İŞARATÜ’L- İ’CAZ kitabının vecizeleri -3

kasif1

Well-known member
162-Kur’anın i’cazı, belâgat üzerine müessestir; belâgat da, ancak ifadenin zuhur ve vuzuhuna mebnidir.(syf 115)

163- Kur’an-ı Kerim, umumî bir muallim ve bir mürşiddir. Halka-i dersinde oturan, nev’-i beşerdir. Nev’-i beşerin ekserisi avamdır. Mürşidin nazarında ekall, eksere tâbidir. Yani umumî irşadını ekallin hatırı için tahsis edemez. Maahaza avama yapılan konuşmalardan havas hisselerini alırlar. Aksi halde avam, yüksek konuşmaları anlayamadığından mahrum kalır. Ve keza avam-ı nâs, ülfet ettikleri üslûblardan ve ifadelerin çeşitlerinden ve daima hayallerinde bulunan elfaz, maânî ve ibarelerden fikirlerini ayıramadıklarından, çıplak hakikatları ve akliyatı fehmedemezler. Ancak o yüksek hakaikın, onların ülfet ettikleri ifadelerle anlatılması lâzımdır. Fakat Kur’anın böyle ifadelerinin hakikat olduğuna itikad etmemelidirler ki; cismiyet ve cihetiyet gibi muhal şeylere zâhib olmasınlar. Ancak o gibi ifadelere, hakaika geçmek için bir vesile nazarıyla bakılmalıdır. Meselâ Cenab-ı Hakk’ın kâinatta olan tasarrufunun keyfiyeti, ancak bir sultanın taht-ı saltanatında yaptığı tasarrufla tasvir edilebilir. Buna binaendir ki; اِنَّ اللّهَ عَلَى الْعَرْشِ اسْتَوَى da kinaye tarîkı ihtiyar edilmiştir. (syf 115-116 )

164-İnsanların fehimlerine göre Cenab-ı Hakk’ın hitabatında yaptığı bu tenezzülat-ı İlahiye, insanların zihinlerini hakaikten tenfir edip kaçırtmamak için İlahî bir okşamadır. Bunun için, müteşabihat denilen Kur’an-ı Kerim’in üslûbları, hakikatlara geçmek için ve en derin incelikleri görmek için, avam-ı nâsın gözüne bir dûrbîn veya numaralı birer gözlüktür. Bu sırra binaendir ki; bülega, büyük bir ölçüde ince hakikatları tasavvur ve dağınık manaları tasvir ve ifade için istiare ve teşbihlere müracaat ediyorlar. Müteşabihat dahi ince ve müşkil istiarelerin bir kısmıdır. Zira müteşabihat, ince hakikatlara suretlerdir. ( syf 116)

165-Şecere-i âlemde, meyl-ül istikmal vardır. Yani kâinatın, bir ağaç gibi bütün zerratı ve eczası kemale meyleder ve kemale doğru yürümektedirler. O umumî meyl-ül istikmalden ayrı olarak, insanda da meyl-üt terakki vardır. Bu meyl-üt terakki çekirdek gibidir; neşv ü neması pek çok tecrübeler vasıtasıyla olur; ve çok fikirlerin mahsulü olan neticelerin içtimaiyle teşekkül ve tevessü’ etmekle fünunu intac eder. Bu fünun da, mürettebedir. Yani her ikinci fen, birincisinin neticesidir. Birincisi olmasa, o olamaz. Birincisinin ona mukaddeme ve ulûm-u mütearife hükmünde olması şarttır. ( syf 117 )

166-Kur’an-ı Kerim’de takib edilen maksad-ı aslî; isbat-ı Sâni’, nübüvvet, haşir, adalet ile ibadet esaslarına cumhur-u nâsı irşad ve îsal etmektir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’in kâinattan yaptığı bahis tebaîdir, kasdî değildir. Yani ligayrihîdir, lizâtihî değildir. Yani Kur’an-ı Kerim Cenab-ı Hakk’ın vücud, vahdet ve azametine istidlal suretiyle kâinattan bahsetmiştir. Yoksa kâinatın bizzât keyfiyetini izah etmek için değildir. Çünki Kur’an-ı Kerim coğrafya, kozmoğrafya gibi kasden kâinatın keyfiyetinden mana-yı ismiyle bahseden bir fen, bir kitab değildir. Ancak kâinat sahifesinde yazılan san’at-ı İlahiyenin nakışları ve kudretin hilkat mu’cizeleri ve kozmoğrafyacıları hayrette bırakan nizam ve intizamla, mana-yı harfiyle Sâni’ ve Nazzam-ı Hakikî’ye istidlal keyfiyetini öğretmek için nâzil olan bir kitabdır. Binaenaleyh san’at, kasd, nizam kâinatın her zerresinde bulunur, matlub hasıl olur. Teşekkülü nasıl olursa olsun, bizim matlubumuza taalluku yoktur. ( syf 118 )

167 –Delilin müddeadan daha hafi olması ,makam-ı istidlale uymaz. ( syf 119 )

168-Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı talim eden Cenab-ı Hakk’a kasem ederim ki; o Beşîr ve Nezîr’in (A.S.M.) basar u basireti, hakikatı hayalden tefrik edememekten münezzehtir, celildir, celîdir veya insanları kandırarak mağlatalara düşürtmekten, meslek-i âlîleri ganidir, âlîdir, temizdir, tahirdir. ( syf 119 )

169- Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zahirî hârikalarının herbirisi âhâdî olup mütevatir değilse de, o âhâdîlerin heyet-i mecmuası ve çok nevi’leri, mütevatir-i bil’manadır. Yani lafz ve ibareleri mütevatir değilse de, manaları çok insanlar tarafından nakledilmiştir. O hârikaların nevi’leri üçtür:
Birincisi: “İrhasat” ile anılmaktadır ki, Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikalardır. Mecusi Milleti’nin taptığı ateşin sönmesi, Sava Denizi’nin sularının çekilmesi, Kisra Sarayı’nın yıkılması ve gaibden yapılan tebşirler gibi şeylerdir. Sanki o hazretin (A.S.M.) zaman-ı veladeti, hassas ve keramet sahibi imiş gibi o zâtın kudum ve gelmesini şu gibi hâdiseler ile tebşiratta bulunmuştur.
İkinci Nev’: İhbarat-ı gaybiyedir ki, bilâhere vukua gelecek pek çok garib şeylerden bahsetmiştir. Ezcümle; Kisra ve Kayser’in definelerinin İslâm eline geçmesi, Rumların mağlub edilmesi, Mekke’nin fethi, Kostantiniye’nin alınması gibi hâdisattan haber vermiştir. Sanki o zâtın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekânın kayıdlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir. Üçüncü Nev’: Hissî hârikalardır ki, muaraza zamanlarında kendisinden taleb edilen mu’cizelerdir. Taşın konuşması, ağacın yürümesi, Ay’ın iki parçaya bölünmesi, parmaklarından su akması gibi… ( syf 119 120 )

170- Nübüvvet-i Muhammediye (A.S.M.) ise, tevhidin en büyük bir delilidir. Demek ki bu iki âyet arasında cihet-i irtibat, aralarındaki dâlliyet ve medlûliyet alâkasıdır. Yani biri delil, diğeri medlûldür. Nübüvvetin isbatı, ancak mu’cizeler ile olur. En büyük mu’cizesi ise, Kur’an-ı Kerim’dir. Evet Kur’anın mu’cize olduğu, âlem-i İslâmca kabul ve tasdik edilmiş bir hakikattır.
(syf 121 )

171- İcazın vecihleri
1- Gaibden, istikbalden haber vermesi.
2- Âyetlerinde tenakuz, tehalüf, hata bulunmaması.
3- Nazm ile nesir arasında, ediblerce gayr-ı malûm bir üslûbu ihtiyar etmesi.
4- Okur-yazar olmayan bir zâttan sudûr etmesi.
5- Tâkat-ı beşeriye fevkinde ulûm ve hakaiki ihata etmesi gibi pek çok şeylerdir. Lâkin i’cazının en yüksek vechi, nazmındaki belâgattan doğmuştur. Evet Kur’anın bu nevi i’cazı, beşerin tâkatinden hariç bir derecededir. ( syf 121 )

172- Evet güzel bir adam, Hazret-i Yusuf (A.S.) ile beraber güzellik imtihanına girerse, elbette çirkin ve gülünç olur. ( syf 123 )

173- Her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz. ( syf 124 )

174- Evet gözleri hasta olan, güneşin ziyasını inkâr eder; ağzı acı olan, tatlı suya acı der.
(syf 124)

175- 1- Muarazanın yapılmamasından, Kur’anın i’cazı lâzımgelir.
2- Kur’anın i’cazından, Allah’ın kelâmı olduğu lâzımgelir.
3- Allah’ın kelâmı olduğundan, emirlerine imtisal lâzımgelir.
4- Emirlerine imtisalden, ibadetin yapılması lâzımgelir.
5- İbadetin yapılması, ateşe girmemeğe vesiledir. ( syf 127 )

176- Evet âlem-i mülk yani âlem-i şehadet, yani bu görmekte olduğumuz âleme göre, Cehennem Arz’ın içindedir diye, Cehennem’i küçük gösteriyoruz. Amma âlem-i âhirete nazaran, Cehennem öyle azamet peyda eder ki, binlerce Arzları içine alır, doymaz. Bu âlem-i şehadet, bir perde gibi onun tevessüüne mani olmuştur. Binaenaleyh Arz’ın içindeki Cehennem’den maksad, Cehennem’in kalbi ve Cehennem’in çekirdeğidir. Ve keza Cehennem’in Arz’ın altında bulunması, Arz’ın karnında veya Arz ile muttasıl, yapışık olmasını istilzam etmez. Zira şems, kamer, yıldız, Arz gibi küreler, hep şecere-i hilkatın meyveleridir. Malûmdur ki, meyvenin altı, bütün dalların aralarına şümulü vardır. Binaenaleyh Allah’ın mülkü pek geniştir. Şecere-i hilkatin dalları da, her tarafa uzanıp gitmiştir; Cehennem nereye giderse yeri vardır. Ve keza bir hadîse göre Cehennem matvîdir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennem’in bir yumurta gibi Arz’ın merkezinde mevcud ve bilâhere tezahür edeceği mümkinattandır. ( syf 128-129 )

177- Kezalik bir surenin muarazasından âciz kalan adamın, bütün Kur’anı tecrübeye hakkı yoktur. Çünki kâtib birdir.(syf 130 )

178- Evet Kur’an ile muaraza ve mübarezeye çıkan insanların kuvveti Cenab-ı Hak tarafından körleştirilerek, muarazayı yapabilecek kabiliyetten sukut ettirilmiştir. Fakat Abdülkahir-i Cürcanî, Zemahşerî, Sekkakî gibi belâgat imamlarınca beşerin kuvveti Kur’anın yüksek üslûb ve nazmına yetişemediğinden, aczi tezahür etmiştir. Bir de Sekkakî demiştir ki: “İ’caz zevkîdir, tarif ve tabir edilemez. مَنْ لَمْ يَذُقْ لَمْ يَدْرِ Yani fikri ile i’cazı zevketmeyen, tarif ile vâkıf olamaz.. bal gibidir.” Lâkin Abdülkahir’in iltizam ettiği veche göre, i’cazı tarif ve tabir etmek mümkündür. Biz de bu vechi kabul ediyoruz. ( syf 132 )

179- Bir mes’elede âciz ve mağlub olan, yemin eder, şahidleri gösterir. Bu, âcizler için bir usûldür. ( syf 135 )

180- Evet Kur’an-ı Kerim’in takib ettiği usûl, alelekser âyetlerin sonunda küllî kaideleri, fezlekeleri söyler. ( syf 138 )

181- Arkadaş! Cennet ve Cehennem, şecere-i hilkatten ebede doğru uzanıp giden iki daldan tezahür eden iki semeredir ve kâinatın teselsülen gelmekte olan silsilelerinin iki neticesidir ve ebede doğru akıp giden kâinat seylinin iki mahzeni ve iki havuzudur. ( syf 140 )

182- Evet madem ki bu âlem, nev’-i beşerin imtihan meydanıdır ve müsabaka yeridir; iyilikle kötülüğün birbirinden tefrik edilemiyecek derecede muhtelit ve karışık olmaları lâzımdır ki, insanların dereceleri tezahür etsin. İmtihan ve tecrübe zamanları bittikten sonra, kötü insanlar: الْمُجْرِمُونَ اَيُّهَا الْيَوْمَ امْتَازُوا وَ “Ey mücrimler! Bir tarafa çekiliniz” diye olan tüy ürpertici, saıkavari, şiddetli emr-i İlahîye maruz kalacakları gibi; iyi insanlar da
خَالِدِينَ فَادْخُلُوهَا “Daimî kalmak üzere Cennet’e giriniz.” diye olan Cenab-ı Hakk’ın mün’imane, şefikane, lütufkârane emirlerine mazhar olacaklardır. İnsanlar bu iki kısma ayrıldıktan sonra, kâinat da tasfiye ameliyatına uğrayacak. Kötülüğü, şerri, zararı tevlid eden maddelerin bir tarafa çekilmesiyle Cehennem’in; iyiliği, hayrı, nef’i doğuran maddelerin de diğer tarafa çekilmesiyle Cennet’in teçhizatları ikmal edilecektir. ( syf 140-141 )

183- Evet âlemde tekâmül kanunu vardır. Bu kanuna tâbi’ olan, neşv ü nema kanununa dâhildir. Bu kanuna dâhil olanın bir ömr-ü tabiîsi vardır. Ömr-ü tabiîsi olanın, ecel-i fıtrîsi vardır; ecelin pençesinden kurtulamaz. ( syf 142 )

184- Binaenaleyh âlem-i sagir denilen insan, ölümden ve harabiyetten kurtulamadığı gibi; insan-ı kebir denilen âlemin de ölümden necatı yoktur. (syf 143 )

185-Evet insan-ı kebirin ölümü, küçük bir ölüm değildir. Sekerata başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından husule gelen fırtınanın ne tasavvuru ve ne tarifi ve ne de görülmesi imkân dairesinde değildir.
İşte bu şiddetli ölüm ile hilkat bayılır, kâinat yayılır, hilkatın yağı ayranı birbirinden ayrılır. Cehennem maddesiyle, aşiretiyle bir tarafa çekilir; Cennet de letafetiyle, lezaiziyle ve bütün güzel unsurlarıyla tecelli ve incilâ eder. (syf 143)

186- Evet Kur’an ve hadîsten ibaret olan naklî delillerin sıhhatı, nübüvvetin sıhhat ve sıdkına bağlıdır. Eğer nübüvvet de delil-i naklî ile isbat edilirse, muhal lâzım gelir. Bunun için Kur’an-ı Kerim, tevhid ile nübüvveti delail-i akliye ile isbat etmiştir. Amma haşir mes’elesinin hem aklî hem naklî deliller ile isbatı sahihtir. ( syf 144 )

187- Saadet-i ebediye iki kısımdır:
Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır.
İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları; mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre saadet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulûd ve devamdır. Çünki saadet devam etmezse, zıddına inkılab eder.
Birinci kısım saadetin aksamı, tafsilden müstağnidir veya gayr-ı kabildir.
İkinci kısım saadetin aksamı ise: Evet “mesken”in en latifi, en cazibedar şekli; etraf-ı erbaası türlü türlü gül ve çiçekler ile müzeyyen, bağ ve bahçelerle muhat, altında sular, nehirler akan kasr ve köşklerdir. Evet camid kalbleri aşk u şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şâd eden, şâirlere sermaye olarak şâirane teşbihleri, temsilleri, üslûbları ilham eden; sular ile hadravat ve nebatattır. ( syf 144-145 )

188- Kalblerin en latifi, en şefiki; kısm-ı sâni ile tabir edilen kadın kalbidir. Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, surî ve zahirî olan arkadaşlığı samimîleştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır. ( syf 145 )

189- Elemin def’i, lezzetin sebeblerinden biridir. Yoksa lezzet, ona münhasır değildir. Ve keza âlem-i ebedînin bu âleme benzetilmesi, kıyas-ı maalfârıktır. Yani, aralarında çok farklar bulunduğundan, birbirine benzemez. ( syf 145-146 )

190-“Cennet’te, dünya meyvelerinin yalnız isimleri vardır.” Yani isimleri birdir, fakat lezzetleri ayrıdır. ( syf 146 )

191 - İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umûr-u ebediyededir. ( syf 146 )

192- Pek büyük bir şey tebşir edildiği zaman ,akıl tereddüt eder ,inanamaz.İnandırmak için te’kide ihtiyaç olur. ( syf 150 )

193- Evet biri kal, diğeri hal olmak üzere iki lisan vardır. Lisan-ı kalin kelimatı elfaz ise, lisan-ı halin kelimatı da ahvaldir. Binaenaleyh kudsî şâirin وَاحِدٌ اَنَّهُ عَلَى دُلُّتَ آيَةٌ لَهُ شَيْءٍ كُلِّ فِى وَ dediği gibi; kitab-ı kebir-i kâinatta yaratılan herhangi bir şey, Hâlık’ın azametine delalet eden bir kelime-i haliyedir. Eşcar ile denizler, kâinat kitabında mevcud kelimat-ı haliyelerin yazılmasına kâfi geldiği takdirde, o denizlerin katreleri, o ağaçların zerreleri birer halî kelime olduğundan, onların da yazılması için mürekkeb, kalem lâzımdır. Öyle ise onlar için de, onlar kadar başka eşcar ve denizler lâzımdır. Ve hâkeza herbir birincinin katreleri ve kelimatı yazıldıktan sonra, ona da onun kadar ikinci bir takım eşcar ve denizler lâzımdır. Hal böylece ilâ-gayr-ın nihaye teselsül eder gider. Cenab-ı Hakk’ın kelimatı, yani Cenab-ı Hakk’ın azametine delalet eden kelimat-ı haliyesi bitmez. Demek hakikatta
مَدَدًا بِمِثْلِهِ جِئْنَا لَوْ وَ رَبِّى كَلِمَاتُ تَنْفَدَ اَنْ
(Denizler mürekkep olsa hatta bir o kadarını da getirip ilave etsek, Rabbimin sözleri tükenmeden o denizler tükenirdi.) âyetinin ifade ettiği manada hiçbir cihetle mübalağa, müzayede yoktur, belki tenakus vardır.( Mütercim Abdülmecid) ( syf 157 )

194- Binaenaleyh(Allah) gayet büyük olan bu âlemi, büyük bir san’at ile ve büyük bir ihtimamla halkettiği gibi, cevher-i ferd ile tabir edilen zerre de onun destgâh-ı kudretinden çıkan bir eser-i san’atıdır. Çünki o büyük kudretin nazarında cevahir-i ferd, yani zerrelerle nücum-u seyyare, yani gezici yıldızlar müsavidirler. Zira o büyük Allah’ın kudreti, ilmi, iradesi, kelâmı, zâtî sıfatlarıdır. Zât-ı Akdes’e lâzımdırlar. Onlarda teceddüd yok, ziyade ve noksan olmaya kabiliyet yok, tegayyürleri yok ki, mertebeleri olsun. Maahaza acz bu sıfatların zıddı olduğundan, onların içine girip oturamaz. ( syf 158 )

195- Bazı şeylerde veya işlerde görünen hakaret, çirkinlik; eşyanın mülk cihetine aittir. Yani dış yüzüne nâzırdır ve bizim nazarımızda öyle görünür. Ve bunun için, eşya ile yed-i kudret arasına perde olarak esbab-ı zahiriye vaz’edilmiştir ki, sathî nazarımızda yed-i kudretin o gibi eşya ile mübaşereti görünmesin. Fakat melekût ciheti, yani içyüzü ise şeffaf ve yüksektir. Kudretin taalluk ettiği bu cihette, hiçbir şey kudretin taallukundan hariç değildir. Evet azamet-i İlahiye esbab-ı zahiriyenin vaz’ını iktiza ettiği gibi, vahdet ve izzet-i İlahiye de kudretin bütün eşyaya şümulünü ve kelâmın herşeye ihatasını iktiza ederler. Maahaza bir zerre üstünde zerreler ile yazılan bir Kur’an, sahife-i semada yıldızlar ile yazılacak Kur’andan hüsün ve güzellikte aşağı değildir. Ve keza (Haşiye-1) bir sivrisineğin yaratılışı, san’atça filin hilkatinden dûn değildir. Kelâm sıfatı da aynen kudret sıfatı gibidir. Bir çocukla konuşup söz anlatmak, bir feylesofla konuşmaktan aşağı değildir. ( syf 159 )

196- Zâten kelâmın güzelliği, belâgatı; mümessel-i lehe mutabakatı nisbetindedir. Evet bir padişah bir çobana, çobanlara mahsus bir aba, bir palto ve kelbine de bir kemik verirse, “Padişah iyi yapmadı” diye kimse itiraz edemez. Çünki herşeyi lâyıkına vermiştir. Binaenaleyh mümessel-i leh ne kadar hakir olursa, temsili de o kadar hakir olur ve ne kadar büyük olursa, temsili de o kadar büyük olur. Evet sanemler pek âdi, hakir olduklarından; Cenab-ı Hak sineği onlara musallat kılmıştır; ve ibadetleri de o kadar çirkindir ki, nesc-ül ankebut ile yani örümceğin ağıyla tabir edilmiştir. ( syf 159 -160)

197- Kur’anı inzal etmekten maksad, cumhur-u nâsı irşad etmektir. Cumhur ise avamdır. Avam-ı nâs, çıplak olan hakaiki göremez; ülfet peyda etmedikleri akliyat-ı mahzayı ve mücerredatı fehimleri alamaz. Bunun için Cenab-ı Hak lütf u ihsanıyla hakikatları onların ülfet ettikleri bir libas ile, bir şive ile göstermiştir ki, tevahhuş edip ürkmesinler. Bu bahis, müteşabihat bahsinde geçmiştir. (syf 160 )

198- Eşyanın içyüzleri yüksek ve şeffaf olduğundan, bu yüzlerden bahsetmek azamet ve celale münafî olmadığı gibi, uluhiyetin iktizası üzerine dış yüzleri çirkin görünenlerin bahsedilmekten, zikredilmekten hariç tutulmaları, uluhiyet kanununa muhaliftir. Çünki bir hâkim, tebaasından Çingeneleri hukuk-u medeniyeden ihraç etmez. ( syf 161 )

199- Rububiyet ve terbiyenin iktizasına binaen, insanları kendi aralarında cereyan eden muhavereleri, üslûbları, şiveleriyle irşad etmek lâzımdır. ( syf 161 )

200- Cenab-ı Hak insanlara cüz’-i ihtiyarî vermekle, onları âlem-i ef’ale masdar yaptı. O âlem-i ef’ali bir nizam altına almak üzere kelâmını, yani Kur’anını da o âlem-i ef’ale gönderdi. Binaenaleyh tanzif ve tanzim için yapılan İlahî bir proğram, itirazlara mahal olamaz.( syf 161 )

201- Her kim inayet-i ezeliye ile rububiyet-i İlahiyeyi gözönüne getirip Allah canibinden, kudretin azameti altında bakarsa, بَعُوضَة ve emsaliyle getirilen temsillerin, belâgat kanunlarına muvafık ve Cenab-ı Hak’tan hak olduğunu tasdik eder. Fakat her kim nefsinin emri altında mümkinatı nazara alarak bakarsa, şübhesiz vehimler onu havalandırır, dalaletin bataklığına atar. ( syf 161 162 )

202- Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilâtına, üslûblarına; inayet ve rububiyetini mülahaza etmekle beraber Allah’ın canibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nur-u imanla olur. Bu itibarla vehimler olsa bile, ancak örümcek ağının kıymet ve kuvvetinde olur. Eğer mümkinat cihetinden cüz’î fikriyle, müşteri nazarıyla bakarsa, zaîf bir vehim bile onun nazarında bir dağ gibi olur. Cudi Dağı’nı gözün rü’yetinden men’eden sineğin kanadı gibi; zaîf, küçük bir vehim de, hakikatı onun gözünün görmesinden setreder. ( syf 162 )

203- Evet nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemalât-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği gibi nev’in saadetine de sebeb olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı, ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlâkî vesaire güzel şeyleri aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ızdıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hali kâfir değildir. ( syf 164 )

204- Maahaza yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşv ü neması, ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet sağ el, daima çalıştığı için, sol elden daha kuvvetlidir. Ve bir hükûmet, mücahede ettikçe cesareti artar, terkettiği zaman cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükûmet de söner, mahvolur. Ve keza her şeyin ve her işin tekâmülü, zıdlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Meselâ hidayetin tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünki küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü’minin imanı ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu iki cihet itibariyle teklif, saadet-i nev’iyenin yegâne âmilidir. ( syf 164-165 )

205- Fısk; haktan udûl, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terketmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş’et eder. Evet ifrat veya tefrit, delillere karşı bir isyandır. Yani sahife-i âlemde yaratılan delail, uhûd-u İlahiye hükmündedir. O delaile muhalefet eden, Cenab-ı Hak’la fıtraten yapmış olduğu ahdini bozmuş olur. Ve keza ifrat ve tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır. Buna fıskın birinci sıfatı olan
اللّهِ عَهْدَ يَنْقُضُونَ
cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve keza ifrat ve tefrit, hayat-ı içtimaiyeye karşı isyan ateşini yakan iki âmildir. Evet bu âmiller hayat-ı içtimaiyeyi nizam ve intizam altına alan rabıtaları, kanunları keser atar. Evet şehvet veya gazab haddini aşarsa, ırz ve namuslar pay-mal olur, masumlar mahvolur. Buna da, fıskın ikinci sıfatı olan
يُوصَلَ اَنْ بِهِ اللّهُ اَمَرَ مَا يَقْطَعُونَ وَ
cümlesiyle işaret edilmiştir. Ve keza dünya nizamının bozulmasını intac edip fesad ve ihtilâle sebebiyet veren iki ihtilâlcidirler. Buna dahi, fıskın üçüncü sıfatı olan
اْلاَرْضِ فِى يُفْسِدُونَ وَ
cümlesiyle işaret edilmiştir. Evet fâsık olan kimsenin kuvve-i akliye ve fikriyesi itidali kaybedip safsatalara düşerse, itikadata ait rabıtaları kesmekle, hayat-ı ebediyesini yırtar atar. Ve keza kuvve-i gazabiyesi hadd-i vasatı tecavüz ederse, hayat-ı içtimaiyenin hem yüzünü, hem astarını yırtar, altüst eder. Ve keza kuvve-i şeheviyesi haddi aşarsa heva-i nefse tâbi olur, kalbinden şefkat-i cinsiye zâil olur, kendisi berbad olacağı gibi başkalarını da berbad edecektir. Bu itibarla fâsıklar hem nev’inin zararına, hem Arz’ın fesadına çalışmış olur.
(syf 165-166 )

206-“Söylediğimiz sözler ayrı ayrı ise de, senin hüsnün birdir. Bütün sözlerimiz, o hüsn-ü cemale işaret ediyorlar.” Bunun içindir ki, Kur’an-ı Kerim’in selaseti ve yüksek belâgatı ve nakşındaki inceliği tabaka-i i’caza vâsıl olmuştur. ( syf 166 )

207- Temsiller, mühür veya imzalar gibi tasdik ve isbat içindir. Nasılki yazılan bir şey mühürlenmekle tasdik edilmiş olur; aynen bunun gibi, söylenilen bir söz de bir misal ile tasdik ve isbat edilmiş olur. (syf 168 )

208- Yalnız ayıplardan selamet kemale delil olamaz. ( syf 170 )

209-“Küfrü olan adam, hakikatı bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür.” Ve keza kendileri dalalette oldukları gibi, ağızlarıyla halkı da dalalete sürüklediklerine işarettir. ( syf 171 )

210- Evet insanların az bir kısmının fazilet ve hidayetlerini çok görmek ve göstermek, Kur’anın beşere karşı merhametli ve lütufkâr olduğunu gösterir. Ve keza bir fazilet sahibi, bin faziletsize mukabildir. Bu itibarla fazileti taşıyan az olsa da, çok görünür. ( syf 172 )
211- Cenab-ı Hakk’ın ahdi; meşiet, hikmet, inayetin ipleriyle örülmüş nuranî bir şerittir ki, ezelden ebede kadar uzanmıştır. Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın enva’ına dağıtır iken, en acib silsilesini nev’-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve neticesini cüz’-i ihtiyarînin eline vermiştir. O cüz’-i ihtiyarînin yuları da şeriatın ve delail-i nakliyenin eline verilmiştir. Binaenaleyh Cenab-ı Hakk’ın ahdini bozmamak ve îfa etmek, ancak o istidadları lâyık ve münasib yerlerine sarfetmekle olur. Ahdin nakzı ise, bozmak ve parçalamaktan ibarettir. Meselâ: Bazı enbiyaya iman ve tasdik, bazılarını inkâr ve tekzib; bazı hükümleri kabul, bazılarını red; bazı âyetleri tahsin, bazılarını kabih ve çirkin görmek gibi. Zira böylece yapılan nakz-ı ahd; nazmı, nizamı, intizamı ihlâl eder, bozar.
( syf 173 )

212- İlmin i’tası, manen ameli emrediyor; zekânın i’tası, ilmi emrediyor; istidadın bulunması, zekâyı; aklın verilmesi, marifetullahı; kudretin verilmesi, çalışmayı; cesaretin verilmesi, cihadı manen ve tekvinen emrediyor. ( syf 174 )

213- Evet fıskla bozulan bir adam, bataklığa düşüp çıkamıyan bir şahıs gibi çokların da o bataklığa düşmelerini istiyor ki, maruz kaldığı o dehşetli halet, bir parça hafif olsun. Çünki musibet umumî olursa, hafif olur. Ve keza bir şahsın kalbinde bir ihtilâl, bir fenalık hissi uyanırsa; yüksek hissiyatı, kemalâtı sukut etmeye başlar; kalbinde tahribata, fenalığa bir meyil, bir zevk peyda olur. Yavaş yavaş o meyil kalbinde büyür; sonra o şahıs bütün lezzetini, zevkini tahribatta, fenalıkta bulur. İşte o vakit o şahıs, tam manasıyla Arz’da yırtıcı bir hayvan, ihtilâli çıkarıp büyüten bir bela, fesadı durmayıp karıştıran bir âfet kesilir.(syf 174)

214- Madem ki Arz’da nizam var, müvazene de olmalıdır. Hattâ nizam müvazeneye tâbidir. Binaenaleyh bir makinenin dişleri arasına küçük bir şey düşerse makine müteessir olur, belki faaliyeti de durur. Veya faraza iki dağ bir teraziyle tartılır iken, terazi müvazi olduğu vakit bir gözüne bir ceviz ilâve edilirse müvazenesi bozulur. Dünyanın da manevî nizam makinesi böyledir. Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, Arz’ın müvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir. (syf 174 )

215- Nimetleri verene şükür, vâcibdir; küfran-ı nimet, aklen de haramdır. Eğer o nimetlerin hakikatlarına bakılırsa, mebde’ ve meâdı isbat eden delillerdir. ( syf 176 )

216- İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki; mahsus bir kanun ile, muayyen bir nizam ile intizam altına alınarak âlem-i anasıra gönderilir. Âlem-i anasırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birdenbire kafile kafile, muayyen bir düstur ile, yevmî bir intizam ile, bir kasd ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken birdenbire acib, garib bir tarz ile nutfeye inkılab eder. Sonra müteselsil inkılablar ile alaka olur; sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılabların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yani hayatsızdır. ( syf 177 )

217- Evet hayat, kudret-i ezeliyenin en büyük ve en ince ve en acib bir mu’cizesidir ve bütün nimetlerden üstündür ve mebde’ ve meâdın bürhanlarından en zahir bürhandır.
Evet hayat nevi’lerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zahir, o kadar umumî, o kadar me’luf iken, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır. İşte hayatın ne derece ince olduğu anlaşıldı.
Ve keza hayatı olmayan bir cisim, en büyük bir dağ da olsa tektir, yetimdir, mekânından başka birşeyle münasebeti yoktur. Lâkin bal arısı gibi küçük bir cisim, hayata mazhar olduğu zaman, bütün kâinatla münasebetdar olur ve herşeyle alış-veriş yapar; hattâ diyebilir ki: “Kâinat benim mülkümdür, benim yerimdir.” Kâinatın her tarafına gider, havassıyla tasarruf eder, bütün eşya ile kesb-i muarefe eder. Bilhâssa hayat-ı insaniye tabakasına çıkan hayat, aklın nuruyla âlemleri gezmiş olur. Âlem-i cismanîde tasarruf ettiği gibi, âlem-i ruhanîde gezer, âlem-i misale seyahat eder; kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruhunun âyinesinde temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar. Hattâ insan “Âlem, Allah’ın fazlıyla benim için halkolunmuştur” diyebilir. Hayat-ı insaniye; herbirisi çok tabakalara şamil olarak hayat-ı maddiye, hayat-ı ruhaniye, hayat-ı maneviye, hayat-ı cismaniye gibi nevi’lere ayrılır, inbisat eder. Demek ziya, renk ve cisimlerin görünmesine sebeb olduğu gibi; hayat da, mevcudatın kâşifi ve sebeb-i zuhurudur. Evet hayat, bir zerreyi bir küre gibi yapar; ashab-ı hayatın herbirisi, âlem benimdir diyebilir. Aralarında müzahame ve münakaşa da olmaz; müzahame ve münakaşa, yalnız nev’-i beşerde olur. İşte hayatın ne büyük bir nimet olduğu anlaşıldı.
Ve keza camid, dağınık bazı zerrelerin birdenbire bir vaziyetten çıkıp, makul bir sebeb olmadığı halde diğer bir vaziyete girmesi, Sâni’in vücuduna zahir bir delildir. Hattâ hayat; hakikatların en eşrefi, en temizidir; hiçbir cihetle hısseti yoktur, çirkin bir lekesi yok. Hayatın dışı da içi de her iki yüzü de latiftir. Hattâ en küçük ve hasis bir hayvanın hayatı bile yüksektir. Bunun içindir ki, hayat ile kudret arasında zahirî bir sebeb tavassut etmiyor. Hayata bizzât kudretin mübaşereti, izzete münafî değildir. Halbuki umûr-u hasiseye kudretin zahiren mübaşereti görünmemek için esbab-ı zahire vaz’edilmiştir. Demek hayatta hısset yoktur. İşte bundan anlaşıldı ki; hayat, Sâni’in vücuduna en zahir bir delildir. ( syf 178-179)

218- يُمِيتُكُمْ ثُمَّ ukdesini açar. Evet mevtin de hayat gibi mahluk olduğuna, mevtin i’dam ve adem-i mahz olmadığına delalet eder. Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir. Ve keza nev’-i beşerde mevcud emarat ve işarat-ı kesîreden kat’iyyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi bâki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur. Demek ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir. Bu hâsse-i zâtiyenin bir ferdde mevcud olması, nev’in tamamında mevcud olmasını istilzam etmekle; mûcibe-i cüz’iyenin mûcibe-i külliye hükmünde olduğuna bir misal teşkil ediyor. Binaenaleyh mevt, hayat gibi bir mu’cize-i kudrettir. Yoksa hayat şartları bulunmadığından ademin dairesine girmiş değildir. ( syf 179)

219- Ölüm, saadet-i ebediyeye mukaddemedir; bu itibarla nimet sayılabilir. Çünki nimetin mukaddemesi de nimettir. Nitekim vâcibin mukaddemesi, vâcib; haramın mukaddemesi, haramdır.
Sâniyen: Ölüm, muzır hayvanlarla dolu bir hapisten geniş bir sahraya çıkmak gibidir. Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur.
Sâlisen: Ölüm olmasaydı, küre-i Arz nev’-i beşeri istiab edemezdi ve nev’-i beşer müdhiş perişaniyetlere maruz kalırdı.
Râbian: İhtiyarlık yüzünden öyle bir dereceye gelenler var ki, tekâlif-i hayatiyeye kadir olamaz, daima ölümünü isterler.
İşte bunun için, ölüm nimettir. ( syf 180 )

220- Haşir ve kıyamette kâinat tasfiye ameliyatını gördüğü zaman, zıdlar birbirinden ayrılır ve esbab ile vesait de ortadan kalkar; ortadaki perde ve hicab kalktıktan sonra, herkes Sâni’ini görür ve hakikî Mâlikini bilir. ( syf 180 )

221- Bir zîhayatın cesedi, birinci inkılabın birinci vaziyetinden başlamak üzere daima teceddüd eder, tazelenir; yani bir libastan, bir kıyafetten çıkar, daha güzel bir libasa, bir kıyafete girer. Ve hâkeza böylece saadet-i ebediyeye mazhar oluncaya kadar devam eder. Binaenalâhâzâ bir zîhayatın şu müteselsil vaziyetlerine bakan bir adam, nasıl inkâra cesaret edebilir. ( syf 181 )

222- Dünyada insanın vücud ve bekası olduğu gibi, âhirette de vücud ve bekası vardır. Dünyadaki vücud, vasıtasız dest-i kudretten çıkar. Dünyada terkib, tahlil, tasarruf, tahavvül ile karışık beka mes’elesi sâbıkan zikredilen hikmet üzerine esbab, vesait, ilel, mes’eleye müdahale edip araya girerler. Âhirette ise vücud ve beka, her ikisi de levazımatıyla, terkibatıyla bizzât dest-i kudretten çıkarlar ve herkes hakikî Mâlikini bilir. İşte bunu anlayan, rücuun ne demek olduğunu anlar. ( syf 184 )

223- Ve keza insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlukat onun için halkedilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsa idi, o vakit insan mahlukat için halkolunacaktı. Ve keza insanın Hâlıkı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki; âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için; beşeri de ibadeti için halketmiştir.
Hülâsa: İnsan mümtaz ve müstesnadır; hayvanlar gibi değildir. ( syf 185 )

224- Hayatın öyle bir hâsiyeti vardır ki, hayat cüz’ü küll, cüz’îyi küllî, ferdi nev’, mukayyedi mutlak, bir şahsı bir âlem gibi kılar. Binaenaleyh tek bir insan, “Dünya benim evimdir. Dünyadaki enva’ benim kavmimdir ve benim aşiretimdir ve bütün eşya ile muarefem ve münasebetim vardır.” diyebilir. ( syf 186 )

225- Ey arkadaş! Kur’an-ı Kerim tarih, coğrafya muallimi değildir. Ancak âlemin nizam ve intizamından bahisle, Sâni’in marifet ve azametini cumhur-u nâsa ders veren mürşid bir kitabdır. Binaenaleyh bunda iki makam vardır:
Birinci Makam: Nimetleri, ihsanları, merhametleri göstermekle delail-i zahiriyeyi beyan etmekten ibarettir. Bu itibarla Arz, semavattan evveldir.
İkinci Makam: Azamet, izzet, kudret delillerini gösterir bir makamdır. Bu cihetle semavat, Arz’dan evveldir. ( syf 188 )

226- Ve keza Arz’ın içindeki maden ve maddelerin istifade-i beşer için yaratılışı, Arz’ın içinde henüz keşfedilemiyen anasır ve maddelerden -tekâlif-i hayatın zahmetlerinden müstakbelin insanlarını kurtaracak- bazı gıdaî vesaire maddelerin vücudu mümkün olduğuna delalet eder.
( syf 193 )

227- Umumi bir şey yoktur ki bazı hususi durumları olmasın. Kaide i külliye ( syf 195 )

228- Arz’ın ecram-ı ulviyeye nisbeten pek küçük ve süflî olduğu halde canlı mahlukatla dolu olduğunu görüp âlemin de nizam ve intizamına dikkat eden insan, ecram-ı ulviyenin de o yüksek burçlarında, hayatlı sâkinleri olduğuna kat’î bir şekilde hükmeder. ( syf 196 )

229- Hayat, mevcudatın keşşafıdır, belki mevcudatın neticesidir. Binaenaleyh bu geniş fezanın sâkinlerden ve şu yüksek semavatın şenliklerden hâlî olduklarının imkânı var mıdır?
(syf 197 )

230- Melekler mükerrem abddirler, emirlere muhalefetleri yoktur ve muhtelif kısımlara münkasım ve latif ve nuranî cisimlerdir. ( syf 197 )

231- Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse, bu nev’in vücudu tahakkuk eder. Nev’in vücudu tahakkuk etse, herhalde şeriatın beyan ettiği gibi olacaktır.( syf 198 )

232-“Eşya ve ahkâm, sizin malûmatınıza münhasır değildir. Adem-i ilminiz, onların vücuda gelmeyeceklerine sebeb olamaz. Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır; o hikmetin hatırası için, fesadlarını nazara almam.” ferman etmiştir. ( syf 199 )

233- Cenab-ı Hakk’ın müşavere şeklinde melaike ile yaptığı muhavere, melaikenin beşer ile fazla bir irtibat ve alâka ve münasebetleri olduğuna işarettir. Çünki melaikenin bir kısmı insanları hıfzediyor, bir kısmı kitabet işlerini görüyor. Demek insanlarla alâkaları ziyade olduğundan, insanların ahvaline ehemmiyet veriyorlar. ( syf 200 )

234- İnsanın ahvali, vaziyetleri ne tabiatın iktizasıdır ve ne de fıtratın îcabıdır, ancak bir câilin ca’li iledir. ( syf 202 )

235- Kuvve-i şeheviye ile Arz’da fesad hasıl olur, kuvve-i gazabiyenin tecavüzüyle katl ü kıtale mahal olur. Halbuki Arz, takva üzerine tesis edilmiş bir mescid hükmündedir. ( syf 203)

236- Beşerdeki maslahatlar ve beşerin hayr-ı kesîre nisbeten mefsedetleri, şerr-i kalildir. Şerr-i kalil için hayr-ı kesîri terketmek, hikmete muhaliftir. ( syf 204 )

237- Beşerin hilafete olan sırr-ı liyakatı, melaikece meçhul, Hâlıkça malûmdur. ( syf 204 )

238- Cenab-ı Hakk’ın ef’ali hikmetlerden, maslahatlardan hâlî değildir. Öyle ise mevcudat, halkın malûmatında münhasır değildir. Öyle ise melaikenin adem-i ilimleri, beşerin adem-i vücuduna delil olamaz. Ve keza Cenab-ı Hak hayr-ı mahz olarak melaikeyi yaratmıştır, şerr-i mahz olarak da şeytanı yaratmıştır, hayır ve şerden mahrum olarak behaim ve hayvanatı halketmiştir. Hikmetin iktizasına göre, hayır ve şerre kadir ve câmi’ olarak dördüncü kısmı teşkil eden beşerin yaratılması da lâzımdır ki; beşerin şeheviye ve gazabiye kuvvetleri kuvve-i akliyesine münkad ve mağlub olursa, beşer mücahedesinden dolayı melaikeye tefevvuk eder. Aksi halde hayvanattan daha aşağı olur, çünki özrü yoktur. ( syf 205 )

239- Mu’cizat-ı enbiyadan iki gaye ve hikmet takib edilmiştir:

Birincisi: Nübüvvetlerini halka tasdik ve kabul ettirmektir.
İkincisi: Terakkiyat-ı maddiye için lâzım olan örnekleri nev’-i beşere göstererek, o mu’cizelerin benzerlerini meydana getirmek için nev’-i beşeri teşvik ve teşci’ etmektir. Sanki Kur’an-ı Kerim, enbiyanın kıssa ve hikâyeleriyle terakkiyatın esaslarına, temellerine parmakla işaret ederek: “Ey beşer! Şu gördüğün mu’cizeler, bir takım örnek ve nümunelerdir. Telahuk-u efkârınızla, çalışmalarınızla şu örneklerin emsalini yapacaksınız.” diye ihtar etmiştir. Evet mazi, istikbalin âyinesidir; istikbalde vücuda gelecek icadlar, mazide kurulan esas ve temeller üzerine bina edilir. Evet şu terakkiyat-ı hazıra tamamıyla dinlerden alınan işaretlerden, vecizelerden hasıl olan ilhamlar üzerine vücuda gelmişlerdir. Evet:
1- İlk saat ve sefine, mu’cize eliyle beşere verilmiştir.
2- Kâinatın ihtiva ettiği bütün nevi’lerin isimlerini, sıfatlarını, hâssalarını beyan zımnında; beşerin telahuk-u efkârıyla meydana gelen binlerce fünun sayesinde كُلَّهَا اْلاَسْمَاءَ آدَمَ عَلَّمَ وَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Âdem’in mu’cizesine mazhar olmuştur.
3- Bütün san’atların medarı olan demirin yumuşatılıp kullanılması sayesinde icad edilen bu kadar terakkiyatla nev’-i insan, الْحَدِيدَ لَهُ اَلَنَّا وَ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Davud’un mu’cizesine mazhardır.
4- Yine telahuk-u efkâr ile, tayyare gibi icad edilen terakkiyat-ı havaiye sayesinde nev’-i beşer, شَهْرٌ رَوَاحُهَا وَ شَهْرٌ غُدُوُّهَا âyetiyle sür’ati beyan edilen Hazret-i Süleyman’ın mu’cizesine yaklaşıyor.
5- Kıraç ve kumlu yerlerden suları çıkartan santrafüj âleti, الْحَجَرَ بِعَصَاكَ اضْرِبْ اَنِ âyetiyle işaret edilen Hazret-i Musa’nın (A.S.) asâsından ders almıştır.
6- Tecrübeler sayesinde ve telahuk-u efkâr ile husule gelen terakkiyat-ı tıbbiye, Hazret-i İsa’nın (A.S.) mu’cizesinin ilhamatındandır. Hakikaten şu mu’cizeler ile bu terakkiyat arasında pek büyük münasebet ve muvafakat vardır. Evet dikkat eden adam, bilâ-tereddüd o mu’cizeler bu terakkiyata birer mikyas ve nümunelerdir diye hükmeder.( syf 207-208 )

251- طَرْفُكَ لَيْكَ اِيَرْتَدَّ نْ اَقَبْلَ بِهِ آتِيكَ اَنَا âyet-i kerimesi; pek uzak mesafelerden celb-i savt, suret vesaire gibi beşerin keşfettiği veya edeceği icadata nümune ve me’hazdirler. (syf 208 )

240- Hazret-i Süleyman’a kuş dilini öğrettik manasında الطَّيْرِ مَنْطِقَ لِّمْنَاعُ olan âyet-i kerime; beşerin keşfiyatından radyo, papağan, güvercin gibi âlât ve hayvanların konuşmalarına ve mühim işlerde kullanılmasına me’hazdir. Ve hâkeza beşerin henüz keşfedemediği çok mu’cizeler vardır, istikbalde yavaş yavaş keşfine muvaffak olur. ( syf 208- 209 )

241- Cenab-ı Hakk’ın Arz’ında beşerin halife olması, Allah’ın hükümlerini icra ve kanunlarını tatbik etmesi içindir. Bu ise, tam bir ilme mütevakkıftır. ( syf 209 )

242- Cenab-ı Hak Âdem’i (A.S.) bütün kemalâtın mebadisini tazammun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidad ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvî bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir; ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir. ( syf 209 )

243- Âdem’in melaikeden cihet-i imtiyazı ve melaikenin muarazadan sebeb ve medar-ı aczi, esmanın heyet-i mecmuası olduğuna işarettir. Yoksa esmanın bir kısmını, belki kısm-ı a’zamını melekler de bilirler. ( syf 211 )

244- Ezelden ebede kadar her türlü hamd ve övğü , şükür ve minnet ,Alemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. (syf 212 )

Sayfa numaralandırılmasında envar neşriyat esas alınmıştır.
Dilek ve önerileriniz için
Kasif_0391@hotmail.com
Kaşif Sarıçiçek
 
Üst