Peygamber efendimizin sünnetleri

topraktoprak

Well-known member
1.yolda yürürken konuşmamak,
2.ezan okunurken hiçbirşey yapmadan oturmak,ve tekrar etmek
3.her işe besmele ile başlamak,
4.cuma günü tirnak kesmek,
5.her cuma sadaka vermek,
6.suyu üç yudumda içmek,
7.bir şey yerken üç parmakla yemek,
8.orucu su veya hurma ile açmak,
9.yatarken sağ tarafa yatmak,
10.misafirliğe giderken tatli götürmek,
11.her şeyi giyerken sağdan giymek, çikarirken soldan çikarmak,
12.kirk gün hiç ara atlatmadan aç karnina siyah kuru üzüm yemek,
13.evden her çikarken taze abdest almak,
14.tuvalete ve banyoya sol ayakla girip, sağ ayakla çikmak,
15.cami ve medreselere sağ ayakla girip, sol ayakla çikmak,
16.yolda ayağa takilan herşeyi kenara koymak,
17.banyo ve tuvalete tükürmemek,
18.tuvaletten çikinca elleri yikamak,
19.hasta ve yaşlilari ziyaret etmek,
20.meyvenin çekirdeğini sol elle çikarmak,
21.yüzme öğrenmek ve ok atmayi bilmek,
22.insanlari yüzüne karşi övmemek,
23.yemek yerken başkalarinin yediğine bakmamak,
24.yemek yerken kendi önünden yemek,
25.sabah kalkinca üç kere burnunu sümkürmek,
26.cuma günleri beyaz elbise giymek,
27.ayakkabilari düzüne çevirip giymek,
28.sofraya oturmadan elleri yikamak,
29.sofrada yeşillik ve sirke bulundurmak,
30.yemek tabağinin dibini siyirmak,
31.sofra kirintisini sağ elin işaret parmaği ile yemek,
32.sofraya iyice acikmadan oturup, doymadan kalkmak,
33.toplulukta gizli konuşmamak,
34.mezar başlarini okumamak,
35.misafire hoşaf suyu ikram etmek,
36.kurban bayraminda, kurbanin kemiklerini kirmadan toprağa gömmek,
37.arabaya binice"3 kere elhamdülillah, 3 kere allahu ekber, 1 kerede la ilahe illallah"demek,
38.yemekten sonra tatli yemek,
39.kapiya gelen çocuğa bir şey vermek,
40.hergün 100 tane estağfirullah demek,
41.öğle uykusu uyumak,
42.gülsuyu kullanmak,
43.sofraya büyüklerden önce oturmamak,
44.kendi önünden yemek, aç gözlülük yapmamak,
45.insanin en hayirlisi çok korkan ve çok okuyandir,
46.güler yüzlü olmak, kusurlari af ile karşilamak,
47.sila-i rahîm yapmak (akraba ziyareti),
48.ilk verilen sözün tutulmasi,
49.konuşurken gözbebeğinin içine bakarak konuşmak,
50.iyiliği en çok emreden, kötülüğü nahyedendir,
51.selâm vermek ve yemeği iki öğün yemek,
52.tane tane konuşmak, anlaşilmayan şeyi 3 kere anlatmak,
53.her gece göze sürme çekmek,
54.misvak kullanmak,
55.kötülük yapana iyi muamele etmek,
56.gusülden sonra iki rekat namaz kilmak,
57.tuvalete girerken çikarken dua etmek,
58.cuma gününde et yemek,
59.bir iş yaparken efendimizin (s.a.v.) nasil yaptiğini düşünmek,
60.tesbihat okumak...
 

memluk

Hatim Sorumlusu
allah razı olsun topraktoprak kardeşim ..
sünnetin ne demek olduğunu tam kavramamız gerek
gerekki bunlar bize ağır gelmesin!


Sünnet-i Seniyye ile alakalı aşağıda açıklayıcı bir izah vermeye çalışacağız. Bu açıklayıcı bilgiden sonra, sorularınızın bir kaçı cevaplanmış olacaktır. Diğerlerini ise en aşağıda cevaplamaya çalışacağız.


Sünnetin tarifine bir bakalım. Peygamberimizin (a.s.m.) yaptığı, konuştuğu, hal ve hareketlerinin tamamına sünnet diyoruz. Öyleyse hayatı boyunca yaptığı her şeye sünnet diyebiliriz.

Fıkıh kitapların da geçen sünnet kelimesi ise, daha çok “yaparsak sevabı var, yapmazsak günahı yok” manasına geliyor.


Mesela, yemeği sağ elle yemek, dişleri temizlemek, ayakta yemek yememek gibi. Ancak sünnet kelimesini geniş anlamıyla aldığımız da; Peygamberimizin yaptığı her şeyi içine alır. Bu durumda, Allah’ın istekleri ve yasakları da sünnetin içinde yer alır. Mesela, Peygamberimiz namaz kılmış mı? Evet. Öyleyse namaz kılmakta bir sünnettir. Şu halde sünneti bölümlere ayırmak gerekecektir.

Farz olanları: Allah’ın mutlaka yapmamızı veya terk etmemizi istediği her şeydir. Allah’ın emir ve yasaklarını en iyi şekilde uygulayıp örnek olan Peygamberimizdir. Biz de ona uymak suretiyle en üst seviyede Peygamberimize uymuş oluruz. Namaz kılmak , oruç tutmak, zina etmemek, haram yememek gibi.


Vacip olanlar: Dinimizin vacipleri. Mesela gece namazını 3 rekat olarak kılmak vaciptir.

Nafile olanlar: İbadetleri yaparken farz ve vaciplerin dışındaki yaptığımız şeylerdir. Mesela namaz kılarken Kur’an'dan bazı süreleri okumak farz, ama subhaneke duasını okumak nafiledir.

Adab olanlar: Bunlara da edeb diyoruz. Yemek yerken, yatarken, camiye, tuvalete girip çıkarken vb. günlük işlerimizi yaparken, Peygamberimiz’e uyarsak o işi adabına uygun yapmış oluruz.


Demek ki Sünneti farz, vacip, nafile ve adap diye ayıra biliriz. Sünnetin en yükseği ve en faziletlisi bu sıraya göredir. Bunu bir insanın vücudu gibi düşünebiliriz. İnsanın yaşaması için gerekli organları vardır. Beyin, kalp, kafa vesaire. İşte iman etmemiz gereken esaslarda ruhumuzun beyni kalbi gibidir. Vücudumuzun gözü, kulağı, eli, ayağı vesaire duyu organları vardır. Farzlar da bunun gibidir. Ruhumuzun gözü, kulağı, eli, ayağıdır. Farzları yapmayan elsiz, ayaksız, gözsüz, kulaksız bir insan gibi eksiktir. Vücudumuz da bir de parmak, kaş, saç gibi güzellikler ve süsler vardır. Bunlar olmasa da yaşarız. Ama olduğu zaman daha mükemmel insan oluruz.


Bunun gibi sünnetin nafile ve adab kısımları da ruhumuzun süsü ve güzelliğidir. Yapsak çok sevabı var, yapmasak günahı yok. Özetlersek, farz ve vacip kısımlar mutlaka yapılması gereken sünnetlerdir. Nafile ve adap kısımlar ise yaparsak çok sevabı var. Haramların durumunu sorarsan o da vücudunuzu aids, zehir ve ateş gibi öldürücü şeylerden koruduğumuz gibi, ruhumuzu da öldürücü ve zehirleyici haramlardan korumamız gerekir.


Cevap- 3: "Sünnet taklit değil bir ruhtur" denilmesinden maksat, sünnete uymak kuru kuruya bir taklit olmadığını, aksine Hz. Rasulullah'ı (s.a.v) içimizde yaşatmak ve Muhammedi bir ruha bürünmek anlamında kabul edilmelidir.

Cevap - 4: "Yaşayan Sünnet" tabirinden de, kitaplarda kalan veya resmi olarak uyulan sünnetlerden ziyade, hayatımıza hayat olan sünnetleri anlıyoruz.

Selam ve dua ile...
Sorularla Risale-i Nur Editör
 

memluk

Hatim Sorumlusu
"Fesâd-ı ümmetim zamanında kim benim sünnetime temessük etse, yüz şehidin ecrini, sevabını kazanabilir."Evet, Sünnet-i Seniyyeye ittibâ, mutlaka gayet kıymettardır. Hususan bid'aların istilâsı zamanında Sünnet-i Seniyyeye ittibâ etmek daha ziyade kıymettardır. Hususan fesâd-ı ümmet zamanında Sünnet-i Seniyyenin küçük bir âdâbına mürâât etmek, ehemmiyetli bir takvâyı ve kuvvetli bir imanı ihsas ediyor. Doğrudan doğruya Sünnete ittibâ etmek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı hatıra getiriyor.

O ihtardan, o hâtıra, bir huzur-u İlâhi hâtırasına inkilâp eder. Hattâ en küçük bir muamelede, hattâ yemek, içmek ve yatmak âdâbında Sünnet-i Seniyyeyi mürâât ettiği dakikada, o âdi muamele ve o fıtrî amel, sevaplı bir ibadet ve şer'î bir hareket oluyor. Çünkü o âdi hareketiyle Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma ittibâını düşünüyor ve şeriatın bir edebi olduğunu tasavvur eder. Ve şeriat sahibi o olduğu hatırına gelir. Ve ondan, Şâri-i Hakikî olan Cenâb-ı Hakka kalbi müteveccih olur. Bir nevi huzur ve ibadet kazanır.İşte, bu sırra binaen, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı kendine âdet eden, âdâtını ibadete çevirir, bütün ömrünü semeredar ve sevabdar yapabilir.

İKİNCİ NÜKTE

İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî (r.a.) demiş ki: "Ben seyr-i ruhanîde kat-ı merâtip ederken, tabakat-ı evliyâ içinde en parlak, en haşmetli, en letâfetli, en emniyetli, Sünnet-i Seniyyeye ittibâı esas-ı tarikat ittihaz edenleri gördüm. Hattâ o tabakanın âmi evliyaları, sair tabakâtın has velîlerinden daha muhteşem görünüyordu."

Evet, Müceddid-i Elf-i Sâni İmam-ı Rabbânî (r.a.) hak söylüyor. Sünnet-i Seniyyeyi esas tutan, Habibullahın zılli altında makam-ı mahbubiyete mazhardır.

ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Bu fakir Said, Eski Said'den çıkmaya çalıştığı bir zamanda, rehbersizlikten ve nefs-i emmârenin gururundan gayet müthiş ve mânevî bir fırtına içinde akıl ve kalbim hakaik içerisinde yuvarlandılar. Kâh Süreyyadan serâya, kâh serâdan Süreyya'ya kadar bir sukut ve suud içerisinde çalkanıyorlardı.

İşte, o zaman müşahede ettim ki, Sünnet-i Seniyyenin meseleleri, hattâ küçük âdâbları, gemilerde hatt-ı hareketi gösteren kıblenâmeli birer pusula gibi, hadsiz zararlı, zulümatlı yollar içinde birer düğme hükmünde görüyordum. Hem o seyahat-i ruhiyede, çok tazyikat altında, gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyyenin o vaziyete temas eden meselelerine ittibâ ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum. Bir teslimiyetle, tereddütlerden ve vesveselerden, yani, "Acaba böyle hareket hak mıdır, maslahat mıdır?" diye endişelerden kurtuluyordum. Ne vakit elimi çektiysem, bakıyordum, tazyikat çok.

Nereye gittikleri anlaşılmayan çok yollar var. Yük ağır, ben de gayet âcizim. Nazarım da kısa, yol da zulümatlı. Ne vakit Sünnete yapışsam yol aydınlaşıyor, selâmetli yol görünüyor, yük hafifleşiyor, tazyikat kalkıyor gibi bir hâlet hissediyordum. İşte o zamanlarımda İmam-ı Rabbânînin hükmünü bilmüşahede tasdik ettim.
 

aczmendi reþha

Well-known member
Ve Bihi Nesteinu

Sünnet-i Seniyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeaire de taalluk eden Sünnetlerdir. ŞEAİR, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cem'iyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasıyla o cem'iyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeaire riya giremez ve ilân edilir.

Nafile nev'inden de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir.

YEDİNCİ NÜKTE: Sünnet-i Seniye, edebdir. Hiçbir mes'elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: اَدَّبَنِى رَبِّى فَاَحْسَنَ تَاْدِيبِى Yani: "Rabbim bana edebi, güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş."

İkinci Nokta: Muhabbetullah, ittiba-ı Sünnet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm'ı istilzam eder. Çünki Allah'ı sevmek, onun marziyatını yapmaktır. Marziyatı ise, en mükemmel bir surette Zât-ı Muhammediyede (A.S.M.) tezahür ediyor. Zât-ı Ahmediyeye (A.S.M.) harekât ve ef'alde benzemek..


Sünnete ittiba etmeyen,
tenbellik eder ise, hasaret-i azîme;
ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme;
tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.

DOKUZUNCU NÜKTE: Sünnet-i Seniyenin herbir nev'ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur.
Ona bilfiil olmasa da, binniyet, bilkasd tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zâten ittibaa mecburiyet var..


Sünnet-i Seniye, saadet-i dâreynin temel taşıdır ve kemalâtın madeni ve menbaıdır.

Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Hz. Ebu Bekir'in (ö. 13) Dilinde "Sünnet" Tabiri:

Hz. Ebu Bekir'in (ö. 13) Dilinde "Sünnet" Tabiri:

Kays b. Ebî Hâzim'in (ö. 77) [169] rivayet ettiğine göre, Hz. Peygamber'in vefatın­dan sonra halife olan Hz. Ebû Bekir, müslümanlan mescidde toplamış ve onlara şöyle hitap etmiştir:

"Ey insanlar! gerçekten bu işe benim yerime bir başkasının gelmiş olmasını isterdim. Eğer siz, beni Peygamberinizin sünneti ile mes'ul tutacaksanız, ben ona güç yetiremem. Çünkü o, şeytandan korunmuş olduğu gibi, kendisine semadan da vahy gelmekteydi." [170]

Abdurrazzak'ın (ö. 211) rivayetinden ise, onun şöyle konuştuğunu öğren­mekteyiz: "Vallahi sizin en hayırlınız ben değilim. Bu makamımda istemeyerek bulunuyorum ve benim yerime içinizden birisinin geçmesini gerçekten isterdim. Şimdi siz benim aranızda Rasûlullah (s.a.v)'ın sünneti ile amel edeceğimi zannediyor­sunuz. Halbuki ben bunu gerçekleştiremem. Çünkü Rasûlullah, vahy ile korunmakta ve yanında bir melek bulunmaktaydı. Oysa benim başımda ise bir şeytan var. [171]


Ancak, İbn Sa'd'ın (ö. 230) yine el-Hasan el-Basri'den (ö. 110), başka bir sened ile naklettiği aynı haberde Hz. Ebû Bekir'in "Eğer siz beni aranızda Rasûlul­lah (s.a.v)'ın muamelesi gibi muamele etmekle sorumlu tutarsanız, ben onu gerçek­leştiremem." dediği nakledilmekte,[172] Rasûlullah'ın sünneti yerine Rasûlullah'ın ameli ifadesi kullanılmaktadır.


Burada şayet ilk iki haberin lafızlarına itibar edecek olursak, Hz. Ebû Be­kir'in daha ilk hutbesinde, yani H. 11. yılda sünnetu nebiyyikum veya sünnetu Rasûlillah tabirlerini kullandığı sonucuna varırız. Dikkat edilecek olursa Halife, bu tabiri halifelik sıfatıyla ve siyaset-yönetim bağlamında kullanmaktadır. Yani, Hz. Peygamberin halifesi olmakla kendisinden, masum olduğu kadar, vahyin de muhatabı olan Rasûlullah'ın ortaya koyduğu idare, icraat ve siyasetin aynısı beklenmemelidir. Çünkü bu, Hz. Peygamber gibi masumiyeti bulunmayan, vah­yin denetiminde olmayan birisi için takatin üzerinde bir durumdur.


Şüphesiz sahabe, hem risalet, hem de imamet sıfatıyla Hz. Peygamberin yö­netimi altında en mesut günlerini yaşamışlardır. O, Medine site devletinde ideal bir İslam toplumu oluşturmuş, örnek bir yönetime önderlik etmiştir. Şurası ger­çektir ki, onun on yıllık Medine idaresinde, ümmetin kendisinden alacağı pekçok ölçüler, dersler, örnek uygulamalar vardı ve gelen bütün halifeler bu nebevi tat­bikattan azami derecede yararlanmaktaydı. Ancak Allah Rasulünün idaresiyle, bir halifenin idaresi ve siyaseti arasında elbette önemli farklılıklar olacaktı. Ka­bul etmeliyiz ki, Hz. Ebû Bekir bu tabiri, siyasî bir kontekstte ve çok genel bir anlam yükleyerek kullanmıştır.

Ümmet için örnek davranış tarzı veya uyulması istenen nebevi yol anlamında sünnet mefhumu, aslında bu ifade içerisinde mün­demiçtir. Zira, Hz. Peygamber, idare ve siyaset de dahil, hayatın her alanında rehber ve örnektir. Dolayısıyla bir halifenin idare ve icraatında, uyması uygula­ması gereken pekçok sünnetler mevcuttur ve o, bunlara gücü nisbetinde tâbi ola­caktır. Bununla birlikte tâbi ile metbu, peygamber ile halifesi arasında elbette Önemli ölçüde farkların ortaya çıkması da kaçınılmazdır.

Fakat son rivayeti kabul edecek olursak, Hz. Ebû Bekir'in, Hz. Peygamberin icraat ve uygulamasından söz ederken Rasûlullah'ın ameli ifadesini kullandığı; dolayısı ile önceki rivayetlerde geçen sünnet tabirlerinin, bunun adeta bir tercemesi olduğu anlaşılacaktır. Bu ise, sünnet tabirinin kavramlaşmasından sonra, bilerek ya da bilmeyerek ravilerin tasarruflarının bir neticesidir.

Hz. Ebû Bekir'in Sünnet tabirini kullandığına ikinci bir misal de meşhur ni­ne hadisidir: Malik, Ebû Davud, Tirmizi ve İbn Mace'nin Kabîsa b. Zueyb'den rivayet ettikleri bu habere göre Hz. Ebû Bekir'e bir nine gelip mirasını isteyince o, nineye şu cevabı verir:

"Senin hakkında Allah'ın Kitabı'nda bişey yoktur. Ben, Rasûlullah'ın (s.a.v) sün­netinde de senin için birşey (verildiğini) bilmiyorum. Sen şimdi dön, ben insanla­ra bunu bir sorayım." Sonra Hz. Ebû Bekir meseleyi sahabeye sorar ve Muğire b. Şu'be Rasûlullah (s.a.v)'ın nineye mirastan 1/6 hisse verdiğini söyler. Hz. Ebû Be­kir, bunu ondan başkasının işitip-işitmediğini sorunca, Muhammed b. Mesleme el Ensarî kalkar ve Muğire'nin söylediğini tekrarlar ve Hz. Ebû Bekir de bunu uy­gular. Sonra Hz. Ömer'e de başka bir nine, (babaanne) gelir ve o da mirasını is­ter.

Hz. Ömer ona, "Sana Allah'ın Kitabı'nda birşey yoktur. Daha önce verilmiş hüküm ise senden başkası içindir. Ben, feraiz konusuna birşey ilave edecek de­ğilim ama bu yine 1/6 dır..." der. [173] Görüldüğü gibi Hz. Ebû Bekir, ninenin mi­rası ile ilgili olarak, önce Kur'an'a başvurmuş, onda birşey bulamayınca, Rasû­lullah'ın (s.a.v) sünnetine müracat etmiş ve Muğire'nin haberi karşısında önce ihti­yatlı davranmış, tesebbüt etmiş, [174] ancak Muhammed b. Mesleme de o doğrul­tuda şehadet edince haberi kabul edip uygulamaya koymuştur.

Burada Hz. Ebû Bekir'in sünnetu Rasûlillah veya sünnetu nebiyyillah tabir­leri, Kur'an'dan sonra başvurulacak bir kaynak olarak, Hz. Peygamberin hukukî hükümlerini ve uygulamalarını ifade eder. Buna göre onun nezdinde Hz. Pey­gamberin hükümleri, Kur'an'dan sonra ikinci bir asıl niteliğindedir ve o bunu Rasûlullah'ın sünneti şeklinde tabir etmiştir. Birinci misalde daha çok siyasî bir kontekstte kullanılan bu tabir, burada tamamen hukukî bir muhtevada kullanıl­mıştır.

Aslında Meymun b. Mihran'a (ö. 118) göre, meselelerin çözümünde bu yaklaşım tarzı, Hz. Ebû Bekir'in genel bir metodu idi. O, önce Kur'an'a bakar, onda bir çözüm bulursa onu uygular, bulamazsa sünnetten bildiği ile amel eder, bil­miyorsa sahabeye sorar ve onların verdiği haberlerle amel eder, eğer sahabe de Rasûlullah'tan herhangi bir sünnet bilmiyorsa, bu defa sahabenin ileri gelenle­riyle istişare eder, onların ortak kanaatlarıyla hüküm verirdi.[175]

Ancak bu haberde dikkatimizi çeken başka bir husus da, Hz. Ömer'in, Al­lah'ın Kitabı'ndan açıkça bahsettiği halde, Rasûlullah'ın sünneti ifadesini kullan­mayıp, onun yerine, daha önce verilmiş hüküm şeklinde üstü kapalı bir ifade kul­lanmasıdır. Onun bu sözünde, söz konusu hükmü, Hz. Peygambere mi, yoksa Hz. Ebû Bekir'e mi izafe ettiği açık değildir. Netice itibanyla, Hz. Ömer'in aynı hükmü verdiği halde, Peygamberin sünneti ifadesini kullanmamasını, bu tabirin henüz yaygınlaşmamış olmasına bağlayabiliriz.

Öte taraftan aynı haberi, aynı isnad ile nakleden diğer kaynakların lafızları da farklıdır. Hz. Ebû Bekir'in bu ifadesi, Abdurrazzak ve Said b. Mansur'da:

"Ben Rasülullah / Peygamber (s.a.v)'in senin için herhangi bir hüküm verdiğini işitmedim" [176]; İbn Ebi Şeybe'de ise:

"Ben senin hakkında Rasûlullah'tan birşey işitmedim" şeklindedir. [177]
Görüldüğü gibi bu üç kaynağın naklettikleri varyantlarda, İmam Malik ve ondan nakleden Tinnizi, Ebû Davud ve İbn Mace'nin rivayetlerinde olduğu gibi Hz. Ebû Bekir açıkça Rasûlullah'ın sünneti ifadesini kullanmamıştır. Aksine bu rivayetlerde o, Rasûlullah'tan bu hususta birşey işitmediğini, onun herhangi bir hüküm verdiğini duymadığını ifade etmektedir. Bu ise, hadisin mana ile rivayet edildiğini, metin ve lafızlarda ravilerin bazı tasarruflarının bulunduğunu göster­mektedir.

Hadisin ilk ravisi olan Kabîsa (ö. 86), hicretin ilk yılında veya Mekke'nin fethedildiği yılda doğmuş, ancak bazı sahâbîlerden rivayette bulunabilmiştir. [178] Malik'in (ö. 179) rivayetindeki Osman b. İshak b. Harşe, Zuhri'nin (ö. 124) hocası olup, Kabîsa'dan hadis işitmiştir ama fazla tanınmaz, ancak sika görülmüş­tür. [179] Rivayetin senedini şu şekilde gösterebiliriz:

Çizelgeden de anlaşıldığı gibi, Malik'in rivayetinde Zuhrî, haberi hocası Os­man vasıtasıyla alırken, diğerlerinde ise direkt olarak Kabîsa'dan almıştır. Bu durumda her bir kaynağın, Kabîsa ile aralarında ikişer ravisi bulunmaktadır. Daha erken bir kaynak olmasına rağmen Malik, bu lafzıyla tek kalmaktadır. Ka­naatimiz o ki, şayet Hz. Ebû Bekir böylesine temel bir kavramı kullanmış olsay­dı, diğer kaynaklar da bunu aynen kullanırlar ve bu şekilde farklı ve herhangi bir özelliği olmayan lafızlarla rivayet etmezlerdi. Dolayısıyla Malik'in rivayetindede Hz. Peygamberden işitilen şeyin, onun verdiği hükmün, sünnet şeklinde terceme veya tabir edilme ihtimali sözkonusudur.

***Sahabelerin Sünnet anlayışı- Dr.Bünyamin Erol

Dipnotlar:


[169] Sahabiliği tartışmalıdır, muhadram olduğu söylenmektedir. Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Ğâbe, IV. 417, no:

[170] Ahmed, I. 14.

[171] Abdurrazzâk, XI. 336. no: 20701. el-Hasan el-Basri, meçhul bir adamdan rivayet ettiği için rivayet za­yıftır.

[172] İbn Sa'd, III. 212.

[173] Mâlik, Feraiz 4, II. 513; Tirmizi. Feraiz 10, no: 2101, IV. 420; İbn Mâce, Feraiz 4, no: 2724, 11-910; Ebû Dâvûd. Feraiz 5. no: 2894. III. 317.

[174] Zehebi onun hakkında “haberleri kabulde ilk defa ihtiyatlı davranan o idi” der. Bkz: Tezkiratu'l-Huffâz, Haydarabad-1955 baskısından ofset, Beyrut, Daru'I-Kütüb el-Ilmiyye, I. 2.

[175] Darimî, Mukaddime 20. s. 58.

[176] Abdurrazzak. X. 274, no: 19083 ; Said b. Mansur. 1. 73. no; 80.

[177] İbn Ebi Şeybe. VI. 268. no: 31272.

[178] İbnu'l-Esir, Usdu'l-Gâbe, IV. 382-3. no: 4257.

[179] Zehebî, Mizanu'l-İ’tidâl fi Nakdi'r-Ricâl, tah. Ali Muhammed el-Becâvi, Fethiye Ali el-Becâvî, y.y.. t.y, Dâru'l-Fikri'l-Arabî, III. 428. no: 5487.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Hz. Ömer'in Dilinde " Sünnet" Tabiri:

Kaynaklarımızdaki çeşitli rivayetlere göre Hz. Ömer'in, müteaddit defalar bu tabiri kullandığı görülmektedir. Şimdi onun kullanımlarına bazı misaller verelim:

Fatıma bint Kays'ı kocası Ebû Amr b. Hafs üç talakla boşamış, ancak Hz. Pey­gamber ona (kocasının vereceği) ne kalacak ev, ne de nafaka tayin etmişti. [180] Müs­lim ve Ebû Davud'un naklettiklerine göre, Şa'bî (ö. 103) bu haberi rivayet edince, el-Esved (ö. 75) [181] buna tepki göstererek Hz. Ömer'in şöyle dediğini aktarmıştır:

"Biz, ezberlediğini veya unuttuğunu bilmediğimiz bir kadının sözünden do­layı Allah'ın Kitabını ve Peygamberimizin sünnetini terketmeyiz. Onun (iddeti bitinceyedek) barınak ve nafaka hakkı vardır. Zira Yüce Allah:

"Onları evlerinden çıkarmayın, kendileri de çıkmasınlar. Ancak apaçık bir edepsizlik yaparlarsa başka" buyurmuştur. [182]

Tirmizi ve Darimi'de ise, Hz. Ömer'in bu sözü, İbrahim en-Nehai (ö. 96) tara­fından rivayet edilmektedir.[183]

Aslında boşanmış kadına barınak ve nafaka verilip verilmemesi hakkında sahabe ve selef bir hayli ihtilaf etmişlerdir. [184]

Fatıma bint Kays, Hz. Peygamberin kendisi hakkında verdiği bu hükmü, üç talakla boşanmış hanımlar için genel bir hüküm olarak alırken, [185] Talak Su­resi 1. ayetinin dönüşü olan ric'î talak ile boşananlar hakkında olduğunu söyle­mektedir. [186]

Oysa Hz. Aişe'ye göre bu hüküm, Fatıma'nın evinin ıssız bir yerde olması, baskına uğramasından korkulması, Fatıma'nın diliyle ailesini rahatsız edeceğin­den endişe duyulması vb. sebeplerden dolayı sadece ona verilmiş bir ruhsat­tır. [187] Bu nedenle Hz. Aişe, onun bu hükmü rivayet etmesine karşı çıkmış, Fat­ma'yı rivayetinden dolayı ayıplamış, bu hükmü zikretmesinde onun için bir hayr olmadığı gibi, zikretmemesinin de ona bir zarar vermeyeceğini söylemiştir. [188]

Ancak, Hz. Ömer'e nisbet edilen yukarıdaki rivayetlerin sübutu ve sıhhati konusunda ciddi itirazlar mevcuttur. Fatıma bint Kays'ın bu durumu ile ilgili ri­vayetleri ve yöneltilen eleştirileri zikrettikten sonra bu eleştirilere tek tek cevap veren İbnu'l-Kayyim'e göre Hz. Ömer'den böylesine batıl bir sözün sadır olması, asla sahih değildir. Darekutni ise aksine sünnetin kesinlikle Fatıma'nın lehinde olduğunu, Hz. Ömer nezdinde üç talakla boşanmış kadına barınak ve nafaka ve­rileceğine dair Rasûlullah (s.a.v)'tan sadır olmuş bir sünnetin bulunmadığını [189] "sunnetu nebiyyina" ifadesinin, mahfuz olmayan bir ziyade olduğunu ve güveni­lir ravilerin bunu zikretmediğini söylemiştir. [190]

Nitekim Müslim ve Ebû Davud'un rivayetleriyle aynı ortak isnada sahip ol­masına rağmen (Hz. Ömer-Esved-Ebû İshâk-Ammâr b. Zurayk) Nesâî'nin naklet­tiği rivayette "sunnetu nebiyyina" ifadesi bulunmamaktadır. [191]

Yine İbrahim en-Nehai, (ö. 96) [192] Hz. Ömer'in vefatından (ö. 23) yıllar son­ra doğduğu için, bu haberi munkatı yani isnadı kopuktur. Dolayısı ile Hz. Ömer'in bu tabiri kullandığına dair zikrettiğimiz rivayet, hadis tekniği açısından ihtiyatla ele alınmalıdır.

Şayet bu rivayetler makbul addedilecek olursa, öyle anlaşılıyor ki, Hz. Ömer daha çok İslam'ın insana verdiği değerden, muamelat ve ahval-i şahsiyye ile ilgi­li ortaya koyduğu genel prensiplerden hareketle, boşanmış bir hanıma geçim ve hayatini sürdürebilmesi için barınak ve nafaka gibi hakların verilmesi gerektiği kanaatindedir. Hatta Şevkani'ye (ö. 1255) göre Hz. Ömer, "Biz Rabbimizin Kita­bını terketmeyiz" derken, aynı suredeki, hem bir, hem de üç talakla boşanmış kadınlar hakkında inen "(Boşadığınız) o kadınları, gücünüz ölçüsünde oturduğunuz yerde oturtun, evden çıkmalarını sağlamak için onları sıkıştırıp zarar vermeye kalkışmayın!..." ayetini kasdetmişti. [193]

O, Fatıma'nın rivayetini reddederken, bu ayete ve İslam'ın genel prensipleri­ne muhalif gibi görmüş olmalıdır. O kadar ki, kalbi, aklı, tecrübesi ve meselele­re bakışaçısı, kendisini o rivayetin sıhhati konusunda ikna edememiştir[194]</SPAN>

Hz. Ömer'in “Peygamber'in sünneti" tabirini kullandığını gösteren ikinci mi­sal, es-Subeyy b. Ma'bed'in anlattığı şu rivayetidir:

"Ben Hristiyan bir adam idim, sonra müslüman oldum ve hac ile birlikte umre yapmak üzere telbiye getirdim. Benim bu ikisine birden niyet ettiğimi du­yan Zeyd b. Sûhan ve Selman b. Rabia'nın (ö. 28-31) benim hakkımda "Bu, de­velerinden daha şaşkın!" dediklerini duyunca sanki üzerime bir dağ çöktü. Bunun üzerine ben de Hz. Ömer'e varıp durumu haber verdim. Hz. Ömer o ikisine döndü ve onları kınadı, sonra bana dönerek şöyle dedi: "Sen Peygamberinin sün­netine yöneltilmişsin,sen Peygamberinin sünnetine yöneltilmişsin." [195]

Öyle anlaşılıyor ki, hadise Hz. Ömer'in temettü haccından nehyetmesinden sonra yaşanmıştır. Her ikisinin de sahâbîlikleri ihtilaflı olan Selman b. Rabia [196] ve Zeyd b. Sunan, [197] Hz. Ömer tarafından yasaklanan bir hacca niyet ettiği için es-Subeyy b. Ma'bed'i ayıplamalarından, onların kıran ve temettü haclarını bil­medikleri ve Hz. Ömer'in ilgili yasağını asıl kabul ettikleri anlaşılmaktadır.

Hz. Ömer ise nehyine rağmen, hem es-Subeyy'm Hristiyan iken İslam'a yeni girmiş olmasına ve hem de muhtemelen onun Kadisiyye [198] gibi nisbeten uzak bir yerden gelmesine bakarak, yaptığının Hz.Peygamberin sünnetine muvafık ol­duğunu söylemiştir.<

Nesai ve Ebû Davud rivayetlerinde es-Subeyy ayrıca Hz. Ömer'e kendisinin cihada çok istekli olduğunu, ancak hac ve umreyi kendisine farz gördüğünü, bu­nu bazılarına sorduğunu ve "ikisini cem et" dediklerini de haber vermektedir. Sindî'nin de işaret ettiği gibi, Hz. Ömer demek ki, kıran haccının onun maslaha­tına daha uygun olduğunu düşündü ve verilen fetvanın Hz. Peygamberin sünne­tine uygun olduğunu ikrar etti. [199]

Aslında Hz. Ömer'in hacc-ı ifradı tercih ettiğini bilmekteyiz. Nitekim o, Ebû Musa'nın kendisine böyle bir kanaata nasıl vardığını sorması üzerine şöyle cevap vermişti: " Eğer biz, Allah'ın Kitabını alırsak, Yüce Allah:

"Allah için hac ve umre­yi tam yapın!" buyurarak tamamlamayı emrediyor. Şayet Peygamber (s.a.v)'in sünne­tini alırsak, o da kurbanını yerine ulaştırmadan ihramdan çıkmadı. [200]

İleride detaylı bir şekilde üzerinde duracağımız bu konuda Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.v)'ın fiilî uygulamasını tafdil etmekle birlikte, hac ile ilgili bu uygulamala­rı Peygamberin sünneti olarak nitelendirmektedir.

Mesela namaz içerisinde yapılması gereken hareketlerden biri hakkındaki Hz. Ömer'in şu sözü, kanaatimizi desteklemektedir:

"(Rükuda) diz kapaklarınız­dan tutmanız size sünnet kılındı, artık diz kapaklarınızdan tutun! Bu konuda sünnet olan, diz kapaklarını tutmaktır. [201]

Kaynaklarımızda Hz. Ömer'in gerek bazı mektuplarında ve gerekse bazı tali­matlarında sünnet veya sünnetlerden söz ettiğine dair bir takım haberler mev­cuttur.

Mesela Katade'nin (ö. 118) [202] anlattığına göre Hz. Ömer (ö. 23), Ebû Musa el-Eş'ari'ye (ö. 44) yazdığı bir mektubunda "Ben, size Kur'an'ın emrettiklerini em­rediyor, Hz. Muhammed'in yasakladıklarını yasaklıyorum. Size fıkha ve sünnete uymanızı emrediyorum!" talimatını vermektedir. [203]

Yine Hz. Ömer'in başka bir rivayete göre aynı mektupta şöyle dediği nakledilir: "Hüküm verme; sağlam bir fariza, uyulan bir sünnettir (sunnetun muttebaatun). Hakkında Kur'an ve Sünnet bulunmayan ve tereddüt ettiğin hususlarda anlayışla (içtihadınla) hareket et!" [204]<

Ancak bu mektubun sıhhati hakkında ciddi endişe ve eleştiriler bulunduğu için [205] biz, gerek bu rivayetlere ve gerekse lafızlara ihtiyatla yaklaşmaktayız.

Mamer b. Raşid'in (ö. 153) Urve'den naklettiği bir habere göre Hz. Ömer sün­netleri yazmak istemiş. Rasûlullah'ın ashabıyla bu konuda istişare etmiş, onlar da yazması doğrultusunda görüş bildirmişlerdi. Hz. Ömer bu hususta ayrıca bir ay istihare etmiş, sonra da önceki kavimlerin bu şekilde kitaplar yazıp onlara yö­neldiklerini ve Allah'ın Kitabını terkettiklerini hatırlamış ve Allah'ın Kitabına as­la birşey karıştırmayacağını söylemiştir. [206]

Öte taraftan Hz. Ömer'in sünnet kelimesini tamamen sözlük anlamıyla kul­landığını da görmekteyiz: "(Benden sonraki halifeler için) sünnet olacağından korkmasaydım, (halife olduğum halde) müezzinlik yapmayı terketmezdim." [207] Burada Hz. Ömer sünnet ifadesini; çığır açma, örnek olma, adet kılma vb. anlam­larında kullanmış ve halifelerin ezan okumaları gibi bir çığır açmaktan çekindi­ğini bu şekilde dile getirmiştir.

Buna benzer bir kullanımı da şudur: Umre yolculuğu esnasında, ihtilam ol­duğu elbisesinin kirlenen yerini yıkayan Hz. Ömer'e, Amr b. As (ö. 43), sararan bu elbiseyi çıkartıp yıkatmasını, yeni temiz bir elbise giymesini söyleyince Hz. Ömer: "Hayret sana ey Amr! hadi sen bir elbise bulabiliyorsun, peki herkes elbi­se bulabilecek mi? dedikten sonra, "Vallahi, şayet ben bunu yapsaydım, o mut­laka sünnet olurdu. Bilakis ben gördüğümü yıkarım, görmediğimi ise su ile sile­rim" [208]demişti.

Görüldüğü gibi Hz. Ömer burada, insanların kendisini izlediklerinin farkın­da ve yaptığı her hareketin özellikle bilmeyenlerce örnek alınabileceği endişesini taşımaktadır. Ayrıca, onların yedek bir elbise bulamayacaklarını göz önünde bu­lundurmakta ve böyle bir durumda, namaz için kafi olan temizliği yapmayı ter­cih etmektedir.

Zira Amr'ın dediğini yapsaydı, oradaki insanlar, kirlenen kısmın yıkanmasının yeterli olmayacağı ve elbisenin tamamen değiştirilmesi gerekeceği zannma kapılabilirlerdi. Böylece Hz. Ömer, imkanı dahilindeki bir davranışıyla, imkansızlık içerisinde bulunan kimselere zorluk ve meşakkat vermek istemedi. Bu nedenle o, namaz için caiz ve kafi olacak miktardaki ruhsatla amel etmeyi ter­cih etti. Hz. Ömer bu tür konularda oldukça titizdir. Ona göre asıl ideal davranış tarzı olan sünnet, Rasûlullah'm sünnetidir. Ne kendisinin, ne de bir başkasının herhangi bir görüşü veya ameli ümmet için sünnet olmamalıdır. O, şöyle der: "Sünnet, Allah ve Rasulünün belirledikleridir. (İnsanlardan sadır olan) hatalı gö­rüşleri ümmet için sünnet yapmayın!" [209][210]

Yine, bir birlik komutanı, cepheden Hz. Ömer'e yazdığı bir mektubunda, ar­kalarından gelecek ve nöbet değişimi yapacak olan birliğin gittiğinden ve mevzi­lerini terkettiklerinden şikayet ederken, "(Onlar bu şekilde hareket etmeleriyle) insanlar için kötü bir örnek oldular /çığır açtılar [211]diye yaz­maktadır. Bu haber göstermektedir ki, cemaatle teravih namazını başlattığında "Bu, ne güzel bir bid'at!" [212] diyen Hz. Ömer'in döneminde (13-22) hâlâ olumsuz nitelemelerle sünnet kelimesi lügavi olarak kullanılmaya devam etmektedir. O kadar ki, bir tarafta "güzel bid'at", diğer tarafta ise "kötü sünnet" aynı dönemde kullanılabilmektedir. Burada hem sünnet, hem de bid'at kelime­lerinin, "yeni bir davranış ihdas etme" anlamını taşımaları gayet ilginçtir. [213]

Sahabenin Sünnet Anlayışı/ Dr. Bünyamin Erol

Dipnotlar:

[180] Müslim. Talak 44, 46, II. 1118-9; Ebû Dâvûd. Talak 39. no: 2286-7, II. 714-5; Tirmizî, Talak 5, no: 1180, III. 484.

[181] el-Esved b. Yezid, Hz. Peygamber hayatta iken müslüman olmuştur. Sahabi olduğu tartışmalıdır. Muhadram olduğu da söylenmektedir. Bkz: Zehebî, Nubela, IV. 53. no: 13.

[182] Müslim. Talak 46, II. 1118-9; Ebû Dâvûd, Talak 40, no: 2291. II. 717-8. Ayet: 65 Talak 1.

[183] Tirmizî, Talak 5, no: 1180, III. 484; Darimî, Talak 10, s. 561.

[184] Bkz: Tirmizî, a.y.. s. 485.

[185] Müslim, Talak 44, II. 1118.

[186] Müslim, Talak 41, II. 1117 ; Ebû Dâvûd. Talak 39, no: 2290, II. 716-7.

[187] Buhâri. Talak 41-2, VI. 183-4; Ebû Dâvûd, Talak 40, no: 2292, 2294, 2296, II. 718-720.

[188] Buhârî. Talak 41-2, VI. 183-4 ; Müslim, Talak 40. 52-4, II. 1116. 1120-1 ; Ebû Dâvûd. Talak 40, no: 2293, 2295, II. 718-9.

[189] İbnu'l-Kayyim, Şemsuddin Ebû Abdullah Muhammed b. Ebû Bekir, Zâdu'l-Maâd Hedy-i Hayri'l-Ibâd, tah. Şuayb el-Arnavut, Abdulkadir el-Arnavut, Beyrut-1987, XV. baskı. Muessesetu'r-Risâle, V. 539.

[190] Nevevi, Ebû Zekeriyya Yahya b. Şeref, el-Minhac fi Şerhi Sahîh-i Müslim b. el-Haccac, Kahire-t.y., Dâru'r-Rayyân li't-Turâs, X. 95. Bu hususta geniş değerlendirmeler için bkz: Dârekutnî, Sünen. IV. 26-7. Cessâs. Ebû Bekir Ahmed er-Râzî, Ahkamu’l-Kur'ân, y.y., t.y. Dâru'l-Fikir, I-III. III.459-464; İbn Ruşd. Ebu'I-Velid Muhammed b. Ahmed. Bidayetu'l-Muctehid ve Nihâyetu'l-Muktasid. İstanbul-1985, Kahra­man Yayınları. II. 78-9; İbnu'l-Kayyim, Zad, V. 522-542; Şevkâni, Muhammed b. Ali b. Muhammed. Neylu’l-Evtâr Şerhu Muntakâl-Ahbâr, Kahire-t.y. Mektebetu Dâri’t-Turâs. VI. 303-4: Azimabadi, Avn, VI. 388-395 ; Bıltaci, Muhammed. Dirâsât fî's-Sünne, Kahire-1983, s. 25-33.

[191] Nesâî, Talâk 70, VI. 209.

[192] Bkz: Zehebi, Nubela, IV. 527, no; 213.

[193] Şevkâni, Neylu'l-Evtâr, VI. 303; Ayet: 65 Talak 6.

[194] Bıltaci, a.g.e., s. 28-32.

[195] Humeydî, 1. 11. no: 18; Ahmed, 1.25, 14,34.37. 53; İbn Mâce, Menasik 38. no: 2970,11. 989; Ebû Dâ­vûd. Menasik 24, no: 1798-9, II.. 393-4 ; Nesâî, Menasik 49, V. 146-8.

[196] O, Hz. Peygambere yetişmiş ama, sohbeti olmamıştır. Sahabi olup olmadığında ihtilaf vardır. H. 28-31 yıllarında öldürülmüştür. Bkz: İbnu'l-Esir, Usdu’l-Ğâbe, II. 415-6, no: 2146. 15

[197] Sahabiliği ihtilaflıdır. Hz. Peygamberden hiç rivayeti yoktur. Bkz: İbnu'l-Esir, a.g.e. II. 291, no: 1848.

[198] İbn Mâce rivayetinde geçmektedir.

[199] Bkz: Sindî, Muhammed b. Abdulhadi, Haşiye alâ en-Nesâî, Nesâî. V. 147-8.

[200] Buhârî, Hac 32. 125, ll. 150. 188; Müslim. Hac 154-5. I. 894-5. Ayet: Bakara: 2/196.

[201] Tirmizî, Salat 192. no: 258. II. 43; Nesâî. Tatbik 2. II. 185.

[202] Bkz: Zehebî, Nubela, V. 269-282, no. 132.

[203] Mamer, (Abdurrazzâk, XI. 213, no: 20356.)

[204] Dârekutnî, Ali b. Ömer. Sünen, Beyrut-1986, IV. 206-7: Beyhaki, Kitâbu's-Sunen el-Kebîr, Beyrut, t.y.. Daru'l-Ma'rife, X. 150 : Hamidullah, Muhammed, Mecmuatu'l-Vesâik es-Siyasiyye li'l-Ahdi'n-Nebevî ve'l-Hılâfeti'r-Râşide, Beyrut-1985. Daru'n-Nefâis, V. baskı, s. 425-8.

[205] Bkz: s. 385-8'deki 1233-6 no'lu dipnotlar.

[206] Mamer, (Abdurrazzak, XI. 258, no: 20484.)

[207] Abdurrazzâk, I. 486, no: 1870.

[208] Mâlik, Taharet 83, I. 50: Abdurrazzâk. I. 369-371. no: 1445-8. Bkz: İbn Hazm. İhkâm, VI. 88-9.

[209] İbnu'l-Kayyim, İ’lam, I. 45. (Bu haberi daha erken kaynaklarda bulamadık.)

[210] İbnu'l-Kayyim, İ'lam, I. 45. (Bu haberi daha erken kaynaklarda bulamadık.)

[211] Abdurrazzâk, V. 291-2. no: 9651.

[212] Mâlik, Ramadan 3, 1. 114-5 ; Abdurrazzâk. IV. 258-9, no: 7723 ; Buhâri, Teravih 1. 11. 252.

[213] Hz. Ömer'den gelen başka kullanımlar için bkz: Mâlik. Hudud 10. II. 824 ; İbn Sa'd. III. 334; Darimî, Mu­kaddime 17, 46, S. 49. 138.
 

genc_kalem

Okumak,Yaþamaktýr
Hz. Osman'ın Dilinde "Sünnet" Tabiri:

Bu hadiseden elli sene sonrasının münakaşasız bir kaynağı, bize açık bir şekilde gösteriyor ki, Peygamberin sünneti tabiri, muhakkak ki bu ilk asırda mevcuddu, fakat, resmî ve müstakil bir düstur olarak, Kur'an ile ilk iki halifenin sünneti arasına henüz dahil edilmiş değildi, ve onlardan sonraki halifelerin takib ettikleri siyasete mü­teveccih tenkidler, daima, onların Kur'an'dan ve Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer'in sünnetin­den uzaklaşmış olduklarını söylemekle yetiniyordu..." [229]

Öncelikle belirtmeliyiz ki, Hz. Ali yukarıda ifade edildiği gibi, seleflerini örnek edinmeyi reddetmiş değildi. Bilakis o; Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre "Gü­cüm yettiği oranda", [230] Taberi'nin rivayetlerine göre "Bilgim ve gücüm oranında öyle yapacacağımı, amel edeceğimi umuyorum" veya "Hayır! ancak gayretim ve ta­katim nisbetinde (üstlenebilirim)" şeklinde [231] gayet ihtiyatlı ve gerçekçi ve biraz da tevazu içerisinde bir cevap vermiştir. Bu Hz. Ebû Bekir'in ilk naklettiğimiz sözü­ne parelel nitelikte bir sözdür. Yani, onlann örnekliğini kabul ediyor ama, bunu ancak gücü nisbetinde gerçekleştirebileceğini açıkça ifade ediyordu. Bizce bura­da asıl altı çizilmesi gereken husus, aynı bağlamda kullanılmış olmasına rağmen, Hz. Peygamberin icraatları için sünnet, ilk iki halifenin icraatları içinse siret ve fiil kelimelerinin kullanılmasıdır.

Ayrıca, kullanılan tabirin, siyasî bir bağlamda geçiyor olması, onun huku­kî muhtevasının bulunmadığını gösterir mi? Kaldı ki, İslam'da siyaset hukuku­nun, genel hukuktan ayrı mütala edilemeyeceği de ilmi ve tarihi bir gerçektir. Di­ğer taraftan siyasî otoritelerin, bilhassa ilk halifelerin İslam'ın genel hukukunun işletilmesine dair fonksiyonları da ortadadır. Özellikle, II. halife Hz. Ömer'in hu­kuktaki yeri, etki ve katkısı herkesçe bilinmektedir. Dolayısıyla, siyasî mesailde "Peygamberin sünnetine riayet edeceğim" demek, "Hukuk da dahil olmak üzere, hayatın her alanında ona uyacağım" şeklinde anlaşılmalıdır...O bakımdan bura­da önemli olan nokta, "Peygamberin sünneti" tabirinin kullanılmış olmasıdır. Ay­nca, kullanımın bu kadar erken bir zamanda var olduğunu müsteşriklerin onay­lamış olmaları da anlamlıdır." [232]

Nitekim, Abdurrahman b. Avf, Kur'an'a, Hz. Peygamberin sünnetine ve ilk iki halifenin sîretine riayeti tekeffül ettiği halde "Ben Ömer'in sünnetini terketmedim" demiştir. Bu konuda Hz. Osman, Hz. Ömer'in sünneti hakkında "Ben Ömer'in sünnetini de terketmedim. Ancak ona ne ben güç yetirebilirim, ne de o!" [233] şeklinde cevap vermiştir

Şüphesiz Hz. Osman'ın cevabî savunması gerçeğin bir ifadesi ve itirafıdır. Ne Hz. Osman'ın, ne Abdurrahman veya bir başkasının Hz. Ömer'in tarihe altın harflerle yazılmış adaletini, yüzyılları kucaklayan ileri görüşlü ve geniş ufuklu si­yasetini gerçekleştirmeleri o kadar kolay değildi. Zira Hz. Ömer, adaleti, cesare­ti, feraseti ile siyasî bir deha idi ve insanlar üzerinde bir mehabeti ve karizması vardı.

Yeniden ifade edelim ki, burada özellikle Ömer'in sünnetinin dile getirilme­si, sadece Hz. Osman'ın selefi olması hasebiyledir. Yoksa adı geçen oryantalistle­rin düşündüğü gibi bu, onun sünnetinin, Hz. Peygamberin sünnetinden daha önemli ve öncelikli olduğunu göstermez. Zira, Hz. Ömer'in, imkanı ölçüsünde Hz.Peygamberin sünnetini, Hz. Ebû Bekir'in siyasetini izlediği, ihtiyaç halinde de kendi ictihad ve icraatlarını ortaya koymaktan çekinmediği herkesçe bilinen ta­rihi bir hakikattir.

Hz. Osman'a karşı eleştiriler çoğalınca, H. 34 yılında ileri gelen bazı sahâbîlerin Halife'ye gönderdikleri Hz. Ali, Hz. Osman'ın huzuruna çıkarak ona şu uya­rılarda bulunmuştur: "Ey Osman! şunu iyi bil ki, Allah katında kullarının en üs­tünü, doğru yola yönlendirilen, yönlendiren, bilinen sünneti uygulayan, terkedilmesi gereken bid'atı öldüren adil bir yöneticidir. Vallahi herşey apaçıktır. Sünnet­ler ortadadır ve alametleri bellidir. Bid'atlarda ortadadır ve onların da alametleri bellidir. Allah katında insanların en kötüsü de; kendisi saptığı gibi, başkalarını da saptıran, bilinen sünneti öldürüp, terkedilmiş bid'ati yaşatan zalim yönetici­dir." [234]

Hz. Ali'nin bu sözlerinde, hem sünnet, hem de bid'at kelimeleri, daha çok, doğru veya yanlış icraatlar ifade etmektedir. Elbette bu icraatlardan Hz. Pey­gamberin sünnetine, tatbikatına uygun olanlar sünnet; ona aykın olanlar ise, bidat ifadesiyle dile getirilmiştir. Yine burada doğru yolu ve sapmayı belirleyen te­mel kriterler, şüphesiz Kur'an ve Hz. Peygamberin sünnetidir.
Hz. Osman'ın H. 35 yılında abluka altındayken Mekke'lilere yazdığı mektu­bunda şu satırlar da yer almaktaydı: "Kim Allah'ın rızasını, hoşnudluğunu, Ahiret yurdunu, ümmetin düzelmesini, Rasulullah'ın ve ondan sonraki iki halifenin ortaya koydukları güzel sünneti isterse, bunun karşılığını size ancak Allah ve­rir." [235]

Burada da sünnet-i hasene, genel olarak Hz. Peygamberin ve onun ardından gelen iki halifenin güzel görülen, örnek gösterilen bütün uygulamalan ve icraatlandır. Her iki rivayet, aynı zamanda siyasî bir muhtevaya sahiptir.

Yine o günlerde, işgalcilerin, Hz. Osman'dan hilafeti bırakması yolundaki baskılar üzerine Abdullah b. Ömer'in Halife'ye :

"İslam'da böyle bir çığır açılmasından (en tusenne hâzini's-sunne) yana de­ğilim. Zira (sen bu yolu açarsan) yöneticisine kızan her toplum onu azletmeye kalkar..." dediği nakledilir ki, [236] burada sünnet ifadesi, çığır açma, ihdas etme ve kötüye örnek olma gibi lugavî anlamlarda kullanılmıştır.

5- Hz. Alinin Dilinde "Sünnet" Tabiri:


Kaynaklarımızda Hz. Ali'nin (ö.40) de bu tabiri birçok kez kullandığına dair değişik rivayetlere rastlamaktayız. Yukarıdakilere ilave olarak burada da bazılarını nakledelim:

H. 36 yılında Kays b. Sa'd b. Ubade (ö. 59-60) [237] Mısır'a gitmiş ve minber­den, halka Hz. Ali'nin yazdığı şu mektubu okumuştu: "Allah'ın bu ümmete ik­ramlarından ve özel olarak onlara verdiği faziletlerden birisi de onlara Muhammed (s.a.v)'i göndermesidir ki, O, doğru yolda olmaları için onlara Kitabı, hikmeti, feraizi ve sünneti öğretmiştir... Sonra müslümanlar iki salih emiri halife seçmişler, onlar da Kitap ve sünnetle amel etmişler, güzel bir gidişat ortaya koymuşlar, sün­netten vaz geçmemişlerdir... Biliniz ki, sizin bizim üzerimizdeki hakkınız, Allah'ın Kitabı ve Rasulünün sünnetiyle amel etmemiz, Kur'an'ı hakkıyla uygulamamız ve sünneti uygulamamız olacaktır."</SPAN>
Mektuptan sonra halka hitap etmeye devam eden Kays ise halkı Hz. Ali'ye bey'at etmeye çağırıken "Şu halde ey insanlar! Kalkın ve Allah'ın Kitabı ve Rasu­lünün sünneti üzere ona bey'at ediniz" demiştir. [238]

Ahmed b. Hanbel'in naklettiği bir haberde de Hz. Ali, "Biliniz ki ben, ne pey­gamberim, ne de bana vahy geliyor. Fakat ben, gücüm yettiği kadar Allah'ın Ki­tabı ve Peygamberinin sünneti ile amel ediyorum" [239] dediği rivayet edilmektedir.</SPAN>

Keza, Hz. Ali'nin Hacer-i Esved'i "Allahım, Kitabını ve Peygamberinin sünne­tini tasdikleyerek" deyip selamladığını bilmekteyiz. [240]

Hz. Ali'ye göre Bayram namazına çıkmazdan önce, birşeyler yemek ve yürü­yerek gitmek sünnet olduğu gibi, [241] Bayram namazının musallada kılınması da sünnet idi. Nitekim, Kufe'de musallaya çıkmakta zorlanan bazı zayıf kimseler için mescidde bayram namazı kılmaları talimatını verdiği zaman,

"(Musallada kılmak) sünnet olmasaydı, ben de mescidde kılardım" [242] demişti.

Ona göre vitr namazı, farz namazları gibi, kesinlikle emrolunan bir namaz değil, lakin Rasûlullah'ın koyduğu bir sünnet idi. [243]Yine ileride üzerinde geniş­çe duracağımız üzere, ona göre Rasûlullah (s.a.v) içki cezası konusunda belli bir sün­net koymamıştı [244] fakat Hz. Ebû Bekir ve Ömer'in daha sonraki uygulamaları­nın hepsi de sünnetti [245]

Hz. Ali'ye, kişinin kurbanlık devesine binip binemeyeceği sorulunca o, bun­da bir beis olmadığını, zira Hz. Peygamberin, yürümekte olan kimselere kurban­larına binmelerini emrettiğini söyledikten sonra,

"Peygamberinizin sünnetinden daha üstün birşey aramayın!"[246] demişti.</SPAN>
Buhâri'nin rivayetine göre Hz. Ali, Halife Osman'ın hac ile birlikte umre ya­pılması yasağına dair talimatına aldırış etmemiş ve :

"Ben bir kimsenin görüşünden dolayı Hz. Peygamberin sünnetini terkedecek değilim" [247]demiştir. Oysa aynı ortak kanaldan gelen İbn Ebi Şeybe'nin ri­vayeti:
"Ben, senin görüşünden dolayı Rasûlullah'ın yaptığını terkedemem" [248] şek­linde, Ahmed b. Hanbel'inki ise,
"Ben senin görüşünden dolayı, Rasûlullah'ın görüşünü terkedecek deği­lim" [249] şeklindedir. Bu üç haberin ortak senedini şöyle gösterebiliriz:
Görüldüğü üzere haberin ilk iki ravisi aynıdır. En erken kaynak olan İbn Ebi Şeybe (ö. 235) rivayetinde Hz. Ali'nin sözü, "Resulullah'ın fiili"; Ahmed'in (ö. 241) rivayetinde "Rasûlullah'ın kavli (görüşü)" diye ifade edilirken, Buhâri'nin (ö. 256) rivayetinde ise bu "Peygamberin sünneti" şeklinde tabir edilmiştir. Aynı ortak kaynaktan gelmesine rağmen bu üç varyanttaki lafız farkları, ravilerin onu ma­na ile rivayet ettiklerini ve biraz tasarruf ile, belki de manayı kavramlarla ifade ettiklerini göstermektedir. [250]

Buna benzer başka bir misali, yine Buhâri'nin nakletmiş olduğu şu kulla­nımda görmekteyiz. Ebû Vail'In naklettiğine göre Huzeyfe (ö. 36), rükû ve secde­sini tam yapmadan namaz kılan birisini görmüş, namazını bitirince ona "Sen namaz kılmadın" demişti. Devamla Ebû Vail "Ve sanıyorum o şöyle demişti:

"Eğer sen (bu şekildeki namazınla) ölsen, Muhammed'in (s.a.v) sünnetinden başka birşey üzere ölürsün!" [251]

Oysa Abdurrazzak'ın Zeyd b. Vehb kanalından naklettiği başka bir varyant­ta, kırk yıldır bu şekilde namaz kıldığını söyleyen bu adama Huzeyfe'nin söyledi­ği söz şöyledir:

"Eğer (bu hâl üzere) ölürsen, Muhammed'in (s.a.v) ortaya koyduğu şeklin dışın­da birşey üzere ölmüş olursun." [252]

Görüldüğü gibi zaten "sanıyorum" ifadesi ile tereddüdünü dile getiren Ebû Vail, haberi mana ile rivayet etmiş, Hz. Peygamberin namaz kılış biçimini ifade için kullanılan fıtrat kelimesi yerine, yine aynı anlama gelen sünnet tabirini kul­lanmıştır. Burada gerek Ebû Vail'in tereddüdü ve gerekse Abdurrazzak'ın (ö. 211), Buhârî'den daha erken bir kaynak olması sebebiyle, ikinci rivayeti tercih etmekteyiz.

Ancak burada laûz farklı olsa da, mana aynıdır ve Huzeyfe o şahsın kıldığı namazın, Hz. Peygamberin namaz kılış tarzına uygun olmadığını, diğer bir ifade ile sünnete muhalif olduğunu söylemektedir. Şu halde "sünnet" tabiri, isim ola­rak kullanılmasa dahi, bir mana ve mefhum olarak, uyulması gereken bir ölçü ve model olarak mevcuttur.

Bu ve benzer bazı rivayetler karşılaştırıldığında, bazı raviler, işte bu mana ve mefhumu, kendi dönemlerinde iyice yerleşen, kavramlaşan sünnet tabiri ile ifa­de edebilmişler, hatta bir anlamda "hedy, fıtrat, [253] fiil vb. bazı kelimeleri, arala­rında yaygın hale gelen sünnet kelimesi ile terceme etmişlerdir. Bu sebepledir ki, bu tür rivayetleri, muhtemel ravi tasarruflarından dolayı, mutlaka - varsa daha erken kaynaklara müracat edip- diğer varyantlarıyla karşılaştırmamız ve böylece orjinal lafzı tesbit etmeye çalışmamız gerekmektedir.

*Sahabenin Sünnet Anlayışı/Dr. Bünyamin Erol

Dipnotlar:
[229] J. Schacht. 'Peygamberin Sünneti’ Tabiri Hakkında, ter. M. S. Hatiboğlu, AÜİFD, XVIII. 81.

[230] Ahmed. I. 75.

[231] Taberî, a.y.

[232] Özafşar, M. Emin, Hadisi Yeniden Düşünmek, s. 52-3.

[233] Ahmed, l. 68.

[234] Taberî, Tarih, IV. 337.

[235] Taberî, Tarih, IV. 410.

[236] İbn Sa'd, III. 66.

[237] Bkz. İbnu'l-Esir, Usdu'l-Ğâbe, IV. 424-6.

[238] Taberî, a.g.e.IV. 548-9; Aynı şekilde Hz. Ali. Hz. Ebu Bekir'in halife seçilince, Rasulullah'ın ameli ile amel ettiğini, ölünceye kadar onun sîretine uygun yaşadığını, Hz. Ömer'in de aynı şeyi yaptığını söylemekte­dir. Bkz: Ahmed. I. 128.

[239] Ahmed. I. 160.

[240] İbn Ebî Şeybe, III. 441. no: 15797.

[241] Tirmizî. Salat 382. no: 530, II. 410;

[242] Zeyd b. Ali. b. Huseyn b. Ali, Musnedu'l-İmâm Zeyd, derl. Abdulaziz b. İshak el-Bağdâdi, Beyrut-1983. II. baskı, Daru'l-Kütüb el-İlmiyye, s. 128.

[243] Fezari, Siyer, s. 314. no. 600; Tirmizî, Salat 333, no: 453, II. 316; Nesâi, Kıyamu'l-Leyl 27, III. 229; Ah­med. I. 86. 120.

[244] Abdurrazzâk, VII. 378. no: 13543: Buhâri. Hudud 4, VIll. 14; Müslim. Hudud 39. II. 1332; Ebû Dâvûd, Hudûd 37, no; 4486. IV. 626.

[245] Abduırazzâk, VII. 379, no: 13554; İbn Ebi Şeybe. V. 503. no: 28407; Müslim, Hudud 38, II. 1331-2.

[246] Ahmed. I. 121.

[247] Buhari, Hac34, II. 151.

[248] İbn Ebi Şeybe, III. 289. no: 14288.

[249] Ahmed. I. 95.

[250] Hz. Ali'den gelen diğer kullanımlar için bkz: Ahmed, I. 93. 107, 116, 121. 140-1, 143, 153.

[251] Buhâri, Salat 26, I. 102; Ahmed. V. 396.

[252] Abdurrazzâk. II. 368. no: 3732-3; Ahmed. V. 384.

[253] Misal için bkz: Nesâî, Zine 1, VIII. 126-8"de merfu ve muttasıl olarak gelen Hz. Aişe rivayetinde “On şey fıtrattandır” denirken, bu senedin ravilerinden Talk b. Habib'den mursel olarak gelen rivayette ise "On şey sünnettendir" şeklinde rivayet edilmektedir.
 

dosdoðru

New member
1-heykellere çelenk koymak,kıyamda durmak sünnetmidir.?

2-cami derneklerini bir insanın ilkelerine göre kurup cami yapmak sünnetmidir.?

3-peygamberler heykelleri,büstleri,putları kırdı diye bir konu varmı?

bu konu da bilgi rica ediyorum
 
Üst