Ahiret Ehliyeti Cevşen, Dünyada da Geçer !

Huseyni

Müdavim

65344.jpg


11 Ocak 2010
risalehaber.com


İstanbul Süleymaniye'de Zübeyir Gündüzalp'le Risale-i Nur'un neşrinde ve dağıtımında çalışanlardan biriydi Halil Yürür. O, gözünü daldan budaktan sakınmayan Koca Halil, Risale-i Nur'un yasaklandığı günlerde eserleri sakladıkları depolardan ve sevkiyattan sorumlu idi. Bir keresinde kolileri arabaya doldurup götürürken polis durdurmuş:

"Ehliyet lütfen."
Halil Yürür'de ehliyet ne gezer! Cebinde devamlı taşıdığı Cevşen'i çıkarıp uzatmış:

"Buyurun beyefendi."
Polis, Cevşen'i elinde evirip çevirmiş, Arapça yazılı dualardan başka bir şey görememiş:

"Bu ne, bu? Ben senden ehliyet istiyorum. Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" demiş.
Halil Yürür bu defa daha üst perdeden ve kesin bir ifadeyle polise cevap vermiş:

"Ne demek bu ne? Bu ahirette geçiyor da dünyada niye geçmiyor?"
Polis bir Halil'e, bir dua yazılı Cevşen'e bakmış ve hışımla:

"Hadi git işine be adam, başıma bela olma" demiş.


(Kaynak: Hayatını Davasına Adayan Adam Bekir Berk- İhsan Atasoy)
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Bediüzzaman Said Nursi, Cevşen’in “Âl-i Beytin manevî ve gayet mühim bir mirası ve bir feyiz kaynağı” olduğunu belirterek Allah’ı tanıyıp tarif etme konusunda Cevşen’in bir benzeri olmadığını söylüyor. Allah (c.c), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hakikatini, ulûhiyetinin tecellilerine kapsamlı bir ayna yapmış ve bütün isimlerinin en büyük ve en yüksek mertebelerine onu mazhar ederek Kur’ân’dan çıkmış “Cevşen” gibi harika bir münacatı O’na nasip etmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi, Cevşen’in “Âl-i Beytin manevî ve gayet mühim bir mirası ve bir feyiz kaynağı” olduğunu belirterek Allah’ı tanıyıp tarif etme konusunda Cevşen’in bir benzeri olmadığını söylüyor. Allah (c.c), Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hakikatini, ulûhiyetinin tecellilerine kapsamlı bir ayna yapmış ve bütün isimlerinin en büyük ve en yüksek mertebelerine onu mazhar ederek Kur’ân’dan çıkmış “Cevşen” gibi harika bir münacatı O’na nasip etmiştir.


Sözlükte “zırh, savaş elbisesi” anlamına gelen Cevşen, Arapça bir kelimedir. “Büyük zırh” manasında olan meşhur Cevşen-i Kebîr duası ise Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) büyük bir münacatıdır. Bu münacatla Efendimiz (s.a.v.), Cenâb-ı Hakk’a bin bir ismiyle dua eder ve ateşten O’na sığınır.(1)

Yüz bölümden meydana gelen Cevşen’in her bir bölümünde Cenâb-ı Hakk’ın on ismi yer alır. Böylece bin bir isim ya açıkça veya işaret edilerek belirtilir. Her on isimden sonra Efendimiz (s.a.v.) Rabb’ini her türlü noksan sıfattan, aczden ve şerikten tenzih eder. Sonra, “Senden başka hiçbir ilâh yok ki, bize imdat etsin. El-Aman, el-Aman! Bizi ateşin azabından ve Cehennem’den kurtar.” diye dua ederek Cenâb-ı Hakk’a sığınır. Dünya afetlerinden ve ahiret aza­bından kurtulmak için niyaz eder.

Çünkü Kur’ân-ı Kerim’de “En güzel isimler Allah’­ındır; o isimlerle O’na dua edin. O’nun isimleri hakkında haktan ayrılanları ise bırakın. Onlar işlediklerinin cezasını göreceklerdir.” (2) buyurulur. İşte Kur’ân’ın en büyük müfessiri olan Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu isimlerin hangi isimler olduğunu ve onlarla Cenâb-ı Hakk’a nasıl dua edileceğini Cevşen duasıyla göstermiştir.

Cevşen, Allah’ı anlatmada benzersizdir

“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (3) ayeti ile diğer bazı ayetlerin dersinden anlıyoruz ki, her bir ilâhî isim bu kâinattaki bir âlemi aydınlatıyor, küfür ve dalaletten gelen karanlıkları, gafletleri parça parça ediyor. Sapıtmış veya gaflete dalmış insanların saklandıkları perdeleri yırtıyor. Devekuşu misali başını kuma sokanların başlarını kumdan çıkartıyor. Kâinatı bireyleriyle ve türleriyle hallaç edip tarıyor. Tabiat ve tesadüf putlarını veya Allah’tan başka bütün uydurma otoriteleri ve sahte tanrıları kâinattan kovuyor. İnkârcıların tutunacağı hiçbir dal bırakmıyor. Her şeyin bir olan Allah’a ait olduğunu göstererek gerçek tevhide ulaştırıyor ve insana Allah’ın huzurunda olduğunu hissettiriyor.(4)

Zira şu kâinatta gördüğümüz, işittiğimiz, tattığımız ve tanıdığımız her türlü hâl, fiil, şe’n ve şey Esmâ-i Hüsnâ’nın çeşitli renk ve tonlarda yansımasından başka bir şey değildir. Mealen de olsa, Cevşen’i tefekkürle okuyan kimse bu gerçeği daha yakından hissedebilir. Ayette geçen “O isimlerle O’na dua edin!” emrinin hikmetini anlayabilir, o isimlerin hakikatinden ayrılan kimselerin de nasıl doğru yoldan ayrıldığını ve azabı hak ettiğini kavrayabilir.

Cevşen’deki İlâhî isimleri tefekkür etmek sadece gafleti dağıtmaz, Allah’ı tanıma konusundaki dereceyi de yükseltir. Üstad Bediüzzaman, Allah’ı tanıyıp tarif etme konusunda Cevşen’in bir benzeri olmadığını belirtiyor. (5) Meselâ Mecmuatü’l-Ahzab’da Cevşen’le beraber birçok ârif ve velî zatların duaları da yer alıyor. Bunlar arasında İmam-ı Gazâlî, Abdulkadir Geylânî, İmam-ı Nakşibendî gibi büyük zatların münacatları var. Başka insanların birikiminden ve birbirlerinin tecrübelerinden yararlandıkları halde ne Cevşen’deki marifetullaha yetişebilmişler, ne de Cenâb-ı Hakk’ı Cevşen’deki gibi tarif ve tavsif edebilmişlerdir. O dualarla Cevşen’i kıyaslarsak, hiç kimseyi taklit etmeden Rabb’imizi en doğru ve en geniş niteliklerle tarif edip tanıtan zâtın, ümmî Peygamber olan Efendimiz (s.a.v.) olduğu hemen anlaşılır.

Çünkü âlemlerin Rabb’i olan Allah, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) hakikatini ulûhiyetinin tecellilerine kapsamlı bir ayna yapmış ve bütün isimlerinin en büyük ve en yüksek mertebelerine onu mazhar etmiş. O hakikate ve o mertebelere lâyık olan Kur’ân gibi büyük bir mucizeyi ve Kur’ân’dan çıkmış Cevşen gibi harika bir münacatı da ona nasip etmiştir. (6) Yani, Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e öyle büyük bir din nasip etmiş ki, kullukta en mükemmele ulaşmak isteyen büyük veliler ve büyük zatlar, olgunluk derecelerinin fihristini o dinde bulmuş ve kulluğun sağlam ve mükemmel programını o dinde görmüş ve tatbik etmişlerdir. Çünkü bütün insanlığa hitap eden en mükemmel din onun dinidir. Böyle bir din onun manevî şahsiyetinin ne kadar engin olduğunu gösterir.

İşte Peygamber Efendimiz’in (a.s.m.) manevî şahsiyeti olan hakikati böyle bir hakikattir. O hakikate tam sahip olamayan başka bir kimse yoktur ki, onun münacat ve duası Efendimiz’in (s.a.v.) Cevşen münacatı gibi mükemmel olsun, Rabb’ini tarif ve tavsifte onunki kadar kapsamlı olsun. Elbette olamaz.

Bediüzzaman, Cevşen hazinesini açmıştır

Üstad Bediüzzaman, Yirmi Sekizinci Lem’a’da (7) Cevşen-i Kebîr için “Âl-i Beytin manevî ve gayet mühim bir mirası ve bir feyiz kaynağı” olduğunu belirttikten sonra, ilk zamanlarda Cevşen’in tamamını her gün bir defa, bazen de iki-üç defa okuduğunu ve talebelerine de tavsiye ettiğini yazar.

Yine aynı yerde, Cevşen-i Kebîr’in içinde İsm-i Âzamla beraber bin bir adet İlâhî ismin bulunduğunu ve o isimlerle Kur’ân ilimlerini açan Risale-i Nur’u yazdığını ve o isimlerin feyziyle Risale-i Nur’u Kur’ân’a tefsir yaptığını açıklar.

Bu noktada Kur’ân; Cevşen, Ehl-i Beyt ve Risale-i Nur ilişkisine bir göz atmak adına, örnek olarak teksirlerde yer alan Üçüncü Şua’nın baş kısmını mealen buraya kaydedelim:

“Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’­ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde, her türlü canlı­yı yeryüzüne yaymasında, rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlar­da, aklını kullanan bir topluluk için nice deliller vardır.” (Bakara Sûresi, 2: 164.)

Bu büyük ayetin, çeşitli nuranî perdelerinden tevhide dair bir perdesini büyük müfessir ve en mükemmel tercüman olan Resul-i Ekrem (s.a.v.), emsalsiz en büyük bir münacat olan el-Cevşenü’l-Kebîr namındaki doksan dokuz bölümde bin bir Esmâ ile bin bir burhana işaret ederek, bu âyeti tefsir ve Rabb’ini tarif etmiş­tir... (O bölümlerden birinde mealen diyor ki:)

“Ey göklerde ve ecrâm-ı ulviyede azameti görünen Zât-ı Zülcelâl!

Ey zeminde ve zeminin her bir mevcudunda vahdaniyetin delilleri, ayetleri müşahede edilen Zât-ı Zülkemâl!

Ey her bir şeyde ve mahlûkta vücub-u vücuduna delalet eden burhanlar bulu­nan Zât-ı Vacibü’l-Vücud!

Ey azametli denizlerde acîbeleri yaratan Zât-ı Celîl-i Zülkemâl!

Ey dağlarda zîhayatların hâcetleri için iddihar edilen hazineleri halk eden Hallâk-ı Kerîm!

Ey her bir şeyin yaratılışını güzel yapan, güzel tedbirini gören ve ona levâzı­matını güzel bir tarzda veren Zât-ı Cemîl-i Zülikrâm!

Ey her şey her bir hâcetinde, her bir emrinde O’na müracaat eden ve her bir mevcud her bir keyfiyetinde O’na dayanan ve her bir hak ve hakikat ve hüküm ve hâkimiyet O’na râci olan Zât-ı Kadîr ve Rabb-i Külli Şey!

Ey her şeyde zâhir bir surette lütfunun eserleri ve inayetinin cilveleri ve güzel san’atının lâtif nakışları ve rahmetinin letâfetli hediyeleri müşahede edilen Zât-ı Lâtif-i Habîr!

Ey zîşuur mahlûkatına kudretini göstermek için kâinatı bir meşher-i acayip ya­pan ve umum masnuatını kudret ve hikmet ve rahmet gibi kemâlatını teşhir et­mek için birer dellâl, birer ilânname hükmüne getiren Zât-ı Kadîr-i Hakîm!

Sen aczden, şerikten, kusurdan münezzeh ve mukaddessin. Senden başka ilâh yok ki bize imdat etsin... El amân, el amân! Bizi azap ateşinden ve Cehen­nem’den kurtar.”

İşte Büyük Müfessir olan Resul-i Ekrem (s.a.v.), baştaki büyük ayetin bir per­desini bu münâcât ile tefsir etmiş. Resul-i Ekrem’in (s.a.v.) gayet büyük ve mü­dakkik bir tilmizi ve gayet zeki ve muhakkik bir şakirdi olan Hz. İmam-ı Ali (r.a.) dahi üstadının münâcâtvâri tefsirine münâcâtlı bir tefsir yapıp, o mü­nâ­câ­tın bir yüzünü keşfederek, o âyetin vecihlerinden bir vechini açmış ve Üs­tad-ı Ekrem’inin münâcâtına bakarak arkasında âyetin bir yüzünü tarif edip de­miş:

“Yâ İlâhî! Göklerde hiçbir deverân ve hareket yoktur ki intizamıyla ve hikmet­leriyle senin vücuduna (varlığına) şehadet etmesin ve seni tanıttırmasın. Hem zeminde hiç­bir tahavvülât ve tebeddülât ve keyfiyet ve san’at yoktur ki; mizan ve nizamıyla senin vahdaniyetini ve rububiyetini bildirmesin ve Sen’i tanımasın. Hem deniz­lerde hiçbir mahlûk, hatta hiçbir katre su yoktur ki hikmetleriyle senin vücuduna delalet etmesin ve Sen’in rububiyetine şehadet etmesin. Hem dağlarda zîhayatlar için iddihar edilen hiçbir madeniyat ve ilâçlar ve taşlar yoktur ki faideleriyle se­nin rububiyetini tanımasın ve senin mevcudiyetine şehadet etmesin. Hem kalplerde hiçbir gaybî hatıralar ve ilhamlar yoktur ki Sen’in varlığına işaret ve vahdetine şehadet etmesin. Hem ağaçlarda hiçbir yaprak yoktur ki; intizâmâtıyla (düzenli oluşlarıyla) ve hikmetleriyle Sen’i tanımasın, yani Sen’in san’at eserin olduğunu bildirmesin. Hem cisimlerde hiçbir hareket yoktur ki Sen’in rububiyetine şehadet etmesin. Ey Hâlık’ım, arz ve semâvâtı teshir eden kudretinin hakkı için matlubumu bana mu­sahhar eyle.”

İşte İmâm-ı Ali’nin (r.a.) bir aciz şakirdi ve Kur’ân’ın bir fakir hâdimi dahi üstadının bu münâcâtını bir münâcâtla tefsir ederek, üstadının üstadı olan Mü­fessir-i Âzam’ın (s.a.v.) Cevşen-i Kebîr münâcâtında yüz fıkrasından bir tek fıkra olan buradaki münâcâtın bir vechini tefsir ile, o büyük ayetin bir yüzünü İsm-i Âzam ışığıyla açmak isteyip diyor ki…]

Bu girişten sonra Üstad Bediüzzaman baştaki ayetin bir yönünü tefsir etme adına Üçüncü Şua’daki o uzun münacatı yazmıştır.

Kur’ân, Cevşen ve Risale-i Nur’u devamlı okuyanlar, bu Üçüncü Şua’daki kadar sistematik olmasa da, diğer risalelerin hemen hemen her cümlede Cevşen’deki İlâhî isimlerin feyzini yakından hissedebiliyorlar.

Cevşenin fazileti

Cevşen’in faziletine ait Mecmuatü’l-Ahzab’daki ilgili bölümde çok uzun bir rivayet naklediliyor. O rivayette Cevşen duasını okuyanlar için, Tevrat, İncil, Zebur, Kur’ân ve Hz. İbrahim’in (a.s.) sayfalarındaki harfler sayısı kadar sevab verileceği; Hz. İbrahim, Hz. Mûsâ ve Hz. İsâ’nın (aleyhimüsselâm) sevapları kadar sevap kazanacağı; meleklerin kendisine hürmet edip onu tehlikelerden koruyacağı; hem dünya hem ahiret nimetleri için ona dua edecekleri gibi daha birçok faziletlerden bahseder. Oradaki rivayet hakkında Üstad Bediüzzaman şu yorumda bulunur:

“Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşenü'l-Kebîr hakkında ve akıl haricindeki sevap ve faziletine dair bir hadisi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş:

“Râvi, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Hâlbuki hadsiz bir mübalâğa görünüyor. Meselâ içinde der: 'Bu duaya Kur'ân kadar sevap verilir.' Hem 'Göklerdeki büyük melâikeler, o dua sahibini gördükçe kürsilerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler.' Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez” diye, Risale-i Nur'dan imdat istedi. Ben de Kur'ân'dan ve Cevşen'den ve Nur'lardan gayet kat'î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:

Evvelâ: Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında on adet "usul" var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.

Saniyen: … Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acip sevap, zât-ı Ahmediye’nin (s.a.v.) velâyet-i kübrâsından ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duanın mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve İsm-i Âzam mazharı olan zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.

Salisen: …O duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnâ’nın hakikatlerine baktığı zaman, değil mübalâğa, belki onların nihayetsiz tecellîlerinden gelmesi mümkün… (Her mümkün her zaman ve herkes için vaki olmaz.)

Rabian: …Hem İslâmiyet’te her sevabın, her fazilet-i a'mâlin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan zât-ı Ahmediye (s.a.v.), hususî virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velâyet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder.”

Ayrıca Üstad Bediüzzaman böyle dua ve virdlerin faydalarını düşünerek okuma hakkında şu prensibi de ders veriyor:

“Ubudiyet, emr-i İlâhî’ye ve rıza-yı İlâhî’ye bakar. Ubudiyetin dâîsi emr-i İlâhî ve neticesi rıza-yı Hak’tır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubudiyete münâfi olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubudiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.

İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibendî’yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşenü'l-Kebîr'i, o faydaların bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremeyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.

Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için, zayıf insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faydaları düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rıza-yı İlâhî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve “Selef-i Salihîn”den mervî olan faydaları görmediklerinden şüpheye düşer, hattâ inkâr da eder.”

Sonuç olarak Cevşen’de Ehl-i Sünnet inancına ters düşen tek bir cümle bile bulunmadığı gibi, marifetullah noktasında Cenâb-ı Hakk’ı bu kadar güzel tarif eden, belki Kur’ân’ın bu noktada bir özeti hükmünde olan kapsamlı başka bir münacat da yoktur. Said Nursî gibi bir “bediüzzaman” bunu böyle kabul etmişse bu konuda daha fazla söz söylemeye gerek yoktur.

Cevşen ile ilgili bazı sorulara cevaplar

Cevşen nasıl ve ne kadar okunmalı?

Cevşen’in faziletleri çok fazla olduğu için çok okumanın maddî manevî büyük yararları olur. Her şeyden önce mealinden de yardım alınarak okunursa tefekkür ibadeti yapılmış olur. “Bir saatlik tefekkür bir yıllık nafile ibadetten hayırlıdır.” sırrına mazhar olunabilir. Ayrıca tesbih, dua ve istiaze ibadeti gibi ibadetler de yapılmış olur. Hem Allah’ı tanıma konusunda derecelere kavuşulabilir. Daha buna benzer birçok fazileti var. Onun için Üstad Bediüzzaman gibi her gün tamamını okumalı. Eğer buna gücü yetmiyorsa en azından her gün 100 bölümden birkaç bölümünü okuyarak bir haftada, 15 günde veya bir ayda tamamını okumalı. Ama mutlaka okunmalı ki, o büyük faziletten mahrum kalınmasın. Hem Kur’ân hatminde olduğu gibi başkalarıyla taksim ederek de okunabilir.

Taşınmasında fayda var mı?

Üstad Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, o büyük ve küllî faziletten istifade etmek için sadece onu okumak yetmez. Sadece üzerinde taşımak ise hiç yeterli değildir. Şartlarına uygun bir şekilde okur ve tefekkür ederse, niyetine ve kendi bulunduğu makam ve seviyeye göre o faziletten istifade eder. O zaman üzerinde taşırken ona içindeki mana ve kudsiyeti hatırlatıyorsa elbette onun da faydasını görecektir. Cevşen’in içindeki manaları bilmesi, inanması ve onlara hürmet etmesi derecesinde ona fayda sağlayabilir ve o oranda onun faziletinden yararlanabilir.

Dinlenmesinde fayda var mı?

Evet, büyük faydası vardır. İnsan ilim ve marifeti ya dinleyerek ya da okuyarak elde eder. İnsanın o andaki ruh hâline göre bazen dinlerken okumaktan daha fazla feyiz alabilir.

Cevşen niçin bu kadar çok rağbet görüyor?

Başta Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) Kur’ânî bir münacatı olduğu için çok rağbet görüyor olmalı. Ayrıca faziletinin diğer münacatlara göre kat kat fazla olması ve yukarıda da belirttiğimiz gibi çok yüksek bir mahiyete ve özelliklere sahip olması gibi sebepler halkın ona olan rağbetini artırıyor.

İslam dünyasını birleştirici hususiyetleri nelerdir?

Öncelikle şunu söyleyebiliriz; Cevşen, Şii dünyasında çok yaygındır. Son yüzyıl içinde de bizim Ehl-i Sünnet camiasında da çok okunan bir dua hâlini aldı. Hiç ummadığımız insanların bile elinde, çantasında, cebinde veya boynunda Cevşen görüyoruz. Demek Şiilerle Ehl-i Sünnet’in Kur’ân’ları, peygamberleri, kıbleleri bir olduğu gibi duaları da münacatları da bir... Bazı Türk hacıları Kâbe karşısında Cevşen okurken, onları gören İran hacıları “Ne kadar güzel, siz de mi Cevşen okuyorsunuz?!” diye hayretlerini gizlemediklerine şahit oluyoruz. Demek ki İslâm dünyasındaki iki büyük topluluk için birleştirici bir ortak değerdir “Cevşen”.

Dipnotlar

1 - Bk. Söz Basım Yayın, Sözler, s. 449.
2 - A’raf Sûresi, 7: 180.
3 - Nur Sûresi, 24: 35.
4 - Bk. Söz Basım Yayın, Kastamonu Lâhikası, s. 285.
5 - Bk. Söz Basım Yayın, Mektubat, s. 310; Şuâlar, s. 765.
6 - Bk. Söz Basım Yayın, Şualar, s. 777.
7 - Bk. Söz Basım Yayın, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 188-9.

moraldergisi
 

Kýrýk Testi

Well-known member


65344.jpg



11 Ocak 2010
risalehaber.com


İstanbul Süleymaniye'de Zübeyir Gündüzalp'le Risale-i Nur'un neşrinde ve dağıtımında çalışanlardan biriydi Halil Yürür. O, gözünü daldan budaktan sakınmayan Koca Halil, Risale-i Nur'un yasaklandığı günlerde eserleri sakladıkları depolardan ve sevkiyattan sorumlu idi. Bir keresinde kolileri arabaya doldurup götürürken polis durdurmuş:

"Ehliyet lütfen."
Halil Yürür'de ehliyet ne gezer! Cebinde devamlı taşıdığı Cevşen'i çıkarıp uzatmış:

"Buyurun beyefendi."
Polis, Cevşen'i elinde evirip çevirmiş, Arapça yazılı dualardan başka bir şey görememiş:

"Bu ne, bu? Ben senden ehliyet istiyorum. Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" demiş.
Halil Yürür bu defa daha üst perdeden ve kesin bir ifadeyle polise cevap vermiş:

"Ne demek bu ne? Bu ahirette geçiyor da dünyada niye geçmiyor?"
Polis bir Halil'e, bir dua yazılı Cevşen'e bakmış ve hışımla:

"Hadi git işine be adam, başıma bela olma" demiş.


(Kaynak: Hayatını Davasına Adayan Adam Bekir Berk- İhsan Atasoy)

:):):)
 

akna

Well-known member
Allah cc razı olsun
bende kitaptan birkaç alıntı yapayım
-------------------------
· Tahsin Tola, Bediüzzaman’ın talebelerinden ve Bekir Berk’in arkadaşlarındandı. Nur talebelerinin davasını alması için Bekir Berk’e ricada bulunuyordu. Tahsin Bey’in ‘Davayı alabilir misin? şeklindeki rica yollu talebine:”Şimdi olmadı Tahsin Abi’ dedi, “Davayı alabilir misin? ne demek?’ Ankara’ya gel. Bu davayı al.’ diyeceksin! İnançları için zindana atılan insanları savunmayacaksam bu cübbeyi neden giydim?’’

· Üstad Bekir Berk’e hitaben:’’Seninle üç beraberliğim var: Biri, Risale-i Nur talebesi olman. İkincisi, Nur’un avukatı olman. Üçüncü bir beraberliğimiz daha var ama onu şimdi söylemeyeceğim.’’


· Mehmet Emin Birinci: “Bazen üç yerde duruşma olurdu. Mesela Trabzon, Van ve Hatay. “Ne yapalım?” diye istişare ederdi. Biz derdik ki: “Ağabey, birine gidersin, diğerlerine oradan ‘gelemiyorum’ diye telgraf çekip duruşmaları erteletirsin’. O ‘Olmaz’ der, hepsine yetişmek için elinden gelen son gayreti sarf ederdi.’’


· Kırkıncı Hoca: “Aktif bir mücadele adamı olan Bekir Bey, 1958 yılından 1973 yılına kadar 15 sene Anadolu’daki bütün Nurculuk davalarında Nur talebelerinin avukatlığını yaptı. Binden fazla Nurculuk davasının beraatle sonuçlanmasına vesile oldu.’’


· Hocaefendi: “Savcı Nurettin Soyer mahkemelerde bize karşı çok sert davranıyordu. Mesela bir keresinde kalkmış, ‘Kürt Said!’ demişti. Hatta ‘alçak’ gibi de bir laf söyledi. Bekir Bey, bütün medeni cesaretiyle ayağa fırladı ve ‘Alçak sensin’! diye gürledi’’.


· Rahmi Erdem: “Yaptığı hizmetler takat-i beşerin fevkindeydi. Otuz sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılmış bir insandı. Beyni uyanıktı. İki üç saat uykuyla iktifa edebilen bir insandı.’’


· Rahmi Erdem: “Peyami Safa merhum, Falih Rıfkı Atay’la olan mahkemesinin sonunda vekili olan Av.Bekir Berk’i yazıhanesinde ziyaret eder. Çıkarken Mehmet Fırıncı ve Mehmet Birinci’ye, ‘Bu zatın kıymetini biliniz. Avrupa’da böyle bir avukat yoktur.’ der.’’


· Bekir Berk: “Ben hiçbir zaman güzergâhımın dışına çıkmadım. Çıkar da ölürsem şehit olmam; güzergâhta ölürsem şehit olurum.’’


· Hekimoğlu: “Gece boyu yol aldıktan sonra sabaha karşı Hınıs’a vardık. Ben yorgunluğu dayanırım da açlığa dayanamam!’ Ağabey acıktım’ dedim. ‘Ne biçim askersin!’ dedi. “Valla 20 yıldır askerim, ama senin gibi komutan görmedim!’ dedim.’’


· Abdülhamit Oruç:’’Ayasofya’nın camiye çevrilmesi onda küçük yaştan itibaren bir tutku haline gelmişti. Küçükken annesi, kırk Cuma Ayasofya’da namaz kılarsa oğlunun Hz.Hızır’la(a.s.) görüşeceğine inanarak her Cuma Ayasofya’ya götürürmüş. Ancak kırk Cuma tamamlanmadan Ayasofya ibadete kapatılmıştı. Bunun üzerine ağlayan annesine “Anne ağlama, ben büyüyünce Ayasofya’yı açacağım!’ diye söz vermişti.’’


· Abdülhamit Oruç:"Biz Ayasofya’nın açılması için Kırklareli’nden hazırladığımız imzalardan oluşan kâğıtları birbirine eklemiş ve onun teklifiyle Ayasofya minaresinden yere kadar sarkıtmıştık. Bütün bunlar basında yer almıştı.’’

· Bir hâkimin dilinden:’’Bir tavuğu kesemem ama yüz nurcuyu elime verseler gözümü kırpmadan keserim.’’


· Osman Demirci: “Eğer Bekir Berk, mütehassısı olduğu 163.madde maznunlarından para almış olsaydı, bugün hiç şüphesiz dünyanın en zengin avukatı olurdu.’’


· Refet Kavukçu:’’Bayan reisin, hâkimliği devresinde bir benzerini görmediği bu dava ve müdafaa üslubunu, başını eline dayamış olduğu halde büyük bir ciddiyetle dinlerken, gözlerinden birkaç yaş damlacığının döküldüğünü, maznun sandalyesinden hayranlıkla seyretmiştim.’’


· Lokantada ekmeğiyle yemek tabağını silerken ‘Beyefendi, bizim bulaşıkçımız var.’ diyen garsona hitaben Bekir Berk:’’Ben Resulullah’ın bulaşıkçısıyım!’’


· Nevzat Yalçıntaş: “Onun bazı çocuksu tarafları vardı. Bunu da bilerek kullanıyorum! Dostlarına o taraflarını açardı. Mesela ‘Ağabey ben ne getireyim Türkiye ‘den(o zaman Arabistan’da)?’ diye sorardım. O yaştaki insanın bazı şeyler isteyeceğini tahmin edersiniz. Ama hayır, benden simit isterdi.’’


· Halil Yürür: “Ben paket işiyle uğraşırken bir de baktım, Bekir ağabey hamal semerini sırtına almış, ‘Şu paketlerden birini koy bakalım.’ demişti. Risale dolu paketi sırtına yükledim. O şekilde depoda birkaç tur attı. Bu hareketiyle Risale-i Nurların hamallığını yapmanın da büyük bir şeref olduğunu hatırlatmak istiyordu.’’
-----------------------------

Hayatını Davasına Adayan Adam
tek kelime ile mükemmel
bir solukta okuyacağınız bir kitap
tüm kardeşlerime tavsiye ederim
 
Üst