Mahmud Sami Ramazanoğlu[ksa]hz.genel

Geçan yüzyılımızın önemli alimlerinden Mahmud Sami Ramazanoğlu[ksa]hz.ne ait konuları bu konuya ekleriz inşaAllah.


Allah Dostları Mahmud Sami Ramazanoğlu (K.S)

Mahmud Sami Ramazanoğlu, nüfus kayıtlarına göre 1892 yılında Adana'da dünyaya geldi. Aile,tarihte Ramazanoğulları diye bilinen soydandır. Babası Mücteba Bey, annesi ise Ümmügülsüm Hanımdır. Sami Efendi’nin büyük dedelerinden Abdülhâdi Bey’in tespit ettiği şecereye göre, Ramazanoğullarının, aslen Türklerin Oğuz boyunun Üçoklar kabilesinden olduğu ve Nureddin Şehid yoluyla sahabeden Halid bin Velid nesline dayandığı anlaşılmaktadır.

Doğumuna ilişkin şöyle bir menkıbe anlatılır: Mahmud Sami henüz dünyaya gelmeden bir gün, Hızır aleyhisselam, kapılarına gelerek hizmetçi kadın vasıtası ile annesini çağırır. Her ne kadar anne; "Kızım ne isterlerse kendilerine ver." tenbihinde bulundular ise de, ziyaretçi; "Hayır, muhakkak kendisi ile görüşmem lazım." diyerek ısrar edince, annesi mecburen, kapının arkasına gizlenir ve geleni dinlemeye başlar:

- Kızım hamile olduğunu biliyor musun? Senin vasıtanla büyük bir insan dünyaya gelecek ve sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben bulunacak. Uzun müddet İslâmiyete hizmet edecek. Bu müddet zarfında haram ve helale dikkatli ol. Çocuğun ismini de Mahmud Sami koy.

Bu müjdeyi işiten anne şaşkınlık ve sevinç içindedir. Ziyaretçi, teberrüken anneden bir gömlek ister. Anne gömleği getirinceye kadar gelen misafir gitmiştir.

İlk, orta ve lise tahsilini Adana'da tamamlayan Sami Efendi, yüksek tahsil için İstanbul'a geldi. Darûl-Fünûn Hukuk Mektebi’ne girdi. Hukuk fakültesini birincilikle bitirdikten sonra askerlik hizmetini yedek subay olarak yine İstanbul'da yaptı. Hukuk fakültesinden diplomasını alıp giderken karşısına ihtiyar, Ali Baba isminde bir zat çıkarak selam vermiş ve kendisine sormuş:

- Evladım nereye gidiyorsun?

- Efendim, Hukuk fakültesini bitirdim, diplomamı aldım, evime gidiyorum, demiş.

Ali Baba da:

- Oğlum, mademki dünya tahsilini bitirip diplomayı almışsın, gel seni bir yere götüreyim, bir de ahiret diploması al, buyurmuşlar. Yolları doğruca Cağaloğlu’nda bulunan Gümüşhaneli dergâhına çıkmıştır.

Zahir ilimlerini devrin ulemasından ve müderrislerinden tamamlayan Sami Efendi için sıra manevî ilimlere ve batın imarına gelmişti. Fıtrat-ı necîbesinin aşırı meyli sebebiyle tasavvuf yoluna derhal sülûk etti. Devrin meşhur Nakşi tekkesi Gümüşhaneli dergâhında bir müddet erbaîn ve riyâzâtla meşgul olduktan sonra arkadaşı eski Beşiktaş Müftüsü Fuad Efendi’nin babası Rüşdü Efendi’nin delâletiyle Kelâmî dergâhı şeyhi ve meclis-i meşayıh reisi Erbilli Es'ad Efendi’ye intisap etti. Kısa zamanda yüksek mertebelere erip seyr u sülûkunu tamamladıktan sonra hilafetle irşada mezun oldu.

Es’ad Erbili'nin halifelerinden Ali Yekta Efendi hakkında şöyle demiştir: "Kelâmî dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulema ve fuzela vardı. Fakat Sami Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hal sahibi idi."

Kelâmî dergâhında kalanlardan birisi Sami Efendi’yi şöyle anlatmaktadır: "Mahmud Sami Hazretleri geceleri hiç yatmazdı. Bizler yatar uyur idik. O, kıbleye karşı oturur, üzerine bir örtü örter, örtünün altında Huzur’la meşgul olurdu. Her sabah şeyhinin huzuruna boy abdesti alır öyle çıkardı."

Yine, aynı dergâhta kalmış olan Karaman müftüsü Damburacızade Hacı Mustafa Efendi şu hadiseyi anlatmıştır: Dergâhın temizliğini bir gün de ben yapayım diye gece erken kalkmıştım. Baktım ki dergâh temizlenmiş. Ertesi günü daha erken kalktım, yine temizlenmiş. Ertesi günü yine biraz daha erken kalktım, yine temizlenmiş. ALLAH ALLAH, diyerek hayretler içinde kaldım. Artık bu gece yatmayayım da, bu dergâhı kim temizliyor, göreyim diye oturdum.

Bir ara oturduğum yerde dalmış kalmışım. Birden bire uyandım. Kendime geldim. Ne göreyim!? Sami Efendi yine dergâhı süpürmüş, tam çöpü atacakmış, hemen kalktım koştum:

- Vay mübarek, bu işi sen mi yapıyordun? Müsaade buyurun, çöpü de ben atayım, dedim.

- Siz zahmet buyurmayın efendim, ben atarım, dedi.

Ben de:

- Hayır, siz müsaade buyurun, derken Üstadımız Es’ad Efendi Hazretleri odasından çıkarak:

- Durun, durun beraber atalım. Melekler sizin şu halinize hayran oldular, diyerek yanımıza geldiler. Üçümüz o çöpü beraberce çöp kutusuna döktük.

İcazetnamesi ve irşadı

Şeyhi Es’ad Erbilî Hazretlerinin yanında tasavvuf terbiyesini tamamlayan Sami Efendi, mürşidinin 134 numaralı mektubu ile "tarikat-ı âliyye-i Nakşibendiyye’de ihvan-ı dine ta’lim-i ayin-i tarikata mezun edilmiştir."

Sami Efendi’yi irşada mezun eden Es’ad Efendi aynı icazetnamede, ihvana da bir nasihatta bulunur.

"Ne ticaretin ne de alışverişin ALLAH’ın zikrinden alıkoyamadığı kimseler vardır. (Nur, 37) ayet-i celilesinin ahkâmına vakıf olan ihvan-ı kirama arz edebilirim ki, tasfiye-i bâtın ve tezkiye-i nefse talip olanlar ve doğrusu silsile-i celile-i Nakşibendiyye’den ahz-ı füyûzâta ragıp bulunanlar, mümaileyhin musahabesine devam ve beyan eyleyeceği adabın riayetine ihtimam sayesinde nail-i meram olacakları şüphesizdir."

Mahmud Sami Efendi Hazretleri tekkelerin kapatılmasından sonra memleketi Adana'da bir yandan Cami-i Kebir'de vaaz ve hususi sohbetleriyle irşad hizmetini yürütürken, diğer yandan da maişetini temin için bir kereste ticarethanesinin muhasebesini tutuyordu. O, babasından ve ailesinden kendisine intikal eden büyük serveti almamış ve "Hiçbir kimse kendi kazancından daha hayırlı bir yiyecek asla yememiştir." Hadîs-i Şerîfi gereğince kendi el emeğiyle geçinmeyi tercih etmiştir.

Adana’daki hizmetleri esnasında yaşanılan bir hadiseyi kardeşi Ferid Bey şöyle anlatmaktadır: "Ağabeyim Adana camilerinde vaazlarına devam ederlerken, ölü kalpler diriliyor, cemaatten mahrum camiler insanla dolup taşıyordu. Genç, ihtiyar, memur, esnaf, ayyaş, fasık ve facir insanlar dersine koşuyor, nefislerini düzelterek sırat-ı müstakimi buluyordu.

Artık kahvehaneler, sinemalar, meyhaneler boşalmış, buralara itibar azalmıştı. Adana’da yepyeni bir hayat nizamı başlamıştı. Bir taraftan böyle İslâm nizamına koşanlar çoğaldıkça diğer taraftan da kalbi mühürlenmiş, basireti kapanmış kimseler hased ve kinlerinden Sami Efendi’yi çekemeyerek aleyhinde gösteriye başladılar.

Bir gün meyhanecinin biri içmiş içmiş, Sami Efendi’yi öldürmek kasdı ile onun her zaman geçtiği bir yere gizlenmiş. Kamasını eline alıp beklerken Sami Efendi oradan geçer. Tam üzerine hücum edeceği an, Sami Efendi:

- Esselamü aleyküm, der.

Ayyaş adamın bu selam karşısında dizinin bağı çözülür, donup kalır, kaması da elinden düşer, böylece emeline ulaşamaz."

Adana'da uzun yıllar müştak gönüllere aşk-ı İlahî şerbeti sunarak hizmet etti. Yazlarını Adana'nın Namrun ve Kızıldağ yaylası ile bazen de Kayseri'nin Talas'ında geçirirdi. Hac yolunun açıldığı 1946 yılında ilk defa hacca gitti. 1951 yılında İstanbul'a geldi. İki yıl kadar İstanbul'da kaldıktan sonra 1953 yılında tekrar hacca gitti, dönüşte de arkadaşı Konyalı Saraç Mehmed Efendi ile Şam'a geldi ve oraya yerleşti. Bilahare ailesi, damadı ile birlikte yanına, Şam’a gitti. Ancak bu Şam hicreti dokuz ay kadar sürdü. Dokuz ay sonra tekrar İstanbul'a geldi. İstanbul'a bu gelişlerinde önce Bayezid-Laleli'ye sonra da Erenköy'üne yerleşti. Şam’dan İstanbul'a bu gelişlerinde hanımına: "İstanbul'a tekrar geldik. Gönlümüz Medine'de atıyor. Ahir ömrümüzde oraya hicret etmeyi arzu ederiz." buyurmuşlardır. Sami Efendi’nin bu arzusu, duası kabul olmuş, ahir ömrünü Medine’de geçirmiştir.

Helale çok dikkatli idiler

Mahmud Sami Efendi 1953 senesinde, İstanbul'u teşrif ettiklerinde, Tahtakale semtinde kendisini sevenlerden bir müessese sahibi, kendilerine defterlerinin muhasebeciliğini yapması için rica ediyorlar.

Muhterem Sami Efendi hemen kabul etmemiş, evvela defterlerini tetkik etmişlerdir. Alış verişleri nasıl? Meşru mu, yoksa karışık mı? Faizle alakası var mı? İhtikarı ve bazı yolsuz hareketleri var mı? Bu hususları iyice tetkik ve tespit ettikten sonra, müessese sahibini yapılması gerekenleri, yerine getirmesi için ikaz etmişlerdir. Tam arzuları, istekleri tahakkuk ettikten sonra, muhasebecilik vazifesini kabul etmişlerdir.

Kendilerinden nasihat ve öğüt almak için ziyaretlerine gelenlere ilk işleri, helal haram hususuna dikkatli olup olmadıklarını ve mesleklerini sormak olurdu, daha sonra başka bilgiler alırlardı. Bu bilgileri aldıktan sonra, muhataplarına gerekli nasihatları yaparlardı.

İstanbul'da bulunduğu yıllarda Erenköy Zihnipaşa Camii’ndeki vaazları ve hususî sohbetleriyle irşad hizmetini yürütmüştür. Maişetini Tahtakale’deki ticarethanenin muhasebeciliği ile temin eden Sami Efendi’nin, Zihnipaşa Camii’ndeki bu vaaz, irşad ve sohbetlerinden cemiyetin her sınıfından fakir, zengin, okumuş, okumamış, esnaf, işçi, memur, tüccar ve fabrikatör binlerce insan istifade ederek feyz almış, istikamet bulmuş ve böylece etrafında yepyeni bir nesil teşekkül etmiştir. İhvanını manevî himaye kanatları altında toplayarak onları cemiyetin her türlü kötü cereyanından korumaya çalışmıştır.

Ömrünün son yıllarında şöhretinin artması ve dışarıda kendisine iltifatın nazar-ı dikkati celbedecek seviyeye ulaşması sebebiyle köşesine çekildi. İhvanı ile gerek devlethanesinde ve gerekse Ramazan'da hatimle kılınan teravih namazlarında görüşüyordu.

Son yılları

1976 yılının sonbaharıdır. Musa Efendi, Erenköy’ündeki devlethanelerinde üstadını ziyaret eder. Güler bir yüz ile Musa Efendi’yi huzurlarına kabul eder. Odada başka kimse de yoktur. Sami Efendi, aralarında kalması şartıyla bir müjde verir: "Medine-i Münevvere’ye hicret göründü, bir daha dönmemek şartıyla. Yalnız aramızda kalsın, kimse duymasın." buyururlar.

Aradan altı geçtikten sonra Sami Efendi bu arzusunu hanımı Rabia Hanımefendi’ye açar ve hane halkına duyurur. Bu hicret haberini duyanlar, İstanbul ve Anadolu’daki sevenler için için üzülürler, yanıp yıkılırlar. Sami Efendi, Resulullah’a kavuşacaktır ama buradakiler ondan ayrı kalacaktır. 1979 yılında gönlündeki muhabbet-i Resûlullah onu Medine’ye hicret ettirir. Nitekim 1957 senesinde yakınları, kendilerine Eyüp Sultan'dan kabir yeri almayı teklif ettiklerinde:

- Herkesi arzusuna bıraksalar biz Cennetü'l-Baki'yi arzu ederiz, buyurmuşlardır.

Cenab-ı Hak sevdiği kulunun arzusunu kabul buyurdu. Nitekim İstanbul'da bulunduğu yıllarda mübtela oldukları amansız hastalık, orada da yakasını bırakmadı. Rahatsızlıkları günden güne arttı. Tıbbî müdahaleler sonuç vermiyor, zaten nazik hafif olan bedenleri adeta eriyordu. Tansiyonları sık sık yükseliyordu. Bu ağrı ve ıztıraplara rağmen bir defa olsun, en acılı, ağrılı zamanlarında bile o, hiçbir şikayette bulunmamış, yüzünden tebessümü eksik olmamıştır. Vefatı, 10 Cemaziyelevvel 1404 /12 Şubat 1984 Pazar günü saat: 4.30'da ALLAH ALLAH zikri ile vaki olmuş ve Cennetü'l-Baki'de Hazret-i Osman’ın ve Said El-Hudri Hazretlerinin yakınlarındaki mukaddes toprağa defnolunmuştur.

Vefatına şu ifadelerle tarih düşüldü:

“Kutb-i vâsılîn ü gavs-ı şuyûh-ı ızâmı

Nûr-i Hüdâ mürşid-i merdüm-ı ihtirâmi

Belde-i Tahire'de tevhidle deyüp ALLAH

Vasl-ı cinan eyledi Şeyh Mahmûd Sâmi” (1404 H.)

Hilye ve şemaili

Sami Efendi uzuna yakın orta boylu, naif bedenli, buğday tenli, seyrek sakallı, kıvırcık saçlı, çukurca ela gözlü, hilal kaşlıydı. Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyalar saçan gözlerinin isabet ettiği vücud, tir tir titrerdi. Sakalı bir tutamı geçmezdi. Saçlarını ya tamamen kestirir veya kulak memesine kadar uzatırdı. Bedenleri zayıf ve naif olmasına rağmen mütenasip vücudlu idi. Gül yüzünü görenler meftun olur, yanından ayrılmak istemezdi. Yüzleri mütebessim olmasına rağmen içleri daima hüzünlü ve düşünceli idi. Orta boylu olmasına rağmen yakınında bulunanlardan uzun ve heybetli görünürlerdi. Yürürken sağı takip eder, suhuletle ağır ağır yürürler, fakat çok yol kat ederlerdi.

Ahlâken gayet halim selim, mutevazı, yumuşak huylu melek sıfatlı idi. Üstadı Es’ad Erbilî Hazretleri onun hakkında: "Bütün evliyaullahın hasretle gıpta ettiği mahviyyet hali evladımız Sami Efendi’de mevcuttur." buyurmuşlardır.

Sami Efendi’nin ahlâkı, adabı kısacası her hali, büyük devlet adamı, tarihçi Ahmed Cevdet Paşa’nın, Kısâs-ı Enbiya’sındaki fahr-i kainat Efendimizin hilye-i saadetlerine; şair, kemal ehli Mustafa Asım Köksal Beyefendi’nin İslâm Tarihi’ndeki Resulullah Efendimizin şemail-i şeriflerine tamamen uygundu.

Sohbet adabı

Pek az yerler, pek az uyurlar, daima sükutu ihtiyar ederlerdi. Seher vaktini ihya etmek en büyük zevkleriydi. Sohbet mevzularını ayet-i kerime, ehadis-i şerife, Peygamber Efendimizin ve diğer enbiya-ı izam, ashab-ı kiram ve evliya hazeratının ahlâkları, gazaları, ALLAH yolunda fedakârlıkları, sabır ve tahammülleri, tavır ve hareketleri ile nasihatları teşkil ederdi. Kalp mevzuunda ısrarla dururlar, kalbin nazargâh-ı İlahî olduğundan bahsederek, Kabe’nin banisi İbrahim aleyhisselam fakat kalbin banisi Cenab-ı Hakk olduğuna işaret ederlerdi.

Sami Efendi sohbete çok önem gösterir, müridin manevî âlemde yetişmesi, kemal bulması için sohbete ihtiyaç olduğunu beyan ederlerdi. Bir sohbetlerinde şöyle buyurmuşlardır: "Diğer tarikatlarda riyazat vardır, erbain vardır. Kırk gün çilehaneye koyarlar, ölmeyecek kadar yerler, zikir, fikirle meşgul olurlar. Kimse ile görüşmezler ancak şeyhleri ile görüşürler. Kırkıncı gün çilehaneden çıktıkları zaman benizleri liman sarısı gibi olur. Bizim yolumuzda riyazat yoktur, ne yersen ye. Erbain yoktur ancak az yemek, az uyumak, az konuşmakla beraber sohbetle terakki vardır. Şah-ı Nakşıbend ve Mevlâna Halid Efendilerimizin düsturları sohbetle terakki idi."

Sohbetlerinde Abdülkadir Geylanî Hazretleri’nin Fethu’r-Rabbanî, Fütûhu’l-Gayb; İmam Gazalî Hazretleri’nin İhyaü’l-Ulûm ve Mükâşefetü’l-Kulûb; Ahmed er-Rüfaî Hazretleri’nin Haletü Ehli-l-Hakikat; İmam Şaranî Hazretleri’nin Tenbihü’l-Muğterrin; İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri’nin Rûhü’l-Beyan tefsiri gibi eserlerden okuturlardı.

Sevdiklerine, evlatlarına daima dürüst, müstakim olmalarını tavsiye ederler, istikamet ve ihlasın her mü’min üzerinde farz-ı daima olduğunu tekrarlardı. Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseden ve insana nefsinin tehlikesinden korunabilmesi için şunları tavsiye buyururlardı: Açlık ve az yemek, oruca devam; Az uyumak ve teheccüde devam; Huşû ile ibadet, manasını düşünerek Kur'an okumak; Zikr-i daim içinde bulunmak; Salih ve sadıklarla beraber olmak...

Sohbetlerinde sık sık "O gün kalb-i selimden başka ne evlad, ne mal hiçbir şey fayda vermez."(Şuara, 88-89) ayetini okuyarak kalb-i selimi izah ederlerdi. Onun tefsirine göre kalb-i selim ne incinen ne de inciten kalpti. "İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Ama incinmemek elde değildir" derlerdi. Sami Efendi, Bursa’yı çok sever: "Bursa salihler ve salihalar diyarıdır” derlerdi.

Abdurrahman Gürses Hocaefendi’ye müjdeleri

Beyazıt camii imamı Hafız Abdurrahman Gürses Hocaefendi kansere tutulmuştu. Doktor Necmeddin Beyin arkadaşı baştabibin hastanesine ameliyat olmak üzere yatar. Baştabip ameliyatta bakmış ki, hastalık müzmin açtığı yeri geri hemen dikmiş, Hafız Efendi de komaya girmiş. Durumu haber alan doktor Necmeddin Bey, Sami Efendi’yi de haberdar eder. Sami Efendi, "Hemen ziyaretine gidelim." buyururlar.

Üç kişi hastaneye ulaşır, odayı bulurlar. Kapıda "kimse giremez" diye yazı asılıdır. Doktor Necmeddin Bey arkadaşı da olan baştabipten kısa bir görüşme için "müsaade" ister.

Baştabip; “Necmeddin Efendi, hastanın yarım saatlik ömrü var. Yarım saat sonra ölecek. Hem de komada, geleni gideni bilmez” diye açıklama yapar. Kısa bir görüşme için de "buyur" eder.

İçeri girerler, hakikaten komadadır. Gözleri kapalı, bir nefes alıp vermektedir. Sami Efendi hastanın yanına yaklaşıp sağ kulağına şifa ayetlerini okur. Hasta o anda gözlerini açar fakat yine komaya girer. Sami Efendi bu kez sol kulağına eğilip: “Daha çok Kur’an okuyacaksın, daha çok Kur’an okuyacaksın” buyururlar.

Necmeddin Bey ve arkadaşı şaşkınlık içindedir. Çünkü, "yarım saatlik ömrü kaldığını" az önce baştabip söylemiştir. Fakat Sami Efendi de "Daha çok Kur’an okuyacaksın" buyurarak, Hafız Abdurrahman Gürses Hocaefendi’nin daha çok yaşayacağını söylemiştir.

Onların ziyaretinden sonra hasta ayıkmış, taburcu olmuş, sonra da sıhhatine kavuşmuştur. Ve nice seneler Kur’an okuyarak ümmete hizmet etmiştir. Baştabip de şaşkınlığını gizleyemez; "Benim bu işe aklım ermedi. Bizim tıp burada iflas etti" der.

Sevenlerinin dilinden

Gönenli Mehmed Efendi: "Sami Efendi bu ümmetin en büyüğü idi. Başka ne söylense boştur."; Mahir İz ise: "O Hazret-i Sami’dir. Biz devr-i padişahîden beri neler gördük, fakat böylesine tesadüf etmedik." demiştir.

Bekir Hâki Efendi, Sami Efendi’yi bir ziyaretinde, sohbet meclisinde bulunan zengin kimselerin edeble diz üstü saatlerce oturması karşısında şöyle demiştir: "Bu zenginleri saatlerce diz üstü sessizce oturtmak, Boğaz’dan gelen bir gemiyi Sarayburnu’nda bağlamaktan daha zordur. Bunu biz yapamayız. Bunu ancak Sami Efendi yapabilir."

Muhammed Harranî, Şam’da 1965 senesinde hacca giden bir topluluğa şunları söyler: "Siz Mahmud Sami Efendiyi bilirsiniz. Ben arzı tanırım. Şarka, garba, kuzeye ve güneye bakıyorum. Bu üstad gibi Muhammediyyü’l meşreb bir veli kimseyi göremiyorum. Bu zat asırlar içinde ender görülen bir yüce zattır. Kadir ve kıymetini biliniz."

Muhammed Haccar, Halepli, alim, zahid, maneviyat ehli idi. Üç oğlunu birden şehid etmişlerdi. Medine-i Münevvere'de yaşamıştır. Musa Efendi ile her görüştüklerinde şu sözü tekrar ederlermiş: "O kadar manevî meclislerde bulundum. Mahmud Sami Efendi Halep'e uğradıklarında hatm-i Hace yaptırmıştı. Ben de bulunmuştum. Bir daha o kadar tesirli ve huşulu bir toplantı göremedim."

Sami Efendi’den sonra irşad

Sami Efendi’nin vefatından sonra irşad vazifesini merhum Musa Topbaş Efendi (ölümü: 16 Temmuz 1999, Cuma) devam ettirmiştir. Tanzim edilen silsile-i şerifin Es’ad Efendi’den başlayan, Sami Efendi’yi ve sonra Musa Efendi’yi halkaya dahil eden kısmı şöyledir:

“Eyleriz arz-ı dehâlet dergeh-i sâdâta biz / Es'ad’ı ihvân-ı dîne mağfiret kıl ey Hudâ // Sami dostun hürmetine ey Cenâb-ı Kibriyâ / Cümle ihvânı cemâlinle cinânda kıl bekâ // Feyz-i carî Hazret-i Musa ki, ol sahib vefâ / Pek sahî hayrü'l-halef Osman Nuri’yi pür hayâ.”

Mahmud Sami Efendi’nin Erkam yayınları tarafından basılan eserleri şunlardır: Hz. İbrahim; Hz. Yusuf; Yunus ve Hud Sureleri Tefsiri; Bedir Gazvesi ve Enfal Suresi Tefsiri; Uhud Gazvesi; Tebük Seferi; Hz. Ebubekir; Hz. Ömer; Hz. Osman; Hz. Ali; Hz. Halid bin Velid; Ashab-ı Kiram(1-2); Musahabe(1-6); Fatiha Suresi Tefsiri; Bakara Suresi Tefsiri; Mükerrem İnsan ile Dualar ve Zikirler.

Kaynaklar

Sultanü’l-rifîn eş-Şeyh Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu, Sâdık Dânâ, Erkam yayınları, İstanbul, 1991

Arifler Sultanı Mahmud Samii, Osman Karabulut, Şems yayınları, Konya, 1994

ALLAH Dostunun Dünyasından, Musa Topbaş Efendi ile Sohbetler, Erkam yayınları, İstanbul, 1999

Sahabeden Günümüze ALLAH Dostları, Cilt: 10, Şûle yayınları, İstanbul


http://irsadforum.net/forum/mahmud-...dise-siruhu)/mahmud-sami-ramazanoglu-(k-s)-1/
 
Sevenlerinin dilinden Mahmut Sami[ksa]efendi

SEVENLERİNİN DİLİNDEN MAHMUT SAMİ EFENDİ

• Gönenli Mehmed Efendi’nin Sami Efendinin bağlılarından Lütfi Eraslan’a söylediği sözler bu özel konumu aydınlatıcı mahiyette:

"Öyle bir zata sahipsiniz ki bütün kafirler bir araya gelse, gökyüzünden onu yere atsalar, yine ayakları üstüne düşer. Hiçbir kafir ona bir şey yapamaz. Zira Cenab-ı Hak tarafından teyid edilen bir vazifesi vardır… Sami Efendi bu ümmetin en büyüğü idi başka ne söylense boştur."

• Esad Erbilli Hazretleri

"Yeryüzünde melek görmek isteyen Sami evladımızın yüzüne baksın. Sami evladımın edebine melekler gıpta ederler. Mahviyeti benden fazladır.''


• Bediüzzaman Hazretleri de gençliğinde Esad Erbilli Hazretlerinden Kadiri dersi alırdı. Bir defasında Bediüzzaman gittikten sonra, Esad efendi “Bu genç, gençlere hizmetle görevli. İstikbalde gençlere iman davasında çok büyük hizmetler yapacak. Ama hala kendisi bunu bilmiyor, kendisine söylenmedi” dedi.

• Abdülvehhab es-Selâhi (Şam’da Halbuni camii imam-hatibi, Nakşibendi meşayihinden)

“Şam ehlüllah diyarıdır. Ben bu mübarek zatı daima derin bir hayranlıkla temaşa ederim. Sebebi ise bütün güzel sıfatları üzerinde toplayan bu zât kadar Ebu Bekir es Sıddık meşrebinde bir insan görmedim.”

• Muharrem Harrânî

Şam’da 1965 senesinde hacca giden bir topluluğa şunları söylüyordu: “Siz Mahmut Sami Efendi’yi bilirsiniz. Ben arzı tanırım. Şarka, garba, kuzeye ve güneye bakıyorum. Bu üstaz gibi Muhammediyyü’l meşreb bir veli kimseyi göremiyorum. Bu zat asırlar içinde ender görülen bir yüce zâttır. Kadir ve kıymetini biliniz.”

• Seyyid Şefik Arvasi(Sultanahmed camii İmam hatiplerinden,Bediüzzaman’ın talebesi):

“Ben yüzlerce meşayih gördüm. Fakat bu zata karşı sevgim başka.”

• Konya’daki bir konferansı sonrası Necip Fazıl:

“Sami Efendiyi tanırım.İki kere elini öpme şerefine erdim. Sami Efendi gökten inen taze yağmur gibidir,idrofilli pamuk gibidir, yaralara konur, tedavi edilir.”

• Altınoluk dergisi yazarlarından Taha Kılınç, iki Allah dostunun münasebetine bir örnekle farklı bir açı getirdi: " Rahmetli Bediüzzaman Hazretleri Sami Efendi ile pirdeş idi.

Merhum, doğudan gelen hemşerilerinin tasavvuf yoluna intisap etme arzularını izhar ettiklerinde, onlara adres olarak sadece Sami Efendi Hazretleri'ni gösterir ve eklerdi: 'İrşadla görevli kişi Sami Efendi'dir ona gidiniz, biz sadece iman hakikatlerini yazmak ve yaymakla memuruz'."

Allâh rahmet eylesin. Şefaatinden bizleri de hissedâr eylesin.
Ruhuna bir Fatiha-i şerife, üç ihlas-ı şerif okuyalım...


• Doksan dört yıllık ömrü boyunca bir kere ayağını uzatmamış, bağdaş kurup oturmamış olan O gül yüzlü melek, sırtını bir yere dayayarak bir lokma yemek yemediği gibi, vefatından sonra da bacaklarını uzatmamış, cenazesi bu halde yıkanmış, kefenlenmiştir. Namazı Ravza'da kılınıp Cennetü'l-Baki'ye gelinceye kadar yine ayaklarını uzatmayan bu mübarek zat, kabre yerleştirenlerin şehadetiyle, ancak kabre konulurken ayaklarını uzatmışlardır.


Günlük Hayatı:

Kuran’a çok düşkün, anlayarak okunmasını tenbih ediyor, telkin ediyor. Değerlerine düşkün.. Çok iyi lisan bilmesine rağmen Latince ilaçlara bile "kırmızı hap, pembe şurup" diye kendi lisanınca anıyor.

Kendisi sünnet üzere günde iki öğünden fazla yemezdi. Yediği zaman da yarım dilim ekmek ve birkaç lokma katıkla kifaf-ı nefs ederlerdi.

İnsana çok düşkün, kimse kapısından ağırlığınca ağırlanmadan gitmiyor. Torunu yaşındakilere bile hitap ederken isimlerinin sonuna “efendi” “bey” sıfatlarını ekleyerek konuşurdu.

• Pek az yerler, pek az uyurlar, az konuşurlardı. Konuştukları zaman ya hikmet söylerler veya nasihat ederlerdi. Değilse sukûtu ihtiyar ederlerdi. Zaruret halinde pek kısa kelimelerle muhatabın seviyesine göre konuşurlardı, mühim olanları üç kez tekrar ederlerdi. Daima kıbleye karşı iki dizi üzerine otururlardı.

Geceleri muhakkak ihya ederlerdi. Evinde misafir kalanlar ve kendileriyle bir yolculuğa çıkanlar, gecenin hangi saatinde kalksalar onu ayakta bulurlardı. Seher vakitlerinde ibadete çok ehemmiyet verir, “Bir insan seher vakti kalkmazsa, seher vakti dışında bütün gün seccadeden başını kaldırmasa, yine de o vaktin ecrine ulaşamaz.” buyururlardı. Yine “Seher vakti öyle kıymetli bir vakittir ki, bir kıvılcım gelir, letaifleri parlatıverir” demişlerdi.

Edebi:

SAMİ EFENDİ’nin en önde vasfı ihlâsı ve mahviyetkârlığı. Dergâhta ihvanın hizmetini görürken hizmetine içinlik izi taşıyacak hiçbir fiil karıştırmıyor.


• Cide müftüsü Hacı Hüseyin Efendinin hastalığının şiddeti her geçen gün artar. Ve nihayet Müftü Efendi yatağından kalkamaz olur; Müftü Efendi'ye ben baksam ve âilesine telgraf çekilmese, der. Es'ad Efendi de bu teklifi memnûniyetle kabûl eder. Sami Efendi bundan sonra tam on sekiz ay Müftü Efendi'ye en güzel şekilde hizmet ederler. Görenler onun bu hizmetine imrenirler. Müftü Efendi de yaşlı gözlerle: , "Allâhım! Bana ne ihsanda bulunmuşsan Sami Efendi’ye bağışlıyorum." yakarışında bulunur ve Es’ad Efendi’ye, "Sami Efendi evladımız bize hizmetle inşallah Hakkın rızasına erdi." diye müjde veriyor.

“Edeb bir tâc imiş nur-i hüdadan,

Giy ol tâcı emin ol her beladan.” beytini okuyarak kendi yaşadığı edebi anlatırdı.

Tevazuu, tarife sığmazdı. Herkesi kendinden üstün görürdü. Herkesin horladığı, küçük ve hakir gördüğü miskinlerin ziyaretine gider, kendilerinden dua talebinde bulunurdu.


• Musa Topbaş beyefendi, şöyle anlatıyor:

“Vermek, vermek, gaye vermek. Kendilerine hediye edilen en kıymetli halı, seccade, tesbih, kalem, kumaş ve emsali en nadide paha biçilmez eşyayı günü gününe ehlini bulup vermek, en büyük zevklerinden birini teşkil ederdi. Hülasa güneşler gibi, ummanlar gibi sehavet merkezi idi.

Bir kişi kendilerine müracaat etsin de eli boş dönsün imkansızdı.”

• Nefislerin Tehlikesinden Korunabilmek için şu tavsiyelerde bulunurdu: Sohbetlerinde nefs düşmanının insana kurduğu tuzaklardan bahseder,

1• Açlık ve az yemek yiyerek oruca devam etmek.

2• Az uyuyarak, teheccüde devam etmek.

3• Huşu ibadete, manasını düşünerek Kur’an okumaya devan etmek.

4• Zikri daim içinde bulunmak.

5• Salih ve sadıklarla beraber olmak.


Sami Efendi Hazretleri, her nefesinin son nefesi olabileceği düşüncesiyle daima abdestli bulunmaya ve abdest üstüne abdest almaya büyük itina gösterirdi. Nitekim muhasebesini tuttuğu bir zatın tesbitine göre Efendi defterleri abdestli yazardı. Yazma işi bitince defterleri kaldırır, abdest alır, biraz Kur'ân okurdu. Az sonra ezan okununca bu sefer namaz için tekrar abdest alırlardı.

Mahmûd Sâmi Efendi hiç kimseye; "Bizden ders al, bizim sohbetimize katıl, sakal bırak, sarık sar, cübbe ve şalvar giy." gibi emirler vermezdi. Dikkat çekecek, fitne uyandıracak hareketlerden kaçınırdı. " • Bizim kapımız, hak kapısıdır. Nasîbi olan gelir. Hiç kimseyi zorlamayınız." derdi.

İnsanların kusurlarını yüzüne vurmaz, hatalarından dolayı onları azarlamaz ve hele nefsi için hiç kızmazdı. Kimseye kırılmaz, kimseden karşılık beklemezdi.Onlara örnek olmak suretiyle irşad etmeyi tercih ederlerdi.


Yakınlarından Ali Hüsrevoğlu diyor ki: “Sohbetleri kısa tutar ve sohbet edenleri de zaman zaman şu şekilde ikaz ederdi: “Bir insanın bir defada dinleme takati kırk beş dakika olarak tespit edilmiştir. Sözün bundan fazlasının faydası yoktur”

“İncinmemek incitmemekten daha zordur. Çünkü incitmemek eldedir. Ama incinmemek elde değildir.”derlerdi.

Hiç kimseye; "Şunu niye yaptınız veya şunu niye yapmadınız." demez, yeme, içme ve giyinme husûsunda; "Şunu alın yiyelim, bunu alın içelim, şöyle olsun veya böyle olmasın." demezdi.


Kendisi ile bir konuda istişare edenlere:
- Büyükler şöyle yaparlarmış, veya biz sizin yerinizde olsak şöyle yaparız diyerekten emir vermekten kaçınırlardı.

Hayatı belli bir düzen, nizam ve intizam içerisinde idi. Nitekim Erenköy'deki evlerinden Tahtakale'deki iş yerine gidişlerinde vapur ve trene aynı saate biner, gişe memurlarını meşgul etmemek, yolcuları bekletmemek için bilet ve jeton paralarını devamlı surette bozuk olarak verirlerdi.

Rüya ve kerametlere ehemmiyet vermezler ve “En büyük keramet Cenab-ı Hakkı görürcesine ubudiyet vazifemizi kemaliyle ifa edebilmektir” derlerdi.


Bizim çocukluğumuzda Adana’da biz bir bukalemun yakaladık, getirdik, kaçmasın diye onu bir fesin altına kapattık. Fes kırmızı idi. Açtığımız zaman baktık ki, bukalemun da kıpkırmızı olmuş. Bir müddet sonra eski rengine dönmüş. Sonra siyah bir kadın çarşafı ile örttük. Açtığımız zaman da simsiyah bir renge girmişti. Sonra da eski rengine dönmüştü. Bukalemun hangi rengin yanında olursa o renge girdi.

İşte kalp de böyledir.Yanındakilerden renk alma kabiliyeti vardır. Huzurlunun yanında huzur alır, gafilin yanında gaflet alır.


SEVENLERİNİN DİLİNDEN MAHMUT SAMİ EFENDİ (2):

• Ali Yakup Cenkçiler Hoca efendi:

“Takva babında bütün evsafıyla selef-i salihinin zahid ve abidlerini andıran bu zatın kemalat-ı maneviyesi hakkında söz söylemek bizim gibi naçiz bir abd-i acizin kârı değildir.”

• Mahir İz (v.1974)

“O Hazret-i Sami’dir. Biz devr-i padişahiden beri neler gördük, fakat böylesine tesadüf etmedik.


• Ali Yekta Efendi (Esad Erbili'nin halifelerinden):

"Evliyâullah'ın tasarrufları ya kavlen ya da hal ile olur. Sâmi Efendi'nin tasarrufu hal iledir. Kelâmi dergâhının en feyizli günlerinde oraya devam eden pek çok ulemâ ve fuzalâ vardı. Fakat Sâmi Efendi o zaman pek genç olmasına rağmen bugünkü gibi kâmil ve hâl sâhibi idi."

Ali Yektâ Efendi, müftülüğünün yanısıra Kelâmî dergâhında seyr u sülûkunu Es'ad Efendi'den tamamlayarak hilâfet icâzetnâmesi almış bir zattır. O, bu icâzetnâmesini ömrü boyunca saklamış ve bir gün tesâdüfen o icâzetnâmeye muttali olan yakınlarına "Onu sakın kimseye söylemeyin. O vazifenin ehli ve salâhiyetlisi Sâmi Efendi'dir." Demişti.

• Süleyman Hilmi Tunahan:

Süleyman Efendi kendisini ziyarete gelen Sami efendi’yi gülümseyerek karşılar ve “Şeyh baba hoş geldin. Ben senin ziyaretine gelemedim ama”dermiş.


• Mahmud Ustaosmanoğlu Efendinin Şeyhi Ahiskalı Ali Haydar Efendi:

Sami Efendinin kendisini mükerrer ziyaretlerinin birinde oradakilere şöyle demişler: “Bu zatın bizi sekizinci ziyaretidir. Biz henüz bir defa bile gidemedik. İşte Allah için ziyaret budur, kemalat da budur"

• Abdülvahid Mutkan Bey anlattı:

“Sami Efendi Hazretleri benim tespit ettiğime göre Üstad Bediüzzaman Said Nursi'yi birkaç kez ziyaret etmiş. Birisinde Draman’da, birisinde zannedersem Akşehir palas otelinde...

Orada Üstadımız daha önceden ağabeylere tembihte bulunuyor ki: “Hocaefendi geldiğinde elini öpün” diye”

• Lütfi Eraslan anlatıyor;

“Yunak müftüsü Süleyman efendi bir gün M. Sami Üstadımıza sormuş: “Efendim, Said Nursi hazretleri o karanlık günlerde nasıl korkusuzca cihada devam etti?


Mahmud Sami Üstadımız cevaben buyurmuşlar ki: “Bir insanın Allah korkusu her tarafını ihata ederse,sair korkular onun bedenine girmeye yer bulamaz.”

• Sâdık Dânâ hazretleri:

“Muhterem üstad hazretlerinin hiçbir fert ile çekiştiklerini; münakaşa ettiklerini, gıybetini yaptıklarını gören, işiten yoktu. O büyük Allah vesilesinin her an kader bahsine hakkıyla vukufları olduğu için hiçbir kimse hakkında su-i zanda bulunmazlardı.

Sevenlerini katiyyen ümitsizliğe düşürmezdi. Huzur-ı âlîlerine gelenler (her ne kadar ihmalci ve hatalı halleri var ise de) büyük bir huzur ve ümit içinde yanlarından ayrılırlardı. Sükût ve edeb ehlini çok severler, yanlarından yer ayırır, iltifatta bulunurlardı. Hülasa o, asırların yetiştirdiği ististani bir şahsiyetti.”


Mehabetinden yüzüne bakmak, hele göz göze gelmek kâbil olmazdı. Etrafa ziyâlar saçan gözlerinin isabet ettiği vücûd, tir tir titrerdi. Hatta O' nun nazarlarından müteessir olup cezbeyle düşüp bayılanlar bile olurdu.

Sohbetlerinde sıkça az yemenin faziletinden çok yemenin zararlarından bahseder bunu âyet, hadis ve hikmetli sözlerle anlatırdı.İhvanla birlikte yenildiğinde "ihvanla yenilende bereket vardır ve bundan suâl olunmayacaktır" buyurarak fazlaca yenilmesine müsâade, hatta teşvik ederlerdi.


En ciddi insanların, en otoriter simaların bile bir zaaf ve hafiflikleri bulunabilir. Fakat onun hayatında böyle bir zaaf ve hafiflik hiçbir zaman görülmemiştir. İstikamet ve edebi her yerde ve her an muhafaza edebilmek keskin kılıcın üzerinde yürümeye benzer. Bu ancak kemâl ehli, tevfik-ı ilâhiye mazhar kimselerin kârıdır.

Allah Rasûlü (s.a.) Efendimiz'in "Emrolunduğun gibi istikamet üzre ol!" (Hûd, 112) ayeti beni ihtiyarlattı" buyurması, bu işin güçlüğüne en güzel delildir.


Şöhretten ve aşırı hürmetten çok rahatsız olurlardı. Nitekim İstanbul Tahtakale'de çalıştığı yıllarda önceleri öğle ve ikindi namazlarında Rüstempaşa ve Marpuççular camilerine cemaata devam ederlerdi. Camide kendisini tanıyanların aşırı tâzim ve hürmeti onu rahatsız etmiş, bilâhare bu namazları yazıhanede kılmaya başlamışlardır. Yalnız, ihvâna;

- Siz cemaata devam edin, o şeref ve faziletten mahrum kalmayın, buyurmuşlardır.


Kanser olan Gürses'e ilginç müjde

Merhum Reisülkurra Abdurrahman Gürses, Sami Efendi'nin hayatında müstesna bir yere sahipti. 1970'li yıllarda prostat kanseriyle doktorlar hayatından ümit keser gibi olduğunda, hastanede ziyaret eden Sami Efendi, manevî bir işaretle yeniden sağlığına kavuşup uzun yıllar Kur'an–ı Kerim'e hizmet edeceği müjdesini verdi.

Sami Efendi hafızdı ve Kur'an–ı Kerim'e aşk derecesinde bağlıydı. Hamele–i Kur'an'a çok saygılıydı. Kur'an–ı Kerim dinlemeyi severdi. Huzurlarında bir hafızın Kur'an okuması gerektiğinde onu yanına çağırır, mutlaka yüksek bir yere oturturdu. Kur'an'ı en iyi anlama yolunun onu yaşamaktan geçtiğini sık sık ifade ederdi.


Sami Efendi, İslam hukukuna ve fıkhî malumata vâkıf olmasına rağmen fetva istemek üzere kendisine gelenleri İstanbul müftüsüne havale ederdi. Meseleyi ehline havale etmenin ve akademik ihtisasa hürmetin önemini bu hareketiyle gösteriyordu. Madde ve mânâ dengesine dikkat eder ve zahirin desteklemediği batına önem atfetmezdi.


Nakşibendiyye’de “Silsile-i Âliye”nin otuz üçüncüsüdür. Sahibü’z-Zaman’dır. Muttakiler imamı, veliler başbuğu, arifler sultanı, bâb-ı Ebâ Bekirü’s-Sıddîk (r.a.)’ın son dönem postnişinlerindendir. Zü’l-cenaheyndir. Haya, edeb, takva, vera’, hikmet, irfan, nezaket timsâlidir.

Cenâb-ı Hak Teala’nın ümmet-i Muhammed’e asrımızda bahşettiği Hak dostu, Hak rahmeti ve Hak nurudur. Gününün yirmi dört saatini Rasûlullah Hazretlerinin (
sav.gif
) “Sünnet-i Seniyye”lerine ve “Her biri birer hidayet yıldızı” olan Ashâb-ı Kiram (r.anhüm) hazeratına uyduran ahlak-ı hamide sahibi bir veli-yi âli-i kadir’dir. Yetmiş yılı aşan irşad dönemlerinde ümmet-i Muhammed’den binlerce kimse kendilerinden, sohbet ve telifatlarından feyz almışlardır.



Sade, mütevazı ve muntazam bir hayatları vardı. Ahlakları, dillerinden düşürmedikleri Sahabe (r. anhüm)’nin ahlakına benzerdi. Emanete riayet ederler ve verdikleri söze titizlikle sadakat gösterirlerdi.

Bu uzun ve mübarek ömrü Hakk Teala’nın emrinde ve taatinde geçirmişlerdi. Allah u Teala’nın zikriyle, fikriyle ve şükrüyle dopdoluydular. Öyle ki en çetin ızdırapları çektikleri günlerde bile zikir, fikir ve şükürden bir lahza ayrılmamışlardır.
http://irsadforum.net/forum/mahmud-...hu)/sevenlerinin-dilinden-mahmut-sami-efendi/
 
Birbirinizle Çekişmeyin

Mahmut Sami Ramazanoğlu (k.s.)

Allahu Teâlâ Hazretleri Enfâl Sûresinde “Allah’tan korkun ve birbirinizin arasını düzeltin” buyuruyor. Yani Allah’tan korkun ve Allah’ın gazabına sebep olacak tartışmalardan, anlaşmazlıklardan sakınarak aranızdaki hoşnutsuzlukları giderin. Müminler birbirlerine muhalefet ettikleri takdirde elbette ki, aralarında anlaşmazlık ve mücadele ortaya çıkacak ve birlikteliklik amacı yok olacaktır.
Hak Teâlâ Hazretleri yine Enfâl Sûresinde “Birbirinizle çekişmeyin! Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Sabredin.” buyurmaktadır.
Allahu Teâlâ mü’minlerin kendi aralarında çekişmelerini ve birbirleriyle ihtilafa düşmelerini yasaklamakta, böyle bir tehlike baş gösterdiğinde ortaya çıkacak iki sonucu da bizlere bildirmektedir:
1- Bu halin başarısızlık, zaaf, soğukluk ve korku meydana getirmesi,
2- Bu yüzden kuvvet ve azametin, kudret ve sebatın elden gitmesi.
Şu halde, ancak kalpler ve gayeler birleştiği zaman başarı ve selamete ulaşılır, dilekler tam anlamıyla gerçekleşir.
İşte bunun içindir ki, Hak Teâlâ Hazretleri insanların günde beş defa mescitlerde bir araya gelmelerini ve haftada bir defa camide toplanmalarını, senede iki defa bayram münasebeti ile bir yerde toplanmalarını ve ömürlerinde bir defa da hac vesilesiyle bütün beldelerden gelip Beytullah’ın etrafında birleşip Arafat’ta hep birlikte vakfeye durmalarını emretmiştir.
Hak Teâlâ Hazretleri yarattıklarını, nezih şeriata tabi olmak, onun kanunlarını ve din kardeşliğinin içerdiği hakikatleri korumak, söz ve kalp birliği ile Muhammed ümmetinin bütün fertlerinin haklarını güven altına almak suretiyle Kendisinin bilinmesi, ubudiyyetin gerçekleşmesi ve rububiyyet haklarının yerine getirilmesi için yaratmıştır.
Birbiriyle yardımlaşmak ve anlaşıp birleşmekteki asıl gaye de budur. Bunun içindir ki Hak Teâlâ Hazretleri mü’minlere “İyilik ve takvada yardımlaşın, fenalık ve düşmanlıkta yardımlaşmayın.” buyurmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde “Birbirinize haset etmeyin, birbirinize helâke sürüklemeyin, birbirinize buğzetmeyin, kardeşçe Allah’a kul olun!” buyurmuştur.
Hak Teâlâ Hazretleri bir âyet-i kerîmesinde “Onlar Rablerinin davetini kabul ederler ve namazı da dosdoğru kılarlar. Onların işleri aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan onlar Allah yolunda harcarlar. Onlar, bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman birbirleriyle yardımlaşırlar.” buyuruyor.YENİ DÜNYA

Mahmut Sami Ramazanoğlu (k.s)


http://irsadforum.net/forum/mahmud-sami-ramazanoglu-(kuddise-siruhu)/birbirinizle-cekismeyin/
 
Cihad Allah Yolunda Oldukça

Mahmud Sami Ramazanoğlu (K.S)
Ebû Hüreyye -radıyallahu anh-'dan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

- "Allah yolunda harb eden mücahidlerin benzeri Allah kendi yolunda cihad eden kimse(deki gaye)yi çok iyi bilir ya- gündüz oruç tutan ve gece namaz kılan mü'minin mislidir.

- Allah, kendi yolunda döğüşen mucahid için ya şehadeti suretiyle onu -sorgusuz derhal- cennete koymayı, yahud mücahidin sevabla veya ganimetle beraber salimen meskenine dönmesini deruhde etti."1

İzahı:

Allah kendi yolunda cihad eden kimsenin maksadını çok iyi bilir, fıkrasından murad; mücahidin Allah adını î'la gibi halis bir niyet ile mi yoksa mal tama'l gibi fasid bir arzu ile mi gaza meydanına atıldığının Cenab-ı Allah yanında ma'lum olduğunu beyandan ibarettir.

Oruçlu nasıl yemekden, içmekden, cinsî münasebetten nefsi imsak ederse, mücahid de düşmana saldırarak düşmanın savletinden kendini esirger.

Oruçlunun kalbi her zaman Allah ile meşgul olup sevaba nail olduğu gibi mücahidin de her zamanı, ecir ve sevabı müstelzim halis ibadettir.

Tevbe sûresinin bir ayetinde mealen: Allah yolunda mücahidlerin ne bir susuzluk, ne bir yorgunluk, ne bir açlık çekmeleri, ne de kafirleri gayza getirecek bir mevkii çiğnemeleri, ne de düşmandan bir muvaffakıyete nail olmaları olmaz ki; mukabilinde kendileri için mutlak bir halis amel yazılmış bulunmasın. Çünkü Allah muhsinlerin ecrini zayi, etmez"2 buyuruluyor.

Hadîsin son fıkrasında Allah yolunda cihad eden mucahid için şöyle bir ilahî kefalet haber veriliyor:

Mucahid gaza meydanında şehid olursa Allah'ın inayeti ile hesabsız azabsız derhal cennete gideceği, şehid düşmez de salimen evine döner ise eli boş değil, ya ecr ü sevab ile, yahud hem sevab hem de ganimet ile birlikte döneceği va'd edilmiş bulunuyor.

Ebû Hüreyre -radıyallahu anh-'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir. Bir kere Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'e birer kişi geldi de:

-"Ya Rasûlallah, bana cihada muadil bir ibadete delalet buyurulsa!" dedi. Rasûlullah:

- Ben cihad değerinde bir ibadet bulmuş değilim ki, buyurdu ve devam edip:

-(Sana sorarım) Gücün yetişir mi ki, mücahid sefere çıktığı sıra sen de mescidine girip o dönünceye kadar namaz kılsan da hiç usanmasan ve oruç tutsan hiç iftar etmesen? diye sordu. O kişi:

- Buna kimin gücü yeter ki! diye cevab verdi.

Enes bin Malik -radıyallahu anh-'den Nebî -sallallahu aleyhi ve sellem-'in şöyle buyurduğu rivayet olunmuştur:

- Sabahleyin veya akşamleyin herhangi bir zamanda Allah yolunda bir kere Cihad için yürüyüş, hiç şüphesiz dünyadan ve dünyadaki yerlerin hepsinden hayırlıdır.

Ebû Musa'l-Eş'arî -radıyallahu anh-'den şöyle dediği rivayet olunmuştur:

Bir kere Nebî 'sallallahu aleyhi ve sellem-'e bir kişi geldi de o, "Ya Rasûlallah! bir kısım kimseler ganîmet malı için muharebe eder, bir kısım kimseler de halk arasında öğülmek için muharebe eder. Bir kısım insanlar da şecaatde mevkii görülsün diye cihad eder. Şu halde Allah uğrunda cihad eden kimdir?" diye sordu. Resülullah -sallallahu aleyhi ve sellem-:

- Kim ki yalnız Allah adı yüce olsun diye cihad ederse o mücahidin cihadı Allah yolundadır, buyurdu.3

Dipnotlar : (1) Tecrit-i Sarih Terc. 3/297. (2) Tevbe Sûresi/120. (3) Tecrid-i Sarih Tercemesi 8/324.

Kaynak: Altınoluk Dergisi Nisan 1988
 
Üst