Kur'an'ın Mahfûziyeti Açısından "Ayetler ve Sûreler Arasındaki Münasebet"

kasif1

Well-known member
Allah Tealâ’nın, insanları dünyada ve âhirette saadete ulaştırmak için indirdiği yüce kitabı Kur’ân-ı Kerîm’in âyet ve sûrelerinin tertibinin bir düzen dahilinde olmaması elbette düşünülemez. Bunun içindir ki, Kur’ân’ın âyet ve sûrelerinin tertibi vahye dayanmaktadır. Kur’ân’ın i’caz yönlerinden birisi de, tertibinin ve nazmının fevkalâde bir uyum içinde olmasıdır. İşte Kur’ân’ın tertibindeki bu incelikleri ve düzeni inceleyen ilim dalı “Âyetler ve Sûreler Arasındaki Münasebet” olarak adlandırılmaktadır.

Bütün müfessirler, Kur’ân’ın i’cazından bahsederken, onun fesahat ve belâgatın zirvesinde olduğunu zikrederler.1 Öyleyse fesahat ve belâgatın bütün vecihlerini cem’eden Kur’ân’ın harfleri, kelimeleri ve cümleleri arasında, lâfız bakımından bir ahenk ve anlam bakımından bir bütünlüğün bulunması gerekir.2

Tefsir ilminin içerisinde Hicri 4. asırdan itibaren ayrı bir dal olarak doğan “Âyetler ve Sûreler Arasındaki Münasebet” ilminin ilk mahsulleri Ebû Bekr en-Nisabûri ve Zemahşeri’de görülür. Büyük müfessir Fahreddin er-Râzi ile daha bir belirginlik kazanan bu ilim, Hicrî 9. asrın ortalarında Bikâi ile müstakil bir ilim dalı hâline gelmiş ve İmam Suyûti’nin sûreler arasındaki münasebetle ilgili iki eser kaleme almasıyla gerçek hüviyetine kavuşmuştur. İmam Suyûti’nin bu eserleri, bir çok müfessire kaynaklık etmiş ve bu ilim, günümüze kadar ulaşmıştır. Bu sahadaki çalışmalar, Kur’ân’ın nazmı ve üslûbundaki fevkalâdelik ve insicamıyla beraber, aslında onun bütünlüğünü gözler önüne sermeyi hedef alır. Bu sebeple âlimler, evvelâ onun fesahat ve belâgatı üzerinde, daha sonra da Kur’ân’ın genel mesajını anlamadaki yeri ve önemi üzerinde hassasiyetle durmuşlardır.

Kur’ân’daki bütünlüğü kavrayabilmek gayesiyle müfessirler, âyetler ve sûreler arasındaki münasebeti tesbitte şu genel kaideyi geliştirmişlerdir: Kur’ân’ın tamamında âyetler arasındaki münasebeti tesbit edebilmek için, önce sûrenin serdedildiği maksada, sonra bu maksadı destekleyen mukaddimelere ve maksada uzaklık ve yakınlık bakımından bu mukaddimelerin derecelerine bakılır. Ayrıca, kelâmın mukaddimelerde birbirini takip etmesi sırasında, dinleyenin bazı hüküm ve bilgileri kavrama arzusunun belâgat kaidelerine uymak suretiyle yerine getirilmesi nazara alınır. Bu da onun, münasebeti arayanın nasslara vâkıf olmasını sağlamak ve kendisine tatmin edici bilgiler vermekle mümkün olur.

Şüphesiz Kur’ân’ın üslûbu ve nazmı, onun i’caz vecihlerinden sadece birisidir. Allah kelâmı olan Kur’ân’ın nazmındaki zenginlik ve üslûbundaki fevkalâdelikte üstün bir i’caza sahip oluşu ve nazmındaki i’caza varan harika güzellik, kelâmdaki cümlelerin birbiriyle münasebetine bağlıdır.3 Kur’ân’ın nazmı, tertibi, harflerin kelimelerde, kelimelerin cümlelerde, cümlelerin sûrelerde terkip tarzı, Arap beliğlerinin tanıdıkları ve vücuda getirdikleri eserlere benzememektedir.4 O, Arapça’nın dışına çıkmadığı hâlde, başkalarından hemen ayırt edilebilen kendine has bir ifade tarzına sahiptir.5 Aynı zamanda Kur’ân’ın nazmında müşahede edilen uyum ve âyetler arasındaki münasebet, onun tamamının i’cazı hakkında da bir fikir vermektedir.

Kur’ân dilinde yeni olan taraf, hangi sahada sِöz söylerse söylesin, daima en üstün malzemeyi ve kast olunan mânâya en münasip lâfzı seçmesi, her zerreyi yerli yerine koymasıdır.6 Öyle ki, her bir kelime yerli yerine oturtulurken siyak ve sibaktaki kelimelerle uyumsuzluk göstermesi asla söz konusu değildir. Bundan dolayı, tek bir kelimenin bile bulunduğu mekândan çıkarılıp başka bir mekâna konulması ve onun bir başkasıyla değiştirilmesi düşünülemez.7 Bu sebepledir ki büyük müfessir Fahreddin er-Razi, Kur’ân’ın üslûbu yönüyle mûcize olduğunu söyleyenlerin, kelimelerin ahenkli ve irtibatlı bir şekilde bir araya gelmesiyle ortaya çıkan bu mükemmel nazmı kasdettikleri kanaatinde olduğunu ifade eder.8 İşte Âyet ve Sûreler Arasındaki Münasebet İlmi, bütün bu güzellikler ve incelikler üzerinde durur.

Âyetlerin tertibi

Bu arada konuyla çok ciddî ilgisi olan, âyetlerin ve sûrelerin tertibi meselesine bakmak yararlı olacaktır. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinin tertibi bizzat Hz. Peygamber’in (s.a.s.) emriyle olmuştur. Farklı şaz ve ferdî görüşler bulunmakla birlikte, âyetlerin Kur’ân’daki dizilişi hususunda re’y ve içtihada yer verilmemiştir.9 Cebrâil (a.s.) âyetleri Hz. Peygamber’e (s.a.s.) indiriyor ve her âyetin konulacağı sûredeki yerini ona bildiriyordu. Hz. Peygamber de (s.a.s.) onu ashabına okuyor ve vahiy kâtiplerine o âyeti belirtilen sûrenin ilgili yerine yazmalarını emrediyordu. Daha sonra o âyetleri ashabına namaz kıldırırken, onlara nasihat, vaaz, sohbet ve irşad ederken ve günlük hayatlarında vuku bulan herhangi bir meselede hüküm verirken tekrar tekrar okuyordu. Sahabeden Kur’ân’ı veya bir kısmını ezberleyenler de Hz. Peygamber’in (s.a.s.) okuduğu tertip üzere ezberliyorlar, birbirlerine bu şekilde öğretiyorlar ve namazlarında da aynı minval üzere okuyorlardı. Her yıl Ramazan ayında yeryüzünün emini Hz. Peygamber (s.a.s.), Kur’ân’ın o zamana kadar inen kısmını gökyüzünün emini Cebrâil’e (a.s.) arz ederdi. Bu arz işi, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) vefat ettiği yıl iki defa yapılmıştı. Buna “arza-i ahîre/son arza” denilmektedir.10

Dolayısıyla, âyetlerin Kur’ân’daki yeri, uzunluğu-kısalığı ictihadî bir mesele olmayıp, tamamen vahye dayanmaktadır. Bir veya iki kelimelik âyetler bile bulunduğu gibi; meselâ, müdayene âyeti diye bilinen âyet (Bakara/2: 282) tam bir sayfadır. Çok defa her bir âyetin, bütün maksatlarıyla âdeta tek bir Kur’ân hükmünde oluşu, âyetin kendi içinde bütünlüğünün bir neticesidir.11

Kur’ân âyetlerinin tertibinin vahiy yolu ile yapıldığında icmâ vardır. Peygamber Efendimiz zamanında ilâhî vahye uygun olarak tertip edilen Kur’ân ile bizim elimizdeki Kur’ân arasında hiçbir fark yoktur.12 Bu icmânın dayandığı delillerden bazıları şunlardır:

1. Ebû Mes’ud el-Bedrî’den rivâyet edilen bir hadiste Peygamber Efendimiz: “Her kim Bakara sûresinin son iki âyetini herhangi bir gece okursa, ona kifayet eder.” buyurmuştur. Bu hadis, Bakara sûresinin başından sonuna kadar âyetlerinin bir tertip içinde sıralandığını ve bunun da bütün sahabi tarafından bilindiğini göstermektedir. Eğer bilinmiyor olsaydı, Bakara sûresinin son âyetlerine işaret edilmezdi. Ve yine bu hadis-i şeriften Bakara sûresinin Allah Resûlü devrinde de Amenerrasûlü...ile başlayan iki âyetle bittiğini anlıyoruz. O hâlde, Kur’ân’ın bugünkü tertibi ile Peygamber Efendimiz zamanındaki tertibi arasında hiçbir fark yoktur.

2. Ebu’d-Derdâ’dan gelen bir rivâyette Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) şöyle buyurmuşlardır: “Kim Kehf sûresinin başı‏‎ndan –bir rivâyette, sonundan– on âyet ezberlerse Mesih Deccâl’in ‏şerinden emin olur.” Bu rivâyet de o zaman Kur’ân’ın tertipli olduğunu göstermektedir. Âyetler tertipli olmasaydı, Kehf sûresinin başından veya sonundan on âyetten bahsetmek mânâsız olurdu.

3. Osman İbn Ebi’l-As (r.a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber’in (s.a.s.) yanında oturuyordum. Birden gözünü bir noktaya dikti, sonra doğrulttu ve şöyle buyurdu: ‘Bana Cibril-i Emin gelerek şu âyeti şu sûrenin ilgili yerine koymamı emretti” dedi ve Nahl sûresinin 90. âyeti olan “Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara vermeyi emreder” âyetinin sonuna kadar okudu.”13 Bu hadis, bize âyetlerin yerlerinin Hz. Cebrail’in Hz. Peygamber’e (s.a.s.) bildirmesiyle belirlendiğini göstermektedir.

4. Abdullah İbn Zübeyr’den yapılan rivâyette Abdullah İbn Zübeyr’in (r.a.) Hz. Osman’a (r.a.) şöyle dediği rivâyet edilir: Hz. Osman’a dedim ki: “Sizden ölüp de (dul) eşler bırakan kimseler, bıraktıkları maldan, zevcelerinin evlerinden çıkarılmaksızın bir yıla kadar faydalanmaları hususunda (sağlıklarında) vasiyet etsinler.” âyetini bir başka âyet neshettiği hâlde neden bu mensuh âyeti yazıyorsun, yahut Mushaf’ta bırakıyorsun?” Bana: “Ey kardeşimin oğlu! Kur’ân’dan hiçbir şeyin yerini değiştiremem” dedi. Buhari’nin naklettiği bu hadis, âyetlerin tertibinin tevkifî olduğunu bizzat Hz. Osman’ın ifadesiyle bize aktarmaktadır. Bu konuda en yetkili sahabi olarak adı sıkça geçen Hz. Osman bile âyetlerin yerlerinin değiştirilmesi hususunda hiçbir tasarrufta bulunamayacağını ifade etmektedir.

Yüzlerce sahabinin huzurunda okunan bu âyetler eğer değişik tertip üzere okunsaydı, buna dair bir bilgi mutlaka bize ulaşırdı. Bütün bu bilgiler, Kur’ân âyetlerinin, Cebrail tarafından Hz. Peygamber’e indirildiği şekliyle muhafaza edildiğini, herhangi bir takdim-tehir yapılmasının söz konusu olmadığını göstermektedir. Bu konuda kesin icmâ olduğu bilinen bir gerçektir.

Sûrelerin tertibi

Kur’ân-ı Kerîm’in mushaf hâline getirilmesi Hz. Ebû Bekr (r.a.) döneminde gerçekleşmiştir. Sûrelerin, Kur’ân-ı Kerîm’deki tertibi ile nüzul sırasının farklı olduğu bir gerçektir. Sûrelerin konulacağı yerlerin bizzat Hz. Peygamber’in emriyle tesbit edildiğini ifade eden alimler, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) âyetlerin tertibiyle ilgili emri, aynı şekilde sûreler hakkında da variddir, görüşündedirler.14

Sûrelerin tertibinin bir kısmının ictihadî bir kısmının tevkifî olduğunu söyleyenler varsa da, Ebû Cafer en-Nahhas, Ebû Bekr el-Enbari, Ebû Amr ed-Dâni, el-Kirmâni, Fahreddin er-Razi, İbnü’l-Hassar, ve İmam Şatıbi gibi birçok alim, tevkifî olduğunu kabûl etmektedir. İçtihadî olduğunu söyleyenler de, mevcut tertip hususundaki icmâı kabullenmekte ve buna herhangi bir itirazda bulunmamaktadırlar.

Hz. Osman (r.a.) zamanındaki İmam Mushaf’ın tertibi üzerinde sahabenin icmâı, Kur’ân’daki mevcut tertibin tevkifî olduğunun delilleri arasındadır. İmam Razi’ye göre, ayrıca, Mekkî ve Medenî sûrelerin ayırım yapılmaksızın karışık sıralanışı, sûrelerin tertibinin tevkifî olduğunu gösterir. İçtihadî olmuş olsa idi, mutlaka farklı görüşler ortaya çıkar, bunlar nakledilir ve farklı tertipler olurdu. O, Nasr sûresinin Medine’de son nazil olan sûrelerden, Kâfirûn sûresinin ise Mekke’de ilk nazil olan sûrelerden olmasına rağmen bu sûrelerin peş peşe getirildiğini ve bu sûreler arasında sıkı bir irtibatın bulunduğunu, bunun da sûrelerin mushaftaki sıralanışının Allah’ın emriyle olduğuna delâlet ettiğini zikreder.15

İbn Atiyye, bir kısım sûrelerin tertibinin tevkifî, bir kısmının da içtihadi olduğu kanaatindedir. Ancak Ebû Cafer İbn Zübeyr, Beyhaki ve İbn Hacer gibi âlimler, bu görüşü benimsemezler. İbn Atiyye şöyle der: “Yedi uzun sûre, Ha-Mim’ler ve mufassallar gibi sûrelerin çoğunun tertibi Hz. Peygamber’in (s.a.s.) hayatında biliniyordu. O’nun, bunların dışındakilerin sıralanaşını, kendisinden sonra gelecek olanlara bırakmış olması muhtemeldir.”16 Ebû Cafer b. Zübeyr ise buna cevap olarak, “Konu ile ilgili hadis-i şerifler, sıralanışı tevkifî olanların, İbn Atiyye’nin ifade ettiklerinden daha fazla olduğunu gösterir. Bunların pek azında –hakkında nakledilen hadis olmadığı için– ihtilâf edilmesi mümkündür...” der.17 Burada hemen belirtelim ki, bilinen bir gerçek olarak, bir konuda mutlaka Efendimiz’den sözlü bir naklin olması şart değildir. Önemli olan, fiiliyattaki uygulamadır. Bilindiği üzere, Peygamber Efendimiz’in fiilleri gibi, ikrar mânâsındaki sükûtları da, Şeriat’ta delildir. Böyle bir konuda, ancak ters bir uygulama karşısında veya hususî durumlar hakkında Efendimiz’den bir söz vârid olabilir. Uygulamada, yani Kur’ân’ın mevcut tertibi konusunda aksi bir söz, Efendimiz ve sonrasına ait aksi bir uygulama söz konusu değildir. Bu konuda, bazı sahâbilerin ellerinde farklı tertipte mushaf bulunduğu rivâyetler arasında var ise de, bunların genel icmâın dışında olduğu, daha sonra şöhret bulmadığı, bazılarının iniş sırasına göre bir tertip izlediğinden hususiyet arzettiği ve Kurtubî’nin de (1:59-60) belirttiği üzere, “arza-ı ahîre” den önceye ait bulunduğu bir vakıadır

İmam Suyûti, şöyle der: “Mushaf’ta ‘Ha-Mim’ ve ‘Ta-Sin’ sûreleri ard arda sıralanırken sebbeha-yusebbihu ile başlayan sûre aralarının fasılalı oluşu, Şuarâ ve Kasas sûrelerinin arasına bu ikisinden daha kısa olmasına rağmen Neml sûresinin girmesi, tertibin tevkıfi oluşuna bir delildir. Eğer sûrelerin tertibi ictihad yoluyla olsaydı, Sebbeha ile başlayan sûrelerin ardarda gelmesi, Neml sûresinin de Kasas sûresinden sonra gelmesi gerekirdi.”18

İmam Beyhaki, el-Medhal isimli eserinde, Hz. Peygamber’in (s.a.s.) sağlığında Kur’ân-ı Kerîm’in eldeki kevcut tertip üzere bulunduğunu, fakat sadece Enfal ve Tevbe sûreleri hakkında daha sonra Sahabe arasında farklı görüş taşıyanların çıktığını kaydeder. Rivâyete göre, Hz. Osman’a, “Enfal sûresi Mesani’den, Berae sûresi de Miûn’dan (âyet sayısı 100’ü aşan sûreler) olduğu hâlde aralarına besmele koymayıp onları peşpeşe getirişinizin sebebi nedir?” diye sorulmuş, o da, Hz. Peygamber hayatta iken, bu iki sûrenin yerini bildirmediği, dolayısıyla bu iki sûrenin birbirinin devamı olabileceğini düşündüğü ve onları birbiri peşine tertip ettirip, aralarına besmele koydurtmadığı şeklinde cevap vermiştir. Bu iki sûre, konu yakınlığı, hattâ beraberliği yüzünden, birbirinin devamı gibi de algılanmış, daha çok kabul gören görüşe göre ise, Besmele, selâm gibi ‘eman’, yani muhataba emniyet tanıma ifade etmesine mukabil, bu sûrenin, Cenab-ı Allah’tan bir ültimatomla başlaması sebebiyle,19 Peygamber Efendimiz bu sûrenin başına Besmele koydurmamış, bu da, Sahâbe’den bazısını bu iki sûrenin tek bir sûre olabileceği düşüncesine götürmüştür. Burada şu hususu da belirtelim ki, her bir sahâbînin her bir meseleyi bilmesi ve Peygamber Efendimiz’den duymuş olması mümkün ve gerekli de değildir. Önemli olan, daha sonra aralarında meydana gelen icmâdır. Hattâ, bu icmâ’ya rağmen ferdî görüşler taşıyanların görüşlerinin, icmâ karşısında değeri olmayacağı ortadadır.

Subhi Salih, sûrelerin bugün Mushaf’ta görüldüğü şekliyle tertip edilişinde tercihe değer olanın ictihadî değil, tevkifî görüş olduğunu ifade eder ve bazı sahabîlerin elinde farklı tertipte mushaf bulunuşunu şöyle izah eder: “Sahabenin özel mushaflarını tertip etmeleri şahsi bir seçim idi. Onlar hiç bir zaman başkalarını bu tertibe zorlamamışlar ve ona muhalefetin haram olduğunu iddia etmemişlerdir. Onlar bu mushafları başkası için değil, kendi şahısları için yazmışlardı. Nihâyet ümmet Hz. Osman’ın (r.a.) tertibinde ittifak edip, onu alınca kendileri de şahsi mushaflarını terketmişlerdir.”20

Allâme Elmalılı Hamdi Yazır, sûreler arasındaki ahenk ve münasebetten misaller vererek, sûrelerin tertibinin vahiy ile olduğu görüşünün ne kadar kuvvetli ve isabetli olduğunu kaydeder.21

Özetle söylemek gerekirse; Hz. Peygamber (s.a.s.), sûrelerin mushaftaki tertibini, Cebrail’in Allah’tan (c.c.) getirdiği şekilde ashabına bildirmiştir. Kur’ân-Kerîm, bugün elimizdeki mushaflarda âyetleri tertip edilmiş olduğu gibi, sûreleri de Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında tertip edilmişti. O tertip de Hz. Osman’ın İmam Mushaf’ının tertibidir. Ashaptan hiçbirisinin bu tertibi tartışma konusu yapmamış olması, bu tertibin Hz. Peygamber (s.a.s.) devrindekinin aynısı olduğuna delâlet eder. Ayrıca Ashab-ı Kiram da bu Mushaf üzerine icmâ’ etmişlerdir.22

Sûre ile ismi arasındaki münasebet

Sûre bütünlüğü konusu, büyük ölçüde âyet ve sûreler arasındaki münasebet konusu ile yakından ilgilidir. Sûre bütünlüğünden kasıt, genel mânâda sûre ile ismi arasında, sûrenin mukaddimesiyle (giriş kısmıyla) sûre bölümleri (konuları) arasında ve sûrenin baş tarafı ile sonu arasındaki münasebetlerdir.

Sûre ile ismi arasında bir münasebet olduğunu düşünmek, sûrelerin isimlendirilmesinin de tevkifî olmasına bağlıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in sûrelere bölünmesi ve bunlara isim verilmesi de vahye dayalıdır. Meselâ, tabiînin önde gelen müfessirlerinden İkrime, “Müşrikler, Bakara sûresi, Ankebût sûresi diyerek alay ederlerdi. Bunun üzerine, ‘O alay edenlere karşı Biz sana yeteriz.’ âyeti nazil oldu.” der.23 Bu da göstermektedir ki, Resûlüllah zamanında, yani Kur’ân inerken, sûreler isimleriyle biliniyordu.

Sûre ile ismi arasındaki münasebet konusunda görüş beyan eden müfessir Bikâî, sûrenin ismi ile hedef ve maksadı arasındaki yakın münasebetten bahseder ve şöyle der: “Bir kimse, sûrenin isminden muradın ne olduğunu anlarsa, o sûrenin hedefini de anlamış olur. Sûrenin hedefini iyi anlayan da, onun âyetleri, kıssaları ve bütün ifadeleri arasındaki tenasübü kolaylıkla gösterebilir.”24


Sûrenin mukaddimesinin sûre ile münasebeti

Sûrenin mukaddimesinin sûre ile olan münasebeti, sûre bütünlüğünü sağlayan hususlardan bir diğeridir. Büyük müfessir Razi, Nisâ sûresinin baş tarafında yer alan, “Ey insanlar, sizi bir tek kişiden yaratan Rabbinizden ittika edin...” âyetini, sonraki âyetler ile irtibatlandırarak, bu âyeti sûrenin mukaddimesi mahiyetinde şöyle değerlendirir: “Bu sûre, pek çok çeşit mükellefiyeti ihtiva etmektedir. Çünkü Allah, bu sûrenin başında insanlara, kadınlara, çocuklara ve yetimlere şefkati, acımayı, onların haklarını kendilerine vermelerini ve onlar için mallarını muhafaza etmelerini emretmiştir. İşte bu mânâyla da sûre son bulmuştur ki, bu da, Allah Tealâ’nın, “Senden fetva isterler. De ki: Allah, kelâlenin (arkada baba ve çocuk bırakmadan vefat eden kişi) mirası hakkındaki hükmü şöyle açıklar...” (Nisâ/4: 176) âyetinin belirttiği husustur. Cenâb-ı Hak, bu sûrede başka mükellefiyetlerden de bahsetmiştir ki bunlar; temizliği, namaz kılmayı ve müşriklerle savaşmayı emretmesidir. Bu mükellefiyetler, insanlara zor ve ağır geldiği için onlara meşakkatli olunca, hiç şüphesiz bu zor mükellefiyetleri yüklenmenin gerekçesini ve yolunu zikrederek bu sûreye başlamıştır ki, bu da bizi yaratan Rabbimizden ve bizi var eden İlâhımızdan ittika etmektir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, ‘Ey insanlar, sizi bir tek kişiden yaratan Rabbinizden ittika edin.’ buyurmuştur.”25 Kur’ân sûrelerinin tümünde böyle bir bağ ve irtibat bulmak mümkündür. Yani sûre mukaddimelerinin sûrenin bütünüyle olan münasebeti, Kur’ân’ın i’cazını tek başına göstermeye yetecek delillerdendir.

Sûrenin konuları arasındaki münasebet

Her sûrenin müstakil bir kimliği ve temel hedefleri vardır. Kur’ân’ın esas konusu, başta tevhid olmak üzere nübüvvet, haşir, ibadet ve adalettir. Kur’ân’ın bölümlerini oluşturan sûrelerin de, bunlardan birinin veya bir kaçının üzerine bina edildiği açıkça görülmektedir. Sûreler, detay olarak muhtelif konular etrafında dönmekle birlikte, temelde bu özelliklerden biriyle veya bir kaçıyla mutlaka ilgilidir. Sûreler, genel ve özel maksatlarını beyan etmesiyle ve konuları arasında irtibat sağlamasıyla tam bir bütünlük arzeder. Ta ki her bir sûre, kopukluk göstermeden gayet uyumlu bir şekilde başladığı gibi son bulur.26

Âyetler ve sûreler arasında asla kopukluk yoktur

Âyetler arasında ve sûrenin kendi bütünlüğü içerisinde asla kopukluk yoktur. Sûre bütünlüğü, bir sûreyi en ince noktalarına varıncaya kadar araştırmak gayesiyle, sûrenin özel ve genel hedeflerini, maksadını ve ihtiva ettiği konuların birbirleri ile olan irtibatlarını açıklayarak, sûreyi bir bütün hâlinde ele almak ve incelemek demektir. Her sûrenin ana konuları vardır. Âyetler, genellikle bu konular etrafında döner.

Sûre içi münasebetten anlaşılan, sûrenin kendi içerisinde bulunan cüzler arasındaki irtibattır ki, buna sûre bütünlüğü denilmektedir. Bir diğer ifadeyle, âyet guruplarının meydana getirdiği bölümler sûrenin kesitlerini, bu kesitler ise sûrenin genel çerçevesini tayin eder. Âyetler arası münasebet, sûre içindeki bölümlerin bütünlüğünü, sûre bölümlerinin münasebeti ise sûre bütünlüğünü ve dolayısıyla bu da Kur’ân bütünlüğü dediğimiz hâdiseyi ortaya çıkarır.

Kur’ân-ı Kerîm sûrelerindeki bu bütünlüğe rağmen, konular arasında bir irtibatın olmadığı ve bir dağınıklığın söz konusu olduğu gibi bazı iddialar, müsteşrikler tarafından seslendirilmiştir. Bu iddialara cevap olabilecek en güzel misallerden birini Fahreddin Razi verir. O, özellikle konudan konuya intikallerde, sûrenin temel hedefini göz önünde bulundurarak her iki konu arasındaki irtibattan sıkça bahseder. Sûrelerin bütünlüğünü münferit âyetlerden ziyade, öncelikle konu bütünlüğü açısından ele alarak değerlendirir ve böylece sûredeki vahdete ve Kur’ânî bütünlüğe temas eder. Tefsirinde sûre içindeki konular arası irtibata değinmediği sûre hemen hemen yok gibidir. Örnek olarak sadece, Secde sûresi hakkında söylediklerini buraya almak istiyoruz.

Razi, otuz âyetten oluşan Secde sûresinin temel maksat ve muhtevasının, Tevhid, Nübüvvet ve Haşr olduğunu, sûrenin seyrinin bu üç mesele etrafında dolaşıp son bulduğunu belirtir ve ve sûrenin başı ile sonu arasındaki bütünlüğü gösterir. O, şöyle der; “Biz, Allah Tealâ’nın Kelâm-ı Kadim’i olan Kur’ân-ı Kerîm’de her ne zaman itikadın üç temel esasından, diyelim ki ikisinden bahsederse, üçüncü esası da gündeme getirdiğini, dolayısıyla ondan da bahsettiğini zikretmiştik. Burada da böyledir. Cenâb-ı Hak, sûreye, “Bu kitabın indirilmesi... senden evvel kendilerine herhangi bir uyarıcı (peygamber) gelmemiş olan bir topluluğa...” (âyet:2-3) ifadesiyle, yani peygamberlikle başlayıp; “Allah, gökleri ve yeri yarattı... Sizin için kulaklar, gözler ve gönüller var etti...” ifadelerinden itibaren (4-9) tevhidle devam etmekte, “Biz, yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz vakit mi?..” (10) cümlesiyle de üçüncü asla, yani haşre geçmektedir.”27

Kur’ân sûrelerindeki konu birliği ve her bir sûrenin hedef ve maksadının belirlenmesi yönündeki temayüllerin özellikle muasır müellifler tarafından ele alınması da dikkat çekicidir. Muasır alimlerden Ahmed Ebû Zeyd bunlardan biridir. O, et-Tenasübü’l-Beyani Fi’l-Kur’ân isimli eserinde bu konu üzerinde hassasiyetle durur ve her bir sûrenin belli bir hedefinin olduğunu ifade ile, sûrelerde konu birliğinin bulunmasını mânevî tenasüb başlığı altında ele alır. Müellif, sûrelerdeki bu özelliği Kur’ân’ın i’caz ve belâgat vecihlerinden biri kabul eder.28 Ahmet Bedevi ve Rıfat Fevzi Abdülmüttalib de, bu görüşte olan iki muasır müelliftir. Min Belâgati’l-Kur’âni’l-Kerîm adlı eserinde Ahmet Bedevi, “Kur’ân’da her bir sûrenin bir hedefi vardır.” derken;29 Rıfat Fevzi, el-Vahdetü’l-Mevduiyye Li’s-Sûreti’l-Kur’âniyye isimli eserinde, “Kur’ân-ı Kerîm sûrelerinde pek çok farklı konu anlatılsa da, her sûrenin temelde bir tek hedefi vardır.” diye kaydeder.

Bir sûrenin hedefi ya da maksadının belirlenmesi dört farklı biçimde yapılabilir: 30

1. Vahiy ya da Hz. Peygamber’den (s.a.s.) gelen bir haberle sabit olan sûre isimlerinin anlamından hareketle temel hedef belirlenebilir.

2. Bir sûrenin hedefi veya maksadını öğrenmek, sûrenin ele aldığı temel konular veya belirgin olayları tesbit ile de öğrenilebilir. Sûredeki belirgin olayları iyice incelediğimizde görülür ki, onlar arasında sıkı bir bağ vardır. Bu bağ, kolay anlaşılmayabilir. Bunun için sûreyi derinlemesine incelemek, onun atmosferinde yaşamak ve gölgesinde gölgelenmek gerekir.

3. Bir sûrenin hedefini ya da hedeflerini öğrenmek, sûrenin indiği dönemi ve iniş sebebini bilmekle de mümkün olabilir.

4. Sûrenin pasajları arasındaki münasebetin de, sûrenin hedefi veya eksenini öğrenmede rolü vardır.

Sûrenin temel hedefini öğrenip döndüğü ekseni belirledikten sonra pasaj-pasaj, pasaj-eksen ve giriş-bitiş arası ilişkiler bütün açıklığı ile ortaya çıkacak, araştırmacı, sûredeki konudan konuya atlamaların sebebini anlayacak ve sahip olduğu kavrama yeteneğine göre Kur’ânî nükteler kendisine görünecektir.

Sûrenin bölümleri ve pasajları arasındaki ilişkilerin, sûrenin hedefini öğrenmedeki tesiri çok büyüktür. Öte yandan, sûrenin hedefinin ortaya çıkması da sûrenin pasajları arasındaki ilişkilerin ortaya çıkarılması açısından büyük önemi haizdir. Her iki durum da, araştırmacının incelemesinde köklü ve sabit adımlarla ilerlemesine yardımcı olur.

Kur’ân’daki küllî nizam

İmam Şatıbi “Muvafakat” isimli eserinde, Kur’ân’a küllî yaklaşma üzerinde durur. Şatıbi, araştırmacıya, hem olayı hem de hâlin gereğini nazara alıp, sûrenin başını sonu ile bir bütün hâlinde değerlendirebilmesini tavsiye eder. O, şöyle der: “Kişi, eğer değerlendirme esnasında sözü bir bütün olarak ele almaz ve onun parçaları üzerinde, sanki bunlardan her biri kendi başına diğerlerinden bağımsız bir parça imiş gibi durursa, bu durumda Şar’i’nin muradını bilemez.”31 Sûreye hakim olan külli nizamdan sarf-ı nazarla, sadece belli meselelere yönelmek, yani dar bir daireye kapanmak, sûreyi başı ile sonunu bir bütünlük içinde ele almamak ilâhî muradın anlaşılamaması neticesini doğurur.

Sûrelerin hangi maksatla nazil olduğunu bilmek, Kur’ân-ı Kerîm’deki Âyet ve Sûreler Arası Münasebet İlmi açısından ne kadar önemli ise, nüzul zamanını ve mekânını bilmek de sûrelerin maksadını tayin etmede aynı derece öneme sahiptir. Kur’ân-ı Kerîm bazen, iki ya da daha çok tarihî hâdisenin mânâ itibariyle yakınlığından veya iki şeyin ortam bakımından yakınlığından dolayı, onları nazımda bir araya getirir. Nüzul sebeplerini ve mekân mahiyetini iyi bilmeyen kimse için bu durum, maksat haricine çıkmak anlamına gelebilir. Halbuki böyle bir şey söz konusu değildir. Aksine bu durum, müteaddit muhatapların ruhlarının ihtiyaçlarını gidermek içindir de.32

Bediüzzaman, Kur’ân ile ana maksatları arasındaki münasebete ve bu ana maksatların birbirleriyle olan münasabetine, İşârâtü’l-İ’caz adlı eserinde şöyle yaklaşır: “(Kur’ân’ın anasır-ı erbaası, yani dört ana unsuru olan Tevhid, Nübüvvet, Âhiret, İbadet-Adalet şeklindeki maksatları,) Kur’ân’ın hey’et-i mecmuasında (tamamında) bulunduğu gibi, Kur’ân sûrelerinde, âyetlerinde, kelâmlarında hattâ kelimelerinde bile sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır. Çünkü, Kur’ân’ın küllü (bütünü), cüz’lerinde göründüğü gibi; cüz’leri de, Kur’ân’ın küllüne ayinedir.”33

Bakara sûresinin 3. âyetinde geçen “Onlar gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar” ifadesinden Bediüzzaman infakla ilgili hükümler çıkarmaktadır. Burada “müttakiler”in üç özelliği sayılıyor. Gaybe iman, namaz ve infak. Bunlardan iman asıldır. Diğer iki özellik ise bu aslı tamamlayan en önemli unsurlardır. Bu âyetin ifadeleri arasındaki uyum o kadar muhteşemdir ki, bu uyum ve kelimelerin, hattâ harflerin dizilişi, 4 kelimelik (wa-mimmâ razeknâ-hüm yünfikûn) bir ifadeden infakla ilgili 6-7 kaideyi ortaya koymaktadır:

Teb’iz ifade eden “min,” infakta israf edilmemesine;

“Mimma”nın önce gelmesi, infakın kendi malından yapılmasına;

“Razaknâ” minnetin olmamasına – çünkü veren Allahtır, kul ise bir vasıtadır;

Rızkın “nâ”ya (Biz’e, Allah’a) isnadı, fakirlikten korkulmamasına,

Rızkın mutlak olarak zikredilmesi (yani rızık olarak herhangi bir mal vs. zikredilmemesi), infakın mal haricindeki ilim ve fikir gibi şeylere de şamil olmasına;

“Yunfikûn”daki “nafaka” ifadesi, alanın, kendisine infak edileni zaruri ihtiyaçlarına harcamasına işaret etmektedir.34

Bir cümlenin bu kadar hüküm ihtiva etmesi, Kur’ân’ın i’cazı karşısında insanı hayretler içinde bırakacak bir husustur.

Ayrıca Bediüzzaman, Kur’ân’ın i’cazı ile tenasübü arasındaki yakınlığa dikkat çeken en önemli müfessirlerdendir. “Sözler” isimli eserinin “On Üçüncü Söz” başlıklı bölümünde, sûreleri oluşturan âyetler veya birkaç âyetten oluşan necmlerin (pasajlar), tıpkı gökyüzündeki yıldızlar misali rastgele serpiştirilmiş gibi görünmesine rağmen, aslında aralarında gizli bir insicam ve nizamın bulunduğunu belirtir: “Nasıl ki gökyüzünde intizamsız gibi görünen yıldızlardan her bir yıldız kayıt altına girmeyip, her birisi, ekseri yıldızlara bir nevi merkez olarak, içinde bulunduğu yörüngedeki her bir yıldıza, mevcudat arasındaki gizli münasebete işaret olarak birer münasebet hattı uzatmakla, her bir yıldızın, diğer bütün yıldızlara bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır; aynen bunun gibi, Kur’ân âyetlerinin herbir necmi de vezin kaydı altına girmeyip, büyük ve uzun bir metin içinde yer alan âyetlerin arasında münasebet hatları oluşturur ki, böylece, her bir necim, hattâ her bir âyet, ekser âyetlere bir nevi merkez ve kardeş olur ve âdeta serbest herbir âyetin ekser âyetlere bakar birer gözü, müteveccih birer yüzü vardır. Bu şekilde, Kur’ân içinde binler Kur’ân bulunur ki, her bir meşrep sahibine birisini verir. Meselâ, altı âyetten oluşan İhlâs sûresinde, âyetlerin dizilişinden (ve her birinin diğerlerine hem sebep, hem netice olmasından) kaynaklanan 36 İhlâs sûresi bulunmakta ve böylece ortaya bir Tevhid ilmi hazinesi çıkmaktadır. İşte intizamsızlık içinde kemal-i intizamı gör, ibret al!”35

Dipnotlar

(1.) Fahreddin er-Razi, Mefatihu’l-Gayb, 8:128; Cürcani, Delâilu’l-i’caz, 87-88; Rafii, İ’cazu’l-Kur’ân, 147. (2.) Said Ramazan; Min Ravai'i'l-Kur’ân, Dımeşk, 123. (3). Maverdi, A’lâmü’n-Nübüvve, 78. (4). Ebû Zehrâ, el-Mûcizetü’l-Kübrâ, 257. (5). Suat Yıldırım, Kur’ân-ı Kerîm İlimlerine Giriş, 119. (6). Muhammed A. Draz, En Mühim Mesaj Kur’ân, 110. (7).Razi, a.g.e., 250. (8). Rafiî, a.g.e., 158. (9). Zerkani, Menahil, 1:239. (10). a.y. (11). Zerkani, a..g.e., 1:332. (12). Zerkani, a..g.e., 1:239-240. (13). İbn Hanbel, 4:218; Heysemî, Mecma’, 7:48. (14). Razî, a.g.e., 15:215; (15). Razî, a.g.e., 32:150; (16). Zerkeşî, Menahil, 1:257; (17). Zerkeşî, a.g.e., 1:258; Süyutî, Tenasukü'd-Dürer fi Tenasübi's-Süver, 1:196; (18). Süyuti, a.g.e., 1:198; (19). Suat Yıldırım, Açıklamalı Meâl, 186; (20). Subhi Salih, Kur’ân İlimleri, 71; (21). Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 9:6431; (22). Zerkeşî, a.g.e., 1:257; Ebû Şehbe, Medhal li-Diraseti'l-Kur’âni'l-Kerîm, 329; (23). Razi, a.g.e., 19:215; (24). Bikaî, Masaid, 1:36; (25). Razî, a.g.e., 9:157; (26). Razî, a..g.e., 24:45-88; (27). Razi, a.g.e., 35:175; (28). Ahmet Ebû Zeyd, et-Tenasübü’l-Beyani Fi’l-Kur’ân, 55; (29). Ahmet Bedevî, Min Belâgati’l-Kur’âni’l-Kerîm, 234; (30). Müslim, Kur’ân Çalışmalarında Yöntem, 65-71; (31). Şatıbî, el-Muvafakat, 3:309; (32). Muhammed A. Draz, a.g.e., 193; (33). Said Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, 12; (34). Said Nursî, a.g.e., 44; (35). Said Nursî, Sِözler, 124.
 
Üst