M. Fethullah hocaefendi'den sızıntılar

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

müdavim

Üye Sorumlusu
Nikbin – Bedbin ve Hakikatbin



M. Fethullah Gülen

Soru: Hâdiseler karşısında mutlak nikbinlik veya mutlak bedbinlik ne ölçüde doğrudur? Bu hususta mü’mince tavır nasıl olmalıdır?

Cevap: Nikbinlik, hâdiselere iyi tarafından bakma, bazen güzel görünmeyen şeyleri dahi güzel görecek kadar iyimser olma demektir. Bu ruh hâleti bütünüyle kaldırılıp atılacak bir şey değildir. Çünkü Hz. Pir’in ifadeleri içinde meseleye yaklaşılacak olursa, güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından lezzet alır. Bedbinlik ise, her şeyi olumsuz yanıyla ele alıp değerlendirme, hâdiseleri bütünüyle karamsar görme ve böylece ümitsizliğe düşme ruh hâlidir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Hâdiseleri Doğru Görüp Doğru Okuma Gibi Bir Derdiniz Varsa…

Bu mevzuda, beşerî bir realite olarak, tabiatımızın her iki ruh hâline de açık olduğunu öncelikle kabul etmemiz gerekir. Evet, bazen hâdiseler, içimize inşirah verecek ölçüde lehimize zuhur edince; olaylar, kafamızda kurguladığımız geleceğimize, beklentilerimize, arzu ve hülyalarımıza uygun olarak cereyan edince hemen bir nikbinliğe gireriz. Her şeyi güzel görür, güzel değerlendirir ve “maşallah, barekallah, tebarakellah” sözleriyle bu hoşnutluğumuzu dile getiririz. Bazen de bir mefkûre hâlinde canlandırdığımız, temelini attığımız, belki blokajını ortaya koyduğumuz, hatta karkasını yaptığımız bir kısım hayallerimizin sarsıntıya mâruz kaldığını gördüğümüzde, bu sefer de hâdiseleri karamsar bir bakış açısıyla değerlendirir ve neticede meselenin dehşetine ve ümit-şiken oluşuna göre bir bedbinliğe gireriz.

Biraz önce ifade edildiği gibi beşerî bir realite olarak her iki ruh hâlini de bir mânâda normal ve tabiî kabul etmek gerekir. Zira duyarlı bir insan olarak eğer bizim meydana gelen hâdiseleri görme, sezme, doğru okuyup doğru değerlendirme gibi bir derdimiz varsa, bunun sonucunda bazen nikbinlik esintileriyle serinlememiz, bazen de bedbinlik rüzgârlarına mâruz kalmamız tabiîdir. Bu durum münafıklar için söylenen “zıp orada zıp burada” şeklinde bir yörüngesizlik hâli demek de değildir, belki hâdiseleri doğru görüp doğru değerlendirmenin bir sonucudur. Bu noktada önemli olan ve üzerinde hassasiyetle durulması gereken husus, her iki durum karşısında da irademizin hakkını vermek; hakkını verip bu tür duygular karşısında ifrata girmemektir.

Meselâ Hazreti Pir’in, Eşref Edip Beyle son mülakatını bu perspektiften değerlendirebilirsiniz. Hatırlayacağınız üzere bu mülakatta Eşref Edip Bey, sorduğu bazı sorulara Üstad Hazretleri’nin şu şekilde cevap verdiğini nakleder: “Bana ızdırap veren, İslâm’ın mâruz kaldığı tehlikelerdir. Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. İşte benim ızdırabım, yegâne ızdırabım budur. Yoksa şahsımın mâruz kaldığı zahmet ve meşakkatleri düşünmeye bile vaktim yoktur. Keşke bunun bin misli meşakkate mâruz kalsam da iman kalesinin istikbali selâmette olsa!"

Aldığı bu cevap üzerine Eşref Edip Bey, “Yüz binlerce imanlı talebeleriniz size âtî için ümit ve teselli vermiyor mu?” sorusunu sorar. Bunun üzerine Hazreti Pir, büsbütün ümitsiz olmadığını ifade eder. Ancak hemen akabinde, Dünya’nın, büyük bir mânevî buhran geçirdiği ve bu buhranın bir veba, bir tâun felaketi gibi, gittikçe yeryüzüne dağıldığı tespitinde bulunur; bulunur ve bu istikametteki endişelerini dile getirir. Görüldüğü gibi en büyük sarsıntılar karşısında dahi dimdik ayakta duran, her zaman çevresine ümit kaynağı olan ve bir ömür boyu sürekli etrafına ümit nefheden Üstad Hazretleri, mevcut durum karşısında ümitsiz olmadığını ifade etmekle beraber, realitelere gözünü yummaz, acı gerçeklere dikkat çeker ve onlara neşter vurur. İşte, bu tavır, bu yaklaşım bir gelgit meselesi değil; realiteleri doğru görüp doğru okumanın bir neticesidir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Hakiki Mü’min Sarsılsa da Devrilmez

Günümüzde de, hassasiyeti ölçüsünde insan, benzer duyguları hissedip yaşayabilir. Meselâ, milletin istikbaliyle alâkalı hemen her işin âdeta bıçak sırtında gittiği, birilerinin, insanımızın yıllar boyu çalışıp, didinip inşa ettiği güzellikleri gelip bir hamlede yıkmaya kalkıştığı; kalkışıp belli aralıklarla, bir kez daha isbat-ı vücut teşebbüsünde bulunduğu bir ortamda insanın endişeyle iki büklüm olmaması düşünülemez. Dolayısıyla hâdiseleri bu şekilde okuyup onların böyle bir sonuca doğru kayıp gittiğini gören bir insan, belli ölçüde bedbinlik esintilerinin tesiri altında kalabilir. Bununla beraber mutlaka bilinmesi gerekir ki, mü’min eğilip sarsılsa da asla devrilmez. Zira Sadık u Masduk Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) sahih bir hadis-i şeriflerinde mü’mini ekine benzetmiş ve onun, şiddetli rüzgârlar karşısında eğilse de, ardından kalkıp doğrulacağını ifade buyurmuştur. (Buhâri, Merdâ 1)

Demek ki, her mü’min, hâdisenin dehşetine, ürperticiliğine ve onun arka planına ıttılaına göre belli ölçüde bir bedbinlik ve karamsarlığa mâruz kalabilir. Ama bir de bakarsınız ki, aynı insan beri tarafta Allah’ın izn ü inayetiyle farklı bir atmosfer içine girmiş ve “elhamdülillah”, “eş-şükrü lillâh”, “el-minnetü lillâh” diyerek bu defa da bir nikbinlik meltemiyle inşiraha kavuşmuştur. Bu açıdan her iki ruh hâlini de bütün bütün görmezlikten gelmek, yok saymak, kabul etmemek yanlış olacağı gibi, bu iki hususta ölçülü davranamamak, dengeyi sağlayamamak, ifrata girmek de zararlı ve yanlıştır.

Biraz önce ifade edildiği üzere, Hazreti Pir’in bu tür hâdiseler karşısında sergilediği tavır, ortaya koyduğu duruş dikkat çekicidir. Çünkü karamsarlığa dair duygu ve düşünceler hayal dünyasına gelip tosladığında, onun hemen, bu türlü duygu ve düşüncelerden sıyrılmasını bilecek kadar güçlü bir iradeye sahip olduğunu görürsünüz. Merhum Serdengeçti’nin tespitleri içinde, büyük devrilişlerin, yıkılışların, çöküşlerin olduğu bir dönemde sarsılmadan, dimdik ayakta duran birisi vardır ki, o da Hz. Üstad Said Nur’dur. Ne var ki, o, mevcut duruma, tabloya baktığında onun arka planını da nazar-ı itibara alır ve mütedahil daireler gibi sağdan soldan yaklaşan bütün tehlikeleri görür. Dost olarak bilinen insanların içinde bile Müslümanlara hıyanet edecek, çelme takacak ve iftiraklarıyla onların sinesine bir zıpkın gibi saplanacak kimselerin olduğunun farkındadır. Hatta doğrudan doğruya hedefi mü’minler olan, her davranışı kasde iktiran eden, dine düşmanlık yolunda planlı, projeli hareket eden insanları görünce, kendini realiteyi görmeme gibi bir aldanmışlığa kaptırmadan ama ümitsizliğe de kapılmadan aklıyla, mantığıyla ve iradesinin hakkını vererek bu tehlikeleri bertaraf etmeye çalışır.

Meselâ bir yerde çektiği onca sıkıntıdan sonra elhamdülillah dediğini ifade eder. Hâlbuki onun başına gelen musibetler şayet bizim başımıza gelseydi, zannediyorum biz onların altında ezilir kalır, preslenir ve âdeta pestil olurduk. Fakat o, hiçbir zaman böyle bir duruma düşmüyor ve aynı zamanda hiçbir zaman çektiği sıkıntılardan şikâyette bulunmuyor. Mâruz kaldığı onca sıkıntıdan sonra, bakıyorsunuz, hemen bir nikbinlik ve sevinç izhar ediyor. Elbette ki, ehl-i dünyanın kendisine yaptığı onca zulüm ve kötülük karşısında hiçbir zaman inandığı mefkûreden geri adım atmıyor, hep bildiği yolda yürümeye devam ediyor. Ancak onların bu zulüm ve baskıları karşısında kaderi tenkit etme gibi bir vartaya da asla düşmüyor; aksine kendini sorgulayıp nefsini hesaba çekiyor. Meselâ bir yerde onların zulmünü, iman hizmetini mânevî terakkiyatına alet etmeye bağlıyor. Hâlbuki mânen terakki etme, bir yönüyle, belki de pek çoğumuzun ulaşmak istediği bir meseledir. Çok az insan vardır ki; “Allah’ım benim hakkımda bir Şah-ı Geylanilik takdir etmişsen, bahtına düştüm, ne olur, onu benden al ve bana, velilik, kutupluk, gavslık gibi mânevî pâyeler de gelse, bunları elimin tersiyle itecek kadar güçlü bir irade ihsan eyle! Çünkü bu gibi mânevî makamları talep etme, Seni talebin içine başka bir şey karıştırır. Oysaki ben saf, dupduru, berrak ve natürel olarak sadece Seni talep etmek istiyorum” der. Evet, her zaman düz bir kul olduğunun şuurunda bulunmak ve Allah’a intisabını düz kullukta daha iyi duyup daha iyi hissetmek çok az insana müyesser olan bir anlayıştır. İşte, Hazreti Pir, bu anlayışın insanıdır. Fakat mânen terakki etme, gözün açılmasıyla mârifet ufkunda bir üveyk gibi kanatlanıp tayeran etme her zaman insanın aklından, hayalinden geçebilir. İşte Üstad Hazretleri, sadece hayaline ilişen bu tür duygu ve düşünceleri bile, Zat-ı Ulûhiyet’e karşı umumi ve mutlak mânâda teveccühe mâni gördüğünden onları birer günah ve vebal saymış ve bu açıdan da başına gelen bela ve musibetleri bu hususa bağlamıştır. Tabiî, bu şekilde davranmakla, aynı zamanda en kötü tablolardan bile çok güzel neticeler çıkarmasını bilmiştir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Realiteleri Görme Bir Vazife ve Sorumluluktur

Biz de kendi kamet-i kıymetimize göre, çevremizde cereyan eden hâdiseleri kimi zaman iyi görür, iyi değerlendirir, iyi düşünür ve hayatımızdan lezzet alırız. Kimi zaman da biraz karamsarlığa düşer ve bedbin oluruz. Çünkü biraz önce ifade edildiği üzere, tabiatımız her ikisine de açıktır, onları resmedebilecek nüveler beşerî yapımızda vardır ve bizim onlardan kaçmamız da mümkün değildir. Ancak iradelerimizle onları kontrol altına alıp seslerini çıkarmalarına meydan vermeyebiliriz. Nasıl ki, nefs-i emmare, nefis terbiyesi sayesinde nefs-i levvame, nefs-i mutmainne, nefs-i radiye ve nefs-i mardıye hâline gelebiliyor. Aynen bunun gibi insan, kararlı bir cehd ve gayret sayesinde, kendisinde karamsarlık hâsıl edecek tablolar karşısında, daha iyi görüp, daha iyi düşünerek bedbinlikten nikbinliğe yürüyebilir.

Her dönemde olduğu gibi günümüzde de yaşadığımız birtakım problemler vardır. Biz kendi çağımızın çocukları olduğumuz için kendi dönemimizdeki problemleri yaşıyoruz. Bu problemleri yaşarken olup biten hâdiseler karşısında herkes aynı duyarlılığı taşımayabilir. Ancak öyle hassas ruhlar vardır ki, dinini kaybedip giden biri karşısında: “Ya Rabbi, keşke benim canımı alsaydın da bu insan kayıp gitmeseydi.” der. Çünkü can alıcı hasmı bile olsa, küfür ve ebedî Cehennem’le, o hasımdan intikam alma düşüncesi, insanın kerametine yakışan bir davranış değildir. Ve yine öyle hassas insanlar vardır ki, âlem-i İslâm’ın hâlihazırdaki perişaniyeti, dağınıklığı, ezilmişliği ve zalimlerin vesayeti altında yaşaması karşısında âdeta sinesine zıpkın saplanmış gibi ızdırap duyar. Öyle ki her sabah gözlerini o dert ve ızdırapla açar; akşam yatağa girdiğinde yarım saat o acı hülyalarla kıvranır ve istirahatini bile zehir zemberek hâle getirir; getirir de Merhum Âkif’in

“Harap iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; paslı vicdanlar;
Emek mahrumu günler fikr-i ferda bilmez akşamlar,
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.” mısralarıyla inleyip durur.

Fakat sonra bir kısım esintilere bakar. Meselâ Anadolu insanının dünyanın dört bir tarafında harıl harıl çalıştığını görür, onların bu samimi gayretleri karşısında: “Çok kötü şeyler var ama elhamdülillah dünyanın şu kadar ülkesinde sesimiz, soluğumuz duyuluyor ve bayrağımız dalgalanıyor. Kültürümüzün bir tercümanı olan dilimiz konuşuluyor. Tarihten tevârüs ettiğimiz bize ait değerler, o dil vasıtasıyla başkalarına duyuruluyor.” der, teselli bulur. Evet, bir dönem, başkaları Devlet-i Âliye içinde açtıkları bin beş yüze yakın okulla kendi kültürlerini bize dayatmış ve bizi kendilerine benzetmişlerdi. Biz ise şimdi herkese bağrımızı açmış, evrensel insanî değerlerle, bütün insanlığı kucaklamaya çalışıyoruz. İşte bu duygu ve düşüncelerle hemen o karanlık âlemden, o kâbuslardan sıyrılır, ümit ve inşirah esintileri duymaya başlarız. Elbette ki biz, hiçbir zaman realiteleri göz ardı edemeyiz, realiteleri göz ardı edercesine mutlak bir optimist olamayız. Fakat realiteleri görmenin yanında eşya ve hâdiseleri, kudreti sonsuz Rabbimize iman ve itimatla değerlendirir, o nazarla ele alırız.

Zira hakiki bir mü’minin gerçeklere gözünü yumarak kendini mâlihulyâlara salması, kuruntularla avunması ve böylece yaklaşan tehlike ve kurulan tuzaklar karşısında tedbirsiz ve savunmasız bir duruma düşmesi düşünülemez. Aynı zamanda, metafizik gerilimin devam ve temadisi adına da mevcut o karanlık tablonun görülmesi gerekir. Allah aşkına, bugün, dinini ve milletini seven bir insanın, şimdiye kadar kim bilir kaç defa taarruz plan ve stratejileri ortaya çıkmış, yapıp ettikleri yapıp edeceklerinin yanıltmayan referansı konumunda bulunan, düşmanlığa kilitli bir anlayış karşısında, bu durumu derin bir endişe ve hassasiyetle karşılaması, böyle bir tablo karşısında uyanık ve dikkatli olması gerekmez mi? Tabiî, bütün bu endişe ve korkular, hassasiyet ve titizlikle meselenin üzerine titremeler, vicdanın Allah’la irtibatına, gönlün İslâm ve Müslümanlarla alâkasına bağlıdır ve onunla mebsuten mütenasiptir.

İşte, nikbinliğe de bedbinliğe de böyle bir perspektiften bakmak gerekir. O zaman insan, bir taraftan realiteleri görüp âdeta yüreği ağzına gelecek ölçüde endişe içinde endişe yaşayacak; fakat diğer taraftan, yapılacak işlerin çokluğunu görünce Hakk’a dayanıp, sa’ye sarılıp, hikmete râm olup, sarsılmadan, ümitsizliğe düşmeden, aşk u şevkle yapılacak işlere koyulacaktır. Bundan dolayı diyoruz ki, hakiki mü’min mutlak mânâda ne nikbin, ne de bedbindir; o, hakikatbindir. Evet, o, görülmesi gerekeni görür ve Allah’ın izn u inayetiyle mevcut durum karşısında yapılması gereken her ne ise, iradesinin hakkını verip onu yapmaya çalışır.
 

müdavim

Üye Sorumlusu

İmtihanlara maruz kalmak insanlığımızın gereğidir


M. Fethullah Gülen


İnsanların birbirleriyle imtihan olması gayet tabiidir. Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de; ''..Biz onların bir kısmını diğerleriyle imtihan ettik.." (En'am Sûresi, 6/53) buyurmaktadır.
İlk insan Hz. Adem, cennette Hz. Havva ile, şeytanla ve kendi mahiyetinde saklı bulunan bir kısım duygularla imtihan olmuş.. ve yeryüzüne indikten sonra da bu imtihanlar devam etmişti. Hz. Adem'in soyundan gelen insanlar da kendilerine rehber olarak gönderilen peygamberlerle imtihan olmuş, ihtilafa düşmüş, bunların bir kısmı da putlara tapmada ısrar edip onların arkasından gitmemişti. Bunların örneklerini, bugüne kadar insanlık tarihiyle alakalı yazılmış eserlerde görmek mümkündür.

İşte bu imtihanlar silsilesi içinde önemli bir imtihan da, insanların birbiriyle olan imtihanlarıdır. Bu kabil imtihanlarda bazen kaybeder ve olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliriz. Bu kayıplar bazen mizaç ya da meşreplerden, bazen de Bediüzzaman Hazretleri'nin, "Umur-u hayriyenin çok muzır manileri olur.." dediği gibi, şeytanlardan kaynaklanabilir. Müslümanları, şeytanların musallat olduğu kişiler olarak tavsif etmekten hicap ederim; ancak gerçek olan şu ki, hepimiz insanız ve birer nefis taşımaktayız. Nitekim Allah Resûlü (sas), bir hadis-i şeriflerinde; "Herkesin nefsi vardır. Benim de nefsim var.." buyurur. Bundan sonra artık isterse insanlar, bizim nefsimiz veya mahiyetimizde şeytanın oklarına hedef olabilecek lümme-i şeytaniye diye bir mekanizma yok desinler!. Bunlar hiçbir şey ifade etmez. Kaldı ki, hadisin devamında Allah Resûlü, "uzun zaman onunla mücadele edip onu hizaya getirdiğini ve neticede kendisine teslim olduğunu" bildirir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Herkes nefis taşımaktadır

Dünyada kim bilir daha nice insanların nefis ve şeytanı kendilerine teslim olmuştur. Ama bu, katiyen bir anda olmamıştır. Tasavvufî bir üslupla ifade edecek olursak bu kademe kademe, nefs-i emmâreden nefs-i levvâmeye, ondan nefs-i râdiyeye (Allah'tan hoşnut olma mertebesi), ondan nefs-i mardiye'ye (Allah'ın hoşnutluğuna erme) ulaşmışlar.. ve daha sonra da mutmainne, sâfiye, yani enbiya-i izam ve asfiyanın nefislerine yakın müstesna nefisler mertebesine yükselmişler ve neticede öyle bir noktaya gelmişler ki, artık ondan öte nefisleri kendilerine her zaman iyilikle emreder olmuştur... Buradan hareketle, herkesin, daha baştan bir nefse sahip olduğunu kabullenmesi gerekir. Bu onun ömrünün sonuna kadar, imtihan olacağını kabullenmesi de demektir. Böyle bir kabul bize şunu ifade eder: İnsanların birbirine düşmesi, birbiriyle uğraşması için bu kadar çok sebep ve faktör olduğuna göre, evvela bu işi beşeriyetin icabı olarak kabul etmekte yarar var. Bizler beşeriz; nasıl bizim doğup büyümemiz, büyüyüp yaşlanmamız, yaşlanıp çürük bir enkaz gibi çökmemiz; sonra da kendi enkazımız altında kalarak unutulup gitmemiz bizim için fıtrî ve tabii bir yol; öyle de, birbirimizle çekişmeye, hır-gür etmeye müsait bir fıtratta yaratılmış olmamız da, bizim tabiat ve fıtratımızın gereğidir.

Ne var ki bizim için her zaman, bu tür duyguları hayra çevirmek de mümkündür.. ve bize düşen de işte bunu yapmaktır. Biraz daha açalım; mesela bir insan, kendi mahiyetine yerleştirilen şehvet hissi sayesinde veli olabilir. Evet o insan eğer, üzerindeki şehevânî istek ve arzuları karşısında namus ve iffetini kemal-i hassasiyetle koruyabiliyorsa, aynı durumda olmayan başka birinin bin rek'at namazla ulaşamayacağı seviyelere ulaşır. Çünkü bu kimse, o kadar şehvetle donatılmış olmasına rağmen, nefsini frenleyip onu zabt u rabt altına alabiliyor. Evet, tehlikenin buudları nispetinde mükâfat söz konusudur. Hatta bazen böyle birinin terakkisi o kadar hızlı, o kadar amûdî (dikey) olur ki, başkaları velâyet yolunda katiyen ona yetişemezler. Bu hususa bir şey daha ilave etmek istiyorum. Mesela, bazı insanların hemcinslerine karşı fıtratlarında fazla bir temayül vardır. Eğer o insan bir hayat boyu o temayülünü gemleyip meşru dairede kalabilse, o öyle bir yükselir ki, hiçbir kimsenin buna yetişmesi mümkün olamaz. Görüldüğü gibi şehvet, başlangıçta öldürücü bir ağ iken, irademizin hakkını verme sayesinde insanı yükselten nurdan bir helezon haline gelebilmektedir.

Gazab duygusu da, denge üzere temsil edilmesi halinde insanı yükselten, onu hakikatlerle buluşturan ışıktan bir merdivene dönüşebilir. Böyle bir his, ihkak-ı hak edip hakkı bulma şeklinde ortaya çıktığı takdirde, adalet şeklinde tecelli eder. Hz. Ömer, Müslüman olmadan evvel, insanlar arasında sert mizaçlı tanındığı için, Hz. Ebu Bekir tarafından devlet başkanlığına tavsiye edildiğinde Sahâbe, "Allah'ın huzuruna gittiğin zaman sana, bu insanı başımıza getirdiğin sorulursa, ne diyeceksin?" şeklinde itiraz eder; Hz. Ebu Bekir, Ömer'deki o duygunun ihkak-ı hak ve adalet şeklinde tecelli edeceğini bildiği için, emin bir edayla, "Ben, benden sonra insanların en hayırlısını insanların başına getirdiğimi söylerim." demiştir.

Evet, ilk halife isabet buyurmuşlardı; Hz. Ömer hiç de bazılarının görüp değerlendirdiği gibi değildi; ondaki sertlik, adalet haline gelmiş ve hilafeti boyunca kılı kırk yararcasına bir istikamet içinde yaşamıştı. Bazen zahirde mizaç sert görünebilir; ama her zaman Ömerî bir hal alması mümkündür.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Velayete ulaşma yolları araştırılmalıdır

O halde, aynı müessesede çalışan insanlar, kendi aralarında "hır-gür"e vesile olabilecek bu türlü madenlerle donatılmış bulunduklarını düşünerek demeliler ki, bunları mahiyetimize Allah koydu, dolayısıyla onlar yer yer tesirlerini icra edecekler. Ne var ki eğer dişimizi sıkar da, katlanabilirsek, amûdi (dikey) veli olma yolları da açık demektir. Yine bu gayeye uygun olarak, yeme içme konusunda da dengeli olmalı, duyguların öldürücü ağına düşülmemeli ve dünyevî nimetlerden istifadeyi şükre bağlamalı ve Allah'ın inayetiyle, keremiyle amûdi olarak velâyete ulaşma yolları araştırılmalıdır. Yani insanlar bunlarla, Cenab-ı Hakk'ın kendilerine, velâyete giden bir yol açtığını düşünmeli, konumlarını ona göre değerlendirmeye bakmalıdırlar. Keza, arkadaşlarından gelecek şeylere karşı da peşinen sabırla mukabele etmeye kararlı olmalı ve "gelse sizin celâlinizden cefa, yahut cemâlinizden vefa, değil mi ki mü'min kardeşlerimizsiniz, her ikisi de cana safa. Sizden gelecek cevir de hoş cefa da hoş" demelidirler.




ÖZETLE

1- İnsanların maruz kaldığı imtihanlar silsilesi içinde en önemlisi, birbirleriyle olan imtihanlarıdır. Bizler burada değişik sebeplerden dolayı bazen olumsuz sonuçlarla karşılaşabiliriz.

2- Bir hadis-i şerifte: "Herkesin nefsi vardır. Benim de nefsim var.." buyurulur. Bundan sonra artık isterse insanlar, bizim nefsimiz veya lümme-i şeytaniye diye bir mekanizma yok desinler!

3- Bir arada çalışan insanlar, kendi içlerinde "hır- gür"e vesile olabilecek bazı özelliklerle donatılmış bulunduklarını düşünerek demeliler ki, bunları mahiyetimize Allah koydu, dolayısıyla onlar tesirlerini icra edecekler.
 

Turab3

Well-known member
Her yazısını herzaman büyük bir keyifle okuduğum ve bana risaleleri tanımamda ilk kapıyı aralayan saydığım,sevdiğim hocamız yine mükemmel uslubuyla anlatmış.Allah ondan razı olsun...


Ve müdavim hocam emeğinize sağlık sizden de Rabbim razı olsun...:)
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Var mı Bu Cemaat Gibisi!

M. Fetullah Gülen
Diğer taraftan, üstün olma duygusu her zaman ferdî benlikten kaynaklanmaz. Bazen insan, enaniyetini besleyen yanlış his ve düşünceleri kendi içinde eritebilir. Kalbine ve zihnine uğrayıp geçen bazı nefsî ve şeytanî duygulardan kurtulup şahsen Allah için başlayan, Allah için işleyen ve rıza-yı ilahi dairesinde hareket eden bir kul olabilir.
Ne var ki, şahsı hesabına “kullardan bir kul” olma şuuruna ulaşmış kimseler için de “âidiyet mülahazası” meyl-i tefevvuka sebep olabilir; ondan dolayı kendini farklı ve üstün sayanlar bulunabilir. Yani, bir milletin, bir cemiyetin ya da bir cemaatin mensubu olmak da insanı bambaşka bir enaniyete ve seçkinlik hissine itebilir.
Bu his sebebiyle kimileri “Harika insanlar meydana getiren bir milletin fertleriyiz” der övünürler; kimileri de, Allah muhafaza, “Biz, dünyanın hemen her ülkesinde ortaya koyduğu eğitim faaliyetleriyle milletimizin adını bayraklaştıran ve insanlık tarihi boyunca eşine az rastlanır şekilde büyük bir hızla faaliyet alanını genişleterek istikbalin sulh adacıklarını kuran bir hareketin gönüllüleriyiz” diyerek bir nevi “cemaat enaniyeti”ne kapılırlar.
Aslında, insanın şahsî hayatı hesabına “ene”den sıyrılması çok büyük bir başarı ve şeytana karşı önemli bir tabyedir. Fakat, “ben” duygusunun yerine “biz”i ikame etme, başlangıç itibarıyla takdire şayan bir adım olsa bile, şayet “ene”nin yerini “nahnü” alır ve insan o noktaya takılıp kalırsa bu da çok ciddi bir tehlikedir. Zira, “nahnü”ye geçiş bir mertebe ise de, orada da durmamak ve “Hüve”ye yürümek; her şeyi “O”na vermek esastır.
Evet, benlik hissi aşılmalı, “biz” duygusu öne çıkarılmalıdır; fakat, o noktada da âidiyet düşüncesi kalb ve zihinleri esir etmemeli; şayet Cenâb-ı Hakk'ın lütufları esbab dairesi içinde mutlaka bir vesileye bağlanacaksa, o vesilenin vifak ve ittifak olduğu düşünülmelidir. Yani, bir toplumu teşkil eden her fert, “Biz yaptık, biz kurduk, biz düzenledik, biz kazandık” diyeceğine, “Cenâb-ı Hakk'ın tevfîki, vifak ve ittifaka bağlı geliyor. O'na binlerce hamd ve senâ olsun ki, kalbimizi birbiriyle irtibatlandırdı, bizi birbirimize sevdirdi, biraraya getirdi ve önemli bir hareketin hadimleri eyledi.” diyerek, tahdis-i nimette bulunmalı ve Allah'a şükretmelidir.
Fakat, “Allah'a binlerce hamd ü sena olsun ki, bize muvafakat içinde hizmet etme zemini lutfetti ve gayretlerimizi başarılarla neticelendirdi” diyerek “Hüve”yi işaret etmesi gereken kimseler, “Var mı benim gibisi!” türünden ifadelerle “benlik” hırıltıları çıkarırlarsa ya da “Bu cemaat gibisi gelmedi âleme” şeklinde “biz” duygusuna bağlı bir fâikiyet düşüncesini seslendirirlerse, işte o zaman, ilahi ihsanları ferdî enaniyete veya âidiyet mülahazasına bağlamak suretiyle nankörlük yapmış ve Allah korusun bir çeşit şirke düşmüş olurlar.
Dolayısıyla, bir insanın sürekli kendi istidat ve kabiliyetlerini nazara vermesi ve kendisinden bahsetmesi ne kadar çirkin ise, bir toplumun fertlerinin her fırsatta mensup oldukları cemaatin hususiyetlerini, o hareketin faziletlerini, kendi felsefelerinin üstünlüklerini ve sahip oldukları düşüncelerin isabetliliğini vurgulamaları da o denli çirkindir; dahası böyle bir tavır da fâikiyet mülahazasını tetikleyen ve şişiren büyük bir tehlikedir.
Hak ve hakikat gürül gürül ilan edilmeli, din ve diyanet mutlaka anlatılmalıdır ama bu ilana ve bu anlatmaya nefisler asla karıştırılmamalıdır. Allah sevmez öyle düşünenleri ve öyle iddialı sözler söyleyenleri. Cenab-ı Hak, “Elhamdülillah, O bizi biraraya getirdi” diyenleri sever; kullarının sürekli “Allah'ım birliğimizi ve dirliğimizi muhafaza buyur” deyip hıfz-ı ilahiye sığınmalarını ister.
Evet, “Biz gücümüz, kuvvetimiz, ilmimiz ve tecrübemizle bu işleri başarıyoruz..” düşüncesi Kârunca bir düşüncedir. “Ben kendi ilmimle ve kendi iktidarımla kazandım” iddiası ancak Kârun'un ve onun torunlarının telaffuz ettikleri müşrikçe bir kuruntudur. Din ve millet yolunda hizmete gönül vermiş insanlar, Kârun gibi düşünüp Kârunca konuşacaklarına, gurur ve enaniyeti bırakmalı; aczinin, fakrının ve ihtiyaçlarının farkında olan kullar gibi tazarru ve duâ lisanıyla Cenab-ı Hakk'a yönelmelidirler.
 

müdavim

Üye Sorumlusu

İhlâsa Çağrı
Bediüzzaman hazretleri, dava erlerinin himmet ve gayret duygularını baskı altına alıp, onları ümitsiz, bezgin ve çaresiz bırakan tehlikelerden biri olarak işte bu “meylü't-tefevvuk”u saymaktadır. Asıl itibarıyla, Kur'an ve iman hizmetinde rekabete, önde olma mücadelesine, itişe-kakışa bir yere varmaya ve birbirine zahmet vermeye hiç yer ve lüzum bulunmadığını ifade eden Hazreti Üstad, farklı ve üstün olma duygusunun bir müstebid gibi gelip hizmet erlerinin himmet hislerine hücum ettiğini ve onları Allah için çalışıp çabalamaktan, din uğrunda gayretten uzaklaştırdığını belirtmektedir.
Böyle bir düşmana karşı koymak için de, “kûnû lillah” hakikatine sığınmak gerektiğini, yani, bir başka yerde “Allah için işleyiniz, Allah için başlayınız, Allah için çalışınız ve O'nun rızası dairesinde hareket ediniz” diyerek tarif ettiği ihlâs kalesine iltica etmenin lüzumunu nazara vermektedir.
Haddizatında, kendini farklı ve üstün gören bir insan bir taraftan kendisinin değil de başkalarının çalışıp didinmeleri gerektiğini düşünür; diğer taraftan da, beklentilere girer, hiçbir pay sahibi olmadığı başarıların dahi kendisine nisbet edilmesini ister. Şayet, beklediği takdiri bulamaz, istediği alkışları duyamaz ve -kendince- kıymeti anlaşılamazsa, her şeyden el-etek çeker; içinde azıcık çalışma isteği kalmışsa onu da kaybeder.
Böyle bir insan, ara sıra yapıp ettiği işlerde yine farklı, üstün ve seçkin biri olduğunu başkalarına da kabul ettirme peşindedir; dolayısıyla da, onun her söz, tavır ve davranışı enaniyet eksenlidir, riya ve süm'a ile kirlenmiştir. Onun hedefi hep en önde olmak, üstün görünmek ve insanların teveccühünü kazanmaktır; fakat, böyleleri umumiyetle maksatlarının aksiyle tokat yerler; işlerinde muvaffak olamadıkları gibi halk nazarında da istiskal edilir ve cehd ü gayret hislerini de her gün biraz daha kaybederler.
İşte, böyle kötü bir akıbete dûçar olmamak için, “kûnû lillah” hakikatine sığınmak ve bütün amellerde Allah rızasını gözetmek gerekmektedir. İhlas Risalesinde de ifade edildiği gibi; “Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok. O razı olduktan ve kabul ettikten sonra, isterse ve hikmeti iktiza ederse, sizler istemek talebinde olmadığınız halde, halklara da kabul ettirir, onları da razı eder.” Onun için, bu hizmette, doğrudan doğruya ve yalnızca Cenâb-ı Hakk'ın rızasını esas maksat yapmak icap eder.
Madem ki, ihlâsla yapılan bir dirhem amel, ihlâssız batmanlarla amelden üstündür, öyleyse, büyük-küçük her iş O'nun hoşnutluğu gözetilerek ortaya konmalıdır. Bu hususa da dikkat çeken Bediüzzaman hazretleri, yalnız, kimsesiz, garip bir vaziyette iken ve insafsız bazı memurların takipleri ve baskıları altında olmasına rağmen birkaç talebesiyle beraber yaptığı hizmetin kendi memleketinde ve İstanbul'da yüzlerce, belki binlerce yardımcıyla muvaffak olduğu hizmetten çok daha büyük olduğunu beyan etmekte ve bunu sayıları az da olsa o talebelerinin ihlâsına bağlamaktadır.
Sonra da “İnşaallah tam ihlâsa muvaffak olursunuz, beni de tam ihlâsa sokarsınız.” diyerek, mütevazi bir kulun ruh portresini sergilemektedir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Evliliği kolaylaştırın


Fethullah Gülen
08/10/2010

Farzları bilmeyen bir kişinin nikâhı olmayacağı hükmü bir yönüyle doğru, diğer bir yönüyle ise doğru değildir. Bilmesi gereken farzları bilmeyen kimsenin nikâhı olmaz. Mesela, bir insanın, imanın altı esasına inanması lazımdır.
Bunlardan bir tanesine inanmayan, birinde tereddüt ve şüphesi olan bir insan din dairesi içinde bulunmadığından dolayı onun nikâhı da olmaz. Çünkü nikâh, müminler için dinî bir kayıttan ibarettir. Kadınla erkek bu dinî kayıt ve Allah tarafından vaz' edilen prensiplerle bir araya gelmektedirler/gelmelidirler.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)'den naklen fıkıh kitapları evlilik için "icab-kabul" ve "şahit" şartlarını ortaya koyarlar. Biz, müminlerin bu şartlara uyarak aralarında izdivaçla bir bağ kurmalarına "nikâh" diyoruz. İmanı olmayan bir insan için bu manevi kayıt geçerli değildir. Binaenaleyh mümin olmayan bir kimseyle yapılan nikâh muamelesi geçerli olmaz.

Kimlerle evlenilemeyeceğini, yani evlenilmesi haram olanları Nisa Sûresi'nde Kur'an-ı Kerim saymış, Efendimiz de bunlarla alakalı tafsili bilgiler vermiştir. Kur'an'da bununla ilgili ayet şöyledir: "Ey mümin erkekler! Şunlarla nikâhlanmanız haram kılınmıştır: Anneleriniz, kızlarınız, kız kardeşleriniz, halalarınız, teyzeleriniz, kardeş kızları, kız kardeş kızları, sizi emziren sütanneleriniz, süt kızkardeşleriniz, kayınvalideleriniz, kendileriyle zifafa girdiğiniz eşlerinizden olup evlerinizde bulunan üvey kızlarınız. Fakat zifafa girmediğiniz eşlerinizin kızlarını nikâhlamanızda beis yoktur. Keza öz oğullarınızın eşleri ile evlenmeniz ve iki kız kardeşi nikâhınız altında birleştirmeniz de haram kılınmıştır. Ancak daha önce geçen geçmiştir. Çünkü Allah gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur)." (Nisa, 4/23) Kur'an-ı Kerim'in saydığı bu kimselere "muharremât" (kendileriyle evlenmek haram olan kadınlar) deniliyor.

Efendimiz: "Nikâhın en hayırlısı en kolay olanıdır." (Ebu Davut, Nikâh 32) buyurmuşlardır. Esasen bu ifadede, sorudan çok bir temenni var. Müminler keşke bu hadise uysalar ve teamülleri, yanlış gelenek ve görenekleri aşıp bu hadisin ifade ettiği hakikati tam yaşayabilseler!..

Evliliği çok ucuz, çok rahat, çok fıtrî ve herkesin rahat yapabileceği bir mevzu haline getirmek gerçekten hayati bir konudur. Zira evlenmek isteyen kimseler zaten birçok haramı aşıyorlar. Sonra bir de kız tarafının bu işte ortaya döktükleri ağır yükler var ki, bundan dolayı çok kimse ya korkuyor veya evlilikten vazgeçiyor. Hususiyle asrımızda, nefsini oruç, riyazet ve zühd ü takva ile gemleyemeyen kimseler için evlilik, haramlar karşısında farz haline gelmiştir. Müminler böyle bir mevzuda mutlaka kolaylık göstermeli ve günaha girmemede birbirlerine yardımcı olmalılar. Ben bunu söylüyorum ama kim uyar onu bilmem...
 

Turab3

Well-known member
Hocamızdan Allah razı olsun...Nasıl ödenecek onun hakkı acaba..Bu kadar dağ gibi hizmetine karşılık onun gönlünü burkanlar ne cevap veri mahşerde acaba...Allah ondan razı olsun.Sempozyumda onun eksikliği çok büyüktü.Onunla birlikte talebeleri de olsaydı o gün orası Asra damgasını basardı.
 

müdavim

Üye Sorumlusu


Nazardan korunmak


M. Fethullah Gülen

Pek çok sahih hadis-i şerifte nazar'ın hak olduğu ifade edilmektedir. Bunlardan birinde Allah Rasulü, "Nazardan Allah'a sığının. Çünkü nazar gerçektir." (Buhari, Tıb, 36; İbn Mâce, 2/1159) buyurmaktadır.
Günümüzde hususiyle ruhla ve ruhçulukla meşgul olanlar, cinlerle temas temin edenler nazarın, fizik alanında da izahını yapmaya çalışmaktadırlar. Onlara göre insan vücudunun neşrettiği bir kısım şualar, karşı tarafla rezonans olduğu zaman bir çeşit tesir etmekte ve insanı yere serebilmektedir. Halk arasında nazar, "Falan köyde filan adam kocaman bir kayaya baksa onu parçalar." şeklinde iştihar etmiş ve ulum-u mütearife haline gelmiştir. Binaenaleyh nazarı tekzip ve inkâra ne medar, ne de mesağ vardır.

Nazar, insanın kazandığı şeyin bereketine de tesir edebilir. Mesela kendisine nazar edilen insanın kazancının başına bazen bir gaile ve bela gelebilir. Bu nazar, kazancı haram etmez ancak kazanılan şeyin yümnünü, bereketini azaltabilir. Allah Rasulü (sallallâhu aleyhi ve sellem), nazar değmesine karşı, Ayetü'l-Kürsî, İhlâs, Felak ve Nâs surelerini okumuş, Ashabına da bunları okumalarını tavsiye buyurmuştur. Ayrıca meşayih ve ehl-i keşf, nazarın etkisinden korunmak veya nazar isabet etmiş ise kurtulmak için Kalem Suresi'nin 51. ve 52. ayetlerinin okunmasını tavsiye etmişlerdir. Kalem Suresi'nde adı geçen ayetlerin anlamı şöyledir: "O kâfirler Zikr'i (Kur'an'ı) işittikleri zaman, hırslarından neredeyse bakışlarıyla seni kaydıracak, âdeta gözleriyle yiyecekler! Ve o "delinin teki!" derler. Delilik nerede, o nerede? Kur'an'ın hiç delilikle ilgisi mi olur? Kur'an olsa olsa, sadece bütün insanlara bir derstir." (Kalem, 68/51-52) Hatta bazen bu ayetin arkasından halka halinde Ashab-ı Kehf'in isimleri de yazıla gelmiştir. Bu ayetin ve Ashab-ı Kehf'in isimlerinin okunması hadis-i şeriflerle sabit değilse de ehl-i keşfin bulmasıyla sabittir ve inkâr edilmeyecek kadar kuvvetlidir. Binaenaleyh kötü nazarların nazarından korunabilmek için bu dualar yapılabilir, sonra da ciddi bir tevekkül ile -inşallah- nazar bertaraf edilmiş olur.

İnsan her an Allah ile münasebeti güçlü olmadığından ervah-ı habise, cinler ve şerirler onun boşluklarından girip ona tesir edebilirler. Burada bir kanundan bahsetmek istiyorum. Cin taifesinin, insanlarla alakalarının olduğu bir gerçektir. Ancak bunların zararlı olmaları, insanın zarara müsait bir hal içinde bulunmasına bağlıdır. Bu şerli taife, insanın isyan, laubalilik ve gaflet gibi hallerinden istifade ederek bu açık deliklerden içeriye girebilir ve hükümlerini icra edebilirler. Ama onlar, teslimiyeti güçlü, kalbi her an ilahi âlemle donanımlı kimselere asla tesir edemezler.

Hâsılı, kazanca da nazar tesir edebilir. Bundan korunmak için evvela, helalinden kazanılmalı; ikincisi, malın zekâtı verilerek Allah yolunda sigorta edilmek suretiyle teminat altına alınmalı; üçüncü olarak, o malı iyi yolda sarf etme kanaat ve niyetinde bulunulmalı ve son olarak da yukarıda ifade edilen dualar yapılmalıdır. İşin doğrusunu "Allâmu'l-guyûb" olan Allah bilir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Küllî Bereket ve Bire Yedi Yüz Veren Başaklar



M. Fethullah Gülen



Soru: Anne-babaya hürmet ve sıla-i rahim gibi güzel hasletler umumi mânâda birer bereket vesilesi olarak zikrediliyor. Dinine hizmet etmek isteyen bir fert de, hizmet adına yaptığı birleri, bin edebilmek için öncelikle hangi bereket vesilelerine tutunmalıdır?

Cevap: Yapılan bir işin bereketli olması, ferdin, o işi “niye, niçin” yaptığının şuurunda olmasına ve aynı zamanda o işin “nasıl” yapılması gerektiğini çok iyi bilmesine, kendini o işe adamasına ve sonra da onu Hakk’ı görüyor ve O’nun tarafından görülüyor olma mülâhazasıyla, yani ihsan şuuru içinde yapmasına bağlıdır. Hz. Pir’in ifade ettiği gibi, mü’min, görülüyor olarak işlemeli, görülüyor olarak başlamalı, görülüyor olarak oturmalı, görülüyor olarak kalkmalı, görülüyor olarak yemeli, görülüyor olarak içmeli ve hayatını görülüyor olma mülâhazasına bağlı götürmelidir. Bildiğiniz üzere Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu hususu;

اَلإِحْسَانُ أَنْ تَعْبُدَ اللّٰهَ كَأَنَّكَ تَرَاهُ فَإِنْ لَمْ تَكُنْ تَرَاهُ فَإِنَّهُ يَرَاكَ

“İhsan, görüyormuşçasına senin, Allah’a ibadet etmendir; sen O’nu görmesen de O seni görüyordur.” (Buhari, iman 37) ifadeleriyle dile getirir. Evet, siz ihsan yörüngeli yaşarsanız işte o zaman rahmet ilinden üzerinize sağanak sağanak bereketin yağdığına şahit olursunuz.


Nefis ve Ehline Hakkını Vermek

İnsanın birbirinden farklı, çeşitli sorumluluk ve mükellefiyetleri vardır. Bu sorumluluklar bir hadis-i şerifte şu ifadelerle dile getirilir:

إِنَّ لِرَبِّكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا فَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ

“Senin üzerinde Rabbinin hakkı var, nefsinin hakkı var, ehlinin de hakkı var. Her hak sahibine hakkını ver.” (Buhari, edep 86) Görüldüğü üzere insanın sorumluluklarının en başında Zât-ı Ulûhiyet’e ait haklar gelmektedir. Bu hakların neler olduğu Kur’ân-ı Kerim ve Sünnet-i Sahiha’da anlatılmıştır. İman, islâm, ihsan gibi Allah’a ait bu haklar, insanın en başta gelen mükellefiyetlerindendir.
Peygamber Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm), Allah’a karşı mesul olduğumuz hakları hatırlattıktan sonra nefsimizin de bizim üzerimizde hakkı olduğunu ifade buyuruyor. Ahsen-i takvîm olarak yaratılan ve bir cevher ve pırlanta kadar değerli olan nefsimizi şurada burada boşuna, beyhude, bâd-i heva zayi etmememiz gerekir. Doğru yolda değerlendirmek suretiyle onunla, cennet, firdevs, Efendiler Efendisi’ne komşu olma ve hepsinden önemlisi Cenâb-ı Hakk’ın rıza ve hoşnutluğunu kazanma gibi âli makamlar peylenmeye çalışılmalıdır. Eğer nefis, potansiyel olarak, bu ufka namzet olmasaydı, bu yüksek gayeleri elde etmeye müsait yaratılmasaydı Allah insanlara bu yüce hedefleri göstermezdi. Bu ulvî hedefler insana gösterildiğine göre demek ki, insanın donanımı buna müsait yaratılmıştır. Öyleyse Hz. Pir’in Yirmi Üçüncü Söz’de ele aldığı gibi, böyle kıymetli bir cevher bakırcılar çarşısında zayi edilmeden, onunla çok daha değerli hedeflerin arkasına düşülmeli ve onlar elde edilmeye çalışılmalıdır. Evet, insanın hakiki kıymeti fani dünyanın ölçüleri içinde anlaşılamaz. Eğer iman, islâm, ihsan ve seradan süreyyaya kadar bütün tabakalarıyla kalbî ve ruhî hayatı elde etmeye talip olursanız, ancak o zaman değerince bir şeyin arkasına düşmüş olursunuz. İşte bütün bunlar nefse ait haklardır. Dolayısıyla nefse ait hakları sadece intihar etmeme, elini, ayağını, dilini, dudağını kesmeme yani onu beyhude feda etmeme şeklinde anlamak eksik bir anlayış olur. Hulâsa, nefsin zayi edilmemesi onun maddî-mânevî bütün hukukuna riayet edilmesi demektir.

Aynen öyle de aile hukuku da, sadece onlarla oturup hoş beş etmekten, bir çay sohbetinde onların gönüllerini almaktan ibaret değildir. Veya onların sadece vazife-i bedeniyeye ait haklarını eda etmekle onların hakları yerine getirilmiş olmaz. Bunların yanında onlara kalbî ve ruhî hayat adına güzel bir rehberlik yapılmalı ve bir ibre gibi onlara hep kıbleleri gösterilmelidir. Yani inanan bir fert olarak senin ailene Allah’ı anlatman, Resûlullah’ı tanıtman ve onlara insanca yaşamayı öğretmen de, ailenin senin üzerindeki haklarıdır. Bunun yanında çocuklarını bir kayyım gibi yakın takibe alman ve onları, bir an-ı seyyale olsun, kötülerle ve kötülüklerle baş başa bırakmaman da onların senin üzerindeki bir hakkıdır. Elbette ki bütün bu sorumlulukları kızarak, bağırarak, baskı altına alarak, senin düşüncelerine karşı onlarda nefret hissi uyararak değil; kafanı zonklatarak, kasıklarında sancı üstüne sancı çekerek, Üstad Necip Fazıl merhumun ifadesiyle öz beynini burnundan kusarak, pedagoji ve psikolojinin kurallarıyla, hususiyle Rehber-i Ekmel Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ortaya koyduğu irşat metoduyla gerçekleştireceksin. İşte bütün bunlar çocukların bizim üzerimizdeki haklarıdır ve onların bu hakları bihakkın yerine getirilmelidir.



Küllî Bereket ve Sahabe Kıvamı

Bugün adanmış ruhlar milletimiz ve topyekün insanlığa karşı azim, cesim, âlemşümul böyle bir vazifeyi derpiş etmiş görünüyorlar. Bunu hafife almamak gerekir. Evet, sahabeye düşen o büyük nasip, bugün itibarıyla bir emanet olarak günümüzün adanmış gönüllerine düşmüş. Ancak bu meselenin insanlık için bir mânâ ifade etmesi, kalıcı ve uzun soluklu olması onların sahabe kıvamında hayatlarını sürdürmesine bağlıdır. Evet, sahabe kıvamı, ciddiyeti ve samimiyeti bir ömür boyu muhafaza edilmelidir. İşte adanmış ruhlar, kendilerine terettüp eden vazifelerin hepsine böyle bir şuurla sahip çıkmalı, şuurunu koruma mevzuunda ihsan mülâhazasıyla hareket etmeli, durması gerekli olan yerde durmalı ve aynı zamanda durduğu yeri sürekli sık sık gözden geçirmeli; geçirmeli ve durumuna göre “Ben burada değil, beş adım daha ileride olmalıydım. Hatta beş değil on adım daha ileride durmam gerekirdi ama neylersin ki ben bu işin hakkını veremiyorum.” diyerek hep daha iyinin peşinde koşmalıdır. Eğer biz bunu yapabilirsek, Cenâb-ı Hak da küllî bereketler ihsan eder ve bizim bu türlü tavır ve davranışlarımız, münbit toprağını bulmuş, hava ile buluşmuş, su ile zifafa girmiş ve güneş ile temasa geçmiş tohumlar gibi başağa yürür; yürür de bakarsınız o tohumlar Kur’ân’ın ifadesiyle yedi, yedi yüz veren… başaklar hâline geliverir. Rabbim, dine hizmet sahasında hepimize, böyle küllî yümün ve bereketler lütfeylesin!

 

müdavim

Üye Sorumlusu
Allah için seni çok seviyorum!


M. Fethullah Gülen

Fahr-i Kainat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir şahısla beraberken yanlarından başka bir zat geçer. Allah Resûlü'nün yanında bulunan sahabî, Habib-i Ekrem Efendimiz'e, "Ey Allah'ın Resûlü ben şu genci seviyorum" der. Bunun üzerine Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz, "Peki bunu kendisine haber verdin mi?" diye sorar. Hayır cevabını alınca, o sahabîye, arkadaşına gidip ona olan sevgisini bildirmesini tavsiye buyurur. (Ebû Dâvud, Edep 122)
Efendimiz, burada kardeşine sevgi duyan bir mü'minin, bu sevgisini o kişiye söylemesini veya bir yolunu bulup bunu ona ihsas etmesini umumî mânâda tavsiye buyurmaktadır. Zaten inananlar arasındaki kardeşlik ve tesanüdün tesisi açısından meseleye bakıldığında, Peygamber Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) ifade buyurduğu bu hususun, mü'minlerin birbiriyle kaynaşmaları, birbirine sıcak bir nazarla bakıp güven duymaları, gönüllerin birbirine ısınması ve sui zanna gidecek yolların tâ baştan kapanması adına ne kadar önem arzettiği anlaşılacaktır.

Asr-ı Saadet'e bakıldığında, Fahr-i Kâinat Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu ışıktan düsturunun sahabe-i kiram efendilerimizin hayatlarında çok önemli bir yer teşkil ettiğini ve bu lâl u güher söz istikametinde nice hâdisenin vukû bulduğunu görebiliriz. Mesela Hazreti Ömer (radiyallahu anh), Yermük Savaşı'nda Hazreti Halid'i azledip huzuruna çağırdığında şu ifadeyle sözüne başlayamıştı: "Ey Halid! Allah şahid seni çok seviyorum." Hazreti Ömer'in diğer insanların yanında, bir topluluk içinde Seyyidinâ Hazreti Halid'e bu şekilde bir hitapla sözüne başlaması, daha sonra söyleyeceklerinin hüsn-ü kabul görmesi adına çok önemli bir referans olacaktır. Ayrıca azledilişi dolayısıyla Hazreti Halid'in içinde oluşabilecek muhtemel ukdeleri de tâ baştan silip süpürecektir. O büyük halife sözlerine şöyle devam eder: "Ancak ey Halid! Halk elde edilen zaferleri senin şahsında buluyor. Ben biliyorum ki, bu zaferleri bize ihsan eden Allah'tır. Bu sebeple seni görevinden azlediyorum." Zaten Hazreti Halid'in akidesi de bu sözlere ters değildir ki, onlara karşı herhangi bir itirazda bulunsun. Hazreti Ömer bu sözleriyle şirke karşı ilan-ı harp ettiğini ortaya koyuyor; bunun üzerine Hazreti Halid de hemen onun yanında yerini alıyordu. İşte Hazreti Ömer'in Hazreti Halid'e olan sevgisini bu şekilde dile getirmesi ve sözüne böyle bir ifadeyle başlaması daha sonra söylenecek sözlerin teveccüh görüp hüsn-ü kabulle karşılanması ve vahdet-i ruhiyenin teessüsü adına çok önemli bir vesile olmuştur.

Mübalağa ve Natürel Sevgi

Şimdi bir mü'minin, sevgisini kardeşine duyurması, bildirmesi ne kadar ehemmiyetli ise, bu güzel amel yerine getirilirken samimi ve içten olunması, sunîliklere girilmemesi, zımnî yalan olan mübalağalara başvurulmaması da o ölçüde ehemmiyet arz eder. Her hususta olduğu gibi bu mevzûda da yanılmaz ve yanıltmaz rehberimiz Rehber-i Ekmel Efendimiz'dir (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm). Çünkü O, duyguda, düşüncede, ibadet ü taatta, insanların birbirlerine karşı davranışlarında vs. bütün bir hayatı talim etmek için gönderilmiştir. İşte biz, bir kardeşimiz hakkında müsbet duygularımızı nasıl ifade edeceğiz, onun meziyet ve faziletlerini dillendirirken nasıl dillendireceğiz bütün bunları da yine Efendiler Efendisi'nin o lâl u güher söz ve beyanlarından öğrenmemiz gerekir. Bu açıdan hadis-i şeriflere bakıldığında sahih kaynaklarda yer alan şu meşhur vak'ayı hatırlayabiliriz: Bir sahabî efendimiz Resûl-i Ekrem Efendimiz'in (aleyhissalâtü vesselâm) huzurunda, yüzüne karşı bir arkadaşını medh u sena etmişti. Bunun üzerine Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) o şahsa, "Arkadaşının boynunu kırdın." buyurup bu sözünü üç kez tekrar etti ve ardından da, "Bir kimse kardeşini illa övecekse bari, 'Falancayı ben öyle zannediyorum, ancak işin iç yüzünü Allah bilir. Ben hiç kimseyi Allah'a karşı tezkiye edemem.' desin, buyurdu". (Buhârî, Şehadat 16).

Resûl-i Ekrem Efendimiz'in bu ikaz ve tenbihini doğru anlayıp doğru yorumlamak için bir hususu müsaadenizle bir kez daha dile getirmek istiyorum. O da şudur: İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), muhataplarını âdeta avucunun içi gibi çok iyi bilir, çok iyi okur, çok iyi tanırdı. Bu hususu yani muhatabı tanıma mevzûunu kanaatimce bir sabite gibi kabul edip Efendimiz'in beyanlarına hep bu nazarla bakılması gerekir. Çünkü böyle bir bakış açısı bize, o nurefşân beyanlar hakkında sağlam ve sıhhatli hükümlere ulaşmada ciddi fayda sağlayacaktır. İşte meseleye bu perspektiften bakıldığında şunu söyleyebiliriz: Demek ki yüzüne karşı medh u senada bulunulan zat, henüz böyle bir medhi kaldırabilecek ruhî seviyeye ulaşmamıştı, böyle bir övgüyü taşıyabilecek tahammülü yoktu. Bu sebeple bilinmesi gerekir ki, sevme, sevdiğini duyurup hissettirme başka bir meseledir; meddahların yaptığı gibi mübalağalara girme, ortalığı Kırkpınar'a çevirecek şekilde etrafa yağ döküp gezme; "onun eşi-menendi yok..", "bir sengine yekpâre acem mülki fedâdır" türünden laflar etme tamamen farklı bir meseledir. İkincisi, kardeşinin boynunu kırmaya matuf ifadelerdir ki yasak olan budur. Hem bu tür ifadeler medh u sena edilen zatı baştan çıkardığı/çıkaracağı ve onun uhrevî hayatının mahvına sebep olacağı gibi, başkalarının gıpta damarını da tahrike vesile olur. Gıpta mahzursuz görülse de, unutulmaması gerekir ki, gıpta ile hased hemhuduttur. Bu sebeple gıpta duygusunun tahrik edilmesi tehlikeli bir sahaya kardeşini sürükleme demektir. Evet, siz birini övdükçe başkalarının içinde ona karşı çekememezlik ve hased hislerini tetiklemiş ve onun aleyhine pek çok sun'i düşman icad etmiş olursunuz.

ÖZETLE

1- Efendimiz, kardeşine sevgi duyan bir mü'minin, bu sevgisini o kişiye söylemesini veya bir yolunu bulup bunu ona hissettirmesini tavsiye buyurmaktadır.

2- Böyle bir sevgi izharıyla söze başlanması, daha sonra söyleneceklerin hüsn-ü kabul görmesi adına çok önemli bir referans olacaktır.

3- İnsanın, sevgisini kardeşine duyururken samimi ve içten olması, sunîliklere girmemesi ve zımnî yalan olan mübalağalara başvurmaması gerekir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
Yakın Körlüğü

M. Fethullah Gülen

Soru: Bazı insanlar, yakın çevrelerinde ortaya çıkan güzellikler karşısında uzaklardan uzak bir insan tavrı sergileyebiliyorlar. Böyle bir halet-i ruhiyenin saikleri nelerdir, izalesi adına neler yapılabilir?
Cevap: Uzaklık, hakikatin mahiyet-i nefsü’l-emriyesine, ne ise o olarak görülüp bilinmesine engel teşkil ettiği/edebileceği gibi, bazen yakınlık da görmeye mâni bir perde olabilir. İnsanlığın İftihar Tablosu’yla aynı dönemi paylaşıp âlemleri nura gark eden o ışık tufanının hemen yanı başında bulunuyor olmalarına rağmen O’nu ve gökteki yıldızlar konumunda bulunan etrafındaki sahabe efendilerimizi göremeyen insanlar vardı. Fakat diğer tarafta böyle bir mazhariyete yakınlığın farkında olan, bakmasını bilen ve bakmanın yanında meseleyi görme ile değerlendirip görme ile derinleştirenler ise, başlarının üzerinde tulu’ eden O hakikat güneşini gördü, O’nunla aydınlandı, O’ndan yudum yudum insibağ yudumladı ve O’nunla dünyevî-uhrevî saadete erdiler.
Yakın körlüğü, yakın sağırlığı hemen her asırda yaşandığı gibi günümüzde de söz konusu olabilir. Meselâ çağımızda fedakârlığın sahabicesiyle hak ve hakikat peşinde, insanlık yolunda koşturup duran adanmış ruhlara yakın olmanın çok önemli avantajları olduğu gibi dezavantaj yanları da söz konusudur. Erzurumlular, bu durumu anlatma adına “Ev danası öküz olmaz!” ifadesini kullanırlar. İşte bu bakış açısına göre, önce bir filiz hâlinde ortaya çıkan, sonra sürgün hâline gelip ardından da salınıp sallanan kocaman bir çınara dönüşen güzellikler hep o ilk nazarın mahkumiyetine maruz kalır; maruz kalır da “O da bizden biri.” denilip ona hep bir filiz nazarıyla bakılır.
Rekabet Duygusu ve Göze İnen Perde
Zannediyorum günümüzde yakından tanıma imkân ve fırsatını yakalamış olmalarına rağmen kendilerine yakışmayan bir uzaklık tavrıyla meseleye bakanlar ve değerlendirmelerini hep buna göre yapanlar işte bu şekilde yakınını göremeyen birer yakın körleridir. Keşke mümkün olsaydı da, bu insanlar, kendilerine bir yakın gözlüğü alsa ve böylece bakmanın yanı başında görmeye de muvaffak olsalardı. Fakat ne yazık ki, böyle bir gözlük yok. Dolayısıyla göze inen bu perdeyi kaldırmak, görmeye mâni olan yanlış mülâhazaları silmek ve dünyanın dört bir yanında farklı bir çizgide inkişaf eden bu güzellikleri görebilmek insanın kendi iradesini kullanıp bakış açısını değiştirmesine bağlıdır.
Yakın körlüğünün yanında, dostların maruz kalabileceği, çekememezlik körlüğü, haset körlüğü, rekabet körlüğü gibi daha başka körlükler de vardır. Hatta rekabet gibi telakki edildiği takdirde dinin mubah dairesi içinde yer alan tenafüs dahi bir körlük vesilesi olabilir. Eğer tenafüse, “ferdin, beraber yol yürüdüğü yol arkadaşlarından Cenâb-ı Hakk’ın lütfedeceği nimetler hususunda geri kalmama mülâhazasıyla bir yarış havası içinde olması” şeklinde bakılacak olursa, haddizatında masum gibi görünen böyle bir mülâhaza, sınırlarına riayet edilemediği takdirde mahzurlu hâle dönüşebilir. Bu sebeple Kur’ân’ın has talebeleri, mülâhazalarını daha engince bir düşünceye bağlayıp şöyle demelidirler: “Kardeşlerim girdikleri bu güzel yolda Cennet, rıdvan ve rü’yete doğru koşuyorlar. Öbür tarafta bu güzeller güzeli insanlardan cüda düşmemek için, ben de onların faaliyetleri içinde yer almalıyım.” Yoksa “Yarışı ben kazanayım!”, “İpi ben göğüsleyeyim!” gibi mülâhazalar, Hak yolunda yapılan hayırlı bir hizmette, şeytanın dürtülerine göre planlanmış düşüncelerdir ve bu yönüyle de melundurlar. Aynı şekilde eğer dikkat edilmezse hasetle hemhudut olan gıpta da melun bir iş hâline gelebilir. Evet, meselenin hudut ve sınırları korunamazsa, insan hiç farkına varmaksızın bir anda gıpta tarafından haset tarafına geçebilir.
Dizinizin Dibinde Neşet Etmiş Olsa Dahi
Bu gibi faktörlerin hepsi insanda belli körlükler yapar ve bu körlükler nice hakikatlerin arada kaynayıp gitmesine sebebiyet verir. Bu açıdan insanın çevresine hep kalbin kadirşinas ölçüleriyle bakması; bakıp nerede bir damla hakikat varsa onu saygı ile karşılaması gerekir. Öyle ki, hakikatlerin, çocukluğunu bildiğiniz, hatta dizinizin dibinde neşet etmiş bir insanın eliyle size ulaşması sizi kör etmemelidir. Bu durumda da, doğru bakmasını bilmeli ve baktığınız şeyleri mahiyet-i nefsü’l-emriyesine uygun görmeye çalışmalısınız.
Eğer bu yapılamazsa, insanlık semasının ayları-güneşleri konumunda bulunan peygamberleri görmemeden alın da sahabe-i kiram efendilerimize; ondan Abdulkadir Geylanî, İmamı Rabbanî gibi hak dostlarından Hz. Sahib Kıran’a ve O’ndan da saf ve samimi Anadolu insanının dünyanın dört bir yanında ektiği tohumları, diktiği filizleri, yeşerttiği sürgünleri, meydana getirdiği ağaçları görmemeye kadar çok değişik mertebede farklı körlükler söz konusu olur. Cenâb-ı Hak bir âyet-i kerimede:
وَمَنْكَانَفِيهٰذِهِۤأَعْمٰىفَهُوَفِيالْاٰخِرَةِأَعْمٰى
“Kim bu dünyada gerçekleri görmede kör ise, ahirette de kördür.” (İsra sûresi, 17/72) buyurmak suretiyle, dünyada apaçık hakikatleri görmeyen kimselerin ötede de körler gibi muameleye tâbi tutulacağını beyan buyurmuştur. Burada kastedilen maddî gözün kapalı olması değildir. Âyet-i kerimede bir mecaz söz konusudur. Yani âyet-i celîlede mevzuubahs edilen kişiler baktığı hâlde görmeyen insanlardır. Kur’ân-ı Kerim’de mecaz bulunduğunu kabul etmeyen kişiler bile bu âyetteki mecazı kabul etmek durumunda kalmışlardır.
Başka bir âyet-i kerimede ise mânevî körlüğe şu ifadelerle dikkat çekilir:
لَهُمْقُلُوبٌلَايَفْقَهُونَبِهَاوَلَهُمْأَعْيُنٌلَايُبْصِرُونَبِهَاوَلَهُمْاٰذَانٌلَايَسْمَعُونَبِهَۤا
“Onların kalbleri vardır ama bu kalblerle idrak etmezler, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler.” (A’râfsûresi, 7/179) Görüldüğü üzere âyet-i kerimede kalbleri olduğu halde bu kişilerin fıkıhtan mahrum kaldıkları ifade edilmektedir. Yani bunlar ellerindeki tığlarla sebep-sonuç arasında mekik dokuyarak bir dantelâ meydana getirme kabiliyetinden mahrumdurlar. Evet, bu tâli’sizler düşünce hayatlarının kol ve kanatları kırık bir hâlde ömürlerini geçirir, fikrî bir örgü, analiz ve sentez ortaya koyamamanın fikdanını yaşarlar.
Başka bir âyet-i kerimede ise körlük kalbe izafe edilip:
فَإِنَّهَالَاتَعْمَىالْأَبْصَارُوَلٰكِنْتَعْمَىالْقُلُوبُالَّتِيفِيالصُّدُورِ
“Ne var ki kör olan onların gözleri değil, sinelerindeki basiretleridir.” buyrulur. (Hac sûresi, 22/46) Demek ki, asıl önemli olan, basiret gözünün açılmasıdır. Evet, asıl mesele, basar değil, basiret gözünün açık olmasıdır. Çünkü basiret kapalı olduktan sonra basarın açık olması çok bir şey ifade etmeyecektir. Zira böyle bir insan doğru göremeyecek, doğru mütalaalarda bulunamayacak ve doğru bir sentez ortaya koyamayacaktır. Peki, niye basiret kör olur? İşte bu, yukarıdan beri üzerinde durduğumuz hususlarla ilgili bir meseledir. Haset, çekememezlik, haddini bilememe, bakış zaviyesini ayarlayamama vb. hususlar insanı basiret körlüğüne sevk eden faktörlerdir.
Kor Hâline Getirilen Takdir Hisleri
Bu noktada durup bir hissiyatımı sizinle paylaşmak istiyorum. Her ne kadar arkadaşların ihlâs, samimiyet, vefa ve sadakatlerini tam bir şekilde ve olması gereken seviyede takdir edemesem de, ortaya koydukları sa’y ve gayretleri görmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Bir taraftan onların faikiyetleri ölçüsünde yanlarında ve arkalarında olamamanın hicabını duyuyorum. Diğer taraftan da, vesile oldukları güzel hizmetler karşısında takdir hisleriyle doluyor ve o hisleri bir meşale veya bir kor hâline getirerek hararet kaynağı gibi canlı tutmaya çalışıyorum. Zira ortaya konan bu güzelliklerin en küçüğünün dahi takdir edilmesi gerektiği kanaatindeyim. Evet, nimetin kadri kıymeti bilinir, takdir edilir ve onun karşısında şükür ve hamdle iki büklüm olunursa, Cenâb-ı Hak o nimeti artırır. Bakın Allah (celle celâluhu) bir mesele hakkında “bu böyledir” diye ferman buyurduğunda artık orada kasem/yemin aranmaz. Fakat bununla birlikte Allah (celle celâluhu);
لَئِنْشَكَرْتُمْلَأَزِيدَنَّكُمْ
“Size gelip ulaşan nimetlere; kavlî, hâlî, fiilî, tedebbürî ve tezekkürî seviyede şükürle mukabelede bulunursanız, kasem olsun ben de nimetimi arttırırım.” (İbrahim sûresi, 14/7) ifadeleriyle kasemde bulunarak bu hakikati dile getirmektedir. Âyet-i kerimenin devamında ise insanı tir tir titretecek, yürekleri hoplatacak bir ikaz bulunmaktadır:
وَلَئِنْكَفَرْتُمْإِنَّعَذَابِيلَشَدِيدٌ
“Ama nankörlük yapar, nimetleri görmezlikten gelir ve kendinizi körlüğe salarsanız biliniz ki, körlere karşı azabım şiddetlidir.” (İbrahim sûresi, 14/7)
O hâlde inanan gönüller olarak bizim, bu tür körlükler yaşamamamız adına her zaman dikkat, temkin ve teyakkuz içinde olmamız gerekir. Eğer gözlerimiz birileri sayesinde bazı hakikatlere açılmışsa, bizim de hak ve hakikate karşı gözlerimizi hep açık tutmamız; açık tutup hakikat kimin eliyle ortaya konmuş olursa olsun, ona karşı hep kadirşinas davranmamız iktiza eder. Meselâ birisi beş adama, başka birisi beş yüz adama, bir başkası da beş bin adama nafiz olmuşsa, bunların hepsini başımıza taç yapmalı ve alkışlamalıyız.
Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, eğer bazıları, Cenâb-ı Hakk’ın size ihsan buyurduğu başarı ve muvaffakiyetleri içine sindiremeyip kıskançlık, çekememezlik, haset ve hatta kimi zaman tahriple bu hazımsızlıklarını ortaya koyuyorlarsa, siz yine de, dişinizi sıkıp sabretmeli ve benzer mukabelede bulunma gibi bir yanlışlığın içine düşmemelisiniz.
Vâkıa böyle bir durum karşısında zayıf karakterli bazı insanlar için:
وَإِنْعَاقَبْتُمْفَعَاقِبُوابِمِثْلِمَاعُوقِبْتُمْبِه
“Ceza verecek olursanız, size yapılan muamelenin misliyle cezalandırın.” (Nahl sûresi, 16/126) âyet-i kerimesi bir esas olabilir. Ama âyetin devamı daha üst seviyede bir muameleyi telkin edip:
وَلَئِنْصَبَرْتُمْلَهُوَخَيْرٌلِلصَّابِرِينَ
“Şayet sabredecek olursanız bu, sabredenler için işin en hayırlısıdır.” (Nahl sûresi, 16/126) ufkunu göstermektedir. Buna göre, misliyle mukabele yolunu tutmak yerine “gelse celâlinden cefa, yahut cemalinden vefa, ikisi de cana sefa” diyerek, dişimizi sıkıp katlanmamız bizim için daha hayırlıdır. Tabii söylenen bu hususların, karşılaşılan her bir hadise ve imtihanda hayata tatbik edilebilmesi için de onların temrinat ve egzersizlerle mutlaka ruha mal edilmesi, tabiatın bir derinliği haline getirilmesi gerekir.
 

müdavim

Üye Sorumlusu

'İşim bitti' diyenin işi bitmiştir!

M. Fethullah Gülen
İslâm'da asıl olan insanın çalışabildiği müddetçe işinde, mesleğinde çalışmaya devam etmesidir.
Hele Allah yolunda yapılan hizmetlere gelince, bu mevzuda hiç mi hiç bir emeklilikten, işi-gücü bırakıp bir kenara-köşeye çekilmekten bahsedilemez. Çünkü din yolunda hizmet bir yönüyle ubudiyet gibidir ve bundan dolayı insan, ruhunu teslim edeceği ana kadar Allah'a kullukla mükellef olduğu gibi Allah yolunda hizmet etmekle de mükelleftir. Mesela nasıl ki insan ayakta gücü yetiyorsa ayakta, oturarak gücü yetiyorsa oturarak, hatta ancak sırt üstü bir şekilde yerine getirebiliyorsa sırt üstü bir şekilde, fakat her hâlükârda namaz vazifesini yerine getirmekle mükelleftir. Aynen öyle de insanın gücü neye yetiyor, takati neye elveriyorsa o ölçüde dinini anlatmak, din için çalışıp çabalayan bir hizmetin arkasında durmak ve ona destek vermekle de mükelleftir ve böyle bir mükellefiyet insandan hiçbir zaman düşmez.
Son Nefesimizi Verinceye Dek
Bu noktada konumuzla münasebeti dolayısıyla, Yaşar Tunagür Hoca'dan bizzat dinlediğim bir hatırasını size nakledeyim. Kendisinden ders okudukları Hüsrev Hoca, sırt üstü yatarak dahi olsa elinde kitabı tutabildiği sürece talebelerine ders vermeye devam eder. Fakat son zamanlarında artık o durumda dahi kitabı elinde tutamaz olur ve elindeki kitap zaman zaman yere düşer. Onun bu hâlini gören talebeleri, bu durumun mâkul bir mazeret teşkil ettiğini söyleyerek hocalarının ellerinden kitabı almak isterler. İşte o esnada Hüsrev Hoca ellerini kaldırıp, "Allah'ım beni mazur gör, bırakmak istemiyordum ama bunlar kitabı elimden aldı." der ve hıçkıra hıçkıra ağlamaya durur.
Bu zaviyeden meseleye bakılacak olursa, insanın belli bir yaşa geldikten sonra, Allah yolunda yerine getirmekle mesul olduğu vazifeyi bırakıp bir kenara çekilmesinin geçerli bir mazeret olmadığı/olmayacağı anlaşılacaktır. Evet, imkân el verdiği sürece Cenâb-ı Hakk'ın rızası istikametinde koşturup durmak hem vazifemiz hem de dine karşı borcumuzdur. Bir kez daha ifade edelim ki, nasıl ölüm gelip kapımızı çalacağı ana kadar namaz, zekât, oruç gibi ibadetler, mükellefiyetler bizden düşmemektedir; aynı şekilde din-i mübîn-i İslâm'ı yüceltme ve dünyanın dört bir yanında ruh-u revan-ı Muhammedî'nin (aleyhissalâtü vesselâm) şehbal açmasını sağlama istikametinde gayret içinde bulunmak da takati ölçüsünde hepimizin üzerinde bulunan bir sorumluluktur ve bu sorumluluk son nefesimizi vereceğimiz ana kadar devam eder.
Ne var ki, bir zamanlar din-diyanet adına bir toplantıdan diğerine koşan, bir yerde gönülleri şahlandırma diğer yerde ise heyecanlara yeniden heyecan katma istikametinde gayret sarf eden, elinde bir meşale sürekli başkalarının mumunu tutuşturma ve böylece cihanı aydınlatma derdinde olan bazı kimseler, yaşlarının ilerlemesiyle kendilerinde bir yorgunluk hissedebilir; hissedip genç ve zinde oldukları dönem ölçüsünde bir aktivite, bir performans ortaya koyamayabilirler. Onların bu hâlini görüp artık bundan sonra kendileri gibi koşamayacaklarını düşünen bazı gençlerse onları dışlayabilir veya o şahıslar kendilerini dışlanmış, kulvar dışına atılmış hissedebilirler. Bu durumda yapılması gereken, bir zamanlar küheylanlar gibi koşturup duran o insanlara, onların yaş ve seviyelerine göre bir vazife teklifinde bulunmaktır. Gerekirse onlardan bir meclis teşkil edilip, müktesebat ve tecrübelerinden istifade edilir. Böylece gençler de onların tecrübelerinden faydalanır ve gençliğin heyecan ve dinamizmini realize etme imkânı bulurlar.
Bildiğiniz gibi Ümmü Haram Validemiz ilerlemiş yaşına rağmen o günün imkânlarıyla Kıbrıs'a kadar gelmiş ve orada vefat etmiştir. Ebû Eyyüb el-Ensarî Hazretleri de yaşına başına aldırmadan deve sırtında İstanbul'a kadar gelmiş ve nihayetinde surların dibinde vefat etmiştir. Onların ön saflarda koştuklarını gören gençler ise, onların bu hâlinden daha bir hız almış ve âdeta bir maraton sergilemişlerdir.
Meseleye bu açıdan bakıldığında vazife ve koşturmanın hiçbir zaman bitmediği görülür. Ancak vazife sürdürülürken, kimin ne yapacağı ve ne ölçüde yapacağı çok iyi belirlenmelidir. Evet, vazife taksimi yapılırken, bir taraftan dinin ruhundaki yüsr (kolaylık) prensibi esas alınıp herkese takati ölçüsünde bir vazife tahmil edilmeli; diğer taraftan kimsenin onuru kırılmamalı, kuvve-i mâneviyesini sarsacak tavır ve davranışlar içerisine girilmemelidir. İhtiyarların koşmaya güç yetiremedikleri yerlerde gençler öne atılmalı, onların dualarını alıp "Burada koşma ameliyesi bize düşüyor..." demelidirler. Böylece bir taraftan yaşlıların fikrî aktivite ve heyecanlarından istifade edilmiş diğer yandan da gençlerin dinamizmi değerlendirilmiş olur. Evet, gençlerin tecrübesizliğine bakarak onları kenarda tutma, hafife alma, vazifeden azletme, ellerini işin altına sokmalarına engel olmak suretiyle inkişaf edip gelişmelerine set çekme doğru olmadığı gibi yaşlandı diyerek birilerini emekli etme ve hak yolunda yapacakları hizmetten onları dışlamaya kalkışma da doğru değildir. Herkes yapabildiği kadar hizmet etmeli ve sonuna kadar bu işe el uzatmaya çalışmalıdır. Zaten hizmet eden insanlar kendi aralarında yaşlarına-başlarına göre bir vazife taksimi yapar ve daha sonra bu taksime göre herkes kendine düşen sorumlulukları yerine getirirse ortaya rantabl bir hizmet konulmuş olur.
Hâsılı bir Müslüman vefat ederken işinin başında vefat etmelidir. Ders takrir eden ders takrir ederken, eli kalem tutan yazarken, kitap tashih eden tashih işiyle meşgulken, gezip dolaşma sorumluluğu olan yolculuk esnasında, hicret eden kahramanlar ise hicret ettikleri yerlerde vefat etmelidir. Yani herkes Hakk'a hizmet adına nerede koşturuyor, hangi kulvarda bulunuyorsa orada vefat etmeli ve böylece ölümünü değerler üstü değere ulaştırmalıdır.
ÖZETLE

1- İslâm'da asıl olan insanın çalışabildiği müddetçe işinde, mesleğinde çalışmaya devam etmesidir. Hele Allah yolunda yapılan hizmetlere gelince, bu mevzuda hiç mi hiç emeklilikten bahsedilemez.
2- İmkân el verdiği sürece Cenâb-ı Hakk'ın rızası istikametinde koşturup durmak hem vazifemiz hem de dine karşı bir borcumuzdur.
3- Vazife taksimi yapılırken, dinin ruhundaki 'kolaylık' prensibi esas alınıp herkese takati ölçüsünde bir vazife tahmil edilmeli; hiç kimsenin onuru zedelenmemeye çalışılmalıdır.
 

DAVAMÞEHADET

Well-known member
fetullah gülen denince aklıma hep öldürülen birkaç yahudi çocuk için gözyaşı döken,kendi dersanelerinde bile örtü yasağı uygulayan,mavi marmara için israilden izin alsalardı diyen,cemaatin ablaların baştan ayağı tek tip mağazadan çıkmış gibi armine eşarp ve pardesüler giymeleri aklıma geliyor daha çok şey geliyor ama en ağır izlenimlerim bunlar...
 

faris

Well-known member
fetullah gülen denince aklıma hep öldürülen birkaç yahudi çocuk için gözyaşı döken,kendi dersanelerinde bile örtü yasağı uygulayan,mavi marmara için israilden izin alsalardı diyen,cemaatin ablaların baştan ayağı tek tip mağazadan çıkmış gibi armine eşarp ve pardesüler giymeleri aklıma geliyor daha çok şey geliyor ama en ağır izlenimlerim bunlar...

Söyledikleriniz gıybet olmuyor mu? Hem itham hem de ağır bulunmuyor mu? Siz kendinizi bahsini ettiklerinizden daha masum mu buluyorsunuz?

Hiç olmasa bir mümine yakışır mı?
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst