Bediüzzaman gelecekten haber vermiş mi?

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Bediüzzaman ve Gaybî Sırlar Gaybî sırlara mazhariyette herkes aynı derecede değildir. Bazı insanlar, bir gayb âleminin varlığından bile haberdar değilken, bazıları da, gayb âlemine bir derece aşina olurlar.


İnsan kalbi çok hassas bir alıcıdır. Hem telsiz, hem faks, hem televizyon, hem radar görevlerini yapabilen bir alet düşünelim. Kullanmasını bilen biri, böyle bir aletten ne kadar çok istifade eder. Bilmeyen ise, onu bir metal yığını olarak görür.


İşte, insanın kalbi böyle bir aletten çok daha hassas bir alıcıdır. Kalbini zikirle, tefekkürle şeffaflaştıran zatlar, pek çok gaybî sırlara mazhar olabilirler. Bediüzzaman'ın, böyle sırlara mazhar bir kişi olduğu, eserlerinden anlaşılmaktadır.


Hassas cihazlar iyi bir bakım ve itina istediği gibi, böyle zâtların da kalbî hayatlarına çok itina göstermeleri gerekir.
Kur'an'ın sırlarına mazhariyette hassas bir alıcı olan Bediüzzaman, talebeleriyle ve İslâm âlemiyle ilgili olayları hissetme hususunda da, son derece duyarlıdır. Mesela, mektuplarından birinde "Hulusî'nin bir gailesi var diye hissediyorum. Merak etmesin, Risale-i Nur'un şakirtlerine inayet ve rahmet nezâret ve himayet ederler." der. (1)


Hulusi Bey, Bediüzzaman'ın talebelerindendir. Orduda subay olarak görev yapmaktadır. 1938'de Dersim İsyanı sebebiyle, isyan bölgesine gideceği sırada, tedirgin bir vaziyette iken, Bediüzzaman'ın bu mektubu eline geçer, rahatlar. (2)


Bir gün Barla'da, birkaç talebesiyle evine dönerken, birden sebepsiz; "Benden ne istiyorsunuz?" diye ehl-i dünyaya bağırmaya başlar. Eve geldiklerinde durum anlaşılır. Yedi-sekiz polis, evde kendisini beklemektedir. (3)


Kastamonu'da sürgünde iken, İsparta'daki talebelerine yapılan taarruzu hisseder. Haberleşme imkânı olmadığı halde, yanındaki Emin ve Feyzî isimli talebelerine der: "Dikkat ediniz, dört cihetle bize taarruz var. Demir gibi sebat ediniz, bir halt edemezler." (4)
“Alem-i İslam'a indirilen darbelerin en evvel kalbime indiğini hissediyorum” sözü, O'nun bu yönünü açıkça göstermektedir. (5) Yanında kalan talebelerinin de belirttiği gibi, Bediüzzaman'ın bedenî bir rahatsızlığı olmamakla beraber, Müslümanlar aleyhinde durumlar olduğunda rahatsız olup yatağa düşmektedir. Diğer gün, olay gazetelerde yer aldığında, işin iç yüzü anlaşılmaktadır.


Bediüzzaman'ın ifadesiyle, "Şuurî ve ihtiyarî olmayan çok in'ikasât vardır." (6) Yani, kişinin şuuru ve iradesi dışında çok yansımalar olur. Mesela, sizinle ruhî münasebeti kuvvetli birisinin hastalığı, daha siz onun hastalığını bilmeden az- çok size de yansır. Sizi ilgilendiren sevindirici bir gelişme, daha haber size gelmeden sizi neşelendirir.


İşte, "Kimin himmeti milleti ise, o kimse tek başıyla küçük bir millettir." diyen Bediüzzaman, bütün İslâm milleti için çalıştığından, onların dertleri ile dertlenmiş, neş'esiyle sevinmiştir. (7) Özellikle, başında bulunduğu iman hizmetindeki yakın mesaî arkadaşları ve sadık talebelerinin hizmete taalluk eden hallerini, pek çok kereler kalbinde yansımış olarak bulmuştur.


Bediüzzaman'ın, gaybın geleceğe yönelik kısmıyla ilgili dikkat çekici ifadeleri vardır. Bunlardan bir kısmının geleceğe yönelik haber olduğu açıkça bellidir. Birazdan örnekleri gelecektir. Bir kısmı ise, ilk bakışta gaybî haber niteliği taşımaz. Fakat zamanın akış seyri içinde, ondaki gaybî mana ortaya çıkar. Mesela, Bediüzzaman güneş sisteminden bahsederken "küremizle beraber on iki seyyare" (gezegen) ifadesini kullanır. (8) O yıllarda yedi gezegen bilinmektedir. Daha sonra bu sayı dokuza çıkmıştır. 1970'li yıllarda onuncu gezegen bulundu. Daha sonra on birinci gezegenin yörüngesi keşfedildi. Sistemin tamam olabilmesi için, on ikinci gezegenin de olması gerektiği sahanın uzmanlarınca belirtilmektedir.


Bediüzzaman, Urfa ilimizden bahsederken, "Urfa taşıyla toprağıyla mübarektir." der. (9) Bu ifadede ilk bakışta gaybî bir haber yoktur. Fakat GAP projesi neticesinde, bu ilimizin toprakları muazzam bir berekete kavuşmuştur.


Bediüzzaman'ın, 1939'da meydana gelen Erzincan depremiyle alakalı olarak değerlendirmeler yaparken, "Ramazan-ı Şerîfin teravih vaktinde..." ifadesi, 1992 depreminde anlaşılmıştır. (10) Çünkü, 1939'daki deprem Ramazan'da ve teravih vaktinde değildir. 1992 depremi ise, Ramazan'ın teravih vaktine tevafuk etmiştir.


Sözler isimli eserinde, Bediüzzaman'ın bir temsil içinde yer alan şu ifadeleri, aya çıkılacağından ve ayın durumundan haber vermektedir: "Şimdi sen dahi ey katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dürbünüyle, felsefenin merdiveniyle ta Kamer'e (aya) kadar terakki ettin. Kamere girdin. Bak, kamer kendi zatında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa'yin beyhude, ilmin faidesiz gitti..." (11)


Bir de, Bediüzzaman'ın eserlerinde yer almayıp da, şifahen söylediği şeylerin zamanla çıkması olayı vardır. Meselâ, 1943 Eylül'ünde Ankara Valisi Nevzat Tandoğan, makam odasında Bediüzzaman'ın sarığına ilişmek ister. Bediüzzaman "Başından bul Nevzat!" diye beddua eder. 9 Temmuz 1946'da, Vali Tandoğan başına kurşun sıkarak intihar eder. (12)


Bu türden olaylar çoktur. Biz bu çalışmada, kitâbî olanları tesbitle iktifa edeceğiz. Şimdi konunun örneklerine geçebiliriz:
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Rusyanın Çöküşü
Bediüzzaman, 1910'da İstanbul'dan Van'a giderken Tiflis'e uğrar. Şeyh San'an tepesinde dikkatlice etrafı temaşa ederken, bir Rus polisi yanına gelir. Aralarında şu muhavere cereyan eder:
"-Niye böyle dikkat ediyorsun?
-Medresemin planını yapıyorum.
-Nerelisin?
-Bitlisliyim.
-Bu Tiflis'dir,
-Bitlis-Tiflis birbirinin kardeşidir.
-Ne demek?
-Asya'da, âlem-i İslâm'da üç nur birbiri arkası sıra inkişafa başlıyor. Sizde birbiri üstünde üç zulmet inkişaf başlayacaktır. Şu perde-i müstebidane yırtılacak, takallus edecek (toparlanacak), ben de gelip burada medresemi yapacağım.
-Heyhat, şaşarım senin ümidine..!
-Ben de şaşarım senin aklına. Bu kışın devamına ihtimal verebilir misin? Her kışın bir baharı, her gecenin bir neharı (gündüzü) vardır.
-İslâm parça parça olmuş.
-Tahsîle gitmişler. İşte Hindistan, İslâm'ın müstaid (yetenekli) bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde (lisesinde) çalışıyor. Mısır, İslâm'ın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâm'ın iki bahadır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talîm alıyor. İla ahir... Yahu, şu asilzâde evlad şehâdetnamelerini aldıktan sonra, her biri bir kıt'a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını afâk-ı kemâlâtta temevvüc ettirmekle, kader-i ezelinin nazarında, feleğin inadına, nev'i beşerdeki hikmet-i ezeliyenin sırrını i'lan edecektir." (13)

Bediüzzaman'ın ifadelerinde yer alan "üç nur ve üç zulmet" yoruma açık ifadelerdir. Fakat netice şudur ki: İslâm âleminde ardarda müsbet gelişmeler olacak, Rusya'da da kötüye gidiş yaşanacaktır. Bunun neticesinde, Bediüzzaman medresesini Tiflis'de açacaktır.
Bu gaybî haber gerçekleşmiştir. Bugün Tiflis'de Risale-i Nur medresesi açılmıştır ve hizmet etmektedir. "Bitlis ve Tiflis birbirinin kardeşidir." ifadesi, 1980'li yıllarda bu iki şehrin "kardeş şehir" ilan edilmesi şeklinde tecelli etmiştir.

Ayrıca, Bediüzzaman'ın haber verdiği İslâm ülkelerinin istiklallerine kavuşması da aynen zuhur etmiştir. Rusya'daki müstebid perde yırtılmış, çekilmiş, buradaki Müslüman halk, müstakil devletlerini kurmuşlardır. "Kafkas ve Türkistan'ın" Rus harb okulunda talim görmeleri, buralarda hürriyet ilanını takiben çıkan çatışmalara işaret olabilir. İngiliz Siyasal Mektebinde okuyan Mısır ise, siyasi yoldan bağımsızlığına kavuşmuştur. İslam devletlerinin İslâm bayrağını cihanın her tarafında dalgalandırmasını da, inşallah önümüzdeki yıllarda göreceğiz.

Rusya'daki İslamî Gelişmeler

Daha1910'larda Rusya’nın çökeceğini söyleyen Bediüzzaman, 1950'li yıllardaki bir mektubunda ise, Rusya hakkında şunları söyler:
"İki dehşetli harb-i umuminin (dünya savaşının) neticesinde beşerde hâsıl olan, bir intibah-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, katiyyen dinsiz bir millet yaşayamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp hristiyan da olamaz. Olsa olsa, küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakîkata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur'an ile bir musalaha veya tâbi olabilir. O vakit, dört yüz milyon ehl-i Kur'an'a kılıç çekemez." (14)
Hiçbir dine hayat hakkı vermeyen komünist sistemin çöküşünden sonra, Rusya yeniden bir din arayışına girmiştir. Bugün Rusya'da hem Hıristiyanlar, hem de Müslümanlar yoğun bir hizmet yarışı içindedirler. Burada yüzlerce

Türk Koleji, Rusların da bulunduğu geniş bir yerleşim alanı içinde hizmet vermektedir. Ayrıca, gayr-ı resmî bir şekilde, oralarda İslâm'a hizmet eden hayli gönüllü kuruluşlar ve şahıslar bulunmaktadır. Bütün bunların çalışmaları neticesinde, İslâmiyet Ruslar içinde hızla yayılmaktadır. Rus bürokratlarının Türk Kolejlerine çocuklarını vermek için adeta yarışması, Bediüzzaman'ın üstte zikredilen görüşlerini teyid etmektedir.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
İnkılablar ve Kur'an'ın Galebesi
Bediüzzaman, I. Dünya savaşı öncesi talebelerine, ısrarla ve tekrarla şunu söyler: "Hem maddî, hem manevî büyük bir zelzele-i içtimaî ve beşerî olacak (sosyal ve beşeri büyük bir sarsıntı olacak). Benim dünya terki ile inzivama ve mücerred kalmama gıbta edecekler." (15)
Kendisinin şu ifadeleri de, üstteki manayı te'yid etmektedir: "Eski harb-i umumîden evvel ve evailinde (I. Dünya Savaşı öncelerinde) bir vakıa-ı sadıkada görüyorum ki: Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı'nın altındayım. Birden, o dağ müthiş infilak etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: "Ana korkma! Cenab-ı Hakk'ın emridir. O Rahîm'dir ve Hakîm'dir." Birden o halette iken baktım ki, mühim bir zât bana âmirane diyor: "İ'caz-ı Kur'an'ı beyan et!" Uyandım, anladım ki, bir büyük infilak olacak. O infilak ve inkılabtan sonra, Kur'an'ın etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'an, kendi kendini müdafa edecek. Ve Kur'an'a hücum edilecek; icazı, onun çelik bir zırhı olacak..." (16)
Zaman, üstteki ifadelerin doğruluğunu göstermiştir. I. Dünya savaşı maddî bir deprem olarak Osmanlı Devletini çökertmiş, ardından Kur'an'a saldırılmıştır. Hilafet, medreseler, tekyeler gibi, Kur'an etrafındaki surlar ortadan kaldırılmış, fakat neticede Kur'an'a bir zarar verememişlerdir.
1950'lerden sonra bu millet, "yeniden bir diriliş" hamlesi gerçekleştirmiştir. Din dersinin okutulmadığı, Kur'an okutmanın yasaklandığı bir dönemden; din dersinin anayasaya girdiği, yüz binlerce İmam-Hatip lisesi öğrencisi, Kur'an Kursu öğrencisi bulunan günlere gelinmiştir. Üniversitelerde dine yeniden dönüşün yaşanması da, Kur'an'ın galebesine güzel bir örnektir.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
İstikbal İslam’ındır
1910'lu yıllar, İslâm âlemi'nin en zor ve en sıkıntılı yıllarıdır. Hemen hemen bütün İslâm devletleri ecnebi sömürgesi altındadır. İslâm âlemi'nin lideri ve hilafetin merkezi olan Osmanlı Devleti, 1. Dünya savaşı depremiyle çökmüştür. "Âlem-i İslam'a indirilen darbelerin, en evvel kalbime indiğini hissediyorum" diyen Bediüzzaman, dehrin olaylarından şiddetle muzdarib iken, mana âleminden bir teselli alır. Şöyle ki: "Bir Cum'a gecesinde nevm ile âlem-i misale girdim. Biri geldi, dedi: Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor. Gittim, gördüm ki; münevver, emsalini dünyada görmediğim selef-i salihinden ve asarın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclisi gördüm." Bu meclis, Osmanlı'nın mağlubiyetini ve İslâm'ın mukadderatını ele alır. Karşılıklı soru-cevaplardan sonra, meclisten çıkan karar şudur: "Evet, ümitvar olunuz! Şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sada, İslam'ın sadası olacaktır." (17)
Herkesin ümitsizlik içinde olduğu o dehşetli günlerde, Bediüzzaman geleceğe hep ümitle bakmıştır. 1910' da, Doğu'da aşiretler içinde gezerken, gelecekle ilgili müjdeler verir. O'nun bu tarz konuşmalarına, mühim bir zât itiraz eder ve der: "İfrat ediyorsun, hayali hakîkat gösteriyorsun. Bizi de techîl ile tahkîr ediyorsun. Zaman ahir zamandır, gittikçe fenalaşacak." Bediüzzaman şu cevabı verir: "Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum, müstakbeldeki insanlarla konuşacağım. Ey 300 seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nur'un sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafiyy-i gaybî ile bizi temaşa eden Saîdler, Hamzalar, Ömerler, Osmanlar, Tahirler, Yusuflar, Ahmedler ve saireler..! Sizlere hitab ediyorum. Başlarınızı kaldırınız "Sadakte" deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım (çağdaşlarım) varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım acele ettim, kışta geldim. Sizler cennet- asa (cennet gibi) bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. (...) Şu zamanın memesinden bizimle süt emen ve gözleri arkada maziye bakan ve tasavvuratları kendileri gibi hakikatsiz ve ayrılmış olan bu çocuklar, varsınlar şu kitabın hakikatını hayal tevehhüm etsinler. Zira ben biliyorum ki, şu kitabın mesaili (meseleleri), hakikat olarak sizde tahakkuk edecektir." (18)
Bediüzzaman'ın bu heyecan dolu ifadeleri, kuru bir temenniden ibaret değildir. Hicri 1300'den sonraki dönemin parlak bir dönem olacağına işaret edilmiştir. Hicri 1400'e tekabül eden, 1980'li yıllar, ülkemizde ve İslâm âleminde, hatta insanlık âleminde İslâmî hizmetlerin hızla yayıldığı bir dönemin başlangıcı gibidir.
Fakat bedbîn, ümitsiz insanların böyle bir İslâmî gelişmede katkıları olmayacaktır. Ümitsizlik telkiniyle, hiç olmazsa başkalarına engel olmamaları için, Bediüzzaman onlara şöyle seslenir: “İşte, ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız! Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, hakîkat-ı İslâmîyeyi hakkıyla kainat üzerinde temevvüc-saz edecek olan nesl-i cedîd gelsin.” (19)
Yani, ey ayakta gezen cenazeler. Gelen neslin önünde durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz. Ta ki, İslâm gerçeğini hakkıyla kâinat üzerinde dalgalandıracak olan "yeni nesil" gelsin.
1911' de, Şam'da Emeviye Camii'nden verdiği hutbede, İslâm âleminin temel meselelerine temas eden Bediüzzaman, orada da gelecekle ilgili kesin kanaatini şöyle belirtir: "İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyetin olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur'an'iye ve imaniye olacak" (20)
Yani, istikbale Kur'an ve iman hakîkatleri hükmedecek. Öyle ki Müslüman olmayan ülkeler bile, Kur'an'ın hakîkatlerine yönelme lüzumu hissedecekler. Mesela, fuhuş bütün milletlerin başının belasıdır. Bundan kurtuluş, meşru nikâhla mümkündür. Hem mesela, faiz bütün devletlerin problemidir. Günümüzde Amerika'da "sıfır faizli sisteme nasıl ulaşılır" araştırmaları yapılmaktadır. Bunun anlamı, Kur'an'ın bir hakîkatına yönelim demektir.
"Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı akliye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur'an hükmedecek." (21)
“Avrupa ve Amerika İslâmiyetle hamiledir. Günün birinde bir İslâmî devlet doğuracak. Nasıl ki, Osmanlılar Avrupa ile hamile olup, bir Avrupa devleti doğurdu." (22)
1970'li yılların başında Almanya'da Alman asıllı üç-beş Müslüman varken, günümüzde bunların sayısının yüz binleri aşması; Avrupa'nın pek çok yerinde kiliselerin camiye çevrilmesi gibi olaylar, Bediüzzaman'ın üstteki ifadelerini doğrulamaktadır.
Kur'an-ı Kerimin şu ayeti, bu tarz gaybî müjdelerin esasını teşkin eder: "Onlar, ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Allah ise, kâfirler hoşlanmasalar da nurunu tamamlayacaktır." (23).
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Batı medeniyetinin çöküşü
Rusya'nın çöküşünü haber veren Bediüzzaman, Batı medeniyetinin de çökeceğini belirtir. Batı medeniyetini tahlîl ederken, esaslarının çürüklüğüne dikkat eder. Şöyle ki:
Bu medeniyetin,
- Dayanak noktası kuvvet
- Hedefi menfaat
- Düsturu, mücadele
- Kitleler arasındaki bağ, başkasını yutmakla beslenen ırkçılık
- Hizmeti, heva ve hevesi teşci (cesaretlendirme) ve arzularını ve metalibini teshîldir (isteklerini kolaylaştırmaktır). (24)



Bu gibi çürük temellere dayanan bir medeniyette, ister istemez medeniyetin kötü yönleri, iyi yönlerine galip gelecektir.
Bugünkü görünümüyle Batı medeniyeti, nefse hizmet eden bir medeniyettir. Her türlü gayr-i meşru eğlenceler, adeta bir örf haline gelmiştir. Aile bağlarının zayıfladığı, içki ve uyuşturucunun her kesimde kullanıldığı bir medeniyetin uzun ömürlü olması mümkün değildir. Bediüzzaman'ın tesbitiyle, Batı medeniyeti "kurtlaşmış bir ağaç" hükmündedir. (25)


Batan Batı medeniyetinin yerini, İslâm medeniyeti alacaktır. "Nasıl olur? Batı medeniyeti nasıl batar? Pek iç açıcı görünüme sahip olmayan İslâm ülkeleri, yeni ve parlak bir medeniyeti nasıl gerçekleştirirler..?" şeklinde zihinlerde meydana gelebilecek sorulara, şu ifadeler bir cevap niteliğindedir: “Bakınız, zaman hatt- müstakim üzerine hareket etmiyor ki, mebde ve müntehası birbirinden uzaklaşsın. Belki, küre-i arzın hareketi gibi bir daire içinde dönüyor. Bazan terakki içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan tedenni içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi; nev'i beşerin dahi bir sabahı, bir baharı olacak inşallah.” (26)
Yani, zaman düz bir hat üzerine hareket etmiyor ki, başlangıçla son nokta birbirinden uzaklaşsın. Belki dünyanın hareketi gibi, bir daire içinde dönüyor. Bazan ilerleme içinde yaz ve bahar mevsimi gösterir. Bazan gerileme içinde kış ve fırtına mevsimini gösterir. Her kıştan sonra bir bahar, her geceden sonra bir sabah olduğu gibi, insanlığın dahi bir sabahı, bir baharı olacaktır.


Bediüzzaman'ın zamanın dairevî hareketiyle ilgili tesbiti, "O günler (galibiyet-mağlubiyet günleri), Biz onları insanlar arasında evirir, çeviririz" ayetinin bir tefsîridir. (27) Evet, milletlerin de hayatında gece ve gündüz, kış ve yaz vardır. Batı'nın karanlıklar içinde kaldığı ortaçağda, İslâm âlemi medeniyetin zirvelerindeydi. Mesela, Osmanlı en kuvvetli bir devletti. Endülüs Emevi Devleti, Avrupanın ilim merkeziydi. Fakat üç asırdır, maddî planda onlar ilerledi, müslümanlar geri kaldı. Şimdi ise İslâm âlemi yeni bir diriliş heyecanı yaşıyor. Bir yandan Rusya'dan bağımsızlığına kavuşan Türk Cumhuriyetleri, bir yandan ülkemizde yetişen genç ve dinamik imanlı kadrolar, ülkemizi İslâm âlemine lider ülke yapabilecek bir görünüm arz etmektedirler.


"Mekke'de olsam da buraya gelmek lazımdı." Diyen Bediüzzaman, Türkiye'yi en mühim bir cephe olarak görür. (28) Buranın kurtulması, İslâm âleminin kurtulması demektir. Kendisi, bu ümidini şöyle dile getirir: "Rahmet-i İlâhiye'den ümit kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, bin seneden beri Kur'an'ın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatini, muvakkat (geçici) arızalarla inşallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idâme ettirir." (29)
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
II. Dünya Savaşı
20. Yüzyıl iki büyük dünya savaşına sahne olur. Bunlardan birincisi, Osmanlının çökmesini netice verir. İkincisi ise, Osmanlıya darbe vuranların başlarına inen bir musibet görünümündedir.
Bediüzzaman, I. Dünya savaşı sonrası yazdığı, yarı manzum Lemaat isimli eserinde, iki yerde, II. Dünya savaşına işaret eder. Şöyle ki:
1-"Beşer, hayatını isterse, enva-yı ribayı öldürmeli" (insanlık, hayatını isterse, her türlü faizi öldürmeli) başlıklı yazısının devamında der: "Beşer bunu isterse, sarılmalı zekâta, ribayı tardetmeli.


Kur'an'ın adaleti bâb-ı âlemde durup, ribaya der: "Yasaktır, hakkın yoktur dönmeli."
Dinlemedi bu emri, beşer yedi bir sille. Müthişini yemeden, bu emri dinlemeli." (30)

Yani Kur'an âlem kapısında durup, faize "yasaktır, girmeye hakkın yoktur" der. Fakat bu emir dinlenmeyince, insanlık I. Dünya savaşıyla bir tokat yer. Daha müthişini yemeden bu emri dinlemeli.


II. Dünya savaşından sonra Bediüzzaman, üstteki yazısına şu dipnotu düşer: "Kuvvetli bir işaret-i gaybiyedir. Evet, beşer dinlemedi, bu II. Harb-i Umumî ile dehşetli silleyi de yedi."
2- “Kurun-u ûlâdaki mecmu-u vahşet ve cinayet
Hem gadr ve hem hıyanet
Şu medeniyet-i habise, tek bir defada kustu
Midesi daha bulanır.” (31)



Yani, ilk çağlardaki bütün vahşet ve cinayeti, zulüm ve hıyaneti, şu habis medeniyet tek bir defada kustu. Midesi daha bulanır).
Bediüzzaman, bu ifadelerine de şu dipnotu düşer: "Demek daha dehşetli kusacak, Evet, iki Harb-i Umumî ile öyle kustu ki, hava- deniz- kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi."
Bediüzzaman Saîd Nursî, Fil Suresi'nde zikredilen Ebabil kuşlarının, Ka'beyi tahribe gelen orduyu siccilden taşlarla bombalaması olayına dikkat çekerek şöyle der: “(Termîhim bihıcaretin) cümle-i kudsiyesi 1359 edip, dünyayı dine tercih eden ve nev-i beşeri yoldan çıkaran medeniyetçilerin başlarına semavî bombalar ve taşlar yağdırmasına tevafukla işaret ediyor.” (32)


Evet, II. Dünya Savaşı, Osmanlı'yı çökertenlerin başlarına inen semavî bir bela gibi tecelli etmiştir. Önce Almanya ve İtalya birleşip İngiltere ve Fransa'ya büyük kayıplar verdirmiş, şehirlerini ve medeniyetlerini bombardıman etmişlerdir. Sonra ise, savaş aleyhlerine dönmüş, kendileri de perişan olmuşlardır. Böylece zalimler, zalimlerin cezasını vermekte aracılık etmişlerdir.


Bediüzzaman, üstte zikredilen değerlendirmesinden sonra, geleceğe yönelik şu ifadeleri kullanır: "Evet, bu tokattan pür-şer beşer şirkten şükre girmezse ve Kur'an'a tarziye vermezse, melâike elleriyle de ahcâr-ı semâviye (göktaşları) başlarına yağacağını, bu sure bir mana-yı işarî (işârî bir mana) ile tehdîd ediyor." (33)
1940'lı yılların sonbaharında gazetelerde çıkan bir haber, üstteki ifadeleri doğrular tarzdadır. Şöyle ki: "Bu baharda, Rusya'nın Viladivostok ormanlarına, zemin yüzünde hiç emsali görünmeyen büyüklükte semadan taşlar düşmüş. Ve en büyüğü 25 metre uzunluğunda ve 10 metre boyundadır. Düştüğünde, etrafındaki ağaçları devirmiş ve otuz kadar büyük çukurlar husule getirmiş."
"İşte bu fıkra, doğrudan doğruya bu taşlara işaret olmasına iki emare var:
1- Şimdiye kadar gelen semavî taşlar, bir-iki karış oldukları halde, böyle 25 metre uzunluğunda ve 10 metre genişliğinde dağ gibi taşlar, elbette semavâtın dinsizliğe karşı bir alâmet-i hiddetidir.
2- Bütün zemin yüzünü ve nev-i beşeri tehdîd eden dehşetli bir dinsizliğin merkezlerine gelmesidir.” (34)
Anarşi
Anarşi, 1969 üniversite öğrenci hareketleri sonunda Türkiye'nin kullanmaya başladığı kelimelerden biridir.


Bediüzzamanın Mektubat isimli eserinde kullandığı şu ifadeler, Türk Milletinde devam edecek bir fitneyi gösterir: "Türk unsurunda ebedi kabil-i iltiyam olmamak suretinde bir inşikak çıkacak. O vakit milletin kuvveti, bir şık bir şıkkın kuvvetini kırdığı için, hiçe inecek. İki dağ birbirine karşı bir mizanın iki gözünde bulunsa, bir batman kuvvet o iki kuvvet ile oynayabilir, yukarı kaldırır, aşağı indirir." (35)
"Sağ-sol olayları", "Türk-Kürt meselesi", "Alevî-Sünnî ayırımı" ve şimdilerde alevlendirilmek istenen "laik-anti laik" taksimi, üstteki cümlenin görünümlerindendir. Güçlü bir Türkiye istemeyen dış güçler, bu gibi ayrımlarla fitneyi körüklemekte, anarşiyi desteklemektedirler.


Bazı idarecilerin bilerek veya bilmeyerek yaptıkları yanlış icraatlar, böyle fitnelerin uyanmasına vasat hazırlamıştır. Bediüzzaman, 1947'lerde idarecilere şu hatırlatmaları yapar:
"Efendiler! Siz ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur'la uğraşıyorsunuz? Kat'iyen size haber veriyorum ki, ben ve Risale-i Nur, sizinle değil, mübareze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü Risale-i Nur ve hakîki şakirdleri, elli sene sonra gelen nesl-i atiye (gelecek nesle) gayet büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar.


(...) Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar; gayesi rüya-yı İlâhî ve imanı kurtarmak ve şakirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebediden ve ebedi haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır. Fakat dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin biçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü bir Müslüman başkasına benzemez. Dini terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim, dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilemez.


Evet, eski terbiye-i İslâmiye'yi alanların yüzde ellisi meydanda varken ve an'anât-ı milliye ve İslâmiyye'ye (milli ve İslâmi an'anelere) karşı yüzde elli lakaydlık gösterildiği halde, elli sene sonra yüzde doksanı nefs-i emmareye tabi olup, millet ve vatanı anarşiliğe sevketmek ihtimalinin düşünülmesi ve o belaya karşı bir çare taharrisi, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan kat'iyyen menettiği gibi; Risale-i Nur'u, hem şakirdlerini bu zamana karşı alakalarını kesmiş. Hiç onlarla ne mübareze, ne meşguliyet yok.” (36)


Bu ikazlara kulak verilmiş midir? Tam anlamıyla kulak verildiği söylenemez. Zira bu anarşi ve terörü ülkemiz yaşamıştır ve yaşamaya devam etmektedir.
Bediüzzaman, Felak Suresi'yle ilgili bir yorumunda şunları söyler: (Ğasikın iza vekab) Mîlâdî 1971 olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. 20 sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak." (37)


1971, anarşinin tırmandığı yıllara tekâbül eder. Ülkemizi hayli sarsan ve içimizde yaralar açan sağ-sol çatışması ve bölücü terör örgütünün eylemlerinden sonra, şimdi de Alevî-Sünnî ayırımıyla, bu millet birbirine düşürülmek istenmektedir. Aynı dinin mensublarının, tefarruattaki farklılıklardan dolayı birbirine düşmanca bakması, cidden üzücü ve düşündürücüdür. Bediüzzaman'ın 1930'larda söylediği şu sözleri düşünmeye ve gereğince harekete ne kadar da muhtacız: "Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve cemaat ve ey Al-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakîkatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız! Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde alet edip, ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlup ettikten sonra, o aleti de kıracak. Siz ehl-i tevhîd olduğunuzdan, uhuveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz'î meseleleri bırakmak elzemdir." (38)


Bediüzzaman, Demokrat Parti idarecilerine yazdığı bir mektubta bir endişesini şöyle belirtir: “Halkçılar ırkçılığı elde edip, tam sizi mağlup etmeye ihtimal-i kavî ile hissettim. Ve İslâmîyet namına telaş ediyorum." (39) Bu cümle, bir ihtilalin habercisidir. 23 Mart 1960'da Bediüzzaman vefat eder. İki ay sonra 27 Mayıs İhtilali gerçekleşir.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Mezarının Yıkılması
Bediüzzaman, ömrünün sonlarında neşrettiği mektuplarda kabrinin gizli olmasını vasiyet eder:



"Benim kabrimi gayet gizli bir yerde... bir iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lazım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Ben de Risale-i Nur'daki azamî ihlâsı kırmamak için, o ihlâsın sırrıyla kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum... Dünyada beni sohbetten men eden bir hakîkat, elbette vefatımdan sonra da o hakîkat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men'etmeye mecbur edecek." (40)
1960 da (hicri 1379 da) Urfa'da vefat eder. Halilurrahman dergâhına defnedilir. Talebeleri hayret içindedirler. Çünkü, o güne kadar Bediüzzaman'ın her dediğinin çıktığını görürlerken, kabrinin bilinmemesi meselesi çıkmamıştır. Her gün, binlerce insan, kabrini ziyaret etmektedir. İşin sırrı 27 Mayıs İhtilali'yle ortaya çıkar. İhtilal hükümetinin emriyle, 12 Temmuz 1960'da gece yarısı Bediüzzaman'ın kabri parçalanır. Na'şı bir uçakla Isparta istikametine götürülür. (41) Talebeleri o zaman Bediüzzaman'ın vasiyetini ve şu sözlerini daha iyi anlarlar:


"Yıkılmış bir mezarım ki, yığılmıştır içinde
Saîd'den yetmiş dokuz emvat, baâsam alâma
Sekseninci olmuştur mezara bir mezar taş
Beraber ağlıyor hüsran-ı İslâma." (42)
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Risale-i Nur Hizmetleri
Bediüzzaman, yazmış olduğu tefsirle bir ekol meydana getirmiş, büyük İslâmî hizmetlere vesile olmuştur.
1930'larda Barla'da sürgünde bulunduğu sırada, bir talebesinin rüyasını tabir ederken şöyle der:



“(...) O cemaat telsiz aletlerin ahizeleri hükmünde bütün dünyaya ders işittirmek istemek hikmeti ise; inşaallah tamamıyla sonra çıkacak. Şimdi efradı birer küçük çekirdek iseler de, ilerde tevfikî-i İlahî ile birer şecere-i âliye (yüksek birer ağaç) hükmüne geçerler ve birer telsiz telgrafın merkezi olurlar.” (43) Bir rüya dolayısıyla yapılan bu tabir, günümüzde gerçek olarak tecelli etmiştir. Ekilen nur tohumları, Türkiye'nin hemen her yerinde çiçek açtığı gibi; âlem- İslâm'ın, hatta insanlık âleminin pek çok yerlerinde meyvesini vermiştir.


1944 Deniz'li hapsinde, pekçok talebesiyle birlikte bulunan Bediüzzaman, talebelerine şu müjdeli mesajı gönderir: " Merak etmeyiniz! O nurlar parlayacaklar!" (44)
1947'lerde Afyon Emniyet Müdürü'ne yazdığı mektubunda ise şunları der: "Size kat'iyyen ve çok emarelerle ve kat'î kanaatımla beyan ediyorum ki, gelecek yakın bir zamanda bu vatan, bu millet ve bu memleketteki hükümet, âlem-î İslâm'a ve dünyaya karşı gayet şiddetle Risale-i Nur gibi eserlere muhtaç olacak. Mevcudiyetini, haysiyetini, şerefini mefahir-i tarihiyesini onun ibrazıyla gösterecektir." (45)

Bediüzzaman ve Cifir
Bediüzzaman'ın dikkat çeken yönlerinden birisi, eserlerinde cifir ilmine yer vermesidir. Eskide ve günümüzde cifir ilmi hayli tartışılmıştır ve tartışılmaktadır. Bediüzzaman'ın, ayetleri tefsirini ve büyük bir vukufiyetle yaptığı orijinal açıklamaları takdir eden ve en azından tenkid edemeyen bazı kişiler, O'nu cifir konusunda tenkide çalışmaktadırlar. "Cifir" kelimesinin aslı "cefr"dir. Başlangıcı Cafer-i Sadık'a nisbet edilir Harflerin âlemdeki olaylara delaletini araştırır.
Bu konuda, şu hususlara dikkat çekmekte fayda görüyoruz:


1-Her şey bizim malumatımıza münhasır değildir. Bir ilmi bizim bilmeyişimiz, olmadığına delâlet etmez. "Onlar, ilmen ihata etmedikleri ve te'vili daha kendilerine gelmemiş şeyi yalanladılar" ayetini unutmamak gerekiyor. (46) Yoksa bütün rüyaları ya yaşanmış olaylar, ya da ulaşılamamış isteklerle açıklayan Freud'un, rüya-yı sadıkayı inkâr etmesi gibi hareket etmiş oluruz. Freud, sadık rüya görmemiş olabilir. Fakat buradan hareketle, "Rüya-yı sadıka yoktur." genellemesine varılması mümkün değildir. Onun gibi, Kur'an'ın kelimelerinin istikbaldeki bir kısım olaylara işaretini, çok az müfessirin hissetmiş ve yazmış olması, reddini gerektirmez.


2- Böyle bir hesab tarzı Kur'an'ın nüzulûnden önce de bilinmekteydi. Mesela, Yahudilerden bir topluluk, Hz. Peygamberden (Elif-lâm-mîm) şeklinde huruf-u mukattaayı duyunca, ebced hesabıyla (harflerin rakam değeriyle), O'nun ümmetinin az olacağına istidlalde bulunur. Hz. Peygamber, diğer huruf-u mukattalardan okur. Adamlar, her yeni huruf-u mukattaayı duyunca şaşkına dönüp, "biz senin durumundan bir şey anlayamadık" deyip ayrılırlar. (47)


3-Sayıları az da olsa bir kısım âlimler, cifir ilmiyle ayetlerden gaybî istihraçlarda bulunmuşlardır. Molla Cami'nin "Beldetün tayyibetün" (temiz bir belde) (48) ifadesinin ebced değeriyle, İstanbul'un hicri 857'de fethine tarih düşmesi meşhurdur. (49)
Meşhur müfessirlerden Alusî'nin tefsirinde kaydettiği şu olay da, konumuz açısından güzel bir örnektir:


"İbn-i Hallikan tarihinde zikrediyor ki, Sultan Selahaddin-i Eyyubî Haleb'i fethettiğinde Kâdı Muhyiddin güzel bir şiirini okudu. Cümleleri arasında;
"Şehba kal'ayı Safer ayında fethettin,
Recebte de Kudüs'ü fetihle mübeşşersin."

ifadesi vardı. Dediği gibi çıkınca kendisine; "Bunu nerden bildin?" diye soruldu. "İbnu



Berrecan'ın Rum Suresi'nin baş kısmını tefsirinden aldım." diye cevap verdi.
Alusî, sözüne devamla İbnu Kemâl'in Enbiya suresi 105. ayetten, Yavuz Sultan Selim'in Mısır'ı fethetmesini istinbat ettiğini anlatır. (50)
Hamdi Yazır, İbnu Berrecan'ın Kudüs'ün fethini önceden haber vermesini şöyle değerlendirir:
"Demek oluyor ki, ayette ancak Ricalullah'a münkeşif olan daha diğer imâlar da vardır." (51)



4- "Allah her şeyi adedçe belirleyip saymıştır." Ayeti, adedlerdeki sırlara işaret eder. (52) Mesela, insanın el ve ayak parmakları, sayıca bütün insanlarda aynı olması, aynı tür bitkilerde çiçek sayısının aynı olması, her elmanın içinde beş çekirdek bulunması asla tesadüfe verilemeyecek şekilde, sayılarda sırlar olduğunu gösterir. Aynı sırrın, Kur'an ayetlerinde de bulunmasına hiçbir engel yoktur.


5- Cifir ve ebceddeki tevafuk,
- İlmî bir kanun,
- Riyazî bir düstur,
- Fıtrî bir esas,
- Edebî bir usul,
- Gaybî bir anahtardır.



Elbette, ilimlerin menbaı, sırların ma'deni, fıtratın tekvînî ayetlerinin tercümanı, edebiyatın en büyük mu'cizesi ve gaybın dili olan Kur'an-ı Mu'cizü'l-Beyan, o tevafuk kanununu, ayetlerin işaretlerinde kullanması, mu'cizeliğinin muktezasıdır. (53)
6- Bediüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiç bir zaman; "Ayetin açık manası budur." dememiştir. Demiş olduğu şudur: Ayetin sarîh manasının altında müteaddid tabakalar var. Bir tabakası da, işarî ve remzî manadır. İşârî mana da bir küllîdir; her asırda cüz'iyatları bulunur. (54)
7- Bediüzzamana göre “Cifir ilmi meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, gerçek vazifeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır Kur'an'ın sırlarına karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Tam bir iştiyak ve zevk ile yöneldiğim vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum.
1- "Gaybı ancak Allah bilir." Yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmak ihtimali var.
2- Kur'an ve iman hakikatlerinin esaslarını kat'î deliller ile ümmete ders vermek hizmetinin, cifir ilmi gibi gizli ilimlerin yüz derece daha fevkinde bir meziyyet ve kıymeti vardır. O kudsî vazifede kat'i hüccetler ve sağlam deliller su-i istimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, sağlam kurallara bağlı olmayan gizli ilimlerde su-i istimal girip, şarlatanların istifade etmeleri ihtimal dâhilindedir. (55)
Görüldüğü gibi, cifir ilmi gizli ilimlerdendir. Az kişiye hitab etmektedir. İman ve Kur'an hakîkatleri ise, herkese seslenmektedir. Hem herkesin onlara ihtiyacı vardır. Bu gibi noktalardan dolayı ve; "Gaybı ancak Allah bilir." yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmamak için Bediüzzaman, bu ilmin ayrıntılarını eserlerine yansıtmamıştır. Yansıttığı miktar, altı bin küsûr sayfalık tefsirinin içinde az bir bölüm teşkil etmektedir.


Bazıları, "Acaba Bediüzzaman, bu sırlara nasıl ulaşmıştır?" gibi bir soru sorabilir. Evet, O da bir insandır. Fakat akıl ve kalbini, gayba yönelik hislerini geliştirmiş bir insandır. Aslında, O'nda ve emsalinde olanlar, bizde de birer ukde ve çekirdek olarak mevcuttur. Günde üç saat futbolla meşgul birinin, gece rüyasında topla meşgul olması ne kadar makul ise; günde ortalama dört saat uyuyup, çok az gıdayla idare eden ve geriye kalan bütün vaktinde Kur'an ve Kur'an'la ilgili eserlerle meşgul olan birinin, böyle sırlara mazhariyeti o derece makuldür. Benzeri bir meşguliyete girdiğimizde, izafî gayb perdeleri tedricen bizden de kalkacaktır. Aklımız kevnî sırlara, kalbimiz gaybî manalara hassas bir alıcı haline gelecektir.


Tamamen maddiyata dalan, bütünüyle bedeni için çalışan kimselerin, "Neden bu sırlar bize açılmıyor?" demeye hakları yoktur. Onlar, arzın çekim kuvvetinden kurtulamamışlardır ki, kendilerine semanın kapıları açılsın. Evet, samimiyetle her kim ne isterse, Allah verir. Dünyayı isteyen dünyadan bir nasib alır. Ahireti isteyen de onu elde eder. Kevnî sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açılır. İlâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılır, gaybın kilitli kapıları açılır.
 

NuruAhsen

Sonsuz Temâþâ
Kaynaklar:
1- Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, s. 14
2- Şahiner, Necmettin, Son Şahitler I, s. 40-41
3- Nursi, Bediüzzaman Said, Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s. 27
4- A.g.e., s. 180
5- Nursi, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, s. 123
6- Nursi, Bediüzzaman Said, Barla Lahikası, s. 249
7- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s. 59
8- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 627
9- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 433
10- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 157
11- A.g.e., s. 315
12- Şahiner, Necmettin, Bilinmeyen Taraflarıyla Saîd Nursî, s. 323
13- Nursi, Bediüzzaman Said, Sünühat, s. 51-53
14- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 331
15- A.g.e., s. 368
16- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 368
17- Nursi, Bediüzzaman Said, Sünuhat, s. 30-36
18- Nursi, Bediüzzaman Said, Münazarat, s. 87-89
19- A.g.e., s. 89
20- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şâmiye, s. 21
21- A.g.e., s. 27
22- A.g.e., s. 54
23- Saff, 8
24- Nursi, Bediüzzaman Said, Sünuhat, s. 33
25- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, s. 36
26- A.g.e., s. 37-38
27- Al-i İmran, 140
28- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 180
29- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 327
30- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 661
31- A.g.e., s. 665
32- Nursi, Bediüzzaman Said, Kastamonu Lahikası, s. 225
33- A.g.e., s. 227
34- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 213
35- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 439
36- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 21-22
37- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 269
38- Nursi, Bediüzzaman Said, Lem'alar, s. 26
39- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 449
40- A.g.e., s. 447-448
41- Şahiner, Necmettin, Bilinmeyen Taraflarıyla Saîd Nursi, s. 431
42- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, s. 647
43- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, s. 350
44- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 308
45- Nursi, Bediüzzaman Said, Emirdağ Lahikası, s. 73
46- Yunus, 39
47- Taberî, I, 93
48- Sebe, 15
49- Yazır, Hamdi, VI, 3956
50- Alusî, , I, 7-8
51- Yazır, Hamdi, VI, 3803
52- Cin, 28
53- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, s. 712-713
54- A.g.e., s. 682
55- Nursi, Bediüzzaman Said, Latîf Nükteler, s. 85-86

Doç. Dr. Şadi Eren
 
Üst