“Büyük görünme, küçülürsün”

memluk

Hatim Sorumlusu
Bediüzzaman'ın eserlerini okuyanlarca malumdur; şan, şöhret, maddi veya manevi makamlar hem kendisince hem de takipçilerince fersah fersah uzak durulması gereken manevi bir hastalık olarak tanımlanır.

Bediüzzaman'ın hayatı bunun en büyük şahididir. Bediüzzaman'a göre şan ve şöhreti isteyenlerin karşılacakları en büyük bir problem:
ayn-ı riya ve insanı başkalarına kul köle edecek kadar ciddi bir hastalık”1 olacaktır.

Zira bir makam beklentisi olan kişiler, amellinde “rıza-yı İlahi” yerine “makamı elde etme”yi koyarlar.

Beklentisi içinde oldukları makam eğer haddlerinden ziyade ise bu defa o makama erişmek için kendilerinde olmayanı varmış gibi gösterme çabasıyla riyaya müracaat edeceklerdir.

İnsanlar o makamı kendisine yakıştırmaya başladıkları andan itibaren de aslında kendisinde bulunmayanlarla tasannuya başlayarak insanların zannının kölesi olup, makamı muhafaza etme çabasına girecektir.

Lemaat'daki “Büyük görünme, küçülürsün” manzumesi de bu iddiayı te'yid ediyor.



“Allah’a binlerle şükrediyorum ki, uzun seneler ihtiyarım haricinde olarak hizmet-i imaniyemi maddî ve mânevî kemalât ve terakkiyatıma ve azaptan ve Cehennemden kurtulmama ve hattâ saadet-i ebediyeme vesile yapmaklığıma, yahut herhangi bir maksada âlet yapmaklığıma mânevî gayet kuvvetli mânialar beni men ediyordu.
Bu derunî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bırakıyordu.
Herkesin hoşlandığı mânevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mâl-i saliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men ediliyordum.

Rıza-yı İlâhîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle, yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.

Çünkü şimdi bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere ve bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında imanı kurtaracak ve muannidlere kat’î kanaat verecek bir tarzda, yani hiçbir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur’ân dersi vermek lâzımdır ki, küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inatçı dalâleti kırsın, herkese kat’î kanaat verebilsin.

Bu kanaat de bu zamanda, bu şerait dahilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî ve dünyevî, maddî ve mânevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir.”
Emirdağ Lahikası-II, (69. Maktup, Konuşan Yalnız Hakikattir).
 
Üst