-i nur: nur âlemi (bk. a-l-m; n-v-r) </td></tr><tr><td>âsar: eserler</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr><tr><td>şuhud: kalp gözüyle görme (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 209

olmazsa, bütün dünya saltanatı ve lezzeti birtek insana verilse, acaba o göz önündeki her vakit oraya çağırılmasına nöbetini bekleyen bir insana verdiği o endişeden gelen elîm elemi kaldırabilir mi? Sizden soruyorum.

Madem ihtiyarlık, hastalık, musibet ve her tarafta vefiyatlar o dehşetli elemi deşiyorlar ve ihtar ediyorlar. Elbette o ehl-i dalâlet ve sefahet, yüz bin lezzeti ve zevki alsa da, yine o mânevî bir cehennem kalbinde yaşar ve yakar. Fakat pek kalın gaflet sersemliği muvakkaten hissettirmez.

Madem ehl-i iman ve taat, göz önünde gördüğü kabri bir hazine-i ebediyeye, bir saadet-i lâyezâlîye kendisi hakkında bir kapı olduğunu ve o ezelî mukadderat piyangosundan milyarlar altın ve elmasları kazandıracak bir bilet dahi iman vesikasıyla ona çıkmış; her vakit “Gel, biletini al” diye beklemesinden, derin, esaslı, hakikî lezzet ve zevk-i mânevî öyle bir lezzettir ki, eğer tecessüm etse ve o çekirdek bir ağaç olsa, o adama hususî bir cennet hükmüne geçtiği halde, o zevk ve lezzet-i azîmeyi terk edip, gençlik saikasıyla, o hadsiz elemlerle âlûde zehirli bir bala benzeyen sefihâne ve heveskârâne, muvakkat bir lezzet-i gayr-ı meşruayı ihtiyar eden, hayvandan yüz derece aşağı düşer. Ecnebî dinsizleri gibi de olamaz. Çünkü onlar Peygamberi inkâr etseler, diğerlerini tanıyabilirler. Peygamberleri bilmeseler de Allah’ı tanıyabilirler. Allah’ı bilmeseler de, kemâlâta medar olacak bazı güzel hasletler bulunabilir.

Fakat bir Müslüman, hem enbiyayı, hem Rabbini, hem bütün kemâlâtı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm vasıtasıyla biliyor. Onun terbiyesini bırakan ve zincirinden çıkan, daha hiçbir peygamberi tanımaz ve Allah’ı da tanımaz ve ruhunda kemâlâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. Çünkü, peygamberlerin en âhiri ve en büyükleri ve dini ve daveti umum nev‑i beşere baktığı için ve mucizatça ve dince umuma faik ve bütün nev-i beşere bütün hakaikte üstadlık edip on dört asırda parlak bir surette ispat eden ve nev-i beşerin



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Aleyhissalâtü Vesselâm: Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun (bk. ṣ-l-v; s-l-m)</td><td>Muhammed-i Arabî: Arapların içinden çıkan peygamberimiz Muhammed (a.s.m.) (bk. ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>Rab: herbir varlığa yaratılış gayelerine ulaşmaları için muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah (bk. r-b-b)</td><td>ecnebî: yabancı</td></tr><tr><td>ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapmış ve yasak zevk ve eğlenceye düşkün kimseler (bk. ḍ-l-l)</td><td>ehl-i iman ve taat: iman eden ve dinin emirlerine uyanlar (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>elem: acı, sıkıntı</td><td>elîm: elemli, acı verici</td></tr><tr><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td><td>esasat: esaslar, prensipler</td></tr><tr><td>ezelî: başlangıcı olmayan, sonsuzluk (bk. e-z-l)</td><td>faik: üstün</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l)</td><td>hadsiz: sınırsız</td></tr><tr><td>hakaik: hakikatler, gerçekler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>haslet: huy, özellik</td><td>hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>heveskârâne: hevesine, gelip geçici istek ve arzularına düşkün bir şekilde</td><td>ihtar: hatırlatma</td></tr><tr><td>ihtiyar: seçme, tercih etme, irade (bk. ḫ-y-r)</td><td>inkâr: inanmama, reddetme (bk. n-k-r)</td></tr><tr><td>kemâlât: faziletler, iyilikler, ahlâk ve huy güzellikleri (bk. k-m-l)</td><td>lezzet ve zevk-i mânevî: mânevî lezzet ve zevk (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>lezzet-i gayr-ı meşrua: dinen helâl olmayan, yasaklanmış lezzet (bk. ş-r-a)</td><td>medar: sebep, vesile</td></tr><tr><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>mukadderat: Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar, kader (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>musibet: belâ, felaket</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>muvakkaten: geçici olarak</td><td>mu’cizatça: mu’cizeler açısından (bk. a-c-z)</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık, insan türü</td><td>saadet-i lâyezâlî: hiç bitmeyen mutluluk, tükenmez saadet</td></tr><tr><td>saika: sevk etme</td><td>saltanat: egemenlik, hükümranlık (bk. s-l-ṭ)</td></tr><tr><td>sefihâne: yasak zevk ve eğlencelere düşkün bir şekilde; beyinsizce </td><td>suret: şekil, biçim (bk. ṣ-v-r)</td></tr><tr><td>tecessüm: cisimleşme, cisim halinde belirme</td><td>umum: bütün, genel</td></tr><tr><td>vefiyat: vefatlar, ölümler </td><td>vesika: belge</td></tr><tr><td>zevk ve lezzet-i azîme: büyük zevk ve lezzet (bk. a-ẓ-m)</td><td>âhiri: sonuncusu (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âlûde: bulaşmış, karışmış</td><td>üstad: hoca, öğretmen</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 210

medar-ı iftiharı bir zatın terbiye-i esasiyelerini ve usul-ü dinini terk eden, elbette hiçbir cihette bir nur, bir kemâl bulamaz. Sukut-u mutlaka mahkûmdur.

İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğunu, sabık beyanatta elbette anladınız. Eğer mazi, yani geçmiş zamanın hadisatını sinema ile halihazırda gösterdikleri gibi, istikbaldeki ahval dahi, meselâ elli sene sonraki halleri bir sinema ile gösterilseydi, ehl-i sefahet şimdiki güldüklerine yüz binlerce nefrin ve nefret edip ağlayacaktılar.
Dünya ve âhirette ebedî ve daimî süruru isteyen, iman dairesindeki terbiye-i Muhammediyeyi (a.s.m.) kendine rehber etmek gerektir.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


Birkaç biçare gençlere verilen bir tenbih,
bir ders, bir ihtardır

Birgün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de, eskiden Risale-i Nur’dan medet isteyen gençlere dediğim gibi, dedim ki:

Sizdeki gençlik kat’iyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup, başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette, kendi lezzetinden çok ziyade belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarf etseniz, o gençlik mânen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebep olacak.

Hayat ise, eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse, hayat, zahirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>ahval: haller, vaziyetler</td><td>beyanat: açıklamalar (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz, zavallı</td><td>bâki: kalıcı ve devamlı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>daire-i meşrua: dinin uygun gördüğü helâl daire (bk. ş-r-a)</td></tr><tr><td>ebedî: sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>ehl-i sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olan kimseler</td></tr><tr><td>elem: acı, keder, üzüntü</td><td>endişe-i istikbal: gelecek endişesi</td></tr><tr><td>gayr-i meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)</td><td>hadisat: hadiseler, olaylar</td></tr><tr><td>halihazırda: şimdi, şu anda</td><td>haricinde: dışında</td></tr><tr><td>hayat-ı dünyeviye: dünya hayatı (bk. ḥ-y-y)</td><td>hevesat: nefsin hoşuna giden gelip geçici istek ve arzular</td></tr><tr><td>iffet: namus</td><td>ihtar: hatırlatma</td></tr><tr><td>iktifa: yetinme</td><td>istikbal: gelecek</td></tr><tr><td>kat’iyen: kesinlikle</td><td>kemâl: mükemmellik, fazilet, erdem (bk. k-m-l)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>mazi: geçmiş</td></tr><tr><td>medar-ı iftihar: övünme vesilesi, övünç kaynağı</td><td>medet: yardım</td></tr><tr><td>meşru: helâl, dine uygun (bk. ş-r-a)</td><td>müptelâ: düşkün, tutulmuş</td></tr><tr><td>nefrin/nefret etmek: tiksinmek</td><td>nur: ışık, aydınlık (bk. n-v-r)</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>sabık: geçen</td></tr><tr><td>sarf etmek: harcamak, kullanmak</td><td>sukut-u mutlak: kesin bir şekilde düşüş, alçalış (bk. ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>sürur: sevinç, mutluluk</td><td>taat: itaat, Allah’ın emirlerine uyup yasaklarından kaçınma</td></tr><tr><td>tenbih: ikaz, uyarı</td><td>terbiye-i Muhammediye: Hz. Muhammed’in insanlığa getirdiği terbiye (bk. r-b-b; ḥ-m-d)</td></tr><tr><td>terbiye-i esasiye: esas terbiye, temel eğitim (bk. r-b-b)</td><td>terbiye-i İslâmiye: İslâm terbiyesi (bk. r-b-b; s-l-m)</td></tr><tr><td>usul-ü din: dinin usulü, temel prensipleri</td><td>zahirî: görünürde (bk. ẓ-h-r)</td></tr><tr><td>zayi: kaybolup gitme</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. eḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Söz - Sayfa 211

ziyade elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü, insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın aksine olarak, hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüşse, hazır lezzetine, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler, o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor. Hususan gayr-ı meşru ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece lezzet-i hayat noktasında aşağı düşer. Belki ehl‑i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl alâkadarlığıyla ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hasıl olan ebedî firaklar, mütemadiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer iman hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar imanın nuruyla ışıklanır ve vücut bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar Risalesinde, Yedinci Ricada izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz. Hergün ve her yerde ve her vakit vefiyatların gösterdikleri dehşetli hakikat-i mevt ise, size-başka gençlere söylediğim gibi-bir temsil ile beyan ediyorum.

Meselâ, burada, gözünüz önünde bir darağacı dikilmiş. Onun yanında bir piyango—fakat pek büyük bir ikramiye biletleri veren—dairesi var. Biz, buradaki on kişi, alâküllihal, ister istemez, hiç başka çare yok, oraya davet edileceğiz, bizi çağıracaklar. Ve çağırma zamanı gizli olmasından, her dakika ya “Gel, idam biletini al, darağacına çık” veyahut “Gel, milyonlar altın kazandıran bir ikramiye bileti sana çıkmış. Gel, al” demelerini beklerken, birden kapıya iki adam geldi. Biri yarı çıplak, güzel ve aldatıcı bir kadın, elinde zahiren gayet tatlı, fakat zehirli bir helva getirip yedirmek istiyor. Diğer biri de, aldatmaz ve aldanmaz, ciddî bir adam, o kadının arkasından girdi. Dedi ki: “Size bir tılsım, bir ders getirdim.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>adem: yokluk, hiçlik</td><td>alâkadarlık: ilgili olma</td></tr><tr><td>alâküllihal: ister istemez, her durumda (bk. k-l-l)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>cüz’î: az, küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>dalâlet: hak yoldan sapkınlık, inançsızlık (bk. ḍ-l-l)</td><td>darağacı: idam sehpası</td></tr><tr><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>ehl-i dalâlet ve gaflet: doğru ve hak yoldan sapmış, inançsız ve âhiretten habersiz, mânevî sorumluluklarına karşı duyarsız kimseler (bk. ḍ-l-l; ğ-f-l)</td></tr><tr><td>elem: acı, sıkıntı</td><td>envâr-ı vücudiye: varlığa ait olan nurlar (bk. n-v-r; v-c-d)</td></tr><tr><td>ezvâk: zevkler, lezzetler </td><td>ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri</td></tr><tr><td>firak: ayrılık (bk. f-r-ḳ)</td><td>fıtraten: yaratılış gereği (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>gaflet: vurdumduymazlık, Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma hali (bk. ğ-f-l)</td><td>gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)</td></tr><tr><td>hakikat-ı mevt: ölüm gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ; m-v-t)</td><td>hasıl olan: ortaya çıkan</td></tr><tr><td>hazır zaman: içinde bulunulan şimdiki zaman</td><td>hususan: özellikle</td></tr><tr><td>itikad: inanç</td><td>izah: açıklama</td></tr><tr><td>kâinat: evren, yaratılmış herşey (bk. k-v-n)</td><td>lezzet-i hayat: hayatın zevk ve lezzeti (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>muhafaza etmek: korumak (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>mâdum: yok</td></tr><tr><td>mütemadiyen: sürekli olarak</td><td>temsil: kıyaslama tarzında benzetme, analoji (bk. m-s̱-l)</td></tr><tr><td>tılsım: sır, gizem</td><td>ulvî: yüksek, yüce</td></tr><tr><td>vefiyat: vefatlar, ölümler</td><td>vücud: varlık (bk. v-c-d)</td></tr><tr><td>zahiren: görünüşte (bk. ẓ-h-r)</td><td>zaman-ı hazır: şimdiki zaman</td></tr><tr><td>zinetlendirmek: süslemek (bk. z-y-n)</td><td>ziyade: çok, fazla</td></tr><tr><td>zulmet: karanlık (bk. ẓ-l-m)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 212

Bunu okusanız, o helvayı yemezseniz, o darağacından kurtulursunuz. Bu tılsımla o emsalsiz ikramiye biletini alırsınız. İşte, bu darağacında, zaten gözünüzle görüyorsunuz ki, bal yiyenler oraya giriyorlar ve oraya girinceye kadar o helvanın zehirinden dehşetli karın sancısı çekiyorlar. Ve o büyük ikramiye biletini alanlar çendan görünmüyorlar ve zahiren onlar da o darağacına çıktıkları görünüyor. Fakat onlar asılmadıklarını, belki oradan kolayca ikramiye dairesine girmek için basamak yaptıklarını, milyonlar şahitler var, haber veriyorlar. İşte, pencerelerden bakınız. En büyük memurlar ve bu işle alâkadar büyük zatlar yüksek sesle ilân ediyorlar ve haber veriyorlar ki, o darağacına gidenleri aynelyakîn gözünüzle gördüğünüz gibi, bu ikramiye biletini tılsımcılar aldıklarını hiç şek ve şüphesiz, gündüz gibi kat’î biliniz” dedi.

İşte, bu temsil gibi, zehirli bir bal hükmünde olan gayr-ı meşru dairedeki gençliğin sefahetkârâne zevkleri, hazine-i ebediyenin ve saadet-i sermediyenin bileti ve vesikası olan imanı kaybettiği için, darağacı hükmünde olan ölüm ve ebedî zulümat kapısı olan kabrin musibetine, aynen zahiren göründüğü gibi düşer. Ve ecel gizli olduğu için, genç ihtiyar fark etmeyerek, her vakit ecel cellâdı başını kesmek için gelebilir.

Eğer o zehirli bal hükmünde olan hevesat-ı gayr-ı meşruayı terk edip, tılsım-ı Kur’ânî olan iman ve ferâizi elde etmekle ve fevkalâde mukadderat-ı beşer piyangosundan çıkan saadet-i ebediye hazinesi biletini alacağına, yüz yirmi dört bin enbiya
blank.gif
1
aleyhimüsselâm ile beraber had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat müttefikan haber veriyorlar ve âsârını gösteriyorlar.

Elhasıl: Gençlik gidecek. Sefahette gitmişse, hem dünyada, hem âhirette binler belâ ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle suiistimal ile, israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve mânevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz, hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. Elbette hastahanelerin ekseriyetle lisan-ı hâlinden, gençlik saikasıyla israfat ve suiistimalden gelen hastalıktan eninler, eyvahlar işittiğiniz gibi, hapishanelerden dahi,


[NOT]Dipnot-1 Yüz yirmi dört bin nebî, üç yüz on beş (veya üç yüz on üç) resûl olduğuna dair bk. Müsned 5:265; İbni Hibbân, es-Sahîh 2:77; et-Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr 8:217; el-Hâkim, el-Müstedrek 2:652.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)</td><td>darağacı: idam sehpası</td></tr><tr><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td><td>ehl-i hakikat: doğru ve hak yolda olanlar (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>ehl-i velâyet: veli kullar, Allah dostları (bk. v-l-y)</td><td>ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>elem: acı, keder, üzüntü</td><td>elhasıl: özetle, sonuç olarak</td></tr><tr><td>emsalsiz: benzersiz (bk. m-s̱-l)</td><td>enbiya: peygamberler (bk. n-b-e)</td></tr><tr><td>enin: inilti</td><td>evhamlı: kuşkulu, vehimli, kuruntulu</td></tr><tr><td>ferâiz: farzlar, Allah’ın kesin emirleri</td><td>fevkalâde: olağanüstü</td></tr><tr><td>gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)</td><td>had ve hesaba gelmemek: sonsuz ve sınırsız olmak</td></tr><tr><td>hazine-i ebediye: sonu olmayan hazine (bk. e-b-d)</td><td>hevesat-ı gayr-ı meşrua: dinin izin vermediği arzu ve istekler (bk. ş-r-a)</td></tr><tr><td>israfat: israflar, savurganlıklar</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>lisan-ı hâl: hal ve beden dili</td><td>mukadderat-ı beşer: insanın kaderi; Allah tarafından takdir olunmuş işler, başa gelecek olaylar (bk. ḳ-d-r)</td></tr><tr><td>müttefikan: ittifakla, birleşerek</td><td>saadet-i ebediye: sonsuz mutluluk (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>saadet-i sermediye: sürekli mutluluk</td><td>saika: sebep, sevk etme</td></tr><tr><td>sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük, beyinsizce davranış, budalalık</td><td>sefalethane: aşağılık ve çirkin işlerin yapıldığı yer</td></tr><tr><td>suiistimal: kötüye kullanma</td><td>tılsım-ı Kur’ânî: Kur’ân’ın gayet tesirli, derin hakikatleri</td></tr><tr><td>zahiren: görünüş itibariyle (bk. ẓ-h-r)</td><td>zulümat: karanlıklar (bk. ẓ-l-m)</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya, öldükten sonraki hayat (bk. e-ḫ-r)</td><td>âsâr: eserler</td></tr><tr><td>çendan: gerçi, her ne kadar</td><td>şek: tereddüt, şüphe</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 213

ekseriyetle gençliğin taşkınlık saikasıyla gayr-ı meşru dairedeki harekâtın tokatlarını yiyen bedbaht gençlerin teessüflerini işiteceksiniz. Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta, ehl-i keşfü’l-kuburun müşahedâtıyla ve bütün ehl-i hakikatin tasdikiyle ve şehadetiyle, ekser azaplar, gençlik suiistimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.

Hem nev-i insanın ekseriyetini teşkil eden ihtiyarlardan ve hastalardan sorunuz. Elbette, ekseriyet-i mutlaka ile esefler, hasretlerle “Eyvah, gençliğimizi bâd-ı hava, belki zararlı zayi ettik. Sakın bizim gibi yapmayınız” diyecekler. Çünkü beş on senelik gençliğin gayr-ı meşru zevki için, dünyada çok seneler gam ve keder ve berzahta azap ve zarar ve âhirette Cehennem ve sakar
blank.gif
1
belâsını çeken adam, en acınacak bir halde olduğu halde,
blank.gif
2
اَلرَّاضِى بِالضَّرَرِ لاَ يُنْظَرُ لَهُ sırrıyla, hiç acınmaya müstehak olamaz. Çünkü zarara rızasıyla girene merhamet edilmez ve lâyık değildir. Cenâb-ı Hak bizi ve sizi bu zamanın cazibedar fitnesinden kurtarsın ve muhafaza eylesin. Âmin.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


Risale-i Nur mizanlarından On Üçüncü Sözün

İkinci Makamının haşiyesidir

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
blank.gif
3

Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.

Evet, gençlik damarı, akıldan ziyade hissiyatı dinler. His ve heves ise kördür, âkıbeti görmez. Bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzete tercih eder. Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker.


[NOT]Dipnot-1 bk. Kamer Sûresi, 54:48; Müddessir Sûresi, 74:26, 27, 42.

Dipnot-2
Şer’î bir kaidedir. “Zarara kendi rızasıyla girene merhamet edilmez.”

Dipnot-3
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>batman: yaklaşık sekiz kg. ağırlığında bir ağırlık ölçüsü</td><td>bedbaht: talihsiz</td></tr><tr><td>berzah: kabir âlemi</td><td>bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız</td></tr><tr><td>cazibedar: cazibeli, çekici</td><td>dirhem: yaklaşık üç grama denk olan bir ağırlık ölçüsü</td></tr><tr><td>ehl-i hakikat: hak ve doğru yolda olan kimseler (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>ehl-i keşfü’l-kubur: mânen kabirdeki ölülerin hallerini anlayanlar (bk. k-ş-f)</td></tr><tr><td>ekser: daha çok (bk. k-s̱-r)</td><td>ekseriyet-i mutlaka: kesin çoğunluk (bk. k-s̱-r; ṭ-l-ḳ)</td></tr><tr><td>ekseriyetle: çoğunlukla (bk. k-s̱-r)</td><td>elem: acı, keder, sıkıntı</td></tr><tr><td>esef: üzüntü, acı</td><td>fitne: ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; baştan çıkarma</td></tr><tr><td>gam: üzüntü</td><td>gayr-ı meşru: helâl olmayan, dine aykırı (bk. ş-r-a)</td></tr><tr><td>hakiki: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>harekât: hareketler, davranışlar</td></tr><tr><td>haşiye: dipnot, açıklayıcı not</td><td>hissiyat: hisler, duygular</td></tr><tr><td>hususan: özellikle</td><td>katletmek: öldürmek</td></tr><tr><td>keder: sıkıntı</td><td>mahpus: hapsedilmiş olan</td></tr><tr><td>mizan: ölçü (bk. v-z-n)</td><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td></tr><tr><td>müstehak: layık (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>mütemadiyen: sürekli</td></tr><tr><td>müşahedât: gözlemler (bk. ş-h-d)</td><td>nev-i insan: insanlık, insan türü</td></tr><tr><td>saika: sevk</td><td>sakar: yedi Cehennemden birinin ismi </td></tr><tr><td>suiistimalât: kötü kullanımlar</td><td>tasdik: onay, doğrulama (bk. ṣ-d-ḳ)</td></tr><tr><td>teessüf: üzüntü, acı, hayıflanma</td><td>teşkil eden: oluşturan</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>âkıbet: netice, son</td><td>âlem-i berzah: kabir âlemi, dünya ile âhiret arası âlem (bk. a-l-m)</td></tr><tr><td>âmin: “Allahım kabul eyle” (bk. e-m-n)</td><td>şehadet: şahitlik, tanıklık (bk. ş-h-d)</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 214

Ve bir saat sefahet keyfiyle, bir namus meselesinde binler gün, hem hapsin, hem düşmanın endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.

Bunlara kıyasen, biçare gençlerin çok vartaları var ki, en tatlı hayatını en acı ve acınacak bir hayata çeviriyorlar. Ve bilhassa şimalde koca bir devlet, gençlik hevesatını elde ederek, bu asrı fırtınalarıyla sarsıyor. Çünkü akıbeti görmeyen kör hissiyatla hareket eden gençlere, ehl-i namusun güzel kızlarını ve karılarını ibâha eder. Belki hamamlarında erkek kadın beraber çıplak olarak girmelerine izin vermeleri cihetinde bu fuhşiyatı teşvik eder. Hem serseri ve fakir olanlara zenginlerin mallarını helâl eder ki, bütün beşer bu musibete karşı titriyor.

İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanâne davranıp, iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılıçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa, o biçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ut hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azaplara, elemlere çevirip mahveder ve suiistimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, eseflerle ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’âniye ve Nurun hakikatleriyle kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ut bir Müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.

Evet, bir genç, hapiste yirmi dört saat her günkü ömründen tek bir saatini beş farz namazına sarf etse ve, ekser günahlardan hapis mâni olduğu gibi, o musibete sebebiyet veren hatadan dahi tevbe edip sair zararlı, elemli günahlardan çekilse, hem hayatına, hem istikbaline, hem vatanına, hem milletine, hem akrabasına büyük bir faidesi olması gibi, o on, on beş senelik fâni gençlikle ebedî parlak bir gençliği kazanacağını, başta Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, bütün kütüb ve suhuf-u semaviye kat’î haber verip müjde ediyorlar.

Evet, o şirin, güzel gençlik nimetine istikametle, taatle şükretse, hem ziyadeleşir, hem bâkileşir, hem lezzetlenir. Yoksa hem belâlı olur, hem elemli, gamlı, kâbuslu olur, gider. Hem akrabasına, hem vatanına, hem milletine muzır bir serseri hükmüne geçirmeye sebebiyet verir.



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan: açıklamalarıyla benzerini yapmakta akılları âciz bırakan Kur’ân (bk. a-c-z; b-y-n)</td><td>beşer: insanlık</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz</td><td>bâkileşmek: devamlı ve kalıcı hale gelmek (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>ebedî: sonu olmayan, sonsuz (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>ehl-i namus: namus sahibi</td><td>ekser: pekçok (bk. k-s̱-r)</td></tr><tr><td>elem: acı, sıkıntı</td><td>elzem: çok gerekli</td></tr><tr><td>esef: üzüntü, acı</td><td>fuhşiyat: çok çirkin, aşağılık, helâl olmayan işler</td></tr><tr><td>fâni: gelip geçici, yok olucu (bk. f-n-y)</td><td>gam: üzüntü</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hayat-ı bâkiye: kalıcı ve devamlı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>hevesat: hevesler, arzu ve istekler</td><td>hissiyat: hisler, duygular</td></tr><tr><td>ibâha: serbest bırakma, helâl gösterme</td><td>istikamet: doğruluk</td></tr><tr><td>istikbal: gelecek</td><td>kahramanâne: kahramanca</td></tr><tr><td>kat’î: kesin</td><td>kütüb ve suhuf-u semaviye: Allah tarafından bazı peygamberlere gönderilen kitaplar ve sahifeler (bk. k-t-b; s-m-v) </td></tr><tr><td>mahvetmek: yok etmek</td><td>mes’ut: mutlu</td></tr><tr><td>muhafaza: koruma (bk. ḥ-f-ẓ)</td><td>mukabele etmek: karşılık vermek</td></tr><tr><td>musibet: belâ, felaket, sıkıntı</td><td>muzır: zararlı</td></tr><tr><td>mâni: engel</td><td>nevi: çeşit, tür</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>sair: diğer</td></tr><tr><td>sarf etmek: harcamak</td><td>sefahet: zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkünlük; beyinsizlik</td></tr><tr><td>suiistimal: kötü kullanım</td><td>taat: Allah’ın emirlerine uyma, yasaklarından kaçınma</td></tr><tr><td>terbiye-i Kur’âniye: Kur’ân’ın terbiyesi (bk. r-b-b)</td><td>varta: tehlike</td></tr><tr><td>ziyadeleşmek: fazlalaşmak</td><td>zîhayat: canlı, hayat sahibi (bk. ḥ-y-y)</td></tr><tr><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td><td>şimal: kuzey</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 215

Eğer mahpus zulmen mahkûm olmuşsa, farz namazını kılmak şartıyla, herbir saati bir gün ibadet olduğu gibi, o hapis onun hakkında bir çilehane-i uzlet olup, eski zamanda mağaralara girerek ibadet eden münzevî salihlerden sayılabilirler.

Eğer fakir ve ihtiyar ve hasta ve iman hakikatlerine müştak ise, farzını yapmak ve tevbe etmek şartıyla, herbir saatleri yirmişer saat ibadet olup, hapis ona bir istirahathane ve merhametkârâne ona bakan dostlar için bir muhabbethane, bir terbiyehane, bir dershane hükmüne geçer. O hapiste durmakla, hariçteki müşevveş, her taraftaki günahların hücumuna maruz serbestiyetten daha ziyade hoşlanabilir. Hapisten tam terbiye alır. Çıktığı zaman, bir kàtil, bir müntakim olarak değil, belki tevbekâr, tecrübeli, terbiyeli, millete menfaatli bir adam çıkar. Hattâ Denizli hapsindeki zatların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zatlar demişler ki: “Terbiye için on beş sene hapse atmaktansa, on beş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.“

Madem ölüm ölmüyor. Ve ecel gizlidir, her vakit gelebilir. Ve madem kabir kapanmıyor; kafile kafile arkasında gelenler oraya girip kayboluyorlar. Ve madem ölüm, ehl-i iman hakkında idam-ı ebedîden terhis tezkeresine çevrildiği, hakikat-i Kur’âniye ile gösterilmiş; ve ehl-i dalâlet ve sefahet hakkında, gözle göründüğü gibi, bir idam-ı ebedîdir, bütün mahbubâtından ve mevcudattan bir firâk-ı lâyezâlîdir. Elbette ve elbette, hiç şüphe kalmaz ki, en bahtiyar odur ki, sabır içinde şükretmek ve hapis müddetinden tam istifade ederek Nurların dersini alarak istikamet dairesinde imanına ve Kur’ân’a hizmete çalışmaktır.

Ey zevk ve lezzete müptelâ insan! Ben yetmiş beş yaşımda, binler tecrübelerle ve hüccetlerle ve hadiselerle aynelyakîn bildim ki, hakikî zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet yalnız imandadır ve iman hakikatleri dairesinde bulunur. Yoksa, dünyevî bir lezzette çok elemler var. Bir üzüm tanesini yedirir, on tokat vurur gibi, hayatın lezzetini kaçırır.

Ey hapis musibetine düşen biçareler! Madem dünyanız ağlıyor ve hayatınız acılaştı. Çalışınız, âhiretiniz dahi ağlamasın ve hayat-ı bâkiyeniz gülsün, tatlılaşsın.


<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Denizli: (bk. bilgiler)</td><td>aynelyakin: gözle görerek kesin bilgi edinme (bk. y-ḳ-n)</td></tr><tr><td>bahtiyar: talihli</td><td>biçare: çaresiz</td></tr><tr><td>ecel: ölüm vakti</td><td>ehl-i dalâlet ve sefahet: doğru ve hak yoldan sapan, inançsız kimseler ve zevk, eğlence ve yasak şeylere düşkün olanlar (bk. ḍ-l-l)</td></tr><tr><td>ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)</td><td>elem: acı, sıkıntı</td></tr><tr><td>farz: Allah’ın kesin emirleri</td><td>fevkalâde: olağanüstü</td></tr><tr><td>firâk-ı lâyezâlî: sonu olmayan ayrılık (bk. f-r-ḳ; z-v-l)</td><td>hakikat-ı Kur’âniye: Kur’ân’ın gerçeği (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hakikî: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>hariçteki: dışarıdaki</td></tr><tr><td>hayat-ı bâkiye: devamlı ve kalıcı âhiret hayatı (bk. ḥ-y-y; b-ḳ-y)</td><td>hüccet: delil</td></tr><tr><td>hüsn-ü ahlâk: güzel ahlâk (bk. ḥ-s-n; ḫ-l-ḳ)</td><td>idam-ı ebedî: dirilmemek üzere sonsuz yok oluş (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>istikamet: doğruluk</td><td>istirahathane: rahat edilecek, dinlenilecek yer</td></tr><tr><td>kafile: grup</td><td>keder: sıkıntı, üzüntü</td></tr><tr><td>kàtil: adam öldüren</td><td>mahbubât: sevilenler, sevgililer (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>mahpus: hapsedilmiş olan</td><td>maruz: tesiri altında olma</td></tr><tr><td>menfaat: yarar, fayda</td><td>merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>mevcudât: varlıklar (bk. v-c-d)</td><td>muhabbethane: sevgi yeri, muhabbet evi (bk. ḥ-b-b)</td></tr><tr><td>musibet: belâ, felaket</td><td>müntakim: intikam alan</td></tr><tr><td>münzevî: bir köşeye çekilip ibadetle uğraşan, vaktini ibadetle geçiren</td><td>müptelâ: düşkün, tutulmuş</td></tr><tr><td>müşevveş: düzensiz, karma karışık</td><td>müştak: düşkün, istekli</td></tr><tr><td>saadet: mutluluk</td><td>salih: dinin emir ve yasaklarına uygun hareket eden, Allah’ın sevgili kulu (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>terhis: göreve son verme</td><td>tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek</td></tr><tr><td>tevbekâr: pişmanlık duyup bağışlanma dileyen</td><td>tezkere: belge</td></tr><tr><td>ziyade: çok, fazla</td><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>çilehane-i uzlet: yalnız başına ve çile içinde ibadet edilen yer</td><td>ıslah: iyileştirme, düzeltme</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 216

Hapisten istifade ediniz. Nasıl bazan ağır şerâit altında, düşman karşısında bir saat nöbet bir sene ibadet hükmüne geçebilir.
blank.gif
1
Öyle de, sizin bu ağır şerâit altında herbir saat ibadet zahmeti, çok saatler olup o zahmetleri rahmetlere çevirir.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
blank.gif
2
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
blank.gif
3

Aziz, sıddık kardeşlerim,

Hapis musibetine düşenlere ve onlara merhametkârâne, sadakatle, hariçten gelen erzaklarına nezaret ve yardım edenlere kuvvetli bir teselliyi Üç Noktada beyan edeceğim.

Birinci nokta: Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir. Ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle mânen bâki saatlere çevirebilir. Ve beş on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmaya vesile olabilir.

İşte, ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymettar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tevbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zaten hapis çok günahlara mânidir, meydan vermiyor.

İkinci nokta: Zevâl-i lezzet elem olduğu gibi, zevâl-i elem dahi lezzettir. Evet, herkes geçmiş lezzetli, safalı günlerini düşünse, teessüf ve tahassür elem-i mânevîsini hissedip “Eyvah” der. Ve geçmiş musibetli, elemli günlerini tahattur etse, zevâlinden bir mânevî lezzet hisseder ki, “Elhamdülillâh, şükür, o belâ sevabını bıraktı, gitti” der, ferahla teneffüs eder. Demek bir saat muvakkat elem, ruhta bir mânevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilâkis, elem bırakır.

Madem hakikat budur. Ve madem geçmiş musibet saatleri, elemleriyle beraber mâdum ve yok olmuş; ve gelecek belâ günleri, şimdi mâdum ve yoktur. Ve yoktan elem yok ve mâdumdan elem gelmez. Meselâ, birkaç gün sonra aç ve susuz olmak ihtimalinden, bugün o niyetle mütemadiyen ekmek yese ve su içse, ne derece divaneliktir. Aynen öyle de, geçmiş ve gelecek elemli saatleri—ki hiç


[NOT]Dipnot-1 bk. Buhârî, Cihâd 5, 73; Müslim, İmâret 112-115, 163; Tirmizî, Fezâilü’l-Cihâd 26.

Dipnot-2
Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-3
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z)</td><td>beyan: açıklama (bk. b-y-n)</td></tr><tr><td>bilâkis: aksine, tersine</td><td>bâki: ölümsüz, devamlı, kalıcı (bk. b-ḳ-y)</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>divanelik: delilik, akılsızlık</td></tr><tr><td>ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)</td><td>elem: acı, keder, sıkıntı</td></tr><tr><td>elem-i mânevî: mânevî elem, acı (bk. a-n-y)</td><td>elhamdü lillâh: “ezelden ebede her türlü hamd ve övgü, şükür ve minnet Allah’a mahsustur” (bk. ḥ-m-d; e-l-h)</td></tr><tr><td>erzak: rızıklar, yiyecek ve içecekler (bk. r-z-ḳ)</td><td>fâni: ölümlü, gelip geçici (bk. f-n-y)</td></tr><tr><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td><td>haps-i ebedî: sonsuz bir hapis (bk. e-b-d)</td></tr><tr><td>hariçten: dışarıdan</td><td>istifade etmek: faydalanmak, yararlanmak</td></tr><tr><td>kıymettar: kıymetli, değerli</td><td>merhametkârâne: merhametli bir şekilde (bk. r-ḥ-m)</td></tr><tr><td>musibet: belâ, felaket, dert</td><td>muvakkat: geçici</td></tr><tr><td>mâdum: yok</td><td>mânen: mânevî olarak (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>mütemadiyen: sürekli olarak</td><td>nezaret: gözetim (bk. n-ẓ-r)</td></tr><tr><td>sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>safa: zevk, keyif</td></tr><tr><td>sıddık: çok doğru (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>tahassür: özlem, hasret çekme</td></tr><tr><td>tahattur: hatırlama</td><td>teessüf: eseflenme, üzülme</td></tr><tr><td>teneffüs: nefes alma, nefeslenme</td><td>zevâl: geçip gitme (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>zevâl-i elem: acı ve kederin sona ermesi (bk. z-v-l)</td><td>zevâl-i lezzet: lezzetin sona ermesi (bk. z-v-l)</td></tr><tr><td>şerâit: şartlar</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 217

ve mâdum ve yok olmuşlar—şimdi düşünüp sabırsızlık göstermek ve kusurlu nefsini bırakıp Allah’tan şekvâ etmek gibi “Of, of” etmek divaneliktir. Eğer sağa sola, yani geçmiş ve geleceklere sabır kuvvetini dağıtmazsa ve hazır saate ve güne karşı tutsa, tam kâfi gelir; sıkıntı ondan bire iner. Hattâ, şekvâ olmasın, ben bu üçüncü medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve mânevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nurun hizmetinden mahrumiyetimden gelen meyusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inâyet-i İlâhiye bu mezkûr hakikati gösterdi. Ben de sıkıntılı hastalığımdan ve hapsimden razı oldum. “Çünkü benim gibi kabir kapısında bir biçareye, gafletle geçebilir bir saatini on adet ibadet saatleri yapmak büyük kârdır” diye şükreyledim.

Üçüncü nokta: Mahpuslara şefkatkârâne hizmetle yardım etmek ve muhtaç oldukları rızıklarını ellerine vermek ve mânevî yaralarına tesellilerle merhem sürmekte az bir amel ile büyük bir kazanç var. Ve dışarıdan gelen yemeklerini onlara vermek, aynı o yemek kadar o gardiyan ve gardiyanla beraber dahilde ve hariçte çalışanların, bir sadaka hükmünde, defter-i hasenatına yazılır. Hususan musibetzede, ihtiyar veya hasta veya fakir veya garip olsa, o sadaka‑i mâneviyenin sevabı çok ziyadeleşir.

İşte bu kıymetli kazancın şartı, farz namazını kılmaktır. Ta ki, o hizmeti lillâh için olsun. Hem bir şartı da, sadakat ve şefkat ve sevinçle ve minnet etmemek tarzda yardımlarına koşmaktır.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
blank.gif
1
وَاِنْ مِنْ شَىْءٍ اِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدِهِ
blank.gif
2

اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ أَبَدًا دَائِمًا
blank.gif
3

Ey hapis arkadaşlarım ve din kardeşlerim,

Size hem dünya azabından, hem âhiret azabından kurtaracak bir hakikati beyan etmek, kalbime ihtar edildi. O da şudur:

Meselâ, birisi, birinin kardeşini veya bir akrabasını öldürmüş. Bir dakika intikam


[NOT]Dipnot-1 Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-2
“Hiçbir şey yoktur ki Allah’ı hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

Dipnot-3
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi; sonsuza kadar sürekli üzerinize olsun.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>beyan etmek: açıklamak (bk. b-y-n)</td><td>biçare: çaresiz</td></tr><tr><td>dahilde: içeride</td><td>defter-i hasenat: sevap ve iyiliklerin yazıldığı mânevî defter (bk. ḥ-s-n)</td></tr><tr><td>gaflet: umursamazlık, âhiretten ve Allah’ın emir ve yasaklarından habersiz davranma (bk. ğ-f-l) </td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>hariçte: dışarıda</td><td>hususan: özellikle</td></tr><tr><td>ihtar: hatırlatma</td><td>inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı (bk. a-n-y; e-l-h)</td></tr><tr><td>kâfi: yeterli</td><td>lillâh: Allah için</td></tr><tr><td>mahpus: hapsedilmiş olan</td><td>mahrumiyet: yoksunluk</td></tr><tr><td>medrese-i Yusufiye: Hz. Yusuf’un (a.s.) hapiste kalmasına benzetilerek, iman ve Kur’ân hizmetinden dolayı tutuklananların hapsedildiği yer mânâsında hapishane</td><td>meyusiyet: ümitsizlik</td></tr><tr><td>mezkûr: sözü geçen</td><td>minnet: başa kakma</td></tr><tr><td>musibetzede: felâkete uğrayan</td><td>mâdum: yok, ölü</td></tr><tr><td>nefis: kişinin kendisi (bk. n-f-s)</td><td>sadaka-i mâneviye: belaları def edecek mânevî sadaka (bk. a-n-y)</td></tr><tr><td>sadakat: bağlılık, sebat (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>zarfında: içinde</td></tr><tr><td>ziyadeleşmek: fazlalaşmak</td><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td></tr><tr><td>şefkatkârâne: şefkatli bir şekilde (bk. ş-f-ḳ)</td><td>şekva: şikayet</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 218

lezzetiyle bir katl, milyonlar dakika hem kalbî sıkıntı, hem hapis azabını çektirir. Ve maktulün akrabası dahi intikam endişesiyle ve karşısında düşmanını düşünmesiyle, hayatının lezzetini ve ömrünün zevkini kaçırır. Hem korku, hem hiddet azabını çekiyor. Bunun tek bir çaresi var. O da, Kur’ân’ın emrettiği ve hak ve hakikat ve maslahat ve insaniyet ve İslâmiyet iktiza ve teşvik ettikleri olan barışmak ve musalâha etmektir.
blank.gif
1

Evet, hakikat ve maslahat sulhtur. Çünkü ecel birdir, değişmez.
blank.gif
2
O maktul, herhalde ecel geldiğinden daha ziyade kalmayacaktı. O kàtil ise, o kaza-i İlâhiyeye vasıta olmuş.

Eğer barışmak olmazsa, iki taraf da daima korku ve intikam azabını çekerler. Onun içindir ki, “üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek”
blank.gif
3
İslâmiyet emrediyor.

Eğer o katl bir adavetten ve bir kinli garazdan gelmemişse ve bir münafık o fitneye vesile olmuşsa, çabuk barışmak elzemdir. Yoksa, o cüz’î musibet büyük olur, devam eder.

Eğer barışsalar ve öldüren tevbe etse ve maktule her vakit dua etse, o halde her iki taraf çok kazanırlar ve kardeş gibi olurlar. Bir gitmiş kardeşe bedel, birkaç dindar kardeşleri kazanır, kaza ve kader-i İlâhîye teslim olup düşmanını affeder. Ve bilhassa madem Risale-i Nur dersini dinlemişler; elbette mabeynlerinde bulunan bütün küsmekleri bırakmaya hem maslahat ve istirahat-i şahsiye ve umumiye, hem Nur dairesindeki uhuvvet iktiza ediyor. Nasıl ki Denizli hapsinde birbirine düşman bütün mahpuslar, Nurlar dersiyle birbirlerine kardeş oldular. Ve bizim beraatimize bir sebep olup, hattâ dinsizlere, serserilere de o mahpuslar hakkında “Maşaallah, bârekâllah” dedirttiler ve o mahpuslar tam teneffüs ettiler.

Ben burada gördüm ki, birtek adamın yüzünden yüz adam sıkıntı çekip beraber teneffüse çıkmıyorlar. Onlara zulüm olur. Mert ve vicdanlı bir mü’min, küçük ve cüz’î bir hata veya menfaatle yüzer zararı ehl-i imana vermez. Eğer hata etse, verse, çabuk tevbe etmek lâzımdır.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


[NOT]Dipnot-1 bk. Nisâ Sûresi, 4:128; Hucurât Sûresi, 49:9.

Dipnot-2
bk. Nahl Sûresi, 16:61; Münâfikûn Sûresi, 63:11.

Dipnot-3
bk. Müslim, Birr: 25.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Denizli: (bk. bilgiler)</td><td>adavet: düşmanlık</td></tr><tr><td>bedel: karşılık</td><td>bilhassa: özellikle</td></tr><tr><td>bârekâllah: Allah hayırlı ve bereketli kılsın (bk. b-r-k)</td><td>cüz’î: küçük (bk. c-z-e)</td></tr><tr><td>ecel: ölüm vakti</td><td>ehl-i iman: iman edenler, mü’minler (bk. e-m-n)</td></tr><tr><td>elzem: çok gerekli</td><td>fitne: bozgunculuk, ara bozma</td></tr><tr><td>garaz: kötü kasıt</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>iktiza: gerektirme</td><td>istirahat-i şahsiye ve umumiye: şahsın ve toplumun rahatı</td></tr><tr><td>kader-i İlâhî: Allah’ın meydana gelecek hadiseleri olmadan önce takdir etmesi, planlaması (bk. ḳ-d-r; e-l-h)</td><td>katl: öldürme </td></tr><tr><td>kaza-i İlâhiye: Allah’ın emrinin, takdirinin yerine gelmesi (bk. ḳ-ḍ-y; e-l-h)</td><td>kazâ: olacağı Allah tarafından bilinen ve takdir olunan şeylerin zamanı gelince yaratılması (bk. ḳ-ḍ-y)</td></tr><tr><td>kàtil: öldüren</td><td>mabeyn: ara</td></tr><tr><td>mahpus: hapsedilmiş olan</td><td>maktul: öldürülen</td></tr><tr><td>maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)</td><td>maşaallah: Allah ne güzel dilemiş ve yapmış</td></tr><tr><td>musalâha etmek: barışmak (bk. ṣ-l-ḥ)</td><td>münafık: iki yüzlü, olduğundan farklı görünen</td></tr><tr><td>sulh: barış (bk. ṣ-l-ḥ)</td><td>teneffüs: nefes alma, rahatlama</td></tr><tr><td>tevbe etmek: pişmanlık duyup bağışlanma dilemek</td><td>uhuvvet: kardeşlik</td></tr><tr><td>ziyade: fazla, çok</td></tr></tbody></table>
 

TaLHa

Nur-u Aynım
Yönetici
Onüçüncü Sözün İkinci Makamı - Sayfa 219

بِاسْمِهِ سُبْحَانَهُ
blank.gif
1
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكَاتُهُ
blank.gif
2

Aziz yeni kardeşlerim ve eski mahpuslar,

Benim kat’î kanaatim gelmiş ki, buraya girmemizin inâyet-i İlâhiye cihetinde bir ehemmiyetli sebebi sizsiniz. Yani, Nurlar tesellileriyle ve imanın hakikatleriyle sizi bu hapis musibetinin sıkıntılarından ve dünyevî çok zararlarından ve boşu boşuna gam ve hüzünle giden hayatınızı faidesizlikten, bâd-ı heva zayi olmasından ve dünyanızın ağlaması gibi âhiretinizi ağlamaktan kurtarıp tam bir teselli size vermektir.

Madem hakikat budur. Elbette siz dahi, Denizli mahpusları ve Nur talebeleri gibi, birbirinize kardeş olmanız lâzımdır. Görüyorsunuz ki, bir bıçak içinize girmemek ve birbirinize tecavüz etmemek için, dışarıdan gelen bütün eşyanız ve yemek ve ekmeğinizi ve çorbanızı karıştırıyorlar. Size sadakatle hizmet eden gardiyanlar çok zahmet çekiyorlar. Hem siz beraber teneffüse çıkmıyorsunuz. Güya canavar ve vahşî gibi birbirinize saldıracaksınız.

İşte, şimdi sizin gibi fıtrî kahramanlık damarını taşıyan yeni arkadaşlar, bu zamanda mânevî büyük bir kahramanlıkla heyete deyiniz ki: “Değil elimize bıçak, belki mavzer ve revolver de verilse, hem emir de verilse, biz bu biçare ve bizim gibi musibetzede arkadaşlarımıza dokunmayacağız. Eskiden yüz düşmanlık ve adavetimiz dahi olsa da, onları helâl edip hatırlarını kırmamaya çalışacağımıza, Kur’ân’ın ve imanın ve uhuvvet-i İslâmiyenin ve maslahatımızın emriyle ve irşadıyla karar verdik” diyerek bu hapsi bir mübarek dershaneye çeviriniz.

endOfSection.gif
endOfSection.gif


Leyle-i Kadîrde ihtar edilen bir mesele-i mühimme
On Üçüncü Sözün İkinci Makamının Zeyli

Leyle-i Kadîrde kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:
Nev-i beşer bu son Harb-i Umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadıyla ve merhametsiz tahribatıyla ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlûpların dehşetli meyusiyetleriyle ve galiplerin dehşetli telâş


[NOT]Dipnot-1 Her türlü noksan sıfatlardan yüce olan Allah’ın adıyla.

Dipnot-2
Allah’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.[/NOT]



<table border="0" cellpadding="0" cellspacing="2"><tbody><tr><td>Denizli: (bk. bilgiler)</td><td>Leyle-i Kadir: Kadir gecesi</td></tr><tr><td>adavet: düşmanlık</td><td>aziz: çok değerli, izzetli (bk. a-z-z)</td></tr><tr><td>biçare: çaresiz, zavallı</td><td>bâd-ı heva: boşu boşuna, faydasız</td></tr><tr><td>cihet: yön</td><td>eşedd-i istibdat: baskının en şiddetlisi</td></tr><tr><td>eşedd-i zulüm: zulmün en şiddetlisi (bk. ẓ-l-m)</td><td>fitrî: yaratılıştan gelen (bk. f-ṭ-r)</td></tr><tr><td>galip: yenen, üstün gelen</td><td>gam: sıkıntı, üzüntü</td></tr><tr><td>güya: sanki</td><td>hakikat: gerçek, doğru (bk. ḥ-ḳ-ḳ)</td></tr><tr><td>ihtar: hatırlatma</td><td>inâyet-i İlâhiye: Allah’ın yardımı, lütfu (bk. a-n-y; e-l-h)</td></tr><tr><td>irşad: doğru yolu gösterme (bk. r-ş-d)</td><td>kat’î: kesin</td></tr><tr><td>mahpus: hapsedilmiş olan</td><td>maslahat: fayda, yarar (bk. ṣ-l-ḥ)</td></tr><tr><td>mavzer: bir cins tüfek</td><td>mağlup: yenilen</td></tr><tr><td>mesele-i mühimme: önemli mesele (bk. m-s̱-l)</td><td>meyusiyet: ümitsizlik</td></tr><tr><td>musibetzede: felakete uğramış</td><td>mübarek: bereketli, uğurlu (bk. b-r-k)</td></tr><tr><td>nev-i beşer: insanlık, insan türü</td><td>revolver: tabanca, küçük silah</td></tr><tr><td>sadakat: bağlılık (bk. ṣ-d-ḳ)</td><td>son Harb-i Umumî: İkinci Dünya Savaşı</td></tr><tr><td>tahribat: yıkımlar, bozmalar</td><td>tecavüz: saldırma, sataşma</td></tr><tr><td>uhuvvet-i İslâmiye: İslâm kardeşliği (bk. s-l-m)</td><td>zayi: kayıp</td></tr><tr><td>zeyl: ilâve, ek</td><td>âhiret: öteki dünya (bk. e-ḫ-r)</td></tr></tbody></table>
 
Üst