vefatının 50 yılı

AMİNE

Well-known member




Bediüzzaman Said-i Kurdî

Said-i Nursî 23 Mart 1960 yılında Urfa’da vefat etti. Ölümünün 50. yılında anılıyor, ama ölümünden sonra naaşına reva görülen muamelenin barındırdığı sırlar hâlâ keşfedilmiş değil.
Benim kuşağımın, İslami referanslarla arası pek iyi değildi. Sosyalist ideolojiye duyduğumuz bağlılık, İslami değerlere, başka fikirlere ve siyasi kültürlere ait birikimi görmemizi ve anlamamızı engelliyordu zaten. Dünyanın ve hayatın gri bölgesi yoktu hiç.
Sosyalizm gibi modern bir ideolojiyi savunuyorduk, ama Türkiye’nin her şeyden önce entelektüel damarlarını derinden etkilemiş ve halka mal olmuş Said-i Nursî hakkında ve mesela Necip Fazıl, Cemil Meriç gibi aydınlarımız hakkında hemen hiçbir fikrimiz yoktu. Sosyalizmin Alfabesi, Komünist Manifesto, En Güzel Dünya gibi eserler başucu kitaplarımızdı. Bunların yanına bir de, her birinin gerçekten de çok trajik olarak yaşanmış hayat hikâyelerine bakıp, dersler çıkarmaya çalıştığımız ve ulusal kimlik arayışlarımıza referans olarak kabul ettiğimiz ağabeylerimiz vardı ve Musa Anter bu etnik referansların merkezinde yaşayan en önemli politik şahsiyetti.
Said-i Nursî’nin fikirleri hakkındaki tartışmalar bugün de sürüyor. Ama benim için O, her şeyden önce, siyasal iktidarlara ve onların şiddetine boyun eğmemiş bir mütefekkirdir. Olgunluk döneminde aklı ve kalbi sentezlemenin mücadelesini vermiştir. Akıl ve bilimsel gelişmeler ışığında yapılacak olan İslami yorumların, geleceğimizin şekillenmesinde büyük katkısı olacağına inanıyordu.
Türkiye’nin bugünkü siyasi tablosuna ve gidişata baktığınızda, yaşanmakta olan muazzam değişimin siyasi referansının dayandığı kodlarda, bu düşüncenin etkisini görebilirsiniz.
Said-Kurdî (O’na inananlar bu sıfatı da kullanırlardı) İngilizlerin İstanbul’u işgal etmelerine karşı durdu, Mustafa Kemal’i Milli Mücadele yıllarında destekledi. Ama Kemalist kadroların yeni bir ulus-devlet inşa sürecinde uygulamak istedikleri planların farkına vardığında Van’a geri döndü. Kemalistlerle arasına mesafe koydu ve yeni dönemin jakoben uygulamalarına karşı koyacak ‘entelektüel açıdan muktedir’ bir toplumsal gücün oluşması gerektiğine inandı. Hayatını bu amaca adadı.
Yaşadığı dönemdeki Kürt siyasi hareketlerine ve isyanlara ilgi duyduğu söylenemez. Şeyh Sait hareketini de kardeş kavgasına yol açacak endişesiyle desteklememiştir zaten.
O’nun Kürt coğrafyasında modern ve dinsel bilimleri Arapça, Türkçe ve Kürtçe öğretecek bir üniversitenin açılması projesi –ki bunun adını Medresetü’z Zehra koymuştu- hâlâ güncel. Mardin’de Artukoğulları Üniversitesi bünyesinde açılması düşünülen ‘Yaşayan Diller’ bölümünü, az çok bu fikrin hayata geçmesi olarak görmek mümkündür. Ama bir farkla ki, Said-i Kurdî Kürtçe eğitimi savunmuş ve bu dili sadece ‘arkaik’ bir dil olmanın ötesinde bir eğitim dili olarak görmüştür.
Said-i Nursî’nin Türkiye’deki her şey gibi ‘Türleştirildiğini’ unutmadan O’nu hatırlamak çok doğru olmaz. Onun fikirleri söz konusu olduğunda, bu Türkleştirmenin yarattığı haksızlık, Nur Hareketi içinde ve en azından Kürt Nurcular arasında yıllar yılı hep üzüntüyle hatırlanmış ve hissedilmiştir. Bu ‘Türkleştirmenin’ bir sonucu olarak, Risalei Nur Külliyatı içinde geçen ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ sözcüklerine yapılan atıfların ortadan kaldırılmış olması, Bediüzzaman’ın düşünsel mirasına aykırı ve ahlaki olmayan bir davranış olarak görülmüştür.
Geçmişin bu yanını düşündüğüm ve hatırladığım her zaman, bir şeye çok hayıflanırım. Nasıl olmuş da dünyanın en önemli düşünürlerini öğrenmenin büyük merakı içinde olduğum gençlik yıllarında, Said-i Nursî gibi bir âlimin kitaplarını, risalelerini hiç okumamış ve onun hayatını hiç merak etmemişim!.
Bu hayıflanmanın ‘kendi kökleriyle buluşmaya’ geç kalmış olmanın verdiği duygudan başka, benim için bir önemli sebebi daha var.
O da, babamın amcası olan Mıhallemi Miri Halil Bey’le, Said-i Nursî’nin sürgünlüğe giden yollarda kader arkadaşlığı yapmış olmalarıdır.
Ben bu ‘ iki sürgün dost’ arasında geçen münasebeti çok sonraları öğrendim.
Said-i Kurdî ve Halil Bey Isparta’da birlikte sürgün olarak yaşamışlar ve Halil Bey bu sürgünlüğe dayanamayıp kaçmış ve kırk gün süren bir yürüyüşten sonra Suriye’de Fransızlara sığınmıştı.
Bediüzzaman Saidi Nursî’yi anarken, onun düşünceleri hakkında sormamız gereken sorular bugün bir hayli fazla. Bir kere baştan sona trajik bir yaşam söz konusu. Sahibine bir mezar hakkı bile vermemiş bir yaşam. Ruhu şad olsun.
 

müdavim

Üye Sorumlusu
O Bediüzzaman'dır

Vefatının ellinci yılında kendisini hasretle anarken...

Bu köşede, çeşitli vesilelerle dediklerimize ek olarak söyleyecek olursak: Öyledir, çünkü o, helaket ve felaket asrının adamıdır. İnsanları yeni baştan imana davetle görevlidir. İmanın, kendi derununda nasıl bir tuba meyvesini, küfrün kendi içinde nasıl bir cehennem zakkumunu taşıdığını insanlara o anlatacak, o açıklayacaktır. Dahası, imanın bütün rükünlerinde sonsuz inkişafı tekeffül edecek ve bu en zor ve zorlu vazifede muvaffak da olacaktır.


İlzamdan çok iknayı seçecektir. İcbar ve zorlama yollarının geçersizliğini gösterecek, kalbin yanında aklı, vicdanı da konuşturacaktır. Ruhlara kanat çırpıp yükseklere uçmayı öğretirken, insan mahiyetini oluşturan diğer duyguları, başka başka latifeleri de asla ihmal etmeyecek, onların da kendi kemallerine doğru yol alıp gitmelerine, gelişip serpilmelerine zemin hazırlayacaktır.


İnsanın sadece kalp ve nefisten ibaret olmadığını, tam ve mükemmel bir terbiyenin, insanı bütün mahiyetiyle eğitmesi gerektiğini söyleyecek; bu bağlamda da yeni bir eğitim çığırına öncülük edecektir. Okunurken, mahiyet bütünlüğünü korumak kaydıyla terbiye de olma, onda ve eserlerinde yeniden şekillenecektir.


O Bediüzzaman'dır. Çünkü o, ümitlerin dibe vurduğu bir dönemin davetçisidir. Herkesin, en allamelerin dahi sosyalizm, komünizm, kapitalizm, liberalizm, nihilizm, rasyonalizm gibi insan tabiatına ve varlık hikmetine taban tabana zıt akımlar, düşünceler, ideolojiler karşısında sarsıldığı, paniklediği, yese düştüğü bir dönemde, evet o, sadece o, hakkalyakin imandan, harika çapta Rabbine bağlılıktan kaynaklanan bir güven ve itminan ile "Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılabatı içinde en yüksek ve gür seda İslam'ın sedası olacaktır; dünyayı yöneten bütün güçlü çarklar/asiyaba bir gün İslam hesabına işler hale gelecektir" (mealen) diyebilmiş ve onca çileye, işkenceye, yıldırma girişimlerine rağmen asla dediğinden, söylediğinden ve aksiyonunun seyrinden zerrece taviz vermemiştir.


Bediüzzaman, doğru bildiğini, doğru söylemeyi de bilmiştir. Ne korkuya ne de korkusuzluğa yenik düşmüştür. O sürekli dengenin, mizanın, ölçünün, tedbirin ve istikametin adamı olmuştur. Bu meyanda o, tekvini kurallara riayet hikmeti yanında, sebep-sonuç ilişkisinin sadece bir iktirandan ibaret olduğu gerçeğinden hareketle, en olumsuz gibi görünen süreçlerde dahi İlahi iradenin, İlahi meşietin esas olduğunu haykırarak, Kudretullaha olan güvenini daim korumuştur. Ve iman onda teslimiyet baharı açmış, teslimiyet onda tevekkül iklimli bir cennet şuuruna dönüşmüştür.


O Bediüzzaman'dır. Çünkü o, cehaletin her türlüsüne karşı en amansız, en olağanüstü mücadeleyi vermiştir. Kalemini "seyfullah" edinmiştir. Hikmet onun elinde en güçlü silah olmuştur. Okumayı öğretmiştir çevresine. Kur'an'ı kainat gibi, kainatı Kur'an gibi okumayı öğretmiştir. "Şu kainat mescid-i kebirinde Kur'an kainatı okuyor" ifadesi ne müthiş tespittir. Hele onun, "Kur'an, şu kitab-ı kebiri kainatın bir tercüme-i ezeliyesi..." diye başlayan ve gittikçe derinleşen, girdaplaşan Kur'an tarifi ne baş döndürücü tariftir.


Bediüzzaman, düşüncesiyle, yaşantısıyla, ihlasıyla, samimiyetiyle, zühdüyle, verası ile, takvası ile, ismeti ile, iffeti ile, azmiyle, kararlığı ile, ferasetiyle, basiretiyle, şefkatiyle, muhabbetiyle, tevazuu ile, mahviyetiyle ve daha sayılamayacak kadar çok nice ahlaki seçkinlikleriyle Kitap ve Sünnetin şekillenmiş yankısı olmuş ve hep öyle de kalmış bir abide şahsiyettir. O, tecdidini, geleneksel mirası hiç örselemeden, geçmiş değerleri asla aşındırmadan, her türlü fantastik eğilimlere ve su-i istimale götürücü düşüncelere kapalı kalarak gerçekleştirmiştir. Bu sağlam duruş, bu rasih hal de onun göz kamaştıran, çok yönlü mükemmel cephelerinden biridir.


O Şems-i Taban'nın, o Pir i Mugan'ın, o Sahipkıran'ın, o Bediüzzaman'nın yolunu yol, izini iz edinebilmemiz duasıyla...

Latif ERDOĞAN
 
Üst