Bediüzzaman’ı veya Bejan’ı Anlamak... 11 Nisan 2011

harp

Well-known member
Bediüzzaman’ı veya Bejan’ı Anlamak...
11 Nisan 2011 Pazartesi 06:15
“Risale-i Nur’u anlamıyorlar, yahut da anlamak istemiyorlar. (...) Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgam bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harb meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harblerde bir câni gibi muâmele gördüm, bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade, ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti.” (B. Said Nursî, Tarihçe-i Hayat)
Bu ülkede saflaşmak (her iki anlamda da), saf tutmak kolaydır da, arada kalmak zordur. Savaşmak, saldırmak, kan dökmek kolaydır da; buna direnmek zordur… Düşman olmak pek kolaydır da, dost kalmak zordur. Arada kalmak isteyeni ve dahi bu surette şiddete müdahil olmak istemeyeni kimse anlamaz, kabullenmez çünkü… Belki varlığını bilmek bile istemez, işine gelmez.
Haklının sadece ve sadece kendisi olduğu, doğrunun sadece ve sadece kendi fikriyatında bulunduğunu düşünenler, empatinin nasıl büyük bir nimet olduğunu idrak edemezler hiçbir şekilde… Allah, onların zihin ve kalp dünyasından bu büyük nimeti çekip almıştır. Ebediyen sadece ve sadece kendileri kalmak mührünü kalplerine basmıştır. Kalpleri mühürlenmiştir onların artık, defterleri kapanmıştır; ruhları, çoktan beri önyargılarına rehin bırakılmıştır. Onların ne fikirleri değişir, ne de onlarla “fikir” tartışılır. Onlarla yalnızca tartışılır… Artık eller vurmaktan kan, ayaklar tekmelemekten kan, gözler ağlamaktan kan kan¬dır, yüzler öfkeyle al aldır…
Bu tiplere her yerde rastlarsınız. Bunlar, ilkokul sıralarından beri en¬doktirine edilmiş beyinleriyle, daha fazlasını ve daha başkasını düşünmek istemezler. Kendi bildikleri dışında bir doğrunun, bir boyutun, farklı bir perspektifin varlığını kabul etmek istemezler. Bırakın hasımları saydıkları insanları, kendi fikirlerine katılmayanları dahi gerçek anlamda “var” olarak görmezler. Onlara göre bütün bu ara ve karşıt formlar, hep beraber kandırılmıştır. Hepsi “gaflet ve dalalet” halindedir. Göbeğini kaşıyan adamlardır. Bidon kafalılardır. Oyu bir sayılmaması gereken çobanlardır… Cahil halktır ve kayıtsız şartsız zaten onun olan egemenlik, asla ona bırakılmamalıdır. Çünkü halk, sadece insandır. Kendileri ise, daha üst bir varlıktır.
Çetin Altan; bir eserinde bunların düşünce yapılarını “Yurtta sulh, cihanda sulh dediniz; başa geldiniz; yurtta da düşmandan başka bir şey hayal etmediniz, cihanda da bundan başka bir şey görmediniz” diyerek eleştirir. Bediüz¬za¬man Said Nursî Hazretleri de, masum olduğu halde, defalarca atıldığı zindanlarda, yollandığı haksız sürgünlerde ve çıkarıldığı mahkemelerde aynı şeyi savunur. Aynı doğruları söyler. Kendisine; “Sen bizi sever misin? Beğeniyor musun? Eğer seversen, neden bize küsüp karışmıyorsun? Eğer beğenmiyorsan bize muarızsın. Biz muarızlarımızı ezeriz” diyenlere karşı; aynı “arada kalmak” hakkını kullanarak direnir:
“Ben değil sizi, belki dünyanızı sevseydim, dünyadan çekilmezdim. Ne sizi ve ne de dünyanızı beğenmiyorum. Fakat karışmıyorum. Çünkü ben başka maksattayım; başka noktalar benim kalbimi doldurmuş, başka şeyleri düşünmeye kalbimde yer bırakmamış. Sizin vazifeniz ele bakmaktır, kalbe bakmak değil. Çünkü idarenizi, asayişinizi istiyorsunuz. El karışmadığı vakit, ne hakkınız var ki, hiç lâyık olmadığınız halde ‘Kalb de bizi sevsin’ demeye?”
Evet, bu insanlar bizden, sanki hakları varmış gibi, kalbimizi de istemektedirler. Kalan bu tek insanî yanımızı da talan ederek; bizi sistemin şuursuz fedaîleri olarak gütmeyi, ezmeyi, ziyan etmeyi planlamaktadırlar. Buna karşı sergilenen her duruşu da; bir “dahili bedhah” tahayyülü ile, “yurtta sulh” olmamış bir fırka tasavvuru ile ve Bediüzzaman’a yapıldığı gibi “Küsüp karışmıyor, bize katılmıyor, o zaman bizim muarızımızdır” teşhisi ile istibdatları altında yok etme telaşındadırlar. Bunu ya kendileri yaparlar, yahut da nümayiş ile halka yaptırırlar. Devlet düşmanı damgası yapıştırırlar. Vatan haini derler, “Beğenmiyorsan git Amerika’da yaşa!” tavsiyesini yinelerler. Ama mutlaka denerler bunu, bunu yaparlar, çünkü bunlar arada kalmışlardır; şiddete dahil olmamışlardır ve hadisin ifadesiyle “fitne zamanı, oturmayı (hadiselere karışmamayı), ayakta kalmaya tercih etmişlerdir.” Ve kurulu düzenin arada kalmaya, farklı olmaya, kanlı saflar tutmamaya tahammülü yoktur.
Bejan Matur’un çilesi de belki bu… Bunun aynısı… Saflardan birisine bir “arada duran” olarak teklif ettiği empati, maalesef, saflaşmanın o soğuk mantalitesine uymadığı için, kimi makamlarca reddediliyor. Hemen “arada kalmak isteyene” bir aydına saf biçiliyor. Tıpkı daha evvel başkalarına yapıldığı gibi “Bizi beğenmiyorsun, o zaman bize muarızsın, biz muarızlarımızı ezeriz” mantığı içerisinde üstüne geliniyor. İki saftan başka olmak, başka düşünmek kabul edilmiyor.
İnsanlar, ne kadar da az, birbirlerini anlamak istiyorlar? Ve kavga etmeyi ne kadar da çok seviyorlar? Şu acip halimize sahi ne denir? Sadece ve sadece kendilerini haklı görenler, bu arada kalmışlara, bu yalnızlara, bu gariplere akan kanın durması adına omuz vermeleri gerekirken, bir de köstek oluyorlar. Çünkü rejim bundan kazanıyor. Rejimin çarkı böyle dönüyor. Kan akıtırsan, kazanırsın… Muhalif de olsan kazanırsın… İktidarda da olsan kazanırsın… Düşman da olsan, kazanırsın… Akıtmazsan, ki bu fitneye dahil olmayacaksın demektir, haksızsın… Kavgalar hep bu cümle üzerine dönüyor. Gizli/açık mahkemeler hep bu sakat ve sabit fikir üzerine şekilleniyor. Birileri, yıllar önce tıpkı Bediüzzaman’a yaptıkları gibi, bizden kalbimizi istiyor; irademizi istiyor, farklı düşünme hakkımızı kullanmamızı talep ediyor.
Bejan Matur’u ve çabasını anlamak bu yönüyle önemli… Elimizdeki diyalog fırsatlarını kaçırmamak adına, kıymetli… Kulakların sağır olduğu bir zamanda “fikir şehrimizin başka bir ucundan koşarak gelenleri” dinlemek, onların bizden farklı da olsa, söylediklerine kulak vermek gerek. Bize akan kanın durması için yeni cümleler lazım, yeni söylemler lazım. Kan, sadece daha fazla kanı doğuruyor. Bir fasit daire, bir fasit cehennem bu… Bize gülümseyen çocuklar lazım.
Karıncayı incitmez bir şefkate sahip olduğu halde, nasıl olmuşsa olmuş, nasıl kanmışsa kanmış, teröre karışmış bir akrabamın annesinin; bir bayram ziyareti esnasında gözyaşlarıyla söyledikleri, belki hepinize benim gibi empatik yolculuklar yaptırabilir… Onun oğlu yıllardır hapiste… Öyle ki, ben çocukluğumdan hayal meyal hatırladığım bu akrabamı, görsem tanır mıyım, hiç bilmiyorum. Hatta hiç sanmıyorum. Hapse girmesinin ardından bir de açlık grevine girince, gıdasızlıktan gözlerini kaybetmiş. Eylem sona erdiğinde tedavi etmişler, fakat kurtulamamış gözleri… Hapis cezası sürüyor, çünkü o da masumların kanına girmiş. O da başka ocakları yakmış. Başka canları acıtmış. Anneleri ağlatmış… Bunun inkârı mümkün değil. Ettiğini çekiyor… Annesi, o gün ziyaretimiz esnasında, artık yıllanmış, kapanmış sandığımız bu acıyı, hiç unutmadığını bize gösterdi. Yarı Kürtçe, yarı Türkçe konuşarak anlattıklarını, aşağıya, hatırladığım kadarıyla alıyorum:
“Ben nasıl diyeyim ki, oğlumu devlet affetsin? Benim oğlum masum kanına girmiş, adam öldürmüş, hiç demem, diyemem, nasıl affolsun? Affolmaz o… Bir var ki, devlet keşke idam cezasını kaldırmaya idi. O zaman bunu asarlardı da, bir kere ağlardık, gömerdik, unuturduk. Şimdi hapiste, gözleri kördür, ne yapıyor, ne ediyor, nasıl yaşıyor bilmiyik. Böyle her gün ölüm çok zor. Vallahi çok zor… Korkuyorum, bunun çektiklerine baka baka kardeşleri de onun gibi olur.”
İşte… Eleştirdiğimiz, bazılarımız tarafından PKK sempatizanlığı yapmakla; bazılarımız tarafındansa aslını unutup “Türk olmakla” suçlanan Bejan Matur, kimsenin kardeşi böyle olmasın diye bu kitabı yazıyor, bu yazıları sürdürüyor ve diyalog çabalarını destekliyor. Bu yüzden bize empati yaptırmaya çalışıyor. Kimsenin ağabeyi askerde şehit olmasın diye, kimsenin ablası dağda donmasın diye, kimsenin anası köyünde ağlamasın diye, kimse köylerimizi basmasın diye, kimse dağlarımızı bombalamasın diye; ne Kürtçe, ne de Türkçe hiçbir yerde ağıtlar yakılmasın diye didiniyor. Çok mu anlamsız bir şey bu? Çok mu zararlı bir çaba? Çok mu faydasız? Böyle bir çabaya köstek olmaktansa, ne söyleniyor bir kez dinlemek daha faydalı değil mi?
Bediüzzaman o kadar anlattı ömrü boyunca, hem de daha ateş bacayı sarmamışken anlattı; ipler bu kadar kopmamışken anlattı; bir avuç fedakâr Türk, Kürt, Çerkez, Laz, Arap vs. vicdanlı talebesinden başka onu kim dinledi? Hangi devlet reisi ona yeterince kulak verdi? Bir de üstüne üstlük zindan zindan, sürgün sürgün, memleket memleket dolaştırıldı. Vatan hainlerine yapılmayacak zulümler kendisine yapıldı. Fakat arada kalanlar hep garip olur, alışmak gerek… Garip gelir, garip gider, garip yaşarlar… Kabullenmek lazım… Bunu yapmaya, arada kalmaya, garip olmaya, garip karşılanmaya cesaretimiz var mı? Belki var, belki yok… Bilemiyorum. Yine de söylemek istiyorum, asırlar evvel o Şah-ı Resul’ün söylediği gibi: “Ne mutlu o gariplere!” Normallerin kana susadığı yerde, garip olmak, hiç garip değil. Hatta özenilesi… İnsan önce önyargı dağlarının arkasına bakmayı öğrenmeli, vesselam!
 
Üst