Allah ın Varlığına Deliller

ademyakup

Well-known member
Bazı çevrelerce , “Allah kendisinden büyük bir varlık yaratabilir mi?” şeklinde bir soru ortaya atılıyor. Bu soruya nasıl cevap vermemiz gerekir?

Soru çelişkili bir mantık oyunudur ve tek kelimeyle demagojidir. “Allah’tan büyük” ve “yaratmak” kavramları birlikte sunulmuş ve sonucu olmayan bir soru ortaya atılmıştır. Allah’ın büyüklüğü denilince çok şeyler hatıra gelir. Meselâ, bunlardan birisi ezeliyettir. Allah ezelîdir, varlığının evveli yoktur. Buna göre soru şöyle oluyor: Allah kendisinden daha önce var olan bir mahluk yaratabilir mi?

Büyüklüğün bir yönü de sonsuz kudrettir. Buna göre soru şu şekli alır: Allah kendi sonsuz kudretinden daha fazla kudrete sahip bir mahluk yaratabilir mi? Yaratılan, sonradan olmuş olacağından onun için ezeliyet düşünülemeyeceği gibi, yaratılan bir varlığın kudreti de sonradan verilmiş olacağından böyle bir kudretin sonuz olması da muhaldir. Buna göre soru, bir cevap almaktan çok zihin bulandırmaya yönelik bir oyundur. Bu sorununun bir cevabı olamayacağını soru sahipleri de pek ala bilmektedirler.

Bu soruyu çeşitli yönlerden incelemek mümkündür.

Birincisi, soruda çelişki söz konusudur. Bu soruyu soranlar, yaratıcı ve bir olan Allah’tan, varlığı muhal olan bir ortak yaratmasını istiyorlar. Sonra mahluk olacak o yaratığın yaratıcıdan daha büyük olabileceğine ihtimal vermekle, apaçık bir çelişki sergiliyorlar.

Yaratılanla yaratıcının hiçbir cihetle birbirine benzemeyeceği açık bir gerçektir. Bir insan, yazdığı kitaplara ve bir usta ortaya koyduğu eserlere benzemeyeceği gibi, Allah da mahlukatına hiçbir cihetle benzemez.

İkincisi, bu soruda, hayal ile gerçek birbirine karıştırılmıştır. Hayalen gökyüzündeki koca güneşin gelip cebimize girmesi mümkün olduğu hâlde, bu olayın gerçekleşmesini akıl kabul edemez.

Üçüncüsü: Bu soru ile, yaratılması düşünülen varlığın şu anda mevcut olmadığı kabul edilmektedir. Hayal edilen varlığın yaratılması, Allah’tan beklenmekte, böylece Allah’ın yaratıcı olduğu, o hayalî varlığın ise mahlûk olacağı kabul edilmektedir. O hayalî varlığın yaratılması, Allah’tan istendiği gibi, onun büyüklüğü, gücü, dirayet ve azameti de Allah’tan istenmektedir.

Bu öncüllerden, Allah’ın nihayetsiz büyük, yegâne yaratıcı, ezelî ve ebedî mutlak kâdir olduğu; o mevhum varlığın ise yaratılmaya muhtaç, aciz, zelil, miskin olduğu sonucu çıktığı hâlde, tam tersine o hayalî varlığın Allah’tan büyük olup olmayacağı sorulmaktadır.

Soru ile yapılmak istenen kıyas, çelişkili hükümlere dayandırılmıştır. Dolayısıyla, bu sorunun iddia olma vasfı yoktur. Meselâ “Sonsuzdan daha büyük bir sayı yazılabilir mi?” sorusu, böyle çelişkili bir varsayıma dayanır. Bu sebeple hiçbir ilmî değere sahip değildir. Çünkü sonsuzdan büyük bir sayı olamaz ki, böyle bir soru sorulabilsin. Eğer sonsuz sınırsız bir büyüklüğün sembolü ise, hiçbir rakam, sonsuz ile kıyaslanamaz. Sonsuzdan büyük bir rakam düşünülse, o zaman da sonsuzluk gerçeği ortadan kalkar. Sonlu bir rakamın, sonsuzdan büyük olma çelişkisi ve imkânsızlığı ortaya çıkar. Bu soru da çelişkili kıyaslardan olduğu için mantıkça ve ilim bakımından hiçbir kıymeti yoktur.

Bu soru ile, bir yazarın, yazmış olduğu kitaba, kendi bilgisinden daha fazla bilgi koyması, güneşin kendi ışığından fazlasını bir su damlacığına vermesi gibi bir muhal talep edilmektedir. “Allah, kendinden daha büyük bir varlık yaratabilir mi?” sorusu, “Allah kendi kemâlinden daha fazlasını, bir mahluka verebilir mi?”, “Yarattığı o mahluk kâmil, kendisi eksik olabilir mi?” anlamına gelir. İlim adamları, üç çeşit varlık mertebesi olduğundan söz ederler. Vacip (olması zaruri), mümkin (olup olmama ihtimali aynı olan), mümteni (varlığı imkânsız).

Mesela bir heykel ve onu yapan heykeltıraş düşünelim. Heykele nispetle heykeltıraşın olması vaciptir. Yani hiçbir heykel heykeltıraş olmadan olmaz (İğnenin ustasız, harfin katipsiz olamayacağı gibi.). Bu heykel yapılmadan önce, heykeltıraş için onu yapıp yapmamak mümkindir. Yani isterse yapar isterse yapmaz. Heykeltıraşa nispetle heykelin daha usta, daha yetkin, daha güçlü, daha bilgili olması ise mümtenidir.

Eğer yukarıdaki soru bağlamında vücut mertebelerini ele alacak olursak, Allah’ın varlığı vaciptir. Yaratılmış ve yaratılacak olan her şeyin vücudu mümkin, Allah’ın şeriki, benzeri ve eşinin bulunması ve herhangi mahlukun kendisinden büyük ve güçlü olması ise mümtenidir. Bu soru ile Allah’ın yaratacağı o mahlukun “mümkin” olması kaçınılmaz iken, onun vacip olması hatta bu noktada daha ileri bir varlık mertebesine sahip olması istenmektedir.

Soruyu soran kimse “büyüklük” kavramını da yanlış yorumlamaktadır. Allah’ın büyüklüğü yarattıklarına nispetle ortaya çıkan bir büyüklük değildir. Bütün isimleri ve fiilleri sonsuz olan Allah’ın zatı hiçbir mahluka benzemediği gibi, büyüklüğü de mahlukatın büyüklüğüne benzemez, ölçüye girmez, tasvire sığmaz, takdirle bilinmez. Mahlukatın büyüklüğü birbirine göredir, Allah’ın büyüklüğü ise sınırsızdır, nihayetsizdir.


Mehmet Kırkıncı
 

ademyakup

Well-known member
Bütün varlıkları Allah yarattı. Öyleyse Allah'ı kim yarattı?

Bu ve benzeri sorular Allah hakkındaki bilgi ve inanç yetersizliğinden kaynaklanıyor. Allah, denildi mi ezelî ve ebedî olan, bütün sıfatları sonsuz kemalde bulunan Ehad ve Samed bir zat anlaşılır. Böyle bir zat ise yaratılmaktan münezzehtir. Zira yaratılan her şey hadistir (sonradan olmuştur), fanidir (varlığının bir sonu vardır) ve bütün sıfatları sınırlıdır. Bu soruda mahluk sıfatlarının yaratıcıya isnat edilmesi gibi açık bir tezat vardır.

Birtakım sorular var ki tarihleri çok eskiye dayanıyor. Bu soru da onlardan biri. Peygamber Efendimiz'e gelen, inançsız bir grup, 'Ya Muhammed, mahlukatı Allah yarattı? Allah'ı kim yarattı?' Diye sordular. Bu soru üzerine Cebrail (a.s) cevap olarak, Allah'tan ihlâs suresini getirdi. Bu sure ile şirkin bütün çeşitleri kökünden kesilip atılıyor, tevhidin bütün mertebeleri en güzel şeklide izah ve ispat ediliyordu.

Allah Ehattir. Zat ve mahiyeti varlıklara benzemekten, mekan ve zamandan, değişip başkalaşmaktan uzak olan tek ve yekta varlık odur. O Samettir. Bütün varlıklar, yaratılmasında ve yaşatılmasında, kısaca her hâl ve keyfiyetlerinde ona muhtaçtırlar, o ise hiçbir şeye muhtaç değildir.

Allah doğmak ve doğrulmak gibi mahluklara ait sıfatlardan uzaktır. Çünkü onun ne başlangıcı, ne de sonu vardır. Evet o, vardı ve ondan başka hiçbir şey yoktu. Ezelî ve ebedî olan Allah'ın bir başkasının tesiriyle vücuda geldiği nasıl düşünülebilir?

Onun eşi, benzeri, dengi yoktur. Ne yaratıcılığında, ne idaresinde, ne terbiye ediciliğinde, ne de hakimiyetinde; ona denk olabilecek hiçbir mevcut düşünülemez. Zerre kadar aklı olan kimse böyle bir zat hakkında, bu çelişkili sorunun sorulamayacağını bilir.

Evet yaratıcı olan, yaratılan olamaz. Kuvvet ve kudreti sonsuz olan, bir başkasının tesiriyle vücuda gelemez. Başlangıcı olmayan, sonradan olamaz. Kısaca hem yaratıcılığın sonsuz kemal sıfatlarıyla donatılmış, hem de mahluk olmanın gereği olarak sınırsız eksikliklere sahip bir konumda olamaz.

Bir de konunun devir-teselsül ile ilgili bir yönü vardır ki o da şudur. Art arda bağlı hadiseler zincirinde mutlaka bir ilk halka olmalıdır ki diğer halkalar ona bağlı olsun. Mesela, on beş vagonlu bir trende, her bir vagonu bir önceki vagon çeker. Sonuçta iş, lokomotife dayandığında, 'Lokomotifi kim çekiyor?' diye sorulmaz. Çekme gücü olan fakat çekilmeye ihtiyacı olmayan bir araç olmalı ki -o da lokomotiftir- tren sağlıklı olarak hareket edebilsin.

Aynı şekilde, bir şekerin nasıl yapıldığını sorsak, bize cevaben, şeker fabrikasında yapıldığı söylenecektir. Şeker fabrikasındaki aletlerin nerede yapıldığını sorduğumuzda onların da tezgahlardı gösterilecektir. Neticede problem bir ilme, bir iradeye dayandırılmazsa, tezgahın da tezgahı sorulacak ve kısır döngüye düşülecektir.

Bir er, emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve nihayet başkomutan da padişahtan alır. Peki, padişah kimden emir alıyor, diye sorulmaz, zira o emir alan değil emir veren konumundadır. Eğer birinden emir alacak olursa, o da emredilenler sınıfına girer ona emir veren kimse padişah olur.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan açıkça anlaşılıyor ki, bu kainatın varlığı, zatı, isimleri ve sıfatlarıyla ezelî olan bir yaratıcıya dayanmaktadır. Böyle bir zatı kimin yarattığı sormak aklen mümkün değildir.

Mehmet Kırkıncı
 

ademyakup

Well-known member
Allah, kainatı yaratmadan önce ne yapıyordu?

Allah zamandan münezzeh olduğundan onun hakkında, “kainat yaratılmadan önce” diye belirtilen bir zaman söz konusu değildir. Allah’ın böyle bir zaman dilimi içinde faaliyet göstermesi de düşünülemez.

Zaman ancak yaratıklar için söz konusudur, zaman içinde iş görenler ancak yaratıklardır. Ancak soruyu şöyle sormak mümkün olabilir: “Ezelde Allah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu. O hâlde ezelde Allah ne yapıyordu?” Bu soruya kısaca, “Kendi cemal ve kemalini bizzat kendisi müşahede ediyordu.” şeklinde cevap verilir. Gaybı ancak Allah bilir.

Bu sorunun temelinde zaman ve ezel kavramlarının, yanlış anlaşılması ve karıştırılması söz konusudur. İnsan, zaman ve mekâna kayıtlı olarak yaşadığı için her hadise ve hakikati zaman ölçüsüne göre değerlendirmekte, kayıtlı kendi içerisinde yaşadığı zamanı, evveli olmayan bir süreçle (ezel) karıştırmaktadır. İşte yukarıdaki soru, böyle bir yanlış değerlendirmenin sonucudur.

Zaman, varlıkların bir tertip ile ve birbiri ardınca yaratılması ile ortaya çıkan soyut bir kavramdır. Bütün varlıkların yaratılması, değişip başkalaşmaları, yok olup son bulmaları, hep zaman nehir içinde gerçekleşir. Allah’ın, sonsuz kuvvet ve kudretiyle yokluk âleminden varlık sahasına çıkarılan bütün varlıklar, zaman nehrinde hiç durmadan akarlar. Geçmiş zaman, gelecek zaman ve şimdiki zaman kavramları nispidirler, birbirlerine göre bu isimleri alırlar. Bu gün dünün yarınıydı, yarının ise dünü olacak.

Ezel kavramına gelince o, zaten, zaman itibariyle bir sonsuzluk demek değildir. Zaman, devir, asır, yıl, ay, gün, saat, saniye, an gibi dilimlere bölünebildiği hâlde, ezel için böyle bir taksim söz konusu değildir. Aynı zamanda ezel, bir başlangıç noktası olarak da düşünülemez.

“Allah vardı, başka hiçbir şey yoktu.” (Hadis-i şerif). Zaman ise, mahlukatın yaratılması ile başladı. Şu hâlde zaman kavramı, geçmişe doğru ne kadar uzatılırsa uzatılsın, Allah’ın ezeliyeti ile karşılaştırılamaz .

Ancak soruyu şöyle sormak mümkün olabilir: “Ezelde Allah vardı, onunla beraber hiçbir şey yoktu. O hâlde ezelde Allah ne yapıyordu?” Hemen şunu ifade etmek gerekir ki; Allah ezelde bir şey yapmaya -haşa- mecbur olmadığı gibi, bir şey yapmaması da onun için bir eksiklik değildir. Zira o, mahlukatı yaratmasa da sonsuz kemâldedir. Mevcudatı yaratmasıyla kemalinde bir artma, yaratmamasıyla bir eksilme söz konusu değildir.

Bu açıklamadan sonra, soruyu iki şık içerisinde cevaplayalım: Allah, ezelde kendi cemal ve kemalini bizzat kendi müşahede ediyordu. Allah’ı kemaliyle bilmek yine ona mahsustur. Zira, Miraç hadisesi ile Allah’ı bizzat müşahede eden Efendimiz (asm.), “Seni gerektiği gibi bilemedim.” demiştir.

Allah, ezelde, isim ve sıfatlarının tecelli yeri olacak varlıkların mahiyet ve hakikatlerini, hüviyetlerini, plân ve programlarını, manevî miktar ve suretlerini ezelî ilminde takdir ve müşahede etmekteydi. Allah, lütuf ve keremi, rahmet ve merhametiyle, ilmi dairesindeki mahiyet ve hakikatlere, harici vücut giydirmeyi istedi. Ve ‘ol’ emrini verip mahlukatı yarattı. Bu yaratma fiili, mahlukat için, bir ihsan, bir lütuf ve bir ikram idi.

Allah’ın hem kendi kemal ve cemalini seyretmesinde, hem de varlıkların manevî plân ve programlarını yapmasında, onları ezelî ilminde takdir etmesinde bir zaman ve müddet söz konusu değildir. Yani bunlar bir zaman silsilesi içerisinde düşünülemez. Ezeldeki bu müşahede, bu tanzim ve takdir, insan aklının anladığı anlamda bir takdir ve tanzim değildir. Allah’ın zatı mahlukatın zatlarına, fiilleri mahlukatın işlerine benzemediği gibi İlâhî takdiri de insanın anladığı manada bir programlama değildir.



 

ademyakup

Well-known member
Allah’ı bu dünyada niçin göremiyoruz?
tezhip-line-1.gif
Allah’ın bir ismi Nur’dur. Nuranî varlıklar olan meleklerden, güneş ışığına ve kâinatı doldurmuş bütün ışınlara kadar her şey bu ismin değişik tecellilerini taşımaktadır. İnsan gözü, bu dünyada, sadece madde alemini görür. Ne kendi ruhunu, ne amellerini yazan melekleri görebilir, ne de ışınlar âlemini.

İnsan gözünün kainatta mevcut ışınların ancak % 2.5 kadarını görebildiği tespit edilmiştir. Bu göz ile bu alemde bütün nuranî varlıkları yaran Allah’ın görülmesini beklemek, en azından, fizik kanunlarına zıt bir anlayış olur. Konunun bir başka yönü de insanların bu dünyada imtihan olmalarıdır. Allah’ın görünmesi bu imtihan sırrına da ters düşer.

Allah ın görme organımız olan göz ile görünmemesi, kudret ve ilmiyle her şeyi kapsamasından ve zıddının yokluğundandır.

Mesela, atmosferin yer küreyi her yandan kuşatması gibi, güneşin de bütün feza âlemini kuşattığını farz etsek, o zaman güneşi göz ile görmek mümkün olmaz. Her yer güneşin ışığıyla kaplandığından güneş görünmez olur. Hem gece gibi bir zıddı da olmadığından güneş görülmez ve mahiyeti anlaşılmaz. Bununla beraber, ışığıyla her yerde bulunan ve her yeri kapsayan güneşin varlığını inkâr etmek de cehalet olur.

Aynı mantık perspektifi içerisinde, isim ve sıfatlarıyla her şeyi kuşatan ve her yerde hazır olan ve zıddı olmayan Allah’ın da göz ile görülmemesine bir derece bakılabilir.

Ahirette durum tamamen farklıdır. Cennet ehlinin ruhları bedenlerine galip gelecektir. Burada gölge hükmünde olan varlıklarının aslı orada yaratılacaktır. İnsan her yönüyle cennete layık ve ondaki her türlü ihsanlardan faydalanabilecek bir varlık olarak cennete girecektir. Cennette bile rüyet hadisesinin sürekli olmayışı üzerinde düşünmek gerekir.

Demek oluyor ki, cennet ehli, rüyete mazhar olacakları zaman ayrı bir hale girecekler ve bu İlâhî ikram kendine mahsus ayrı bir ortamda gerçekleşecektir. Nitekim, rüyetten döndüklerinde ailelerinin onları tanıyamayacakları yolundaki haberler de bunu göstermektedir.

 

ademyakup

Well-known member
EL-ADL:SONSUZ ADALET SAHİBİ

Prof. Dr. Alaaddin Başar




EL-ADL:SONSUZ ADALET SAHİBİ

Alaaddin Başar


Allah Adl?dir. Adaleti sonsuz kemâldedir ve onun ötesinde bir adalet düşünülemez.
Nur Külliyatında adalet iki temel esasa ayrılarak incelenir: ?İhkak-ı hak? ve ?zalimleri cezalandırmak.?
İhkak-ı hak, her hak sahibine hakkını en güzel şekilde vermek demektir.
Allah, ağacın dallarından, güneşin gezegenlerine, Cennetin tabakalarından, Cehennemin menzillerine kadar her şeyi lâyık mevkiine koymuştur.
Bunun bir küçük misalini de insanda sergilemiş, her organı yerli yerine koymuş, vazife yapması için gerekli olan bütün şartları en güzel şekilde hazırlamış ve ihtiyaçlarını görmüştür.
İnsanın simasında, göz ile kulağı nasıl adaletle yerleştirmişse, ruhunda da akıl ve hafızayı aynı adalet ölçüleriyle yaratmış ve her birine uygun vazifeleri yüklemiştir.
Varlık âleminde adaletini en güzel şekilde gösteren Allah, kullarının amellerine de adalet üzere karşılık verecektir.

?Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre kadar şer işlemişse onu görecektir.? Zilzâl sûresi, 7-8

Adalet denilince bunun zıddı olan zulüm hatıra gelir. Zulüm, ?başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf etmek? demektir. Allah zulümden münezzehtir; çünkü bütün mülk âleminin tek sahibi ve yaratıcısı O?dur.
Bütün esmâ-i hüsna gibi, Adl isminin de diğer isimlerlerle yakın ilgisi vardır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz:
Azîz, Cebbâr, Celîl, Kahhâr, Kadîr, Muktedir, Muntakîm... olan Allah, adaleti en kâmil mânâda tatbik eder.
Rahmân, Rahîm, Kerîm, Latîf, Halîm, Ğaffar... olan Allah, bir kulunu Cehenneme koyarsa, o kul bunu hak etmiş demektir.
Bir insanın Adl isminden feyiz alabilmesi için, öncelikle kendisine ilâhî bir ihsan olarak verilen bütün organlarını, akıl, kalb, hayal, hafıza gibi manevî cihazlarını, sevgisini, korkusunu ve daha nice hislerini yaratılış gayelerinde kullanması gerekir. Ancak o zaman, ?her şeyi yerli yerine koymak ve her hak sahibine hakkını vermekle? adalet etmiş ve zulümden kurtulmuş olur.
Aklını başkalarını aldatmaya ve onlara haksızlık etmeye yoran bir insan, öncelikle kendi aklına zulmetmiş olur. Çünkü, o akılla nice ilimler tahsil edebilir ve faydalı işler yapabilirdi. Böylece, hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olurdu. Muhatabına zarar vermekle ettiği zulüm ise ikinci derecede kalır. Çünkü, kendi aklına verdiği zarara karşılık muhatabının, meselâ, malına zarar vermiş olur.
Yine, bir insanın âdil olabilmesi için, maddî imkânlarını da adalet üzere kullanması, israftan sakınması, fakirin hakkı olan zekâtı eksiksiz vermesi gerekir. Zekât vermeyen insan, hem kendi nefsine, hem de muhtaçlara zulmetmiş demektir.
Adaletin ikinci şubesine gelince, elinde hüküm ve infaz yetkisi bulunan kimseler, ?zalimlere hak ettikleri cezayı vermek? ve bunu yaparken de aşırı giderek zulme girmemek suretiyle, Adl ismine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alırlar.
 

ademyakup

Well-known member
Yani,
b531.gif
mânen der: Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma. Onlara tezellül edip minnet çekme. Onlara temellük edip boyun eğme. Onların arkasına düşüp zahmet çekme. Onlardan korkup titreme. Çünkü Sultan-ı Kainat birdir. Herşeyin anahtarı Onun yanında, herşeyin dizgini Onun elindedir. Herşey Onun emriyle halledilir. Onu bulsan, her matlubunu buldun; hadsiz minnetlerden, korkulardan kurtuldun

Üçüncü Kelime
b532.gif
Yani, nasıl ki ulûhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; Allah bir olur, müteaddit olamaz. Öyle de, rububiyetinde ve icraatında ve icâdâtında dahi şeriki yoktur.
Bazen olur ki, sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz; fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mâni olurlar, "Bize de müracaat et" derler. Fakat Ezel-Ebed Sultanı olan Cenâb-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emir ve iradesi, havl ve kuvveti olmazsa, hiçbir şey hiçbir şeye müdahâle edemez. Doğrudan doğruya herkes Ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama "Yasaktır, Onun huzuruna giremezsin" denilmez.
İşte, şu kelime ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki:
İmanı elde eden ruh-u beşer, mânisiz, müdahâlesiz, hâilsiz, mümanaatsız, her hâlinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazâin-i rahmet mâliki ve defâin-i saadet sahibi olan Cemîl-i Zülcelâl, Kadîr-i Zülkemâlin huzuruna girip hâcâtını arz edebilir. Ve rahmetini bulup kudretine istinad ederek kemâl-i ferah ve süruru kazanabilir


Dördüncü Kelime
b533.gif
Yani, mülk umumen Onundur. Sen, hem Onun mülküsün, hem memlûküsün, hem mülkünde çalışıyorsun. Şu kelime, şöyle şifalı bir müjde veriyor ve diyor:
Ey insan! Sen kendini, kendine mâlik sayma. Çünkü sen kendini idare edemezsin. O yük ağırdır; kendi başına muhafaza edemezsin, belâlardan sakınıp levazımatını yerine getiremezsin. Öyleyse, beyhude ıztıraba düşüp azap çekme. Mülk başkasınındır. O Mâlik hem Kadîrdir, hem Rahîmdir. Kudretine istinad et; rahmetini itham etme. Kederi bırak, keyfini çek. Zahmeti at, safâyı bul.
Hem der ki: Mânen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîmin mülküdür. Mülkü sahibine teslim et. Ona bırak; cefâsını değil, safâsını çek. O hem Hakîmdir, hem Rahîmdir. Mülkünde istediği gibi tasarruf eder, çevirir. Dehşet aldığın zaman, İbrahim Hakkı gibi "Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler" de, pencerelerden seyret, içlerine girme.
 

ademyakup

Well-known member
Sizlere müjde! Mahbuplarınızdan nihayetsiz firakların yaralarını tedavi edip merhem süren bir Mahbub-u Bâkîniz var. Madem O var ve bâkidir; başkaları ne olursa olsun, merak çekmeyiniz. Belki o mahbuplarda sebeb-i muhabbetiniz olan hüsün ve ihsan, fazl ve kemal, o Mahbub-u Bâkînin cilve-i cemâl-i bâkisinden çok perdelerden geçip, gayet zayıf bir gölgenin gölgesidir. Onların zevalleri sizleri incitmesin. Çünkü onlar bir nevi aynalardır. Aynaların değişmesi, şâşaa-i cemâlin cilvesini tazeleştirir, güzelleştirir. Madem O var, herşey var.

Hiç mümkün müdür ki, semâvat ve arzı hâlk eden bir Sâni-i Hakîm, semâvat ve arzın en mühim neticesi ve kâinatın en mükemmel meyvesi olan insanları başıboş bıraksın, esbab ve tesadüfe havale etsin, hikmet-i bâhiresini abesiyete kalb etsin? Hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki, hakîm, alîm bir zat, bir ağacı gayet ehemmiyetle tedbir ve tasvir edip ve gayet derecede hikmetle idare ve terbiye ettiği hâlde, o ağacın gayesi, faydası olan meyvelerine bakmayıp ehemmiyet vermesin; hırsız ellere, boş yerlere dağılsın, zayi olsun? Elbette bakmamak, ehemmiyet vermemek olamaz. Ağaca ehemmiyet vermek, meyveleri içindir. İşte, şu kâinatın zîşuuru ve en mükemmel meyvesi ve neticesi ve gayesi, insandır. Şu kâinatın Sâni-i Hakîmi, mümkün müdür ki, şu zîşuur meyvelerin meyveleri olan hamd ve ibadeti, şükür ve muhabbeti başkalara verip hikmet-i bâhiresini hiçe indirsin, veyahut kudret-i mutlakasını acze kalb ettirsin, veyahut ilm-i muhitini cehle çevirsin? Yüz bin defa hâşâ!
Hiç mümkün müdür ki, şu kâinat sarayının binasındaki makasıd-ı Rabbâniyenin medarı olan zîşuur ve zîşuurun serfirâzı olan nev-i insanın mazhar olduğu nimetlere mukabil izhar ettikleri şükür ve ibadeti, o saray-ı kâinatın Sâniinden başkasına gitsin? Ve o Sâni-i Zülcelâl, o gayetü’l gaye olan şükür ve ibadeti, başkalara gitmesine müsaade etsin?
Hem hiç mümkün müdür ki, hadsiz envâ-ı nimetiyle kendini zîşuurlara sevdirsin; ve hadsiz mu’cizât-ı san’atıyla kendini onlara tanıttırsın; sonra onların şükür ve ibadetlerini, hamd ve muhabbetlerini, marifet ve minnettarlıklarını esbaba ve tabiata terk edip ehemmiyet vermesin, hikmet-i mutlakasını inkâr ettirsin, saltanat-ı rububiyetini hiçe indirsin? Yüz bin defa hâşâ ve kellâ!
Hiç mümkün müdür ki, bir baharı hâlk edemeyen ve bütün meyveleri icad edemeyen ve yeryüzünde sikkeleri bir olan bütün elmaları inşa edemeyen, onların bir misal-i musaggarı olan bir elmayı hâlk edip ve o elmayı nimet olarak birisine yedirsin, şükrünü kazansın, Mahmud-u bi’l-Itlaka hamd noktasında iştirak etsin? Hâşâ! Çünkü, bir elmayı hâlk eden kim ise, bütün dünyaya gelen elmaları icad eden yine O olabilir. Çünkü sikke birdir. Hem elmaları icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ı rızık olan hububat ve semerâtı hâlk eden yine Odur. Demek, en küçük cüz’î bir zîhayata en cüz’î bir nimeti veren, doğrudan doğruya kâinatın Hâlıkıdır ve Rezzâk-ı Zülcelâldir. Öyleyse, şükür ve hamd, doğrudan doğruya Ona aittir.
 

ademyakup

Well-known member
.......ALLAHIN VARLIĞI......

Bir profesörün mezun etmeye hazırladığı öğrencilere verdiği son ders:

“Bilgisayar mühendisi arkadaş!
İNŞALLAH iyi bir donanımcı, iyi bir programcı, iyi bir networkcu veya iyi bir sistem operatörü olacaksın. Yalnız şu mühim meseleleri sakın aklından çıkarma.

Bu kâinatın öyle bir donanımcısı vardır ki, bütün mevcudatı ve içinde yeryüzünü create etmiş (yaratmış) , güneşi bir power source (güç kaynağı) , ayı bir system clock (sistem saati) yapmış. O power sourcedir ki kesintiye uğramaz ve o system clocktur ki şaşmaz ve şaşırmaz. O donanımcının ilmini ve sanatının nihayetsizliğini gösterir. Bu zât aynı zamanda öyle yüce bir programcıdır ki, şu muazzam hayat programını yazmış, yüz binlerce yıldan fazladır error (hata) verdirmeden, crash ettirmeden (kesintiye veya kırılmaya uğramadan) çalıştırıyor.

EĞER onun ne kadar iyi bir programcı olduğunu anlamak istersen, önce kendine bak. Gözünle görmediğin küçücük bir hücrene bütün kodunu save etmiş (kaydetmiş) ve yine o küçücük hücreden execute ettiriyor (icra ediyor) .

MADEM ki DNA’nın bir program olduğu apaçıktır ve bir program programcısız olamaz; demek ki senin programcılığın o büyük zatın programcılığına ancak bir ayna hükmündedir. Yine senin hücrelerinden oluşturduğu networkun içine hadsiz protokollerle o hücreleri konuşturduğu gibi, seni de diğer insanlarla türlü dillerde ve protokollerde konuşabilmen için gerekli donanımı yanına vermiştir, öylece de gördürüyor, konuşturuyor ve dinletiyor. Ve sen etrafındaki bütün cisimlerden haber alasın diye ışık, ses gibi türlü medyayı hazırlamış kullandırıyor. Ve sen bunları keşfeder, kullanır, fakat bir yenisini ekleyemezsin. O halde öyle büyük bir network uzmanı zât vardır ki, senin her türlü ihtiyacını bilir ona göre techizatını verir. Senin networkculuğun ancak onun sonsuz ilminden sana verdiği bir küçük parça ve bir büyük nimettir.

ARKADAŞ aldanma!
Bu güzel dünya hayatı, programı bir limited trial versiyondur (kısıtlı kullanım versiyonu) . Görüyorsun ki elde ettiğin malı mülkü hiçbir suretle save edemiyorsun (saklayamıyorsun) . Öyle ise bu kâinat yazılımını yazanı tanı. Hem hiç mümkün müdür ki bir programcı bu kadar güzel program yapsın ve yaptığı programlarda about (Programların içine konulan ve programcısını tanıtan açıklama) koyup kendini tanıttırmasın. Öyle ise bu kâinatın en büyük donanımcısı, programcısı, networkcusu ve sistem operatörü olan zatın, her yere işlediği about kesimlerini gör, öğren, full versiyonunu (sınırsız kullanım versiyonu) kazanmak için çalış. Unutma ki hiçbir hareketin atlanmadan çok dikkatli loglar (kayıtlar) tutuluyor. Bu loglar her şeye gücü yeten o sistem yöneticisi tarafından kontrol edilecektir.

EY insan! ....

İNSAN isen şu güzel işlere,
Tesadüfü, abesiyeti, delaleti karıştırma, çirkin etme, çirkin yapma, çirkin alma.”….
 

ademyakup

Well-known member
ALLAHU TEÂLÂ’NIN VARLIĞININ İSPATI

“Süphe yok ki göklerde ve yerde mü’minler için (Allah’ın varlığına dair) deliller vardır. “ (Casiye : 3)

Resim...............Ressam Aslı..................Yaratan Nasıl bir resim gördüğünüz zaman o resmi yapan bir ressam oldugunu kabul edersek kâinattaki resimlere de bakacak olursak kâinattaki varlıkları da bir yaratanın oldugunu kabul etmemiz gerekir. Kâinattaki varlıklara (resimlere) bir bakalım: Dünyamız güneşin etrafında dönmektedir. Eğer dünyamız güneşe biraz daha yakın dönseydi yanacaktı. Biraz daha uzak dönseydi donacaktı. Dünyamızı tam dengede döndüren kimdir?

Bazen ufacık füzelere ,uçaklara dahi hakim olamazken o akıl almaz hız ve büyüklükteki yüz milyonlarca kütlenin (gezegen,yıldız,nebula...) en ufak bir hata dahi yapılmadan gezdirilmesine neden olan kimdir? Parçalanan, yaşlanan, gezegenler, çürüyen bitki hayvan ve insanlar ile her yer (gökyüzü, yeryüzü) çöp pislik olacağına, bir düzen içinde çöpleri temizlik görevlilerine (kara delik, böcek, kurt,solucanlara...) toplatan kimdir?

Atmosferdeki su, karbondioksit, oksijen ve azotun devredilmesindeki ahengi, nizam ve intizami bildigimiz için, yagmur yerine “kezzap” adını verdigimiz nitrik asitin yağabileceği aklımıza dahi gelmez, degil mi?Oysa ki, atmosferin % 80’ini teşkil eden azot gazı, yıldırım ve şimşeklerin tesiri altında oksijenle birleşir. Bu oksitlenme sonucunda, nitratların meydana gelmesine yarayan azot oksitleri teşekkül eder. Yani ilmen, havadaki her elektriklenmede, nitrik asit yağmurunun meydana gelmesi için bütün şartlar hazırdır....

Ancak şimşek çaktığında , damla damla merhamet ve rahmet yağar. Ve bize haddimizden fazla değer veren yüce kudrete bütün mahlûkat sükreder. Üzerimize her an kezzap yagabilmesinin mümkün oldugunu bilen kimya âlimi Prof. Dr. Arthur Macomb bu konuda sunlari söyler: “Ne zaman şimşek çakıp gök gürlese, semâdan yağmur yerine nitrik asit yağacak diye soluğum kesilir, rengim kaçar, sığınacak bir yer ararım. Çünkü havada nitrik asit teşekkülü için bütün şartlar hazırdır.” H2 + O = su ( söndürücü ) H (Hidrojen) yanıcı O (Oksijen) yakıcı Yanıcı ve yakıcı iki madde bir araya gelince yangın olacağına tam tersine , söndürücü olmaktadır. Bunu ayarlayan kimdir?

Diş doktoru yıllarca okuyup makineler yardımı ile takma dişler yapmaktadır. Bu dişler kırılsa bize haber veremez. Fakat binlerce senedir ağzımızdaki dişler çürümeye baıladığı an alarm sistemi (sinir sistemi) ile bize haber vermektedir. Takma dişi doktor yapabiliyorsa çok daha ileri teknolojiye sahip ağzımızdaki dişleri yapan kimdir? Ağzımızdaki dişlerin sıralanısı: 32122123 = üst çene 32122123 = alt çene Dişlerimizi böyle simetrik olarak dizen kimdir?

Gazete yaprakları ile aynı kalınlıkta olan ağaç yaprakları fabrika gibidir. Oksijeni alır, karbondioksit verir, içinde damarlar vardır, içinde yeşil renk veren klorofil maddesi vardır . Yaprağı “ oksijen fabrikası” şeklinde yaratan kimdir? İnsanlar henüz ot ve suyla çalışan karşılığında süt veren bir fabrika yapamamışlardır. Fakat milyonlarca senedir milyarlarca, çoğalan, yürüyen, büyüyen, duvarlarından (derisinden) faydalanılan, makinelerden (etlerinden) yemek yapılan sadece ot ve su karşılığında bize süt veren fabrikaları yaratan kimdir?

İnsanlar, Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan masa ve sandalye gibi seyler yapabilmektedir. O Kadîr-i Mutlak ise odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odunda değil, ustadır. Bir iplik fabrikasi düşünelim; irili, ufaklı, yürüyen, çoğalan, incecik fakat çok sağlam iplikler üreten bir fabrika. Insanlar nokta büyüklügünde böyle fabrikalar yapamamışlardır. Fakat binlerce çeşidiyle milyonlarca, bir yaratıcı tarafından yaratılmıştır ; ipek böceği , örümcek!... O , kimdir? Yağmur gökyüzünden tane tane yagmaktadır, damlacıklar birleşip sel olarak yağmamaktadır. Buna engel olan kimdir?

Her yıl yağan kar tanecikleri milyonlarcasını her seferinde her biri ayri ayri desenlerle gökyüzünden bize yollayan, gökyüzünde birleştirip çığ olarak göndermeyen kimdir? Uzayın akıl almaz derinlikleri içinde günesimiz gibi 200 milyar günesi ihtiva eden Samanyolu Galaksisi’nde yaşıyoruz. Samanyolu ise, varlığı kanıtlanabilen en az 300 milyar galaksiden sadece bir tanesidir. Bu dev evreni düzen ve uyum içinde yaratan , yaşatan kimdir? “Dünyada hiçbir delil kalmasa bile, bir mikrobun hayati bana Allah’i ispat etmeye yeter. “
 

ademyakup

Well-known member
Adamın biri her zaman gittiği berbere tıraş olmaya gitti.bir sohbete başladılar. Değişik konular üzerinde konuştular. Birden Allah ile ilgili konu açıldı...

Berber: " Bak adamım, ben senin sÖylediğin gibi Allah´ın varlığına inanmıyorum."

Adam: " Peki neden bÖyle düşünüyorsun?"

Berber: " Bunu açıklamak çok kolay. Bunu gÖrmek için dışarıya çıkmalısın. Lütfen bana sÖyler misin, eğer Allah var olsaydı, bu kadar çok hasta insan olur muydu, terkedilmiş çocuklar olur muydu? Allah olsaydı, kimse acı çekmezdi. Allah olsaydı, bunların olmasına izin vereceğini sanmıyorum..."

Adam bir an durdu ve düşündü, ama gereksiz bir tartışmaya girmek istemediği için cevap vermedi. Berber isini bitirdikten sonra adam dışarıya çıktı. Tam o anda caddede uzun saçlı ve sakallı bir adam gÖrdü. Adam bu kadar dağınık gÖründüğüne gÖre belli ki tıraş olmayalı uzun süre geçmişti. Adam berber dükkanına geri dÖndü.

Adam: " Biliyor musun ne var, bence berber diye bir şey yok"

Berber: " Bu nasıl olabilir ki? Ben buradayım ve bir berberim."

Adam: " Hayır, yok. çünkü olsaydı, caddede yürüyen uzun saçlı ve sakallı adamlar olmazdı."

Berber: " Hımmm... Berber diye bir şey var ama o insanlar bana gelmiyorsa, ben ne yapabilirim ki?"

Adam: " Kesinlikle doğru! Püf noktası bu! Allah var, ve insanlar ona gitmiyorsa, o ne yapabilir ki? işte dünyada bu kadar çok acı ve keder olmasının nedeni!"
 

ademyakup

Well-known member
lailahemb4.jpg



kardeşlerim Bir hadîs-i şerîfte meâlen şöyle buyurulur:

"Allah'ın varlığını, birliğini anlamak için göklere bakın, yere bakın, kendi nefsinize bakın ve bütün bunların yaratılışındaki akıllara hayret veren incelikleri, bunların kendilerinden olamıyacağını düşünün. Çünkü bunlar, Allah'ın varlık ve birliğini gösteren alâmetlerdir. Fakat Allah'ın zâtını, mâhiyetini düşünmeyin. 'Allah acaba şöyle midir, böyle midir? O'nun görmesi, işitmesi nasıldır?' diye düşünmeye kalkışmayın. Zira buna kudretiniz yetmez. Ne kadar çalışsanız da bunu hakkıyla bilemezsiniz, idrâk edemezsiniz. Şaşırırsınız. Bilgi ve görgü ölçüleriniz buna yetmez."


Mehmed Kırkıncı bu hususu şu şekilde izah etmektedir:

"Bir insanın mağarada büyüyüp hiç ışık yüzü görmediğini ve kendisinin bir gün sabahın erken saatlerinde ve daha güneş doğmadan dünya yüzüne çıkarıldığını farzediniz. Her tarafı dolduran ışıktan derhal gözleri kamaşan bu şahsa, bu ışığın bir güneşten geldiği söylense o adam güneşi ziyadesiyle merak edecek ve onu tanımaya çalışacaktır.

Şimdi bu adamın, hayâlinde nasıl canlandırırsa canlandırsın, güneşi kat'iyyen anlayamayacağı ve her defasında güneş yerine başka şeyler tahayyül edeceği âşikârdır. Çünkü, güneşi etrafında gördüğü şeylere kıyas edeceğinden yapacağı her kıyas yanlış olacak ve isabet kaydetmiyecektir.

Güneşe inanmak o adam için îmanın bir rüknü olsa, o, güneşi her nasıl tasavvur ederse etsin her hâlükârda şirke düşecektir. Onun yapacağı tek şey, bu ışığın bir güneşten geldiğini ve fakat o güneşin mahiyetini bilemeyeceğini idrâk etmektir. Zaten ondan istenen îman da bundan ibarettir.

Temsildeki adamın güneşi anlayamaması gibi, her bir insan da kendi beden memleketini idare eden ve ruh denilen sultanın mahiyetini bilememektedir. Bizler, bedenimizin ruhla kaim olduğunu, onun bu bedenden ayrılması hâlinde bu binanın yıkılacağını ve o sultanın göz penceresiyle bu âlemi seyrettiğini, kulak cihazıyla sesler âlemini temaşa ettiğini, dil terazisiyle de bütün tadları tarttığını... bildiğimiz hâlde, ruhun mâhiyetini bilemiyoruz. Onun mâhiyeti hakkında her ne söylesek, hilâf-ı hakikat olacağı gibi, ruhun zâtını her ne tarzda tahayyül veya tasavvur etsek onun hakkında yanlışlığa düşmüş olacağız.

İşte, görmediği bir güneşin zâtını anlamaktan âciz ve kendi ruhunun mâhiyetini bilmekten eli kısa olan insanın, zaman ve mekândan münezzeh, umum âlemlerin Hâlik-ı Zülcelâlini ve Mâlik-i Zülkemâlini (hâşâ) zâtiyle anlamaya çalışması, ne derece büyük bir dalâlet dîvâneliğidir ve insanı başaşağı şirke yuvarlayan bir düşünce sapıklığıdır, kıyâs ediniz." (Hikmet Pırıltıları)
 

ademyakup

Well-known member
Allâh’ı İnkâr Eden Adamın Kıssası

Allâh’ı inkâr eden adamın biri halifeye gelerek şöyle dedi: ” Bu zamanın âlimleri, bu kainatın bir yaratıcısı olduğunu söylüyorlar. Ben de onlara bu kâinatın yaratıcısı olmadığını ispat etmeye hazırım.” Halife büyük bir âlime haber gönderip bu inkârcı adamla insanların önünde mücadele etmesini söyledi. Mücadele vakti gelince âlim bilerek ve kasıtlı biraz geciktikten sonra geldi. Orada âlimler ve büyük insanlar da toplanmıştı. İnkârcı, âlime “niçin geciktin” dedi. Âlim ” Bende çok acayip bir iş oldu. Evim Dicle Nehri’nin karşı yakasındadır. Nehri geçip tam geleceğim sırada eski bir gemi gördüm. Parçaları dağılıp kırıldıktan sonra yeniden parçaları birleşip kendiliğinden ustası, marangozu olmadan çakıldı. Yepyeni sağlam bir gemi oldu. Ben de o gemiye binip buraya geldim. Ondan geciktim” dedi.

İnkarcı: “Ey insanlar! Âliminizin söylediğine bakın, bundan daha yalan bir söz duydunuz mu? Gemi ustası, marangozu olmadan kendi kendine olur mu? Bu apaçık bir yalandır” dedi. Âlim adama şöyle cevap verdi: “Ey kâfir! Bir geminin ustasız ve marangozsuz olacağına akıl erdiremiyorsun da nasıl bu âlemin yaratıcısız meydana geldiğini söylüyorsun.” Adam sustu , delil aleyhine oldu. Halife de onun bozuk ve kötü itikadından dolayı onu cezalandırdı
 

ademyakup

Well-known member
allahjc6.gif


ÜSTADIMA GÖRE İSBÂT-I VÂCİB

Lügatte burhan, delil, beyan, sübut, karar kılma, yerleşme gibi manalara gelen isbat, terim olarak, bir düşüncenin doğrulugunu veya yanlışlığını ortaya koymaya yönelik akil yürütme sürecine denilmektedir. Vâcib ise; zâtı varlığını gerektiren, vücudu zâtının muktezası olan, yokluğu aklen mümkin olmayan mâlumdur.

Bu öncüllerden hareketle isbât-ı vâcibi, zâtı varlığını gerektiren, vücudu zâtının muktezası olan, yokluğu aklen mümkin olmayan, varlığı kendinden olan ve var oluşunda başkasına muhtaç bulunmayan bu zatın var olduğunu delillendirmek şeklinde tarif edebiliriz.

Risale-i Nur’da isbât-ı vâcib delilleri, kelam kitaplarında olduğu gibi sistematik bir şekilde işlenmemektedir. Müellif, isbât-ı vâcib delillerini eserlerinde bazen bütün delilleri aynı yerde, bazen de müstakil olarak farklı yerlerde izah etmektedir.

O, Allah’ın varlığını ispat eden delilleri temelde, bütün peygamberlerin marifetini şahsında toplayan “Hz. Muhammed (s.a.s)”, bütün mahlukatı içeren “kâinat”, bütün semavî kitapların ders verdiği hakikatin en yüce ifadesi olan “Kur’an” ve insanın Allah’ı tanıma kabiliyeti taşıyan tüm duygularının merkezi hükmündeki şuur sahibi fıtrat olarak “vicdan” olmak üzere dört kategoride mütalaa etmektedir.

Şimdi Said Nursî’nin isbât-i vâcib mevzuunda ortaya koymuş oldugu bu delilleri incelemeye çalişalim
 

ademyakup

Well-known member
1. Hz. Muhammed Delili

Said Nursî’ye göre Allah’ın varlık delillerinden birincisi Hz. Muhammed’dir (s.a.s). Nitekim asırlar boyu bütün düşünen insanların kafasını meşgul eden, her bir mevcud için sorulabilen ve her zaman cevabı aranan “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” sorularına bozulmamış her aklın kabul edeceği şekilde hakkıyla cevap veren Hz. Muhammed olmuştur. Zira o, Allah’ın rahmetinin sembolü, Hakk’ın en nurlu delili, hakikatin en parlık lambası, yaratılış bilmecesinin keşfedicisi, kâinat hikmetinin açıklayıcısı ve mevcudattaki kemâlatın en mükemmel örneğidir.

Nursî’ye göre Hz. Muhammed (s.a.s), herşeyden önce, imanda bir mürşiddir. Kâinat, daima tazelenen nakişlarla, her biri birbirinden güzel çeşit çeşit varlikla süslenmiş oldugu halde, insanlarin akil gözünde tesadüfe bagli bir oyuncak gibi görülürken; o zatin getirdigi tarif ile nurlanmiş ve anlam kazanmiştir. Herşey ölümle birlikte yokluga ve hiçlige gidiyor görünürken; o zatin âlemde yaptigi inkilab ile âlemin şekli degişmiştir. Onun tarifi ile insanlarin gözünde herşey canlanmiş; hiçlige atilan zavallilar degil, ebedî hayat yolundaki yolcular haline gelmiştir. Onun getirdigi nur sayesinde, her şey, birbirinin düşmani olarak görülmekten kurtularak, ayni Yaraticinin kendisini tanitmak üzere görevlendirdigi birer vazifeli memur, birbirinin yardimina koşan birer dost ve kardeş olarak görülmeye başlanmiştir. Ki, onun getirdigi iman nuru olmasaydi, tam bir yardimlaşma içinde görev yapan mevcudat sahipsiz, ehemmiyetsiz ve yok olmaya mahkum zavallilar olarak görünecekti.

Allah Rasulü, dost ve düşmanin ittifakiyla mahlukat içinde en yüksek ahlak sahibidir. O, uluhiyete karşi en parlak bir şekilde ubudiyette bulunmuş, en yüksek bir ses ile tevhidi ilan ve Allah’in isimlerine en yüksek mertebede âyinedarlik etmiştir. Allah’i en iyi bilen ve bildiren yine O’dur. Said Nursî, Allah Rasulü’nü, bir “marifetullah muallimi” olarak isimlendirmektedir. Bu öyle bir muallimdir ki, öğrettiği her bir şeyin özünde tevhid vardır. Nitekim o, bütün peygamberler gibi tevhid davasında bulunmuş ve tevhid hakikatlerini tafsil etmiştir.

Netice itibariyle Said Nursî, risalet semasının güneşi, bütün peygamberlerin efendisi, Kur’an’ın tercümanı, şaşirmaz ve şaşirtmaz en dogru rehber ve en mükemmel üstad olan Muhammed-i Arabî’nin (s.a.s) her söz ve hareketinin Cenab-ı Hakk’ın varlığını ispat ettiğini ifade etmektedir.
 

ademyakup

Well-known member
2. Kâinat Delili (Kozmolojik Delil)

Said Nursî’ye göre Allah’ın varlık delillerinden ikincisi mükemmel bir şehir, muhteşem bir âlem, ezel ve ebed sultanı Cenab-ı Hakk’ın sınırsız ordularının muhteşem bir kışlası ve sınırsız antika ve harika ve kıymetli şeylerle süslenmiş bir saray olan kâinattır.

Said Nursî, kâinatı büyük bir kitap veya büyük bir insan olarak tarif etmektedir. Bu kitabın her kelimesi, hatta her harfi öyle mucizeli bir şekilde yaratılmıştır ki, en küçük bir zerresini dahi tam yerinde yaratabilmek için, bütün kâinatı yaratabilecek sonsuz bir kudret lazımdır. Allah’ın dışında, bütün tabiî sebeplerin, farz-ı muhal olarak iradeye ve güce sahip olsalar dahi bu kitabın bir harfini bile yaratmaları mümkün değildir. Çünkü bu harf, özellikle canlı bir mevcut olsa, kâinat kitabının bütün kelimeleri ile doğrudan ilgilidir. Hayat, bir şeyi herşeyle ilgili kılmaktadır. Kâinatta, bütün mevcudatı kapsayan ve her bir mevcudu ayrı ayrı bir ağ örer gibi diğer tüm mevcudata bağlayan öyle bir nizam vardır. Kör, nereye ve niçin gittiğini bilemeyen, kendileri yapılmaya muhtaç basit cansız tabiî sebeplerin bu mükemmel nizamın sebebi olduklarını düşünmek, muhal içinde bir muhaldir.

Buradan da anlaşilmaktadir ki, “Her şey herşeyle baglidir. Bir şey herşeysiz yapilmaz. Bir şeyi halkeden her şeyi halketmiştir. Öyle ise, bir şeyi yapanin Vahid, Ehad, Ferd ve Samed olmasi zaruridir.” Kâinat kitabinin bütün harfleri ve hatta noktalari, tek tek veya birleşmiş halleriyle yani kelime, cümle, paragraf oluşturmuş şekilleriyle yüce bir Zat’in varligina ve birligine şahitlik etmekte ve “O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur” hakikatini haykırmaktadırlar. Çünkü kâinat, İlâhî sanatın sergisi, büyük bir insan ve Allah’ın varlığını ilan ve ispat eden en büyük muvahhiddir. Kâinattaki varlıklar ise, Allah’a ayna olan İlâhî birer memur, anlamlı birer harf, birer sanat mucizesi ve nihayetsiz kudret sahibi bir sanatkarın mukaddes isimlerinin cilveleri (tecellileri)dir. Said Nursî “Âyetü’l-Kübrâ” isimli risalesinde bir yolcuya hayâlî bir kâinat gezisi yaptırmakta ve bu şekilde kâinatın Allah’ın varlığını ispat delillerden birisi olduğunu ifade etmektedir. Bu yolcu, bulut, rüzgar, yağmur, şimşek, hava, deniz, dağ gibi her bir mahlûkat taifesine Hâlıkını sormakta ve herbirinin fıtrat lisanları ve yaratılış tavırlarıyla dile getirdikleri şehadetlerden Allah’ın varlığına ulaşmaktadır. Yine o yolcu, mahlukatı kendi görmek istediği veya hayal ettiği gibi değil de olduğu gibi müşahede ederek kâinatı, yazarını anlatan bir kitap olarak görmekte ve “La ilahe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur” neticesine varmaktadır.

Said Nursî, Sözler isimli eserinde Yirmiikinci Söz’ün birinci makamında kâinatın Allah’ın varlığını ispat ettiğini on iki delille izah etmektedir. O, kâinatı idare eden gizli bir kudret sahibinin olduğunu, kâinattaki her bir zerrenin gaybî bir zatı işaret ettiğini, mevcudattaki muhteşem nakışın bir nakkaşı olması gerektiğini ve kâinatın bizzat kendi varlığıyla bu zatın varlığını ispat ve ilan ettiğini ifade etmektedir.
 

ademyakup

Well-known member
3. Kur’an Delili

Said Nursî Kur’an’ı, Allah’ın varlığına delalet eden üçüncü delil olarak zikretmektedir. Said Nursî, dünyaya ait hükümleri ve gayba uzanan hakikatleriyle tevhidin temel taşi olan ve şuur sahibi insanlari mevcudata kendileri için degil, o mevcudata vücud veren Yaraticilarini tanitmak için bakmaya davet eden Kur’an’da, Allah’in varligini ispat eden delilleri “Inayet ve gaye delili”, “hüdus ve ihtira delili” ve “imkân delili” olmak üzere üç başlik halinde mütalaa etmektedir. Bu üç delili kelamcilarin ve filozoflarin da kullandigini ifade eden müellif, bu delilleri farklı bir yaklaşımla “kâinat” başlığı altında değil de “Kur’an” başlığı altında değerlendirmektedir.
 
Üst