soru:Uluhiyet ve Rububiyet nedir?

Garib

Well-known member
Birinci Hakikat:

Bâb-ı Rubûbiyet ve saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, şe'n-i Rubûbiyet ve saltanat-ı Ulûhiyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âlî gâyeler ve yüksek maksadlar ile icâd etsin, onun gâyât ve makâsıdına karşı, İmân ve ubûdiyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatı bulunmasın ve o makâsıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzât etmesin?


...
Eğer deyip Kur'ân'a ve Habib-i Rahmân'a tâbi isen, o vakit semavat ve arz ve mevcudat, herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firâkından müteessir olup mânen ağlarlar. Ulvî bir matemle ve haşmetli bir teşyî ile, kabir kapısıyla girdiğin beka âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal var olduğuna işaret ederler.

Birinci Hakikat:
Bâb-ı Rubûbiyet ve saltanattır ki, ism-i Rabbin cilvesidir.
Hiç mümkün müdür ki, şe'n-i Rubûbiyet ve saltanat-ı Ulûhiyet, bâhusus böyle bir kâinatı, kemâlâtını göstermek için gayet âlî gâyeler ve yüksek maksadlar ile icâd etsin, onun gâyât ve makâsıdına karşı, İmân ve ubûdiyetle mukabele eden mü'minlere mükâfatı bulunmasın ve o makâsıdı red ve tahkir ile mukabele eden ehl-i dalâlete mücâzât etmesin?
Sözler | Onuncu Söz | 65

Biri, kâinatın hey'et-i mecmûasındaki teâvün, tesânüd, teânuk, tecâvübden tezâhür eden sikke-i kübrâ-i Ulûhiyettir ki, "Bismillah" -1- ona bakıyor.
Sözler | On Dördüncü Lemanın İkinci Makamı | 15



ON ÜÇÜNCÜ İŞARET

Üç Noktadır.

BİRİNCİ NOKTA: Şeytanın en büyük bir desisesi, hakaik-i imaniyenin azameti cihetinde dar kalbli ve kısa akıllı ve kâsır fikirli insanları aldatır, der ki: "Birtek zat, umum zerrat ve seyyarat ve nücumu ve sair mevcudatı bütün ahvâliyle tedbir-i rububiyetinde çeviriyor, idare ediyor deniliyor. Böyle hadsiz acip, büyük meseleye nasıl inanılabilir? Nasıl kalbe yerleşir? Nasıl fikir kabul edebilir?" der. Acz-i insanî noktasında bir hiss-i inkârî uyandırıyor.

Elcevap:
Şeytanın bu desisesini susturan sır Allahu ekber'dir. Ve cevab-ı hakikîsi de Allahu ekber'dir. Evet, Allahu ekber'in ziyade kesretle şeâir-i İslâmiyede tekrarı, bu desiseyi mahvetmek içindir. Çünkü, insanın âciz kuvveti ve zayıf kudreti ve dar fikri, böyle hadsiz büyük hakikatleri Allahu ekber nuruyla görüp tasdik ediyor ve Allahu ekber kuvvetiyle o hakikatleri taşıyor ve Allahu ekber dairesinde yerleştiriyor ve vesveseye düşen kalbine diyor ki:

Bu kâinatın gayet muntazamca tedbir ve tedvîri bilmüşahede görünüyor. Bunda iki yol var:

Birinci yol:
Mümkündür. Fakat gayet azîmdir ve harikadır. Zaten böyle harika bir eser, bir harika san'atla, çok acip bir yolla olur. O yol ise, mevcudat, belki zerrat adedince vücudunun şahitleri bulunan bir Zât-ı Ehad ve Samedin rububiyetiyle ve irade ve kudretiyle olmasıdır.

İkinci yol: Hiçbir cihet-i imkânı olmayan ve imtinâ derecesinde müşkilâtlı ve hiçbir cihette mâkul olmayan şirk ve küfür yoludur. Çünkü, Yirminci Mektup ve Yirmi İkinci Söz gibi çok risalelerde gayet kat'î ispat edildiği üzere, o vakit kâinatın herbir mevcudunda ve hattâ herbir zerresinde bir ulûhiyet-i mutlaka ve bir ilm-i muhit ve hadsiz bir kudret bulunmak lâzım geliyor. Tâ ki, mevcudatta bilmüşahede görünen nihayet derecede nizam ve intizam ve gayet hassas mizan ve imtiyaz ile mükemmel ve müzeyyen olan nukuş-u san'at vücut bulabilsin.

Elhasıl: Eğer tam lâyık ve tam yerinde olan azametli ve kibriyâlı rububiyet olmazsa, o vakit her cihetçe gayr-ı mâkul ve mümteni bir yol takip etmek lâzım gelecek. Lâyık ve lâzım olan azametten kaçmakla, muhal ve imtinâa girmeyi şeytan dahi teklif edemez.
Lemalar | On Üçüncü Lem´a | 90
 

Zuhr

Talebe
Lugat anlamları;

RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
Rab, yani Besleyen, yetiştiren, terbiye eden Allah’ın, bu ismine müteveccih özelliğini Rubûbiyet olarak düşünebiliriz.


ULÛHİYET : İlâhlık, Allah`ın hâkimiyeti ile kâinattaki herşeyi Kendisine ibâdet ve itaat ettirmesi.
“Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor”




Rubûbiyet, mevcudadı bir nevi fiili olarak idare altında bulundurmak iken, Ulûhiyet mevcudadı hükmen idare altında bulundurmak olarak düşünülebilir.


Külliyat içerisinde kullanıldıkları bazı kısımlara bakarak, kavramlar biraz daha netlik kazanabilir,


RUBÛBİYET;
=============================

Mesnevi Nuriye

Kezalik kâinattaki masnuat, tohum gibidir. Âlem ve anasır da tarla gibidir. Her iki tarafın lisan-ı halleriyle ettikleri şehadete göre, masnuat ile âlem-i anasır, yani tohum ile tarla ve muhit ile muhat, (hep) bir Sâni’-i Vâhid’in yed-i tasarrufundadır. Demek edna bir mahluka yapılan tasarruf-u hakikî ve zaîf bir mevcuda edilen tevcih-i rububiyet, âlem ve anasır kabza-i tasarrufunda bulunan Zâta mahsus olduğu gibi, herhangi bir unsurun da tedvir ve tedbiri, bütün hayvanat ve nebatatı kabza-i rububiyetinde tutup terbiye eden aynen o Zâta mahsustur.

========
Mesnevi Nuriye

Ey gözleri sağlam ve kalbleri kör olmayan insanlar! Bakınız, insan âleminde iki daire ve iki levha vardır:
Birinci daire: Rububiyet dairesidir.
İkinci daire: Ubudiyet dairesidir.
Birinci levha: Hüsn-ü san’attır.
İkinci levha ise: Tefekkür ve istihsandır.

Bu iki daire ile iki levha arasındaki münasebete bakınız ki: Ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor. Bu hakikatı gözün ile gördükten sonra, rububiyet ve ubudiyet dairelerinin reisleri arasında en büyük bir münasebetin bulunmamasına aklınca imkân var mıdır? Ve Sâni’in makasıdına kemal-i ihlas ile hizmet eden ubudiyet reisinin Sâni’ ile azîm bir münasebeti ve kavî bir intisabı ve o intisab ile her iki daire reisleri arasında bir muarefe ve mükâleme ve alış-verişin olmamasına ihtimal var mıdır? Öyle ise bilbedahe tahakkuk etti ki; ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbub ve makbulüdür.


========

Mesnevi Nuriye

Ve keza bu âlemde pek ihtişamlı bir rububiyet âsârıyla şaşaalı bir saltanatın şuaları görünmektedir. Evet görüyoruz ki: Koca arz -sekenesiyle beraber- ehlî, zelil, muti bir hayvan gibi o rububiyetin emri altında beslenir. Güzde ölmesi, baharda dirilmesi ve bir Mevlevî gibi raks ve hareketi ve sair bütün işleri o emre tâbi olduğu gibi, şemsin de seyyaratıyla tanzim ve teshiri ve sair vaziyetleri o emre bağlıdır. Halbuki, azametli şu rububiyet-i sermediye ve bu saltanat-ı ebediye şöyle zaîf, zâil, muvakkat temeller ve esaslar üzerine bina edilemez. Ve bu mütebeddil, belalı, kederli, fâni dünya üzerine kaim olamaz. Ancak, bu dünya o azametli rububiyetin pek azîm ve geniş dairesi içinde insanları tecrübe ve imtihan, kudretin mu’cizelerini teşhir ve ilân için kurulmuş muvakkat bir menzildir ki; tahrib edilip pek muazzam, geniş, ebedî ve bâki bir âleme cüz’ olmak için tebdil edilecektir. Binaenaleyh bu tebeddülât ma’rezi olan âlemin Sâni’i için diğer tegayyürsüz, sabit bir âlemin vücudu zarurîdir.

========

Mesnev-i Nuriye

İ’lem Eyyühel-Aziz! Gafil olan insan, kendi vazifesini terkeder, Allah’ın vazifesiyle meşgul olur. Evet insan, gafletten dolayı iktidarı dâhilinde kolay olan ubudiyet vazifesinin terkiyle, zaîf kalbiyle rububiyet vazife-i sakîlesinin altına girer, altında ezilir. Ve aynı zamanda bütün istirahatını kaybetmekle âsi, şakî, hâin adamların partisine dâhil olur.



========

Mesnevi Nuriye

İ’lem Eyyühel-Aziz! Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan büyük bir ölçüde tekrar ettiği ihya-yı arz ve toprak unsuruna nazar-ı dikkati celbettiğinden kalbime şöyle bir feyiz damlamıştır ki: Arz, âlemin kalbi olduğu gibi, toprak unsuru da arzın kalbidir. Ve tevazu, mahviyet gibi maksuda îsal eden yolların en yakını da topraktır. Belki toprak, en yüksek semavattan Hâlık-ı Semavat’a daha yakın bir yoldur. Zira kâinatta tecelli-i rububiyet ve faaliyet-i kudrete ve makarr-ı hilafete ve Hayy, Kayyum isimlerinin cilvelerine en uygun topraktır. Nasılki arş-ı rahmet su üzerindedir. Arş-ı hayat ve ihya da toprak üstündedir. Toprak, tecelliyat ve cilvelere en yüksek bir âyinedir.



========

Sozler

Sual: Cenab-ı Hakk’ın cüz’iyat ve hasis emirler ile iştigali, azametine münafîdir?

Elcevab: O iştigal, azametine münafî değildir. Bilakis, adem-i iştigali azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ: Şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur. Maahaza bütün şeffaf şeylerde görünen şemsin timsallerinin her birisi, “Şems benimdir. Şems yanımdadır. Şems bendedir.” diyebilir. Ve zerreler ile şems arasında müzahame yoktur. Bütün mahlukat -bilhâssa insanlarda ferdî olsun, nev’î olsun, şerif olsun, hasis olsun- ilim, irade, kudret itibariyle Cenab-ı Hakk’ın tecellisine mazhardır. Herbir şey, herbir insan, “Allah yanımdadır” diyebilir. Bilhâssa insanın za’fı, fakrı, aczi nisbetinde Cenab-ı Hakk’ın kurbiyeti ve her bir şeyin Cenab-ı Hak’la münasebeti olmakla beraber, o da münasebetdardır. Ve gayr-ı mütenahî acz ve fakrı olan insan, gayr-ı mütenahî kudret ve gına ve azameti olan Cenab-ı Hak’la münasebeti ne kadar latiftir.


========

Hiç mümkün müdür ki: Ölmüş, kurumuş koca Arzı ihya eden ve o ihya içinde herbiri beşer haşri gibi acib, üçyüz binden ziyade enva’-ı mahlukatı haşr ü neşredip kudretini gösteren ve o haşr ü neşr içinde nihayet derecede karışık ve ihtilat içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile ihata-i ilmiyesini gösteren ve bütün semavî fermanlarıyla beşerin haşrini va’detmekle bütün ibadının enzarını saadet-i ebediyeye çeviren ve bütün mevcudatı başbaşa, omuz omuza, elele verdirip emir ve iradesi dairesinde döndürüp birbirine yardımcı ve müsahhar kılmakla azamet-i rububiyetini gösteren ve beşeri, şecere-i kâinatın en câmi’ ve en nazik ve en nazenin, en nazdar, en niyazdar bir meyvesi yaratıp, kendine muhatab ittihaz ederek herşeyi ona müsahhar kılmakla, insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i Hakîm, kıyameti getirmesin? Haşri yapmasın ve yapamasın? Beşeri ihya etmesin veya edemesin? Mahkeme-i Kübrayı açamasın? Cennet ve Cehennem’i yaratamasın? Hâşâ ve kellâ!..


========

Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın kemal-i intizamları ve kemal-i mevzuniyetleri ve kemal-i zînetleri ve icadlarının sühuleti ve birbirine benzemeleri ve birtek fıtrat izhar etmeleri, nasılki bir Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gayet geniş bir mikyasta gösteriyorlar.
Öyle de: Camid ve basit unsurlardan, hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebatın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla gayet parlak bir tarzda kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi terkibat-ı mevcudat tabir edilen terkib ve tahlil hengâmındaki teceddüdde nihayet derecede ihtilat ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak bir surette sünbüllenmelerini ve vücudlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrat-ı bedene karışık bir surette giden gıdaî maddeleri kemal-i hikmetle ve kemal-i mizanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i Mutlak’ın vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi; zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemal-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulâtını ondan almak ve o camide, âcize, cahile olan zerrata gayet şuurkârane ve gayet hakîmane ve muktedirane hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelal’in ve o Sâni’-i Zülkemal’in vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve azamet-i rububiyetini ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.

=======

Mirac Risalesi

İşte şu temsil gibi; Hâkim-i Arz ve Semavat, “Emr-i Kün Feyekûn”e mâlik, Âmir-i Mutlak olan Sultan-ı Ezelî ve Ebedî, tabakat-ı mahlukatında cereyan eden ve kemal-i itaat ve intizam ile imtisal olunan, evamir ve kumandanlığının şuunatı ve zerrattan seyyarata ve sinekten semavata kadar olan tabakat-ı mahlukat ve tavaif-i mevcudatta küçük-büyük, cüz’î-küllî tabakatı ve taifeleri ayrı ayrı, fakat birbirine bakar bir tarzda birer daire-i rububiyet, birer tabaka-i hâkimiyet görünüyor.



========
sozler

Birincisi: Eğer desen: “Madem Kur’an, beşer için nâzil olmuştur. Neden beşerin nazarında en mühim olan medeniyet hârikalarını tasrih etmiyor? Yalnız gizli bir remz ile, hafî bir îma ile, hafif bir işaretle, zaîf bir ihtar ile iktifa ediyor?”

Elcevab: Çünki medeniyet-i beşeriye hârikalarının hakları, bahs-i Kur’anîde o kadar olabilir. Zira Kur’anın vazife-i asliyesi: Daire-i rububiyetin kemalât ve şuunatını ve daire-i ubudiyetin vezaif ve ahvalini talim etmektir. Öyle ise şu havarik-ı beşeriyenin o iki dairede hakları; yalnız bir zaîf remz, bir hafif işaret, ancak düşer. Çünki onlar, daire-i rububiyetten haklarını isteseler, o vakit pek az hak alabilirler. Meselâ; tayyare-i beşer (Haşiye-2) Kur’ana dese: “Bana bir hakk-ı kelâm ver, âyâtında bir mevki ver.” Elbette o daire-i rububiyetin tayyareleri olan Seyyarat, Arz, Kamer; Kur’an namına diyecekler: “Burada cirmin kadar bir mevki alabilirsin.” Eğer beşerin taht-el bahrleri, âyât-ı Kur’aniyeden mevki isteseler; o dairenin taht-el bahrleri (yani, bahr-i muhit-i havaîde ve esîr denizinde yüzen) zemin ve yıldızlar ona diyecekler: “Yanımızda senin yerin, görünmeyecek derecede azdır.”

========

Mektubat

İkinci Remiz: Onsekizinci Mektub’un âhirki mes’elesinin âhirinde denildiği gibi, Hâlık-ı Zülcelal hayret-nüma, dehşet-engiz bir surette bir faaliyet-i rububiyetiyle, mevcudatı mütemadiyen tebdil ve tecdid ettiğinin bir hikmeti budur: Nasılki mahlukatta faaliyet ve hareket; bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten, bir muhabbetten ileri geliyor. Hattâ denilebilir ki; herbir faaliyette bir lezzet nev’i vardır; belki herbir faaliyet, bir çeşit lezzettir. Ve lezzet dahi, bir kemale müteveccihtir; belki bir nevi kemaldir.





ULUHIYET
=================================================

Mesnevi Nuriye

Ve keza ziyasız güneşin vücudu mümkün olmadığı gibi, uluhiyet de tezahürsüz olamaz. Tezahürü ise, irsal-i rusül ile olur. Ve keza hadd-i kemale baliğ olan en yüksek bir cemalin bilinmesi, görünmesi, gösterilmesi için resullerin tarifi lâzımdır.




========


Maahaza, şerik hadd-i zâtında mümteni’dir. Bir ferdinin vücudu mümkün değildir. Çünki kudret-i kâmilenin tesiri gayr-ı mütenahîdir. Şerik olduğu takdirde, kudretin tesiri mahdud olur. Mütenahî olmadığı halde mütenahî olur, inkıtaa uğrar. Bu ise, birkaç cihetten muhaldir. Öyle ise istiklal ve infirad, uluhiyet için zâtî hâssalardır.



========

Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.

========

Yine gördüm ki: Eğer her şey Cenab-ı Hakk’a isnad edilmezse, bir ân-ı vâhidde, gayr-ı mütenahî ilahların isbatı lâzım gelir. Ve bütün zerrat-ı kâinattan daha çok olan şu ilahların her birisi, bütün ilahlara hem zıd, hem misil olması lâzım geliyor. Ve aynı zamanda, her birisi, bütün kâinata elini uzatmış tasarrufatta bulunuyor gibi bir vaziyet alması lâzım geliyor. Meselâ: Bal arısının bir ferdini yaratan bir kudretin hükmü, bütün kâinata cari ve nafiz olması lâzımdır. Zira, o bal arısı kâinatın unsurlarına nümunedir, eczasını kâinattan alıyor. Halbuki vücud sahasında mahal ve makam, yalnız ve yalnız Vâcib-ül Ehad’a mahsustur. Eğer eşya kendi nefislerine isnad edilirse, her bir zerreye bir uluhiyet lâzımdır. Meselâ: Ayasofya’nın bânisi inkâr edildiği takdirde, her bir taşı bir Mimar Sinan olması lâzım geliyor. Öyle ise kâinatın Sâni’a olan delaleti, kendi nefsine olan delaletinden daha vâzıh, daha zahir, daha evlâdır.


========


23.soz

ÜÇÜNCÜ KELİME: لاَ شَرِيكَ لَهُ Yani: Nasılki uluhiyetinde ve saltanatında şeriki yoktur; “Allah” bir olur, müteaddid olamaz. Öyle de; rububiyetinde ve icraatında ve icadatında dahi şeriki yoktur. Bazan olur ki; sultan bir olur, saltanatında şeriki olmaz.. fakat icraatında, onun memurları onun şeriki sayılırlar ve onun huzuruna herkesin girmesine mani olurlar. “Bize de müracaat et” derler. Fakat Ezel, Ebed Sultanı olan Cenab-ı Hak, saltanatında şeriki olmadığı gibi, icraat-ı rububiyetinde dahi muinlere, şeriklere muhtaç değildir. Emr u iradesi, havl ü kuvveti olmazsa hiçbir şey, hiçbir şey’e müdahale edemez. Doğrudan doğruya herkes ona müracaat edebilir. Şeriki ve muini olmadığından, o müracaatçı adama “Yasaktır, onun huzuruna giremezsin” denilmez.

========
 

elfaz

Well-known member
Rubûbiyet, mevcudadı bir nevi fiili olarak idare altında bulundurmak iken, Ulûhiyet mevcudadı hükmen idare altında bulundurmak

??

vaktm geniş olduğunda daha çok sual olacak inşallah..
 

elfaz

Well-known member
Biraz indirgeyerek açıklayabilir miyiz..Teorik olarak okuyorum ama anlam oturmadı maalesef..

RUBÛBİYET : Cenâb-ı Hakkın her zaman, her yerde ve her mahlûka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, onu terbiye etmesi ve idâresi altında bulundurması vasfı.
Rab, yani Besleyen, yetiştiren, terbiye eden Allah’ın, bu ismine müteveccih özelliğini Rubûbiyet olarak düşünebiliriz.


ULÛHİYET : İlâhlık, Allah`ın hâkimiyeti ile kâinattaki herşeyi Kendisine ibâdet ve itaat ettirmesi.
“Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor”
Nuktepira kardeşin yazdığı eksende;

Rububiyet Allahın zatına bakarken,Uluhiyette o zatın icraatlerine mukabil ibadete layık olması oluyor dersek yanlış mı oluyor?
 

Zuhr

Talebe
Rububiyet Allahın zatına bakarken,Uluhiyette o zatın icraatlerine mukabil ibadete layık olması oluyor dersek yanlış mı oluyor?


Rububiyet zatın fiillerine,
uluhiyette zatın fiillerine mukabil ibadete layık olmasına bakıyor diyebiliriz.

malumdur ki yaratılan her şey bir iş yapar, bir görevi vardır, bir amaç doğrultusunda yaratılmıştır. misal bir tohumun amaçlarından birisi ağaç olmaktır, bu amaca ulaşması için onun toprağa girmesi, suyla minerallerle beslenmesi, gelişmesi, filizlenmesi gerekir. bu şekilde bir dizi işlemlere tabi olduğunu, bir sıra izlediğini, böyle bir düzen içinde yetiştiğini gözlemliyoruz. bu süreç içinde, aslında ne toprak, ne su, ne minaraller ne de tohumun kendisi bu işlemleri yapabilecek, onlara tabi olacak kudrete, ilme ve gereken diğer fiillere ve sıfatlara sahip değiller. bu süreci sırasıyla yaratan, tohumu yaratan ve sonra onun ağaç olabilmesi için gereken ne varsa veren, ağaç olabilmesi için gereken yolu ona izleten, yani onu terbiye eden Allah'tır. bu O'nun Rububiyetinin bir tecellisidir. Rububiyet kavramı, Allah ın terbiye ediciliğini, kudreti ile tüm kainatı çekip çevirmesini ifade ediyor.

Uluhiyet, yani ilahlık ise, bu işleri yapan zatın, kainattaki tasarruf ve hakimiyeti ile herşeyi kenisine ibadet ve itaat ettirmesidir.
insan kendisine verilen cihazlar ile, aklı, duyguları, duyuları ile çevresini inceleyerek, sürüp giden olaylar zincirleri arkasındaki gerçek hakimi bulabilir. ve bu kadar karmaşık işleri, düzenleri hiç bozulmadan, birbirine karışmadan yapan zat, ne kadar yüce, ne kadar âli dir diyerek, o zata ibadet eder ve o zata itaat eder. ve böylece ubudiyetini yerine getirebilir. insanın karşısına bu kadar örnekleri seren Allah olduğu gibi, insanın bir istemesi ile, yönelmesi ile, ona kendisini tanıttırıp gösteren de yine Allah tır. ve insan bu idrak ile Allah'ı ilah bilir, kabul eder, inanır, O'na itaat eder, ibadet eder. ve böylece Allah'ın Uluhiyeti de tezahür etmiş olur.
 

elfaz

Well-known member
Allah razı olsun çok gzl bi izah olmuş..

--Halbuki Cenab-ı Hak tarafından insanlara verilen benlik ve hürriyet, uluhiyet sıfatlarını fehmetmek üzere bir vâhid-i kıyasî vazifesini görüyor. Maalesef sû’-i ihtiyar ile hâkimiyet ve istiklaliyete âlet ederek tam bir firavun olur.


Uluhiyet; marifetullah ile yakından alakadar o halde.Marifetullah çizgisinden sapan insanın seyri; firavun yoluna ınkılap ediyor..

--Rubûbiyet, mevcudadı bir nevi fiili olarak idare altında bulundurmak iken, Ulûhiyet mevcudadı hükmen idare altında bulundurmak

Fiili olarak terbiye ediyor onu anladık inşaAllah ..

Hükmen idare altında tutmasını nasıl anlamalıyız..
 

Zuhr

Talebe
--Rubûbiyet, mevcudadı bir nevi fiili olarak idare altında bulundurmak iken, Ulûhiyet mevcudadı hükmen idare altında bulundurmak

Fiili olarak terbiye ediyor onu anladık inşaAllah ..

Hükmen idare altında tutmasını nasıl anlamalıyız..


hükmen kelimesi lugat manası; "Hüküm yoluyla, hükmünde ve değerinde olarak."
hüküm kelimesi ise; "Karar, emir, kuvvet, hâkimlik, âmirlik; irâde, kumanda, nüfuz" anlamlarına geliyor.
bu manaları da göz önünde bulundurarak;


misal, adına kader dediğimiz bir program dahilinde çevremizdeki olaylar cereyan ediyor. bu programı yazan Allah'tır. ve herşey onun koyduğu kurallar dahilinde gelişir, dışına çıkamaz. Kainat Allah ın hükmü altında idare olunur.

bir ülkenin yönetimini düşünürsek, ülkenin bir anayasası vardır, bu anayasaya uygun kanunları ve kuralları vardır ve idare bu kurallar çerçevesinde olur. bu kuralları koyan ve kurallara göre işleyişi sağlayan meclis veya cumhurbaşkanı, ülkeyi hükmü altında bulundurur, hükmen idare eder

Allah, tek ilahtır. herşey taht-ı idaresinde gerçekleşir. bu cihette, kainatın işleyişinin de sahibi olan Allah, bu işleyişi hükümleri ile idaresi altında bulunduruyor. hiçbirşey O nun kuralları dışına çıkamaz, O nun idaresi, kumandası altından çıkamaz, ve O na itaat eder. Allah herşeyi kendisine itaat ettir çünkü zaten hiçbirşey Allah olmadan olamaz, kendi başına bir iş yapamaz.


yürümeye yeni başlayan bir bebeğin ellerinden annesi tutar ve bebek annesinin yönetiminde ve yardımı ile yürür ve annesi elini bıraktığında olduğu yere yığılır, düşer. bebek yürümek için annesine itaat eder, onun yönetimi ile yürür. benzer şekilde Allah'ın isimlerinin tezahürü olmadan, Allah olmadan hiçbirşey var olamaz ve herhangi bir iş yapamaz. ve hali ile var olan ve işleyen herşey Allah'a itaat etmiş, Allah'a ibadet etmiş olur. ve O nun koyduğu kurallar çerçevesinde, hükmen idare edilmiş olur.
 
Üst