Hoşgörülemeyen "Hoşgörü"yle Bir Diyalog Denemesi

Huseyni

Müdavim
Mücahit Bilici


Hoşgörü ve diyalog kavramları öteden beri muhtelif vesilelerle dile gelen iki önemli kavram. Ama nedense derinliği basitliğine kurban giden iki kavram olan hoşgörü ve diyalogun ne tür bir teorik arkaplana sahip oldukları tartışılmamıştır. Hoşgörü ideolojik erozyona açık bir yaklaşım olduğu kadar dönüştürücü bir muhatabiyet yöntemidir de. Bu yazı, hoşgörünün kime ve ne-reye kadar gösterileceği konusundan ziyade hoşgörü kavramının öyle sanıldığı gibi naif bir zihnî altyapının ürünü olmadığını, aksine esaslı bir özgüvene dayandığını ortaya koymayı amaçlamaktadır.


Kim olduğumuza dair bir hatırla(t)ma

Taifliler

Kudsiyeti kendisini tecrübe eden insanlar ve zamanlardan bağımsız olan bir ezelî hitap olarak İslâmiyet bütün insanlara rahmet olarak gönderilmiştir. Bu ezelî rahmetin elçiliğini yapan zat, bundan haberi olmayan insanları da bu rahmetten nasipdar kılmak üzere Taif’in yolunu tuttuğunda sonsuz bir rahmetin az sayıdaki taşıyıcılarından ilk’iydi. Mağaradan çıkmak üzere olup gözleri kamaşan ancak henüz gördüklerinin Güneş olduğunu farkedemeyen ve bu yüzden kendilerine ışığı getiren peygamberi taşlarla karşılayan Taiflilere neden beddua etmediği sorulduğunda Hz. Muhammed’in verdiği cevap manidardı: “Bilmiyorlar.”


“Müslümanın hiddeti” ve “İslâm'ın kendisi”

Hazreti Ali cihad esnasında bir kafiri yere yıkmış, tam onu kesmek üzeredir. Kafir, onun yüzüne tükürür. Bunun üzerine, Hz. Ali o kafiri kesmekten vazgeçer. Zira, İslam adına vuruşuyor olsa da, yani müslüman olsa da kendi hiddetinin onu kesme hakkına sahip olmadığının farkındadır Hz. Ali. Beklenenin aksine olarak Hz. Ali, kafiri kendi kimliğinin bileyicisi olarak görmemekte, aynı yerde birleşiyor olsalar bile kendisi ile taşıdığı şey arasında bir ayrım yapmaktadır. Müslüman olan Hz. Ali, kendisini İslâmla özdeşleştirmemekle iki önemli tehlikeyi bertaraf etmektedir: kendi nefsinin hissesini görememek tehlikesi ile karşısındakinin İslâm'a muhatap olma kanallarını kapatma tehlikesi. Kısacası, Hz. Ali, İslâm'ın kendisi kadar karşısındakinin de hakkı olduğunu bilmekte, genel bir hakikati kendi hususi pozisyonuyla temellük etmemektedir. Ve belki de bu hassasiyetin makbuliyetine işaret ve her an hiddetlenmesi muhtemel bizlere bir ders olmak üzere, Allah da o kafire hidayet nasip etmektedir.


Mesail-i Diniyenin Siyaset Suretinde Bahsi Caiz Değildir

Said Nursi, mesail-i imaniyenin bahis edildiği bir mecliste kendisine sorulan bir soruya cevap vermemektedir. Soruyu soranlara bakılırsa Said Nursi orada bir imani meseleyi ‘o ortam’dan esirgemiştir. Ne var ki Said Nursi’nin bir gerekçesi vardır: “Mesail-i imaniyenin münakaşa suretinde bahsi caiz değildir.”(Mektubat, s. 39, 42.)


Bu gerekçede altının çizilmesi gereken kelime ‘münakaşa’ kelimesidir. Caiz olmayan, imanî meselenin bahsi değil o bahsin ‘münakaşa suretinde’ yapılmış olmasıdır. Caiz olan yol konusunda Said Nursi’nin yaptığı öneri ise ‘insafla, müda-vele-i efkâr suretinde’ki bahistir.


Münakaşanın aksine olarak müdavele-i efkarda iki ayrı kutup değil, taraflardan bağımsız olan “doğru”ya karşı ortak bir arayış tavrı vardır. Müdavele-i efkârda “doğrunun umumiliği” yara almamakta, münakaşada olduğu gibi birinin elinde olduğu için doğru diğeri tarafından saldırıya uğramamaktadır. Lakin, münakaşa, “bir” kitabı, “iki” taraftan doğal olarak “biri”nin eline vermektedir. Ve iki taraf kavga ettiğinde elinde kitap olan, karşı tarafın hamlesine karşılık olarak kitabı (kutsallığı olduğuna göre) siper ettiğinde kendisiyle birlikte o kitabın da yere yuvarlanmasına neden olmakta; dahası ve daha da kötüsü, karşısındakini kitabın kudsiyetinin dışına çıkmak zorunda bırakmaktadır. Böylelikle taraflarüstü olan kitabın kudsiyeti, taraflardan birine tâbi durumuna düşmektedir. Sonuçta bir kutuplaşma aygıtı olarak kullanılan kitap, kutuplardan birinin ‘katkılarıyla’ karşı haline gelen diğer kutup tarafından belki de bazan sırf karşı tarafa ait olduğu için parçalanmaktadır. (Bu noktanın siyaset konusundaki yansımaları önemli olmakla birlikte ayrı bir yazının konusudur)


Dogmatizme giriş

Doğru dogmatiktir

Doğru dogmatiktir. Çünkü doğruya karşı savunmasızdır insan. Doğrunun hükmetme eğilimi ve gücü karşısında iki ihtimalin kuşatması altındadır insan. Ya o doğruya teslim olacaktır. Ya da teslim olmayacaktır. Doğruya teslim olmak, kendisini doğrunun hükmetme koşullarına hazırlamaktır. Birşeyin varlığı ile ne olduğu arasındaki ayrım, doğrunun (yani birşeylerin varlığının), onun ne olduğuna oranla daha az tartışılabilir (yani daha fazla dogmatik) oluşuyla da kendisini dışa vurmaktadır. Bu anlamda doğruyu dogmatik olmaktan çıkaracak tek yol onlarca seçenekten bir(iler?)inin doğru olma zorunluluğunu kabul etmemektir. Ne ki, insan fıtratı doğrunun varolduğuna, dahası bu doğrunun bir olduğuna ve de bunun bulu-nabileceğine inanagelmiştir. İnsanın varlığına inandığı ve bu yüzden de aradığı doğrunun hegemonik olması da kaçınılmazdır. Hatta bu hegemonik olma gerçeği doğru sayılan birşeyin doğru olmaması durumunda da sözkonusu olmakta; yanlış da olsa doğru adına kabullenilen birşey kendisi hakkında verilen ‘doğru’dur hükmünden aldığı güçle kendi dışındakileri yanlış kılma eğilimi göstermektedir. İşte tam da bu yüzden doğru olduğuna kesin kanaat getirilen birşey ile yanlış birşeyin ortasını bulmak mümkün değildir. Çünkü, ikisinin ortası yoktur. Hatt-ı muvasalayı burada temin etmek mümkün değildir. Eğer doğru diye birşey varsa, diğer şeyler ya doğrudur ya da yanlıştır.


Doğru dogmatik değildir

Doğru dogmatik değildir. Çünkü dogmatizm korkunun doğurduğu bir durumdur. Bir konudaki tartışılmazlık o şeyin doğruluğundan kaynaklanabileceği gibi, yanlış olanın özgüven yokluğundan da kaynakla-nabilir. Kendini dışarı açmaktan korkan yanlış olandır. Yanlış olanın hayali ülkesini yıkacak bir doğru vardır. Bu doğrunun ne olduğundan bağımsız olarak doğruya olan ihtiyacın sırtından geçinen yanlış, kendi dışındakilerden korkar. Kendi bilinçli bir şekilde kabul etmese bile, kendi dışındaki-ler arasında doğru da vardır. Ve doğru, her zaman için yanlışın mumunu söndürme istidadındadır. Bu yüzden yanlış olan müstebit olduğu kadar, korkar da. Yanlış, içinin boşluğu oranında dışarıya karşı saldırgandır. Doğrunun özgüveni vardır ve kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. Eğer kendisi doğruysa zaten kendi dışındakiler yanlıştır. Ve bu, korkacak birşey yok demektir. Eğer doğru, doğru değilse o zaman varoluşsal bir sorunu var demektir ki, korkması için yeterli neden vardır: Çünkü o yanlıştır. Doğrunun ise kaybedeceği birşey yoktur.


Hoşgörü’ye kimin gücü yeter?

Kendi dışındakilerle temastan dolayı kaybedecek hiçbir şeyi olmayan tek şey doğru’dur. Yine bu yüzden sadece doğru çoğulcu olabilir. Yalnız hakikatin mesleği muhabbettir. Kendisine intisabın devamı için sadece hakikatin başkasının adavetine ihtiyacı yoktur. Sloganlara ve hileye en az ihtiyacı olan da yine hakikattir.


"Hoşgörüye kimin gücü yeter?" sorusunun cevabı, “kendinden emin olanlar”dır. Bir mümin kendinden emin olmak zorundadır. Zira İslâmiyetin hakikatinden hiç şüphesi yoktur. Kendinden emin olan müminin dinde hissesi beyt’ül-ankebut gibi de olmaz. Çünkü, inkılab-ı siyasîden dolayı bir havf (korku) içine düşmediği gibi, ben-zer bir durumun sonucu olarak bir reca (ümit) içine de girmez.


Yabancı düşmanlığı

İnsan yabancısı olduğu, bilmediği şeye düşmandır. İçinde yaşadığı zamanı ve kendisi dışındakileri tanıyıp anlayacak araçlara sahip olmayan bir tarafgir dışarıyla paylaşılacak çok az şeye sahiptir. Dışarıdan korkar ve ona düşman olur. Kapsayıcı olacağına dışlayıcı olur. Elindekinin hakikat olduğuna esasen zımnî olarak itimadı olmadığı için karşı tarafla diyalog yerine tartışma yahut meydan okuma yolunu seçer. Kendini tanımlamak için her zaman “onlar”a ihtiyaç duyar. Kimi zaman ümmeti milletin bir el büyüğü gibi görmeye başlar. Asıl düşmanı imansızlık iken kendine öncelikli düşman olarak Yahudi ve Hıristiyanları seçer. Dahası, düşman seçtiği bir tarafa neden düşmanlığı seçtiği hususunda da zihni netleşmiş değildir. Sadece bir kavga ve çatışma ortamından haberdardır. Halbuki din temellük edilecek birşey değildir. Din bütün safların müslümanların tarafı dahil üstündedir. İslâmiyet ile müslümanlar arasında yapılan ayırım, yani müslümanların hata yapabilirliğine karşılık İslamiyetin pak olması bizi önemli bir noktaya getirmektedir: temsil meselesi.


Temsille tebliğ

Müslümanın vazifesi İslâm'a ayine olmaktır. Bu, zaten hak olan İslâmiyete perde olmamak anlamına gelir ki, tebliğin sınırları konusunda bize ipuçları verir. Lisan-ı halin lisan-ı kâlden üstün oluşu en iyi tebliğin o hakikati yaşamayla mümkün olduğunu haber vermektedir. Zaten kâinatta muvaffak olmanın şartlarından olan ihlas düsturu da bunu salık vermektedir.


İhlasa riayet konusunda Hazreti Ali’nin yukarıda anlatılan pozisyonu anlamlı bir örnek oluşturmaktadır. İslâmiyet bize nefislerimizi okşayacak bir imtiyaz olarak değil nefislerimizi ezecek bir mesuliyet olarak teklif edilmiştir. Üstelik İslâmiyet güçlü ellerde yükselmeden önce hak olmanın gücüyle yükselmiştir. Bu durumda müslümana düşen görev doğru İslâmiyeti hakkıyla temsil edecek bir doğruluğu ortaya koymak, yani hakikate perde olmamaktır. Yani islamiyeti yayacak şeyin kendi gücü değil, yayılmak isteyen şeyin hakkaniyeti olduğunu farkettiğinde korkacak birşeyin olmadığını görecektir.


Enaniyetli medeniler

Medeniler enaniyetlidir. Ama medenilere muhatap olan müslümanlar enaniyetli olmaya mezun olmadıkları gibi, böyle bir hakları da yoktur. Enaniyete müsaade edilmeyişinin temel nedeni ubudiyet olmakla birlikte bu noktanın bu denli hassasiyet kazanmasının nedeni yaşadığımız modern zamanlardır. Doğrular birilerine ait oldukları için doğru olamazlar; aksine doğru oldukları için birileri onları seçmiştir. Bu durumda o doğruları seçenlerin onlara ‘doğruluk’ noktasında bir katkıları doğrunun tanımı gereği olmayacaktır. Sadece kendilerini dönüştüren ‘doğru’nun diğer muhatapları da dönüştürmesine mani olmamaya, yani ona perde olmamaya çalışacaklardır. Bunun da yolu Hz. Ali’nin gösterdiği hassasiyetlerle donanmaktan geçer. İslâmiyet onlarca taraftan biri değildir. Eğer İslâmiyet onlarca taraftan biri durumuna gelmişse başta bir algı, sonra da bir temsil sorunu var demektir.

Bu yazının arzuladığı bir tarz olmasa da, konuyu açmak üzere güncel bir örnek üzerinde çalışabiliriz:

Bundan bir süre önce reyting kaygısıyla düşünülmüş bir televizyon programında “İslâmcı” bir hatip ve siyasetçi olan Şevki Yılmaz ile “laik(çi)” bir hatun olan Türkan Saylan tartıştılar. Tahmin edileceği gibi bu tartışma cihad esnasında Hazreti Ali’nin gösterdiği duyarlılıktan çok uzaktı. Türkan Saylan, Şevki Yılmaz için şu veya bu şe-kilde İslâm'a karşı olan inadı kırılacak biri değildi. Saylan, Yılmaz’ın kimliğinin bileyicisi durumundaydı. Burada Yılmaz’ın Saylan için neler ifade ettiğini geçiyorum. Ancak her gün televizyonlarda onlarcasını gördüğümüz böylesi tartışma programlarından bir tanesi olan ve zahiren Şevki Yılmaz’ın zaferiyle son bulan sözkonusu “vuruşma” münasebetiyle yazılmış iki ayrı ‘yansıma’yı zikretmek gerekir.


Bunlardan ilki, kalbinin sesi bazan akıl ve nefsinin sesine ağır basan bir yazar olan Ahmet Altan. İsim vermeden Şevki Yılmaz’a İslâmiyet dersi veren Altan, 14 Ocak tarihli Yeni Yüzyıl’da yayınlanan ve “en büyük günah” başlığını taşıyan yazısında kendisi dindar olmasa da nasıl bir yolla kendisine muhatap olunmasının daha fıtrî ve muvafık olacağının dersini veriyordu. “Dincilerin kendi dinlerini ayaklarının altına almış olmaları; kendi inançlarını, kendilerini diğer insanlardan daha önemli gösterebilmek için kullanmaları, inançlarıyla böbürlenmeleri , inancı bir gösterişe çevirmeleri”nin en büyük günah olduğunu kaydeden Altan, yazısının devamında şöyle diyordu: “Dindarlık bir büyük kudret karşısında kendi güçsüzlüğünü kabul etmeyi, o büyük kudret dışındaki her insanın eşit olduğunu içine sindirmeyi, büyük bir kudret karşısında güçsüzlüğünü tevekkülle sırtlayıp tevazunun sınırlarını aşmayı gerektirirken, bunlar Allah’ın adından kendilerine pay çıkartıyorlar.”


Bu tartışma münasebetiyle yazılmış bir diğer yazı da Ahmet Taşgetiren’den geldi. Yeni Şafak gazetesinin ‘ehl-i kalb’ yazarı (doğrusu yazılanları aynı gazetenin başka bir yazarından bekleyemezdik) Ahmet Altan’ın hissettiği ama belki de dilinin yeterince tercüman olamadığı bir durumu 17 Ocak tarihli yazısında ilgililere tercüme ediyordu. “Bir gün sizi şaşırtmazlar mı?” başlıklı yazıda ‘müslümanların hiddetleri’ ile ‘İslâm'ın kendisi’ne perde olabildiklerini ve zafer kazanmış olmanın, adına zafer kazandığımızı zannettiğimiz şey açısından bir anlam ifade etmediğini yazan Taşgetiren, kavl-i leyyini ve müminane tavrın nasıl olması gerektiğini ders veriyordu. Yazının sonlarında ise şöyle diyordu Taşgetiren: “Devrimcilerimiz yola, ‘İslamî olan’ı gömme niyetiyle çıkmıştı, şimdi onların öfkesi bize yansıdı, biz de ‘ihya’ hedefimizi, karşı öfkelere kurban vermekteyiz. Oysa İslâm kimseyi öldürmek için değil, aksine insanı diriltmek için geliyor.

Şevki Bey, bir de ekranlara ‘bugün kaç kişiye hayat verebilirim?’ sorusuyla çıksanız!”


Demir vurularak değil, eritilerek kırılır

Şu bir vâkıa ki bugün Türkiye’de yaşanan konjonktür din açısından son derece ümit verici bir noktaya gelmiştir. İyi veya kötü addedilsin, toplumsal bir talep olarak ortaya çıkan dine yöneliş, farklı düzeylerde etkinlik kazanmaktadır. Aydın Doğan grubunun bile (sözde olsa bile) dinî bir gazete (Son Çağrı) çıkarma ihtiyacı hissetmesi önemli bir göstergedir. Artık din toplumun eksenine oturmaya başlamış durumdadır. Çatışma durumunda kaybedecek olanlar ehl-i dindir. Kaldı ki İslâmiyet en büyük fütuhatını sulh zamanlarında (Hudeybiye Sulhu) gerçekleştirmiştir. Eğer müslümanlar hakikaten İslamiyetin hak olduğuna inanıyorlarsa, sulh zamanında; yani yanlış kadar doğru’nun da dolaşımda olduğu bir zamanda asıl hamleyi yapacaklardır. Asıl o zaman İslâmiyeti sunmak zor olacaktır. Zira o zaman ucuz “İslâmcı”lıklar geçer akçe ve zaafları örter perde olmaktan çıkacaktır. Enaniyetli müslimlerin enaniyetlerinden dolayı İslâm'dan uzak duran enaniyetli medeniler, asıl o zaman teslim olmayı bir nefis yahut gurur meselesi olmaktan çıkaracaklar. Sulhun ve hoşgörünün çok önemli bir turnusol olduğunu belirtmek isterim. Sloganik, içi boş ve bu yüzden gürültülü İslâmcı mantığın kendi başına ayakta duracak dinamiklere sahip olmadığı, bu yaklaşım için İslâmiyetin (doğru olsa bile) sadece bir taraf olduğu, hoşgörü ortamında ortaya çıkacaktır. İslâmcılık yapıp ubudiyeti ihmal eden insanlar hoşgörülü olamazlar. Hoşgörüye gücü yetenler ‘güç’ten medet ummayanlardır. İslâmiyetin, kendileri güçlü olduğu için değil, İslâm'ın kendisi doğru olduğu için hükümran olacağını düşünenler ancak hoşgörülü olabilir ve diyalogdan sonuç alabilirler. Karşı tarafı hoşgörebilmek (karşı taraftan korkmamak) için, gösterecek birşeylere sahip olmak gerekir.


KPR - K 97 - Hogr: Nereye Kadar?
 
Üst