Tarihçe-i Hayat

Ahmet.1

Well-known member
Risale-i Nur Müellifi
Bedîüzzaman Said Nursî


Tarihçe-i Hayatı

ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﻭَ ﺑِﻪِ ﻧَﺴْﺘَﻌِﻴﻦُ



ÖNSÖZ

Bu önsöz Medine-i Münevvere'de bulunan mühim bir âlim tarafından yazılmıştır.

Büyük İkbal'e ait olan "Önsöz"de demiştim ki: "Büyüklerin tarih-i hayatları okunurken, ulvî menkıbeler söylenip, aziz hatıraları anılırken; insan, başka bir âleme girdiğini hissediyor. Gönlünü, tertemiz sevgi hislerinin ulvî ateşi yakıyor ve İlahî feyzi sarıyor. Tarih öyle büyük insanlar kaydeder ki, birçok büyükler, onlara nisbetle küçük kalır.

Tarihe şerefler veren erler anılırken

Yükselmede ruh en geniş âlemlere yerden

Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden

Geçmiş gibi Cennet'teki gül bahçelerinden...

Bu derin hakikatı, "Önsöz"ü yazarken bütün azamet ve ihtişamıyla idrak etmiş bulunuyorum. Zira aziz ve muhterem okuyucularımıza en derin bir ihlas ve samimiyetle takdim ettiğimiz bu eser, hemen bir asra yaklaşan uzun ve bereketli ömrünün her safhası, binlerle hârikaya sahne olan, gönüller fâtihi büyük Üstad Bedîüzzaman Said Nursî'ye, onun yüzotuz parçadan ibaret olan Risale-i Nur Külliyatı'na; ve ahlâk ve faziletleri, ihlas ve samimiyetleri, iman ve irfanları ile hayatın her safhasında sadece bir ülkeye değil, bütün insanlık âlemine tertemiz örnekler vermekte devam eden Nur Talebelerine aittir.

Bir kitabın "Mukaddeme"sini, o kitabın hülâsası diye tarif ederler. Halbuki her mevzuu müstakil bir esere sığmayacak kadar derin ve geniş olan bu muazzam kitabın muhteviyatını, böyle birkaç sahifelik mukaddemeye sığdırmak kabil midir?

Bugüne kadar âcizane yazdığım manzum ve mensur yazılarımın hiçbirisinde bu kadar acz ve hayret içerisinde kalmamıştım. Binaenaleyh bu eseri derin bir zevk, İlahî bir neş'e ve coşkun bir heyecanla okuyacak olanlar, hayranlıkla görecekler ki; Bedîüzzaman, çocukluğundan beri müstesna bir şekilde yetişen ve bütün ömrü boyunca İlahî tecellilere mazhar olan bambaşka bir âlim ve mümtaz bir şahsiyettir.

Ben bu büyük zâtı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tedkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arab şâirinin bir beytiyle, çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim. "Bütün âlemi bir şahsiyette toplamak, Cenab-ı Hakk'a zor gelmez..."
 

Ahmet.1

Well-known member
Gayesinin ulviyetinden, davasının ihtişamından ve imanının azametinden feyiz ve ilham alan bu kutbun cazibesine takılanların adedi günden güne çoğalmaktadır.

Akıllara hayret veren bu ulvî hâdise; münkirleri kahrettiği gibi, mü'minleri de şâd ve mesrur eylemekte devam edip gidiyor.

İmanlı gönüllerde manevî bir rabıta halinde yaşayan bu İlahî hâdiseyi büyük bir mücahid, kalbleri vecd içinde bırakan bir üslûbla bakınız nasıl ifade ediyor:

"Ahlâksızlık çirkefinin bir tufan halinde her istikamete taşıp uzanarak her fazileti boğmaya koyulduğu kara günlerde, onun yani Bedîüzzaman'ın feyzini bir sır gibi kalbden kalbe, mukavemeti imkânsız bir hamle halinde intikal eder görmekle teselli buluyoruz... Gecelerimiz çok karardı ve çok kararan gecelerin sabahları pek yakın olur."

Evet bir sır gibi kalbden kalbe mukavemeti imkânsız bir halde yayılıp dağılan bu nurun, memleketin her köşesinde feyiz ve tesirini görenler, hayret ve dehşetler içinde sormaya başladılar: "Şöhreti memleketimizin her tarafını kaplayan bu zât kimdir? Hayatı, eserleri, meslek ve meşrebi nedir? Tuttuğu yol bir tarîkat mı, bir cem'iyet mi, yoksa siyasî bir teşekkül müdür?"

Bununla da kalmadı; derhal gerek idarî ve gerek adlî çok mühim takibler ve pek ciddî tedkikler, uzun ve müselsel mahkemeler cereyan etti... Neticede, bu İlahî tecellinin gönüller ülkesine kurulan bir "İman ve İrfan Müessesesi"nden başka birşey olmadığı tahakkuk edince, adaletin İlahî bir surette tecellisi şu şekilde zuhur etti:

"Bedîüzzaman Said Nursî ve bütün Risale-i Nur eserlerinin beraeti" kararı resmen ilân edildi. Ve artık ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlahî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu, güneşler gibi belirdi.

Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatını, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler.

Meselâ: O adam ilk günlerde mütevazi, âlîcenab, feragat ve mahviyetkâr, hülâsa; bütün ahlâk ve fazilet bakımından cidden örnek olan gayet temiz ve son derecede mümtaz bir şahsiyetti. Bakalım, cihadında muzaffer olup hislerde, emellerde, gönüllerde yer tuttuktan sonra yine o eski temiz ve örnek halinde kalabilmiş mi? Yoksa, zafer neş'esiyle birçok büyük sanılan kimseler gibi, yere göğe sığmaz mı olmuş?

İşte büyük küçük herhangi bir dava ve gaye sahibinin mahiyet ve hakikatını, şahsiyet ve hüviyetini en hakikî çehresiyle aksettirecek olan en berrak âyine budur. Tarih boyunca, bu müdhiş imtihanı kazanmanın şaheser misalini, evvelâ Peygamberler ve bilhâssa Sultanü'l-Enbiya Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, sonra onun halife ve sahabeleri ve daha sonra onların nurlu yolunda yürüyen büyük zâtlar vermişlerdir.
 

Ahmet.1

Well-known member
Peygamber Efendimiz, şu ﺍَﻟْﻌُﻠَﻤَٓﺎﺀُ ﻭَﺭَﺛَﺔُ ﺍﻟْﺎَﻧْﺒِﻴَٓﺎﺀِ yani: "Âlimler, Peygamberlerin vârisleridirler" hadîs-i şerifleriyle âlim olmanın pek kolay bir şey olmadığını, i'cazkâr belâgatları ile beyan buyuruyorlar.

Zira mademki bir âlim, Peygamberlerin vârisidir; o halde hak ve hakikatın tebliğ ve neşri hususunda, aynen onların tutmuş oldukları yolu takib etmesi lâzımdır. Her ne kadar bu yol; bütün dağ, taş, çamur, çakıl, uçurum, daha beteri takib, tevkif, muhakeme, hapis, zindan, sürgün, tecrid, zehirlenme, i'dam sehpaları ve daha akıl ve hayale gelmeyen nice bin zulüm ve işkencelerle dolu da olsa...

İşte Bedîüzzaman; yarım asırdan fazla o mukaddes cihadı ile bütün ömrü boyunca bu çetin yolda yürüyen ve karşısına çıkan binlerle engeli bir yıldırım sür'ati ile aşan ve Peygamberlerin vârisi olan bir âlim olduğunu amelî bir surette isbat eden bir zâttır.

Kendisinin ilmî, ahlâkî, edebî, birçok fazilet ve meziyetleri arasında beni en çok meftun eden şey; onun o, dağlardan daha sağlam, denizlerden daha derin, semalardan daha yüksek ve geniş olan imanıdır.

Rabbim, o ne muazzam iman! O ne bitmez ve tükenmez sabır! O ne çelikten irade! Hayal ve hatıralara ürpermeler veren bunca tazyik, tehdid, tazib ve işkencelere rağmen; o ne eğilmez baş, ne boğulmaz ses ve nasıl kısılmaz nefestir!

Büyük İkbal'in heyecanlı şiirlerinden aldığım coşkun bir ilham neş'esi ile vaktiyle yazdığım "Mücahid" unvanını taşıyan bir manzumede, aşağıdaki mısraları okuyanlardan, belki şâirane bir mübalağada bulunduğumu söyleyenler olmuştur.

Lâkin şu mukaddemesini yazmakla şeref duyduğum şaheseri okuyanlar, vecdle dolu bir hayranlıkla anlayacaklar ki, Allah'ın ne kulları varmış. Eğer bir iman, kemalini bulursa, neler yapar ve ne hârikalar doğururmuş.

Bir azm, eğer iman dolu bir kalbe girerse

İnsan da, o imandaki son sırra ererse

En azgın ölümler ona zincir vuramazlar

Volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar

Rabbimden iner azmine kuvvet veren ilham

Peygamber'i rü'yada görür belki her akşam

Hep nur onun iman dolu kalbindeki mihrab

Kandil olamaz ufkuna dünyadaki mehtab

Kar, kış demez, irkilmez, üzülmez, acı duymaz

Mevsim bütün ömrünce ılık gölgeli bir yaz

Cennet'teki âlemleri dünyada görür de

Mahvolsa eğilmez sıradağlar gibi derde

En sarp uçurumlar gelip etrafını sarsa

Ay batsa, güneş sönse, ufuklar da kararsa

Gökler yıkılıp çökse, yolundan yine dönmez

Ruhundaki imanla yanan meş'ale sönmez

Kalbinde yanardağ gibi, iman ne mukaddes

Vicdanına her an şunu haykırmada bir ses:

Ey yolcu! Şafaklar sökecek durma, ilerle

Zulmetlere kan ağlatacak meş'alelerle

Yıldızlara bas, çık yüce âlemlere yüksel

İnsanlığı kurtarmaya Cennet'ten inen el!..

Sanki bu mısralar iman kahramanı büyük mücahid Bedîüzzaman Hazretleri için yazılmış. Zira bu yüksek sıfatlar, hep onun sıfatlarıdır. Cenab-ı Hak şu âyet-i kerimede bakınız mücahidlere neler va'dediyor:

ﻭَﺍﻟَّﺬِﻳﻦَ ﺟَﺎﻫَﺪُﻭﺍ ﻓِﻴﻨَﺎ ﻟَﻨَﻬْﺪِﻳَﻨَّﻬُﻢْ ﺳُﺒُﻠَﻨَﺎ ﻭَﺍِﻥَّ ﺍﻟﻠَّﻪَ ﻟَﻤَﻊَ ﺍﻟْﻤُﺤْﺴِﻨِﻴﻦَ

Meal-i şerifi: "Bizim uğrumuzda mücahede edenlere mutlaka yollarımızı gösteririz. Ve hiç şübhe yok ki, Allah muhsinlerle -Allah'ı görür gibi ibadet eden mücahidlerle- beraberdir."

Demek ki, iman ve Kur'an uğrunda, candan ve cihandan geçen mücahidlere, büyük Allah, hakikat ve hidayet yollarını göstereceğini va'd buyuruyor. Hâşâ, Cenab-ı Hak va'dinde hulfetmez.. yeter ki, bu azîm va'd-i İlahîyi îcab ettirecek şartlar tahakkuk etsin.

Bu âyet-i kerime, "Üstad"ın karakter ve şahsiyetini tahlil hususunda bize nurdan bir rehber oluyor ve o nurun billur ışığı altında artık en ince çizgileri ve en hassas noktaları görüp sezebiliyoruz. Zira madem ki bir insan Cenab-ı Hakk'ın hıfz ve himayesinde bulunmak nimetine mazhar olmuştur; artık onun için korku, endişe, üzüntü, yılma, usanma vesaire gibi şeyler bahis mevzuu olamaz.

Allah'ın nuru ile nurlanan bir gönlün semasını hangi bulutlar kaplayabilir? Her an huzur-u İlahîde bulunmak bahtiyarlığına eren bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespaye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve teselli edebilir?

Allah'tır onun yârı, mürebbisi, velisi

Andıkça bütün nur oluyor duygusu, hissi

Yükselmededir marifet iklimine her an

Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur'an

Kur'an ona yâdettiriyor "Bezm-i Elest"i

Âşık, o tecellinin ezelden beri mesti...

İşte Bedîüzzaman, böyle hârikalar hârikası bir inayete mazhar olan mübarek bir şahsiyettir. Ve bunun içindir ki, zindanlar ona bir gülistan olmuş; oradan ebediyetlerin nurlu ufuklarını görür. İ'dam sehpaları, birer va'z ve irşad kürsüsüdür. Oradan insanlığa ulvî bir gaye uğrunda sabır ve sebat, metanet ve celadet dersleri verir. Hapishaneler birer Medrese-i Yusufiyeye inkılab eder. Oraya girerken, bir profesörün üniversiteye ders vermek için girdiği gibi girer. Zira oradakiler, onun feyz ve irşadına muhtaç olan talebeleridir. Her gün birkaç vatandaşın imanını kurtarmak ve cânileri melek gibi bir insan haline getirmek, onun için dünyalara değişilmez bir saadettir.

Böyle bir yüksek iman ve ihlas şuuruna mâlik olan insan, hiç şübhesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak; ruhu ile maneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir.

Büyük mutasavvıfların (R.A.) Fena fillah, Beka billah diye tarif ve tavsif buyurdukları yüksek mertebe, işte bu kudsî şerefe nâil olmaktır.

Evet her mü'minin kendine mahsus bir huzur, huşu', tefeyyüz, tecerrüd ve istiğrak hali vardır. Ve herkes iman ve irfanı, salah ve takvası, feyiz ve maneviyatı nisbetinde bu İlahî hazdan feyizyâb olabilir. Lâkin bu güzel hal, bu tatlı visal ve bu emsalsiz haz; geçen âyet-i kerimedeki ihsan erbabı olan o büyük mücahidlerde her zaman devam ediyor. Ve işte onlar bu sebebden dolayıdır ki, Mevlâ'yı unutmak gafletine düşmüyorlar. Nefisleri ile, arslanlar gibi bütün ömürleri boyunca çarpışıyorlar. Ve hayatlarının her lahzası, en yüksek terakki ve tekâmül hatıraları kaydediyor. Ve bütün varlıkları; o cemal, kemal ve celal sıfatları ile muttasıf olan Rabbü'l-Âlemîn'in rızasında erimiş bulunuyorlar.

Mevlâ, bizleri de o bahtiyarlar zümresine ilhak eylesin, âmîn.
 

Ahmet.1

Well-known member
Yukarıdaki sahifelerde, büyük Üstadın, dostlarını meftun ve hayran ettiği kadar da düşmanlarını dehşetler içerisinde bırakan azametli imanından bahsettik. Biraz da mümtaz şahsiyeti, nurdan bir hâle halinde sarmakta olan üstün meziyetlerinden, ahlâk ve kemalâtından bahsedelim.

Malûm ya, her şahsiyeti, muhtelif ve muayyen meziyetler çerçeveler. Binaenaleyh Üstad'ın şahsiyetini tekvin eden başlıca sıfatlar şunlardır:


Feragatı:

Bir dava sahibinin ve bilhâssa ıslahatçının muvaffakıyet şartlarının en mühimmi feragattır. Zira gözler ve gönüller, bu mühim noktayı en ince bir hassasiyetle tedkik ve takibe meyyaldirler. Üstadın bütün hayatı ise, baştanbaşa feragatın şaheser misalleri ile dolup taşmaktadır.

Allâme Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi merhumdan, feragate ait şöyle bir söz işitmiştim: "İslâm, bugün öyle mücahidler ister ki; dünyasını değil, âhiretini dahi feda etmeye hazır olacak."

Büyük adamdan sâdır olan bu büyük sözü tamamen kavrayamadığım için, mutasavvıfların istiğrak hallerinde söyledikleri esrarlı sözlere benzeterek, herkese söylememiş ve olur olmaz yerlerde de açmamıştım.

Vaktâki aynı sözü Bedîüzzaman'ın ateşler saçan heyecanlı ifadelerinde de okuyunca anladım ki, büyüklere göre feragatın ölçüsü de büyüyor... Evet; İslâm için bu kadar acıklı bir feragata katlanmaya razı olan mücahidleri, Erhamürrâhimîn olan Allah-u Zülkerim Teâlâ ve Takaddes Hazretleri bırakır mı? O fedai kulunu lütf u kereminden, inayet ve merhametinden mahrum etmek şanına -hâşâ- yakışır mı?

İşte Bedîüzzaman, bu müstesna tecellinin en parlak misalidir. Bütün ömrü boyunca mücerred yaşadı. Dünyanın bütün meşru lezzetlerinden tamamen mahrum kaldı. Bir yuva kurmak ve orada mes'ud bir aile hayatı geçirmek sevdasına düşmeye vakit ve fırsat bulamadı. Fakat Cenab-ı Hak, kendisine öyle şeyler ihsan etti ki, fâni kalemlerle tarif olunamayacak kadar muazzam ve muhteşemdir.

Bugün, dünyada hangi bir aile reisi -manen- Bedîüzzaman Hazretleri kadar mes'uddur? Hangi bir baba, milyonlarla evlâda sahib olmuştur? Hem de nasıl evlâdlar!.. Ve hangi bir üstad, bu kadar talebe yetiştirebilmiştir?

Bu kudsî ve ruhî rabıta -biiznillah-i teâlâ- dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir. Çünki bu İlahî dava, Kur'an-ı Kerim'in nur deryasında tebellür eden bir varlık olduğu gibi, Kur'andan doğmuş ve Kur'anla beraber yaşayacaktır...
 

Ahmet.1

Well-known member
Şefkat ve Merhameti:

Büyük Üstad, hak ve hakikatı tâ çocukluğunda bulmuştu. Kalbinin feryadını ve ruhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taattan, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir "Ârif-i Billah" idi.

Lâkin karanlık gece dalgalarını andıran korkunç küfür ve ilhad kâbusunun Müslüman dünyasını ve dolayısıyla memleketimizi kaplamak üzere olduğu o tehlikeli günlerde, yatağından fırlayan bir arslan gibi, yanardağları andıran bir kükreyişle cihad meydanına atıldı. Bütün rahat ve huzurunu bu mukaddes davaya feda etti. Ve işte bu hikmete mebnidir ki; o günden beri her sözü bir dilim lav, her fikri bir ateş parçası olmuş. Düştüğü gönülleri yakıyor; hisleri, fikirleri alevlendiriyor...

Büyük Üstad'ın tam bir uzlet ve inzivadan sonra, tekrar irşad ve cem'iyet hayatına atılması, aynen İmam-ı Gazalî'nin hayatında geçirmiş olduğu o mühim ve tarihî merhaleye benzemektedir.

Demek ki, Cenab-ı Hak büyük mürşidleri böyle bir müddet inzivada terbiye, tasfiye ve tezkiye ettikten sonra tenvir ve irşad vazifesiyle mükellef kılıyor. Ve bu sebebledir ki, bir mâ-i mukattardan daha temiz ve berrak olan yüreklerinden kopup gelen nefesler, kalblere akseder etmez bambaşka tesirler icra ediyor...

Arzettiğim gibi, İmam-ı Gazalî'nin bundan dokuzyüz sene evvel ahlâk ve fazilet sahasında yapmış olduğu fütuhatı; bu asırda Bedîüzzaman, iman ve ihlas vâdisinde başarmıştır.

Evet Hazret-i Üstad'ı bu müdhiş cihad meydanlarına sevkeden, hep bu eşsiz şefkat ve merhameti olmuştur. Ve bunu bizzât kendisinden dinleyelim:

Bana: "Sen şuna buna niçin sataştın?" diyorlar. Farkında değilim; karşımda müdhiş bir yangın var.. alevleri göklere yükseliyor, içinde evlâdım yanıyor, imanım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, imanımı kurtarmaya koşuyorum. Yolda birisi beni kösteklemek istemiş de, ayağım ona çarpmış; ne ehemmiyeti var? O müdhiş yangın karşısında bu küçük hâdise, bir kıymet ifade eder mi? Dar düşünceler, dar görüşler... "
 

Ahmet.1

Well-known member
İstiğnası:

Üstad'ın hayatı boyunca cem'iyetimizin her tabakasına vermekte olduğu binlerle istiğna örnekleri, dillere destan olmuş bir ulviyeti haizdir.

Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığı ile Rabbü'l-Âlemîn'in bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezheb, meşreb ve meslek olarak kabul etmiştir. Ve bunda da ne pahasına olursa olsun sebat eylemekte hâlâ devam etmektedir.

İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir...

Bakınız, Üstad; Mektubat unvanını taşıyan şaheserin İkinci Mektub'unda bu mühim noktayı altı vecih ile ne kadar asil bir iman ve irfan şuuru ile izah eder:

"Birincisi: Ehl-i dalalet, ehl-i ilmi; ilmi vasıta-i cer etmekle ittiham ediyorlar. İlmi ve dini kendilerine medar-ı maişet yapıyorlar deyip insafsızcasına onlara hücum ediyorlar. Binaenaleyh bunları fiilen tekzib lâzımdır.

İkincisi: Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba' etmekle mükellefiz. Kur'an-ı Hakîm'de, hakkı neşredenler

ﺍِﻥْ ﺍَﺟْﺮِﻯَ ﺍِﻟﺎَّ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ ٭ ﺍِﻥْ ﺍَﺟْﺮِﻯَ ﺍِﻟﺎَّ ﻋَﻠَﻰ ﺍﻟﻠَّﻪِ


diyerek, insanlardan istiğna göstermişler... "

İşte Risale-i Nur Külliyatı'nın mazhar olduğu İlahî fütuhat, hep bu Enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve hârikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihankıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.

Artık herkesin uğrunda esir olduğu maaş, rütbe, servet ve daha nice bin şahsî ve maddî menfaatlerle aslâ alâkası olmayan bir insan, nasıl olur da gönüller fâtihi olmaz? İmanlı gönüller, nasıl onun feyiz ve nuru ile dolmaz?
 

Ahmet.1

Well-known member
İktisadçılığı:

İktisad, bundan evvel bahsettiğimiz istiğnanın tefsir ve izahından başka bir şey değildir. Zâten iktisad sarayına girebilmek için, evvelâ istiğna denilen kapıdan girmek lâzımdır. Bu sebeble iktisadla istiğna, lâzımla melzum kabîlindendir.

Üstad gibi, istiğna hususunda Peygamberleri kendine örnek kabul eden bir mücahidin iktisadcılığı kendiliğinden husule gelecek kadar tabiî bir haslet halini alır ve artık ona günde bir tas çorba, bir bardak su ve bir parça ekmek kâfi gelebilir. Zira bu büyük insan; büyük ve munsif Fransız şâiri Lamartin'in dediği gibi: "Yemek için yaşamıyor, belki yaşamak için yiyor."

Üstad'ın meşreb ve mesleğini tamamen anladıktan sonra, artık onun yüksek iktisadcılığını böyle yemek içmek gibi basit şeylerle mukayese etmeyi çok görüyorum. Zira bu büyük insanın yüksek iktisadcılığını manevî sahalarda tatbik etmek ve maddî olmayan ölçülerle ölçmek lâzım gelir.

Meselâ Üstad, bu yüksek iktisadcılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilakis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi manevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takib ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usûlünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu "Dikkat!" kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.

İşte Bedîüzzaman, kudretli bir ıslahatçı ve hârikalar hârikası bir "Pedagog" -mürebbi- olduğunu, yetiştirdiği tertemiz nesille fiilen isbat etmiş ve iktisad tarihine nurdan pırıltılarla yazılan bir atlas sahife daha ilâve eden bir nadire-i fıtrattır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Tevazuu ve Mahviyetkârlığı:

Nur Risalelerinin bu kadar hârikulâde bir şekilde cihana yayılmasında, bu iki hasletin çok faydası olmuş ve pek derin tesirleri görülmüştür.

Çünki Üstad sohbet ve te'liflerinde kendine bir kutbü'l-ârifîn ve bir gavsü'l-vâsılîn süsü vermediği için, gönüller ona pek çabuk ısınmış, onu tertemiz bir samimiyetle sevmiş ve derhal ulvî gayesini benimsemiştir.

Meselâ: Ahlâk ve fazilete, hikmet ve ibrete ait olan birçok sohbet ve telkinlerini, doğrudan doğruya nefsine tevcih eder. Keskin ve ateşîn hitabelerinin ilk ve yegâne muhatabı öz nefsidir. Oradan -merkezden muhite yayılırcasına- bütün nur ve sürura, saadet ve huzura müştak olan gönüllere yayılır.

Üstad hususî hayatında gayet halîm-selim ve son derece mütevazidir. Bir ferdi değil, hiçbir zerreyi incitmemek için a'zamî fedakârlıklar gösterir. Sayısız zahmet ve meşakkatlere, ızdırab ve mahrumiyetlere katlanır... Fakat imanına, Kur'anına dokunulmamak şartıyla. Artık o zaman bakmışsınız ki; o sâkin deniz, dalgaları semalara yükselen bir tufan, sahillere heybet ve dehşet saçan bir umman kesilmiştir. Çünki o, Kur'an-ı Kerim'in sadık hizmetkârı ve iman hududlarını bekleyen kahraman ve fedai bir neferidir. Kendisi bu hakikatı veciz bir cümle ile şu şekilde ifade eder:

"Bir nefer nöbette iken, başkumandan da gelse, silâhını bırakmayacak. Ben de, Kur'anın bir hizmetkârı ve bir neferiyim. Vazife başında iken karşıma kim çıkarsa çıksın, hak budur derim, başımı eğmem... "

Vazife başında ve cihad meydanında iken şu mısralar, lisan-ı halidir:

Şahlanan bir ata benzer, kırarım kanlı gemi

Sinsi düşmanlara hâşâ satamam benliğimi

Benliğimden uzak olmaktır esaret bence

Böyle bir zillete düşmek ne hazîn işkence

Ebedî vuslatın aşkıyla geçer her ânım

Dest-i kudretle yapılmış kal'adır imanım

Bu mukaddes emelimden ne kadar dilşâdım

Görmek ister beni Cennet'te şehid ecdadım

Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm

En büyük vuslata, Allah'a çıkan yoldur ölüm.
 

Ahmet.1

Well-known member
Kitaba girmezden evvel, Üstad'ı ilmî, fikrî, tasavvufî ve edebî cebheleri ile de mütalaa etmek isterdim. Fakat çok derin ve pek şümullü olan bu mevzuların birkaç sahife ile hülâsa edilemeyeceğini kat'î bir surette idrak ettikten sonra, artık adı geçen mevzulara birkaç cümle ile temas etmeyi münasib gördüm. Rabbim imkânlar lütfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur Talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir surette tedkik ve mütalaa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum. Bu hususta, büyük üstadımızın ve aziz kardeşlerimin kıymetli dualarını niyaz eylerim!


Üstad'ın ilmî cebhesi:

Merhum Ziya Paşa, şu:

Âyinesi iştir kişinin lâfa bakılmaz,

Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.

beyti ile, nesilden nesile bir düstur halinde intikal edecek olan çok büyük bir hakikatı ifade etmiştir.

Evet Müslüman ırkımıza Risale-i Nur Külliyatı gibi muazzam bir iman ve irfan kütübhanesini hediye eden, gönüller üzerinde, mukaddes bir nur müessesesi kuran mümtaz ve müstesna zâtın kudret-i ilmiyesi hakkında tafsilata girişmek, öğle vakti güneşi tarif etmek kadar fuzulî bir iştir.

Yalnız yanık bir şâirimizin:

Hüsn olur kim, seyrederken ihtiyar elden gider.

dediği gibi, hayatının her lahzasında İlahî tecellilere mazhar bulunan bu mübarek zâtın; ilim ve irfanından, ahlâk ve kemalâtından bahsetmek, insana bambaşka bir zevk ve İlahî bir haz veriyor. Bunun için sözü uzatmaktan kendimi alamıyorum.

Üstad, Risale-i Nur Külliyatı'nda dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur.

İşin asıl hayret veren noktası; birçok ulemanın tehlikeli yollara saptıkları en çetin mevzuları, gayet açık bir şekilde ve en kat'î bir surette hallettiği gibi, en girdablı derinliklerden, Ehl-i Sünnet ve Cemaat'in tuttuğu nurlu yolu takib ederek sahil-i selâmete çıkmış ve eserlerini okuyanları da öylece çıkarmıştır.

Bu sebeble, Risale-i Nur Külliyatı'nı aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur'an-ı Kerim'in nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billur huzmelerdir. Binaenaleyh her müslümana düşen en mukaddes vazife, imanı kurtaracak olan bu nurlu eserlerin yayılmasına çalışmaktır. Zira tarihte pek çok defalar görülmüştür ki, bir eser nice ferdlerin, ailelerin, cem'iyetlerin ve sayısız insan kitlelerinin hidayet ve saadetine sebeb olmuştur... Ah! Ne bahtiyardır o insan ki, bir mü'min kardeşinin imanının kurtulmasına sebeb olur!..
 

Ahmet.1

Well-known member
Üstadın Fikrî Cebhesi:

Malûm ya; her mütefekkirin kendine mahsus bir tefekkür sistemi, fikrî hayatında takib ettiği bir gayesi ve bütün gönlü ile bağlandığı bir ideali vardır. Ve onun tefekkür sisteminden, gaye ve idealinden bahsetmek için uzun mukaddemeler serdedilir. Fakat Bedîüzzaman'ın tefekkür sistemi, gaye ve ideali, uzun mukaddemelerle filan yorulmaksızın bir cümle ile hülâsa edilebilir: Bütün semavî kitabların ve bilumum Peygamberlerin yegâne davaları olan "Hâlık-ı Kâinat'ın uluhiyet ve vahdaniyetini ilân" ve bu büyük davayı da, ilmî, mantıkî ve felsefî delillerle isbat eylemektir.

-O halde Üstad'ın mantık, felsefe ve müsbet ilimlerle de alâkası var?

-Evet, mantık ve felsefe, Kur'anla barışıp hak ve hakikata hizmet ettikleri müddetçe Üstad en büyük mantıkçı ve en kudretli bir feylesoftur. Mukaddes ve cihanşümul davasını isbat vâdisinde kullandığı en parlak delilleri ve en kat'î bürhanları, Kur'an-ı Kerim'in Allah kelâmı olduğunu her gün bir kat daha isbat ve ilân eden "Müsbet ilim"dir.

Zâten felsefe, aslında hikmet manasına geldikçe, Vâcibü'l-Vücud Teâlâ ve Takaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri'sine lâyık sıfatlarla isbata çalışan her eser, en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.

İşte Üstad böyle ilmî bir yolu, yani Kur'an-ı Kerim'in nurlu yolunu takib ettiği için, binlerle üniversitelinin imanını kurtarmak şerefine mazhar olmuştur. Hazret'in bu hususta haiz olduğu ilmî, edebî ve felsefî daha pek çok meziyetleri vardır. Fakat onları, eserlerinden misaller getirerek inşâallah müstakil bir eserde arzetmek emelindeyim. Ve minallahittevfik.
 

Ahmet.1

Well-known member
Tasavvuf Cebhesi:

Nakşibendî meşayihinden, her harekâtını Peygamber-i Zîşan Efendimiz Hazretlerinin harekâtına tatbik etmeğe çalışan ve büyük bir âlim olan bir zâta sordum:

-Efendi Hazretleri, ulema ile mutasavvıfe arasındaki gerginliğin sebebi nedir?

-Ulema, Resul-i Ekrem Efendimizin ilmine, mutasavvıflar da ameline vâris olmuşlar. İşte bu sebebden dolayıdır ki, Fahr-i Cihan Efendimizin hem ilmine ve hem ameline vâris olan bir zâta "Zülcenaheyn", yani "İki kanatlı" deniliyor... Binaenaleyh tarîkattan maksad, ruhsatlarla değil, azimetlerle amel edip ahlâk-ı Peygamberî ile ahlâklanarak bütün manevî hastalıklardan temizlenip Cenab-ı Hakk'ın rızasında fâni olmaktır. İşte bu ulvî dereceyi kazanan kimseler, şübhesiz ki ehl-i hakikattırlar. Yani, tarîkattan maksud ve matlub olan gayeye ermişler demektir. Fakat bu yüksek mertebeyi kazanmak, her adama müyesser olamayacağı için, büyüklerimiz matlub olan hedefe kolaylıkla erebilmek için, muayyen kaideler vaz'eylemişlerdir. Hülâsa; tarîkat, şeriat dairesinin içinde bir dairedir. Tarîkattan düşen şeriata düşer, fakat -maazallah- şeriattan düşen ebedî hüsranda kalır.

Bu büyük zâtın beyanatına göre, Bedîüzzaman'ın açtığı nur yolu ile, hakikî ve şaibesiz tasavvuf arasında cevherî hiçbir ihtilaf yoktur. Her ikisi de Rıza-yı Bari'ye ve binnetice Cennet-i A'lâ'ya ve dîdar-ı Mevlâ'ya götüren yollardır.

Binaenaleyh bu asil gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani' kalmadığı gibi, bilakis Risale-i Nur tasavvuftaki "murakabe" dairesini, Kur'an-ı Kerim yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.

Evet insanın gözüne gönlüne bambaşka ufuklar açan bu "Tefekkür" sebebiyle sadece kalbinin murakabesi ile meşgul olan bir sâlik, kalbi ve bütün letaifi ile birlikte zerrelerden kürelere kadar bütün kâinatı azamet ve ihtişamı ile seyir ve temaşa, murakabe ve müşahede ederek, Cenab-ı Hakk'ın o âlemlerde binbir şekilde tecelli etmekte olan esma-i hüsnasını, sıfât-ı ulyâsını kemal-i vecd ile görerek, artık sonsuz bir mabedde olduğunu aynelyakîn, ilmelyakîn ve hakkalyakîn derecesinde hisseder. Çünki içine girdiği "Mabed" öyle ulu bir mabeddir ki; milyarlara sığmayan cemaatin hepsi aşk ve şevk, huşu' ve istiğraklar içinde Hâlıkını zikrediyor. Yanık, tatlı ve güzel lisanları, şive, nağme, ahenk ve besteleri ile bir ağızdan

ﺳُﺒْﺤَﺎﻥَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﻭَﺍﻟْﺤَﻤْﺪُ ﻟِﻠَّﻪِ ﻭَﻟﺎَٓ ﺍِﻟَﻪَ ﺍِﻟﺎَّ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻭَﺍﻟﻠَّﻪُ ﺍَﻛْﺒَﺮُ

diyorlar.

Risale-i Nur'un açtığı iman ve irfan ve Kur'an yolunu takib eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlası nisbetinde feyizyâb olur.
 

Ahmet.1

Well-known member
Edebî Cebhesi:

Eskiden beri lafz ve mana, üslûb ve muhteva bakımından, edibler ve şâirler, mütefekkirler ve âlimler ikiye ayrılmışlardır. Bunlardan bazıları, sadece üslûb ve ifadeye, vezin ve kafiyeye kıymet vererek, manayı ifadeye feda etmişlerdir. Ve bu hal de kendini en çok şiirde gösterir.

Diğer zümre ise; en çok mana ve muhtevaya ehemmiyet vererek özü söze kurban etmemişlerdir. Artık Bedîüzzaman gibi büyük bir mütefekkirin edebî cebhesi bu küçük mukaddeme ile kolayca anlaşılır sanırım. Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilakis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir. Artık bu kadar ulvî bir gayenin tahakkuku için candan ve cihandan geçen bir mücahid, pek tabiîdir ki, fâni şekillerle meşgul olamaz.

Bununla beraber Üstad zevk inceliği, gönül hassasiyeti, fikir derinliği ve hayal yüksekliği bakımından hârikulâde denecek derecede edebî bir kudret ve melekeyi haizdir. Ve bu sebeble üslûb ve ifadesi, mevzua göre değişir. Meselâ: İlmî ve felsefî mevzularda mantıkî ve riyazî delillerle aklı ikna' ederken, gayet veciz terkibler kullanır. Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki tarif edilemez. Meselâ: Semalardan, güneşlerden, yıldızlardan, mehtablardan ve bilhâssa bahar âleminden ve Cenab-ı Hakk'ın o âlemlerde tecelli etmekte olan kudret ve azametini tasvir ederken, üslûb o kadar latîf bir şekil alır ki; artık her teşbih, en tatlı renklerle çerçevelenmiş bir levhayı andırır ve her tasvir, hârikalar hârikası bir âlemi canlandırır.

İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatı'nı mütalaası ile -üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa- hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor.

Nasıl tatmin edilmez ki, Risale-i Nur Külliyatı, Kur'an-ı Kerim'in cihanşümul bahçesinden derilen bir gül demetidir. Binaenaleyh onda, o mübarek ve İlahî bahçenin nuru, havası, ziyası ve kokusu vardır...

Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular

Kur'ana her zaman beşerin ihtiyacı var.

Ali Ulvî Kurucu
 

Ahmet.1

Well-known member
GİRİŞ

Evvelâ şunu itiraf edelim ki; bu Tarihçe-i Hayat, büyük Üstad'ın hayatını tam manasıyla ifade etmekten çok uzaktır. Pek çok noktalar kısa kesilmiştir.

Hem onun şahsiyetine ait hususları aydınlatacak ve açacak mahiyetteki vak'a ve hâdiselerden bir çoğu zikredilmemiştir. Serdedilen fikir ve kanaatleri teyid eden vak'a ve hâdiseler pek çoktur. Bahsetmeyişimizin yegâne sebebi, kendisinin razı olmamasıdır.

Evvelden beri hem sohbetlerinde, hem mektublarında bu zamanın cemaat zamanı olup, şahsî kemalât ve meziyetlerin hizmet-i imaniyede şahs-ı manevî kadar tesiri olmadığını zikretmesi.. hem fâni şahsından ziyade, Kur'an-ı Hakîm'den nebean eden Risale-i Nur'a nazar edilmesini, bütün kıymet ve faziletin Risale-i Nur'da tecelli eden hakikat-i Kur'aniyeye ait olduğunu defalarca ihtar etmesi.. ve kendisine ait böyle bir tarihçe-i hayat hazırlandığını duyduğu zaman: "tafsilata lüzum yok. Yalnız Risale-i Nur hizmetine dair bahisler yazılsın." diye haber göndermesi gibi sebeblere binaen, şahsına ait bahisler gayet kısa kesilmiştir. Üstad'ın hayatına temas eden ve daha ziyade hizmet-i Nuriyeye ait mektublar, müdafaalar, muhtelif zamanlara ait o zamandaki ahvalini bir derece ifade eden makale ve hatıralarını olduğu gibi koyduk. Bu suretle bu eser, istikbaldeki münevver Nur talebeleri için hakikî bir me'haz teşkil etmektedir. Muhterem edib ve muharrirler, bundan istifade ile inşâallah daha mükemmel, daha hakikatlı ve faydalı tarihçe-i hayatlar hazırlayacaklardır.

Şurasını da hatırlatmak isteriz ki; bu eser, muhtelif meslek ve meşreblere mensub bulunan muharrirlerin indî mütalaalarına ve ediblerin yersiz mübalağalara kaçan kalemlerine havale edilerek safiyeti bozulmamıştır.

Hem yine itiraf edelim ki: Risale-i Nur'un parlak ve nurlu vasfına ve Said Nursî'nin baştanbaşa iffet-i mücesseme ve şecaat-i hârika teşkil eden hayat ve ahlâkına lâyık izah, ifade ve üslûb ile meydana çıkamadık. Bu zâtın îfa ettiği binler küllî hizmetten bir tek hizmet, yaşadığı müteaddid zamanlardan tek bir zamanda gösterdiği kahramanlık ve hârika şecaati, te'lif ettiği âsârından bir tek eseri dahi onun için muazzam bir tarihçe-i hayat hazırlanmasına sebeb olabilirken; binler ayrı ayrı seciye, ahlâk-ı âliye, hizmet-i Kur'aniye, şehamet-i imaniye ile dolu ve yüzotuz kadar eserleriyle değil bir kasaba, bir vilayet, bir memlekette; belki milletler, devletler muvacehesinde âlem-i İslâm ve insaniyete şâmil ve müessir hizmet-i külliye ile mücehhez tarihçesi, elbette bu esere sığışmaz.. ve sığışamadı...

Hem Üstad'ın mesleğini, meşrebini ve hususî ahvalini, pek çok seciye ve hasletleri şahsında ve hizmetinde toplayan şahsiyetini tarif edemedik. Onun yaşadığı müteaddid hayat safhalarını yakından gören ve içinde bulunan talebe ve hizmetkârlarını birer birer dinlemek ve görüşmek lâzımdır ki, tarihçe-i hayatı bir derece mufassal hazırlanabilsin.
 

Ahmet.1

Well-known member
Bu eserin mütalaasıyla görülecek ki: Bugün, yalnız Anadolu ve âlem-i İslâm için değil, bütün insaniyet için kayda değer büyük bir hakikat meydana çıkmıştır. Bu hakikat, umumun iştirakiyle külliyet kesbederek, Risale-i Nur hizmet-i imaniyesi ve Bedîüzzaman ve Nur Talebeleri diye adlandırılmaktadır. Bu hakikatın ve bu cereyanın neden ibaret bulunduğu, menşe'i, gaye ve ideali ne olduğu, halk tabakalarındaki tesiri, ferd ve cem'iyetin hayat-ı maddiye ve maneviyesine, istikbaldeki milletçe emniyet ve saadetimizin teminine ait tesiri, bu Tarihçe-i Hayatla tebarüz etmektedir.

Netice itibariyle, zehirlemekten zevk alan akrep misillü ve anarşist ruhlu olmayan herbir ferd, bu davanın karşısında ancak sevinç duyar.

Belki bize şöyle bir sual sorulabilir: "Acaba bu Tarihçe-i Hayatla Said Nursî beşerin efkârına insan üstü bir varlık olarak gösterilmek mi isteniyor?"

Hâyır!..

Dünyanın ve hayatın mahiyetini bilen insanlar için, muvakkat âlâyişin, şan ve şöhretin hiçbir kıymeti yoktur. Hakikatı müdrik bir insan, fânilerin sahte iltifatlarına kıymet vermez ve arkasına dönüp bakmaz. İşte Said Nursî bu noktadan da manevî büyük bir kahramandır. Hayatı, insanı hayrette bırakan çeşitli kahramanlıklarla dolu olmakla beraber; Hak'ta, Hak yolunda fâni olup, şahsından feragat etmede de mümtaz bir fedakâr olarak nazara çarpmaktadır. İlahî bir inayete mazhariyetle, dağ gibi engelleri aşıp; bu asrın yüzlerce menfî cereyanları karşısında kudsî davasını çekinmeyerek ilân edip selâmete çıkarması, kendisinin fâni şahsiyetinden tamamıyla feragat ettiğini, Hak yolunda fedai olduğunu göstermektedir.

Evet Said Nursî şahsî dehasıyla insanlık âleminde yeni bir çığır açmamıştır. Bu zât, bütün istidadını ve benliğini ezelî bir hakikata feda ederek; bütün zamanlarda hükümran olan bir hakikatı dava edinmiştir. Şahsında ve hizmetinde görünen bütün yüksek vasıf ve kemalât, ancak kudsî davasından aksetmektedir. Nasılki binler âyine ortasında bulunan bir lâmba, nuranî ışığa mâlik olduğu için karşısındaki âyineler adedince külliyet kesbeder ve o kadar kıymet alır. Zira her bir âyinede bir lâmba, ışığıyla beraber mevcuddur.. aynen öyle de, Bedîüzzaman şu kâinatın ve umum zamanların manevî güneşi olan Kur'an-ı Hakîm'e ve Din-i Mübin-i İslâm'ın mübelliği Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'a müteveccih olmuştur. Ve onların ziyasına ma'kes Risale-i Nur'un zuhuruna, inkişafına vesile olduğu için; eserinden ışık alan, davasından feyiz ve kuvvet alan yüzbinler, hattâ milyonlarca insanın âyine-misal akıl, kalb ve ruhlarında manen yaşamakta ve örnek bir insan, büyük bir mütefekkir olarak kabul ve yâd edilmektedir.

İşte onu manen yaşatan bu gibi kıymetlerdir. Dalalet cereyanlarının karşısında ehl-i iman fedakârlarından büyük bir şahs-ı manevî meydana çıkararak, muhkem bir sedd-i Kur'anî ve imanî tesis edip mü'minlerin nokta-i istinadı olmasıdır. İnandığı kudsî davaya gösterdiği azim ve sebatla, mü'minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruhlarda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır. Fânilere perestiş eden bîçare insanlara, bâki ve lâyemut bir hakikatı gösterip nazarları oraya çevirmeğe çalışmasıdır. Vazifesinin böyle ulviyeti ile beraber, -fakat beşeriyet itibariyle- ubudiyet vazifesiyle de kendini herkesten ziyade kusurlu, noksan ve âciz gören ve öyle bilen, dergâh-ı rahmette acz ve fakr ile niyaz eden ve insanlığa rahmeti, saadeti taleb eden bir abd-i azizdir, bir fakir-i müstağnidir. Evet o, "Bir kimsenin imanını kurtarırsam, o zaman bana Cehennem dahi gül gülistan olur." demektedir. Nefsindeki enaniyet ve gurur putunu kırmakla kalmamış; âlemdeki tabiatperestlerin putlarını dahi târumâr etmek gibi bir vazife gördüğü dost ve düşman, herkesin malûmu olmuştur.

İşte Bedîüzzaman hakkında takdir ve tebriki ifade eden bütün yazılar bu mana içindir.

Bazı gazetelerin zaman zaman yaptıkları neşriyattan anlaşılıyor ki: Din ve İslâmiyet düşmanları, ekseriya perde ardından bahaneler icad ederek dine saldırmaktadırlar. Doğrudan doğruya dinin ve İslâmiyetin aleyhinde bulunmuyorlar; dine hizmet eden, bu uğurda türlü fedakârlıklara katlananları nazar-ı âmmede kötülemek, halkın sevgisini çürütmek için hücuma geçiyorlar; tâ ki dine hizmet edenleri âtıl vaziyete getirip, dinî inkişafa mani' olsunlar. İmansızlığın, ahlâksızlığın revaç bulmasını temin etsinler. Demokrasi devrinde ve din hürriyetine müsaade edildiği bu zamanda böyle olursa; "Din zehirdir" diye millet kürsüsünden ilânat yapıldığı bir devirde dindarlara, hususan İslâmî gelişme ve inkişafa hizmet edenlere nasıl davranıldığı kolayca anlaşılır.

Devr-i sâbıkta, Üstad ve Nur talebelerini mahkemeye sevkedenler arasında öyleleri çıkmış ki; kanun perdesi altında menfî ideolojilerine, şahsî kin ve ihtiraslarına göre hareket etmişler. Vazifelerinin îcabını yapmaları lâzım gelirken; sanki vatan ve millet hainlerini yakalamış gibi çeşitli hakaret ve iftiralarla Bedîüzzaman ve talebelerine hücum etmişler; mahkeme beraet vermişken, kanunu tatbik etmekle mükellef bazıları, Said Nursî için yakında i'dam edileceği şâyiasını etrafa yaymaktan sıkılmamışlardır. Biz, bu yazılarla onlar aleyhinde konuşmak değil, bir hakikatı beyan etmek istiyoruz. Belki onlardan birçoğu, bu hareketinde mazurdur, mecburen yapmıştır. Her ne olursa olsun bu muameleler isbat ediyor ki; Bedîüzzaman'ın muhakeme olunduğu, mahkemeye sevkedildiği tarihlerde gizli dinsizler, ifsad komiteleri faaliyette idiler. Mahkeme eliyle mahkûm edemedikleri ve davasına mani' olamadıkları Said Nursî'ye, insafsızca iftiralarda, yalan propagandalarda bulunacaktılar ve bulundular. Bu elîm vaziyeti gören her insaf sahibi, onun müstakim bir din adamı, hakikat adamı olduğunu söylemekten çekinmemiştir. Binaenaleyh Bedîüzzaman ve Risale-i Nur hakkında tekrarla ve ısrarla devam edegelen takdirkâr yazı ve takrizlerin neşredilmesinin bir mühim âmili de bu olsa gerektir ve tenkid edilmemelidir.

Nazar-ı dikkatle bu zâtı ve eserlerini temaşa edenler, kemal-i takdirle tebrik ve senadan kendilerini alamamışlardır.
Bilhâssa mahkûm ettirilmek için sevkedildiği mahkemeler ve ehl-i vukuflar, eserlerini ve hayatını tedkikten sonra, eserlerinde görünen kemalât ve güzelliği tasdik etmişlerdir. Şu halde; milletin en zeki ve ferasetli tabakasının, ehl-i akıl ve kalbin yarım asırdan beri devam edegelen ve gittikçe umumiyet kesbeden Said Nursî ve Risale-i Nur hakkındaki kanaat ve ifadeleri, gerçekten büyük bir hakikatın tezahürü olarak kabul edilmek îcab eder.
 

Ahmet.1

Well-known member
Sual: Madem Allah Alîm'dir. Onun bilmesi ve iltifatı kâfidir. Ehl-i kemal büyük zâtlar, daima kendilerini setretmişler. Hem bâki bir âlemde hakikatler bütün çıplaklığıyla ortaya döküleceğine göre; ne için Risale-i Nur'un meziyetleri, İlahî inayet ve ikramlar çoklukla zikredilmiş. Said Nursî'nin hizmet-i Kur'aniyesi esnasında mazhar olduğu hârika muvaffakıyet ve kemalât beyan edilmiş ve bunlar ne için neşredilmiş? Hattâ ilmî eserlerinin bir çoğunun arkasında bu nevi takrizler konulmuş?

Cevab: Bu hususta mukni' cevablar bazı mektublarda vardır. Bir hülâsası şudur:

Bedîüzzaman'ın Risale-i Nur'un neşriyle hizmeti, doğrudan doğruya Kur'an hesabınadır. İman hakikatlarının neşri, müslümanların imanlarının takviyesi, kuvvetlenmesi, dolayısıyla İslâm dininin teali etmesi, din düşmanlarının müfsid hücumlarının def' edilmesi ve İslâm dininin insanlar arasında maddî ve manevî kemalâtın zübde ve hülâsası olduğunu âleme ilân etmek ve herkese kanaat-i kat'iyye vermek için zikredilmiştir. Yukarıda bahsedildiği gibi aleyhte olanlar öyle insafsızca hücumlarda bulunmuşlardır ki; Said Nursî hadsiz muarızlara, çok kuvvetli ve kesretli düşmanlara karşı; az, fakir ve zayıf olan Risale-i Nur talebelerine kuvve-i maneviye, gaybî imdad, teşci', sebat ve metanet vermek için Risale-i Nur hakkındaki ikram-ı İlahî ve hizmetin makbuliyetine ait inayet-i Rabbaniyeyi zikretmiş; insafsız hücum ve asılsız iftiralara karşı mecburiyetle müdafaaya geçilmiştir.

Hem Tarihçe-i Hayata geçen bir mektubunda, Bedîüzzaman: "Ben itiraf ediyorum ki; böyle makbul bir eserin mazharı olmağa hiçbir vecihle liyakatım yoktur. Fakat çok ehemmiyetsiz bir çekirdekten koca dağ gibi bir ağacı halketmek kudret-i İlahiyenin şe'nindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin ederim ki; Risale-i Nur'u senadan maksadım, Kur'anın hakikatlarını ve imanın rükünlerini teyid ve isbat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime yüzbinler şükür olsun ki; beni kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıblarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adamın arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşet verici bir hasarettir. İşte bu halet-i ruhiye ile, yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur'un, Kur'anın malı olarak meziyetlerini izhar ediyorum. Sözlerdeki hakaik ve kemalât benim değil, Kur'anındır ve Kur'andan tereşşuh etmiştir. Madem ben fâniyim, gideceğim; elbette bâki olacak bir şey ve bir eser benimle bağlanmamak gerektir ve bağlanmamalı. Evet lezzetli üzüm salkımlarının hâsiyetleri, kuru çubuğunda aranılmaz. İşte ben de öyle kuru çubuk hükmündeyim."

Evet Said Nursî Risale-i Nur'la dinsizliğe ve İslâmiyet aleyhindeki cereyanlara karşı giriştiği Kur'an ve iman hizmetinde çok yardımcılara, hükûmet ve milletçe teşvik ve müzaherete muhtaç iken, bilakis çeşitli iftira, tezvir ve ithamlarla hapse sürülmek, eserlerini imha etmek, halkı kendinden soğutmak için aleyhinde türlü isnadlar yapılmıştır. Elbette hak bildiği mesleğini; Kur'anın şerefine ve Hazret-i Peygamber'in nübüvvetinin tealisine ait hizmetini aleyhdeki iftiralardan müberra kılmak için hakikatı söyleyecek, müdafaada bulunacak. Faraza bazılar tarafından şahsî bir noksanlık telakki edilse bile, umumun istifade ve saadeti için şahsî zararına da razı olacaktır. Onun için Risale-i Nur hakkında beyan edilen ve neşredilen senalara, bu gibi noktalardan bakmak lâzımdır; yoksa hizmete zarar olur. Dar düşünce ile hareket etmek zamanında değiliz. İmansızlar, kendi muzır mesleklerini, menfî ideolojilerini, sahte kahramanları hattâ İslâm düşmanlarını, -onlar aslâ lâyık olmadığı halde- çeşitli medh ü sena ile insanlığın nazarına göstermeğe, alkış toplamağa çalışıyorlar. Uzağa gitmeğe lüzum yok; dünyayı saran dehşetli dinsizlik cereyanını idare edenler büyük kahramanlar olarak ilân edilirken, neden müslümanlar hak dinlerini medh ü sena etmesinler? Onun kemalâtını, ulviyetini neşretmesinler; Kur'ana âyine olan ve bu zamanın dinsizlik cereyanlarına meydan okuyup, dine en büyük hizmeti îfa eden bir eser külliyatı ve onun muhterem, mütevazi ve hadsiz zulümlere maruz kalmış müellifi, medhedilmesin? Halbuki yazılan yazılar, mücerred mevzular olarak değil, ekseriyetle müdafaa kabîlinden, aleyhteki iftiralara cevab olarak neşredilmiş hakikatlardır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üstad'ın hayatı, küllî hizmeti noktasından topluca iki büyük safha arzetmektedir:

Birincisi: Doğuşundan itibaren tahsil hayatı, Van'daki ikameti, İstanbul'a gelişi, siyasî hayatı, seyahatleri, harb-i umumîye iştiraki, Rusya'daki esareti, İstanbul'da Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye a'zâlığında bulunuşu, Kuva-yı Milliyede İstanbul'daki hizmeti, Ankara'ya gelerek ilk Meclis-i Meb'usandaki faaliyetleri ve kısa bir müddet sonra Van'a çekilip inzivayı ihtiyar etmesi gibi.. her biri ayrı bir hayat sahnesi olan Üstad'ın hayatının bu birinci safhası; iman ve Kur'an hizmeti itibariyle ikinci safha hayatının mukaddemesi hükmündedir. İkinci büyük hizmetine hazırlıktır. Ömrünün ellinci senesine kadardır.

İkincisi: Van'da inzivada iken garba nefyedilip Isparta'nın Barla Nahiyesinde ikamete memur edildiği zamandan başlar ki; "Risale-i Nur'un zuhuru ve intişarıdır." A'zamî ihlas, a'zamî fedakârlık, a'zamî sadakat, metanet ve dikkat ve iktisad içinde Risale-i Nur'la giriştiği hizmet-i imaniye ve manevî cihad-ı diniyedir.

Hayatının bu ikinci safhası: Harb-i Umumî neticesinde Osmanlı Hilafetinin inkıraz bulmasıyla insanlık âleminde medeniyet-i beşeriyeyi mahveden ve semavî dinlerle mücadeleyi esas ittihaz edinen komünizm rejiminin insaniyetin yarısını istila ederek dünyayı dehşete saldığı ve memleketimizi tehdide yeltendiği ve manevî tahribatının tehlikesine maruz kaldığımız bir devreye rastlar. Bu devre, bin senedir Kur'ana bayraktarlık yapmış, İslâmiyete asırlarca hizmet etmiş kahraman bir millet için dikkatle incelenmesi lâzım gelen bir devredir.

Üstad, Risale-i Nur'u te'lif ederken, Kur'anın i'cazî lem'aları olan bu eserlerin her taife-i insaniyede inkişaf edeceğini, dinsizliğin memleketimizi istilasına mani' olacağını, memleket ve millet için bir sedd-i Kur'anî vazifesini göreceğini, Risale-i Nur hizmetinin umumiyet kesbedip Türk Milletinin yine İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve fedakârı olacağını, Risale-i Nur'un neşri ve ileride resmen intişarı milletçe benimsenmesi ve maarif dairesinin hakikat-i Kur'aniyeye yapışması neticesi maddeten ve manen milletin terakki edeceğini, İslâmiyetin büyük kuvvet bulacağını zikretmiştir.

Risale-i Nur bir alemdir, unvandır. Bu zamanda zuhur eden Kur'anî hakikatler manzumesidir. Necib milletimizin, insaniyet-i kübra olan İslâmiyete sarılması, yepyeni bir ruh ve taze bir iman aşkı ve heyecanı içinde uyanmasının ifadesidir. İçinde bulunduğumuz asrın değiştirdiği hayat şartları ve yeni bir dünya nizamı ve görüşü karşısında imanın tahkim ve takviyesi ile feveran eden hamiyet-i İslâmiyenin manasıdır. Mütenebbih, kalbleri iman ve muhabbet-i Nebevî ile coşkun ve cihandeğer şeref-i intisabıyla serefraz fedakârların yetişmesi ve bu milletin mazisine mütenasib kahramanlığı, yüksek iman ve ahlâkı izhar etmesi işaretidir.

Bedîüzzaman, Risale-i Nur'u hiçbir makam ve meşrebin tesiri altında kalmadan, maddî-manevî hiçbir menfaat ve hissiyat karışmadan, doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakîm'in umumun istifade edebileceği ve umuma hitab eden hakikatlarını tefsir etmiş, bu hakikatların tercümanlığını yapmıştır. Te'lif ettiği âsârından herkes istifade edebilmektedir. Bir taifeye, bir sınıf halka mahsus değildir. Bu Tarihçe-i Hayat, okuyucuların nazarını -bu zamanda- Kur'anın hikmet nurları olan Risale-i Nur'a çevirip, ondan istifadeyi gösterecektir. Said Nursî ise; Kur'anın hizmetinde fedakârane çalışmış, Sünnet-i Peygamberîye ittiba' etmiş, numune-i imtisal bir zât olarak görünmektedir.

Tarihçe-i Hayatta geçen bazı mektublardan anlaşılacağı üzere, Said Nursî, bir zamanlar felsefe mesleğinde çok ileri gitmiş, sonra Kur'an-ı Hakîm'in irşadıyla, hak ve hakikata erişmiş ve bu zamanda fen ve felsefe ile iştigal edip şekk ve şübhelere maruz kalanları, aklî delillerle şübhelerden kurtaracak eserler te'lif etmiştir.

Risale-i Nur'un yolu, mesleği; bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahval-i ruhiyelerine göre en selâmetli, en kısa ve umumî bir cadde-i Kur'andır. Serapa ilim ve tefekkür üzerine gitmektedir. İçtimaî hayatta çeşitli hizmetler gören ferdlerin istifadesi büyüktür.

Risale-i Nur'u okuyan ve ondan ders alarak tefekkür-ü imaniyeyi kazananlar, dünyevî vazife ve mesleklerini, âhiret hayatına ve ebedî saadete vesile yaparak büyük bahtiyarlığa erişecektir. İslâm dinindeki bu büyük hakikatı derkeden münevverler; elbette hak dininin hizmetini büyük bir saadetle deruhde edecekler, hakikatı arayan fakat bulamayan insanlığa da neşre çalışacaklar. Evet talebe, profesör, meb'us, kim olursa olsun, mes'uliyet dairesi olanlar, muhitini tenvir ile mükelleftir. Bir vilayet, hattâ bir memleketin saadet ve selâmeti, tenvir ve irşadı ile mükellef olanlar, elbette çok daha ziyade müteyakkız davranmak mecburiyetindedirler.

Said Nursî, Risale-i Nur'la bu millete en büyük hizmeti, iyiliği yapmıştır. Mukabilinde, şahsı için bir teşekkür dahi istemiyor; gerçi şahsına tevcih edilen yüksek medih ve tavsifatı hâvi mektublar var. Bunları, okuyucuların Nurlardan istifadelerine bir alâmet olduğu cihetle, Risale-i Nur hesabına kabul etmiş. -Hakikatte- Said Nursî'nin bu milletten, gençlikten istediği: İmanla, dünyevî ve uhrevî saadeti kazanmalarıdır. Bunun için Kur'anın bu zamana ait dersi olan Risale-i Nur'u esas tutup; her yerde, her dairede neşrini, iman hakikatlarının öğrenilmesini istemektedir. Kendisi defalarca, bu millet ve memleket aleyhindeki cereyanlara karşı yegâne çarenin Risale-i Nur olduğunu ihtar etmekte ve müjdelemektedir.

Üstadın rıza-yı İlahîye matuf hizmet, hareket ve faaliyetlerini başka maksad ve gayelere yorumlamak isteyenler, ancak basiretsizliklerini ilân ediyorlar.

İnsanın yüksek mahiyet ve ruhunun istediği hakikî saadet, ancak Kur'anın gösterdiği yolda ve rıza-yı İlahînin parıldadığı ufuktadır. Bedîüzzaman, Risale-i Nur'la insanlığa bu yolu ve bu ufku göstermekte, sırat-ı müstakim ashabının nurlu kafilesine iltihak etmenin insan için elzem olduğunu duyurmakta ve isbat etmektedir.

İşte biz, âcizane hazırladığımız bu eserle bu hakikata bir nebze hizmet etmek istedik. İstikbalin münevver bahtiyarlarına bir me'haz olarak bu eseri neşrediyoruz. Daha derin ve geniş bir tarihçe hazırlanması dileğimizdir.

ﻭَ ﻣِﻦَ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺘَّﻮْﻓِﻴﻖُ
Hazırlayanlar
 

Ahmet.1

Well-known member
Birinci Kısım

İlk Hayatı

BEDÎÜZZAMAN SAİD NURSÎ (Rumi 1293) tarihinde Bitlis Vilayeti'ne bağlı Hizan Kazası'nın İsparit Nahiyesi'nin Nurs Köyü'nde doğmuştur. Babasının adı Mirza, anasının adı Nuriye'dir. Dokuz yaşına kadar peder ve vâlidesinin yanında kaldı. O esnada bir halet-i ruhiye, tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah'ın, ilimden ne derece feyizyâb olduğunu tedkike sevketti. Molla Abdullah'ın gittikçe tekâmül ederek köydeki okumamış arkadaşlarından okumakla tezahür eden meziyetini düşünüp hayran kaldı. Bunun üzerine ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı dâhilinde bulunan Tağ Köyü'nde Molla Mehmed Emin Efendi'nin medresesine gitti. Fakat fazla duramadı. Halet-i fıtriyeleri îcabı, daima izzetini

{(Haşiye): Molla Said'de küçük yaşta görülen bu izzet, nefse muhabbetten gelmiyordu. Kader-i İlahî, istikbalde i'lâ-yı Kelimetullah vazifesini inayetiyle vereceği bir abdine, o vazifeyi bihakkın îfası için lâzım olacak hasletlerden biri olan izzet-i ilmiyeyi vermişti. Molla Said, henüz o zaman bunun mahiyet ve hikmetini belki bilemiyordu; fakat zaman gösterdi ki, şimdi muhteşem bir ağaç mahiyetini alan Risale-i Nur'un muazzam ve geniş hizmetinin levazımatından olan izzet-i ilmiyeyi Cenab-ı Hak Molla Said'in ruhunda tâ o zaman küçük bir çekirdek olarak dercetmişti.}

koruması ve hattâ âmirane söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrılmasına sebeb oldu. Tekrar Nurs'a döndü. Nurs'ta ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra Pirmis karyesine, sonra Hizan Şeyhi'nin yaylasına gitti. Burada da tahakküme tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu. Bu dört talebe birleşip, kendisini daima taciz ettiklerinden bir gün Şeyh Seyyid Nur Muhammed Hazretlerinin huzuruna çıkıp, izhar-ı acz ile arkadaşlarını şikayet etmeyerek şöyle dedi:

-Şeyh efendi, bunlara söyleyiniz, benimle döğüştükleri vakit, dördü birden olmasınlar, ikişer ikişer gelsinler.

Seyyid Nur Muhammed, küçük Said'in bu mertliğinden hoşlanarak:

-Sen benim talebemsin, kimse sana ilişemez! buyurdu.

Bu hâdiseden sonra "Şeyh Talebesi" diye yâdedildi. Burada bir müddet kaldıktan sonra, biraderi Molla Abdullah ile beraber Nurşin köyüne geldiler. Yaz olması dolayısıyla, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan yaylasına gittiler. Orada biraderi Molla Abdullah ile bir gün döğüşmüş. Tağî Medresesi müderrisi Mehmed Emin Efendi, küçük Said'e:

-Ne için kardeşinin emrinden çıkıyorsun? diye işe karışmış.

Bulundukları medrese, meşhur şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyla, hocasına şu yolda cevab verir:

-Efendim, şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur! diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği cesîm bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin'e gelir.

Şarkî Anadolu'da medrese teşkilatındaki hususiyetlerden birisi şudur ki: İcazet almış bir âlim, istediği köyde hasbeten lillah bir medrese açar; medrese talebelerinin ihtiyacı, iktidarı olursa medrese sahibi tarafından, iktidarı yoksa halk tarafından temin edilir. Hoca meccanen ders verir, talebelerin iaşe ve levazımatını da halk deruhde ederdi. Bunların içinde yalnız Molla Said, hiçbir suretle zekat almıyordu. Zekat ve başkasının eser-i minneti olan bir parayı kat'iyyen kabul etmiyordu.

{(Haşiye): Zekat ve sadaka ve mukabilsiz hiç bir şey almadığının sebeb ve hikmeti, Risale-i Nur'dan İkinci Mektub ve sair risalelerde beyan edilmiştir. Evet Molla Said'in istikbalde Risale-i Nur'la göreceği hizmet-i imaniyeyi kemal-i ihlasla îfası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için "Uhrevî hizmetin mukabilinde hiç birşey taleb etmemek" olan kudsî düsturun icmalî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlahiye tarafından ruhunda yerleştirilmişti.}

Nurşin'de bir müddet kaldıktan sonra Hizan'a döndü. Sonra medrese hayatını terkederek pederinin yanına geldi ve bahara kadar evde kaldı. O sırada şöyle bir rü'ya görür:

Kıyamet kopmuş, kâinat yeniden dirilmiş. Molla Said, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ı nasıl ziyaret edebileceğini düşünür. Nihayet Sırat Köprüsü'nün başına gidip durmak hatırına gelir. "Herkes oradan geçer, ben de orada beklerim" der ve Sırat Köprüsü'nün başına gider. Bütün Peygamberan-ı İzam hazeratını birer birer ziyaret eder, Peygamber Efendimizi de ziyarete mazhar olunca uyanır.

Artık bu rü'yadan aldığı feyiz, tahsil-i ilim için

{(Haşiye): Tarihçe-i hayatında yazılmamış, o rü'yada mazhar olduğu bir hakikatı sonradan şöyle anladık ki: Molla Said, Hazret-i Peygamber'den ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartıyla ilm-i Kur'anın talim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha sabavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat'iyyen kimseye sual sormamış, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevab vermiştir.}

büyük bir şevk uyandırır. Pederinden izin alarak, tahsil yapmak üzere Arvas nahiyesine gider. Burada icra-yı tedris eden meşhur Molla Mehmed Emin Efendi kendisine ders vermeye tenezzül etmeyip talebelerinden birisine okutmasını tavsiye edince, izzetine ağır gelir. Bir gün bu meşhur müderris câmide ders okutmakta iken, Molla Said itiraz ederek:

-Efendim, öyle değil!

Hitabında bulunur. Okutmasına tenezzül etmediğini hatırlatır.

Orada bir müddet kaldıktan sonra, Mîr Hasan-ı Veli Medresesi'ne gitti. Aşağı derecede okuyan yeni talebelere ehemmiyet verilmemek bu medresenin âdeti olduğunu anlayınca, sıra ile okunması îcabeden yedi ders kitabını terkederek, sekizinci kitabdan okuduğunu söyledi.

Birkaç gün sonra Vastan kasabasına gitti ise de, orada tebdil-i hava için ancak bir ay kadar kaldı, bilâhare Molla Mehmed isminde bir zâtın refakatinde Erzurum Vilayetine tâbi' Bayezid'e hareket etti. Hakikî tahsiline işte bu tarihte başlar. Bu zamana kadar hep "Sarf ve Nahiv" mebadileriyle meşgul olmuştu ve "İzhar"a kadar okumuştu. Bayezid'de Şeyh Mehmed Celalî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek garibdir. Zira Şarkî Anadolu usûl-ü tedrisiyle, "Molla Câmî"den nihayete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitabdan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebâkisini terkeyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celalî Hazretleri ne için böyle yaptığını sual edince Molla Said cevaben:

-Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitablar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım. Yani bu kitabların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhare tab'ıma muvafık olanlara çalışırım, demiştir.

Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usûllerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek

{(Haşiye): Yirmiüç senede te'lifi tamamlanan ve yüz otuz kitabdan müteşekkil "Risale-i Nur" adlı eserleriyle, İlm-i Kelâm sahasında bir teceddüd yaptığı görülmüştür. Evet kendisi onbeş sene tahsili lâzım gelen ilmi üç ayda elde etmesi, gaybî bir işarettir ki: "Bir zaman gelecek, onbeş sene değil, bir sene bile ilm-i iman dersini alacak medreseler ele geçmeyecek. İşte o zamanda müştaklara onbeş senelik dersi onbeş haftada ellere verebilecek Kur'anî bir tefsir çıkacak ve Said onun hizmetinde bulunacak." Evet tam zuhur etti ve aynen görüldü. Risale-i Nur, otuz senelik müdhiş bir zamanda gizli dinsiz ve ifsad komitelerinin hücumlarına rağmen iman hakikatları derslerini yüzbinler nüshalarıyla her tarafta neşrettiler ve binler kalemlerin gayretleriyle matbaalara ihtiyaç bırakmadan Kur'anın bu yeni dersleri yayıldı; milyonlarca insanın imanlarının takviyesine vesile oldu. Anadolu'daki Risale-i Nur'un faaliyeti, iman hizmeti ve makul yüksek dersleri, herkesin nazar-ı dikkatini celbetti. Mahkemeler ve tedkikler yoluyla Cenab-ı Hak, Nurları ehl-i siyaset ve hükûmete de okutturdu ve mektebliler arasında yayıldı, genç İslâm ve iman fedakârları çoğaldı; ve bunun büyük bir neticesi olarak, küfr-ü mutlakın ve dalaletin hücumu önlendi, geri çekildi. Yer yer bütün vatanda din lehinde cereyanlar başladı. İzn-i İlahî ile, âlem-i İslâm ve insaniyete doğmaya başlayan İslâmî saadetin fecr-i sadıkını gösterdi, Elhamdülillahi Rabbi'l-Âlemîn...}

ve bir sürü haşiye ve şerhlerle vakit zayi' etmemekti. Bu suretle alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.

Bunun üzerine hocalarının; "hangi ilim tab'ına muvafık" olduğu sualine cevaben: -Bu ilimleri birbirinden tefrik edemiyorum. Ya hepsini biliyorum veyahut hiçbirisini bilmiyorum, der.

Herhangi bir kitabı eline alırsa, anlardı. Yirmidört saat zarfında "Cem'ül-Cevami'", "Şerhü'l-Mevakıf", "İbnü'l-Hacer" gibi kitabların ikiyüz sahifesini, kendi kendine anlamak şartıyla mütalaa ederdi. O derece ilme dalmıştı ki, hayat-ı zahirî ile hiç alâkadar görünmezdi. Hangi ilimden olursa olsun sorulan suale tereddüdsüz derhal cevab verirdi.
 

Ahmet.1

Well-known member
O ZAMANKİ HAYATINA KISA BİR BAKIŞ

Evvelâ: Hükema-yı İşrakiyyunun mesleklerine sülûk ederek, zühd ve riyazete başladı. Hükema-yı İşrakiyyun, tedric kanunu mûcibince vücudlarını riyazete alıştırmışlardı. O ise tedrice riayet etmiyerek birdenbire riyazete daldı. Gün geçtikçe, vücudu tahammül etmeyerek zaîf düşmeye başladı. Üç günde bir parça ekmekle idare ediyordu. Ulema-yı İşrakiyyunun, "Riyazetin küşayiş-i fikre hizmet ettiği" nazariyesi üzerine, onlar gibi yapacağım diye çalışıyordu.

Sâniyen: İmam-ı Gazalî Hazretlerinin "İhyaü'l-Ulûm"unda tasavvuf nokta-i nazarında
ﺩَﻉْ ﻣَﺎ ﻳُﺮِﻳﺒُﻚَ ﺍِﻟَﻰ ﻣَﺎﻟﺎَ ﻳُﺮِﻳﺒُﻚَ kaidesine ittibaen, ekmeği bile bir zaman terkedip, ot ile idareye koyuldu.

Sâlisen: Nadir konuşuyordu. Kürdlerin edib dâhîlerinden Molla Ahmed Hanî Hazretlerinin, gündüzleyin bile havf ile girilen kubbe-i saadetine kapanır, bazan geceleyin de orada kalırdı. Bundan dolayı ahali, Bedîüzzaman'a: "Ahmed Hanî Hazretlerinin feyzine mazhar olmuştur" diyordu. Bu hali, müşarün-ileyhin kerametine hamlederlerdi.

O vakitlerde kendisi onüç-ondört yaşlarında idi. Sonra ulemadan mümtaz sîmalarla mülâkat etmeye karar verdi ve Bağdad'a ziyaret kasdıyla hocasından izin istedi. Derviş kıyafetine girdi. Yolları takib etmeden dağlarda, ormanlarda gece dolaşarak Bağdad'a gitmek niyetinde iken Bitlis'e geldi.

Bitlis'te Şeyh Mehmed Emin Efendi Hazretlerinin yanına giderek, iki gün kadar dersinde bulundu. Şeyh Mehmed Emin Efendi, kendisine kisve-i ilmiyeye girmesini teklif etti. Molla Said cevaben: -Ben henüz sinn-i büluğa vâsıl olmadığımdan, muhterem bir müderris kıyafetini kendime yakıştıramıyorum. Ve ben bir çocuk iken, nasıl hoca olabilirim? diyerek teklifini kabul etmemiştir.

Bundan sonra, Şirvan'daki biraderinin yanına gitti. Orada büyük kardeşiyle ilk görüşmede aralarında şöylece kısa bir muhavere cereyan etti.

Molla Abdullah: Sizden sonra ben Şerh-i Şemsî kitabını bitirdim, siz ne okuyorsunuz?

Bedîüzzaman: Ben seksen kitab okudum.

Molla Abdullah: Ne demek?

Bedîüzzaman: İkmal-i nüsah ettim ve sıranıza dâhil olmayan birçok kitabları da okudum.

Molla Abdullah: Öyle ise seni imtihan edeyim?

Bedîüzzaman: Hazırım, ne sorarsanız sorunuz!

Molla Abdullah, biraderini imtihan eder. Kifayet-i ilmiyesini takdir ile, sekiz ay evvel talebesi bulunan Molla Said'i kendisine üstad kabul etti ve talebelerinden gizli olarak küçük biraderinden ders almaya başladı. Ve bittabi, daha evvel okuttuğu kardeşini kendisine üstad yaptığını sezdirmiyordu. Nihayet talebeler, Molla Abdullah'ın Molla Said nezdinde ders okuduğunu kapıdan, anahtar deliğinden gizlice görünce taaccüb ederek sormuşlarsa da; Molla Abdullah cevaben: "Nazar değmemek için, ben ona ders veriyorum" demiş ve talebelerini aldatmıştı.

Molla Abdullah'ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt'e gelir. Orada bulunan Molla Fethullah Efendi'nin medresesine gider.

Molla Fethullah, Molla Said'e:

-Geçen sene "Süyûtî" okuyordunuz, bu sene Molla Câmî'yi mi okuyorsunuz?

Bedîüzzaman: Evet "Câmî"yi bitirdim.

Molla Fethullah hangi kitabı sordu ise, "bitirdim" cevabını alınca, tahayyürde kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı, taaccüb etti ve dedi:

-Geçen sene deli idin, bu senede mi delisin?

Bedîüzzaman: İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakikatı ketmedebilir. Fakat babadan daha muhterem olan üstadına karşı hakikat-i mahzdan başka bir şey söyleyemez. Emrederseniz söylediğim kitablardan beni imtihan ediniz der.

Molla Fethullah hangi kitabdan sordu ise, cevabını güzelce verir. Bunun üzerine bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Said'in hocasının hocası bulunan Molla Ali-i Suran namındaki zât, kendilerinden ders almaya başladı.

Molla Fethullah: Pekâlâ, zekâda hârikasınız, fakat hıfzınız nasıldır? Makamat-ı Harîriye'den birkaç satırını iki defa okumakla hıfzedebilir misiniz? diyerek kitabı uzatır.

Molla Said alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfzetti ve okudu.

Molla Fethullah: Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir, diyerek hayrette kaldı.

Bedîüzzaman orada iken, Cem'ül-Cevami' kitabını, günde bir-iki saat iştigal etmek üzere bir haftada hıfzetti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelâmı söyliyerek kitabın üzerine yazdı:

ﻗَﺪْ ﺟَﻤَﻊَ ﻓِﻰ ﺣِﻔْﻈِﻪِ ﺟَﻤْﻊُ ﺍﻟْﺠَﻮَﺍﻣِﻊِ ﺟَﻤِﻴﻌَﻪُ ﻓِﻰ ﺟُﻤْﻌَﺔٍ

Bu hal Siirt'te şüyû' bulmuş ve Molla Fethullah, ulemaya:

-Bizim medreseye gayet genç bir talebe geldi. Her ne sual ettimse bilâ-tevakkuf cevab verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına hayran kaldım diyerek pek çok medheder.

Bunun üzerine ulema bir yerde toplanarak Bedîüzzaman'ı davet ederler. Bedîüzzaman intihab ettikleri bütün suallerine bilâ-tereddüd cevab verirken, Molla Fethullah'ın yüzüne bakıyordu. Sanki kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevab veriyordu. Bunu gören ulema, Bedîüzzaman'ın hârikulâde bir genç olduğuna hükmedip, faziletini takdir ve sena ettiler.

Bu hal etrafta işitilir. Ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o nazarla bakarlar. Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan bir takım âlim ve talebelerin rekabetlerini arttırdı. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlub edemedikleri Bedîüzzaman'ı kavga yoluyla iskât etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa da, mes'eleden haberdar olan Siirt ahalisi, kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahali nazarında büyük mevkii olduğu için, derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir odaya bırakılmış ise de Bedîüzzaman, mesleklerine olan fevkalâde muhabbetinden, muarızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için kendisi odadan çıkıp muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin karışmamasını müdafaa eder. Bu ihtilafı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye:

-Beni öldürünüz, ilmin haysiyetini muhafaza ediniz! diyerek yüzünü çevirmiş ise de hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet ihtilaf bertaraf edilmiştir. Siirt Mutasarrıfı, kendisini muhafaza etmek üzere yanına çağırdığı ve o talebeleri nefyedeceği haberini tebliğ etmeye gönderdiği jandarmaya karşı Bedîüzzaman:

-Biz talebeyiz, birbirimizle döğüşürüz, barışırız. Binaenaleyh mesleğimiz haricinde bulunan birisinin bize karışması muvafık olmadığından gelemiyeceğim ve hata da benimdir. Cevabında bulunarak jandarmaları reddetmiştir.

Bu esnada onbeş-onaltı yaşlarında bulunuyordu. Lâkin kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metindi. "Saidü'l-Meşhur" lakabıyla yâdediliyordu. Siirt'te kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevab vereceğini, kimseye sual sormayacağını ilân etti.
 

Ahmet.1

Well-known member
Sonra tekrar Bitlis'e geldi. Bitlis'te bir-iki şeyh hanedanının, âlim ve talebelerin arasında geçimsizlik olduğunu işitir. Fesadı netice veren sözlerin, bilhâssa gıybetin İslâmiyete yakışmadığını onlara ihtar edince; Molla Said'i, Şeyh Emin Efendi'ye şikayet ederler.

Şeyh Emin ise:

-Henüz çocuk olduğundan, kabil-i hitab değildir, der.

Bu söz Molla Said'e tebliğ edildiği anda, zâten bu gibi sözlere fıtraten tahammülsüz olduğundan Şeyh Emin Efendi'nin huzuruna çıkarak elini öper ve:

-Efendim, beni imtihan ediniz; kabil-i hitab olduğumu isbat etmek isterim, der.

Şeyh Emin Efendi mütenevvi ilimlerden ve en müşkil mes'elelerden onaltı sual tertib ederek sorar. Molla Said, suallerin umumuna cevab verdikten sonra Kureyş Câmiine gider, ahaliye va'z ve nasihat etmeye başlar. Bunun üzerine Bitlis ahalisinin bir kısmı Molla Said'e, bir kısmı da Şeyh Emin Efendi'ye yardım etmek isterler. Bundan dolayı vali, büyük bir vukuata meydan vermemek için Bedîüzzaman'ı nefyeder. Bu defa da Şirvan'a gider.

Zâten infirad eden böyle zâtların muarızları pek çok bulunur. Bilhâssa mücadele-i ilmiyede mağlub düşenlerden bazı zahir hocalar, Molla Said'i ahali nazarında küçük düşürmek için var kuvvetleriyle çalışıyorlardı. Her hususatını tecessüs ettirirlerdi. Bir gün nasılsa, kazaen sabah namazını geçirmiş. Buna vâkıf olan hasımları, "Molla Said, namazı terketmiştir" diyerek ahali arasında işaada bulundular. Molla Said'den soruldu ki:

-Niçin herkes bunu böyle söylüyor?

Molla Said: Evet, esassız bir şey âlemin içinde çabuk yayılmaz. Hata bendedir. Onun için, iki cezaya uğradım: Birisi Allah'ın itabı, diğeri nâsın ta'rizi. Bunun esas sebebi ise, geceleyin âdet edindiğim vird-i şerifi terkettiğimdir. İşte âlemin ruhu bu hakikata temas etmişse de, tamamını kavrayamayarak ismini bilemeyip şu vechile hatayı isimlendirmişler, cevabını verir.

Şirvan'da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek:

-Aman efendim, Siirt'e bir çocuk gelmiş, kendisi ondört-onbeş yaşında, umum ulemayı ilzam etti. Şunu ilzam etmek için sizi davete geldim, der.

Molla Said de şu davete icabet ederek Siirt'e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler, iki saat gittikten sonra, o küçük hocanın evsaf ve kıyafetini sorar. O adam:

-Efendim, ismini bilmiyorum; fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olup omuzunda bir posteki vardı. Bilâhare talebe kıyafetine girdi ve umum ulemayı ilzam etti.

Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi vukuatının şimdi civar köylerde şüyû' bulduğunu anlayarak geriye döner, davete icabet etmez.

Bilâhare Siirt'e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı. Orada hârika olarak Kamus-u Okyanus'u Bâbü's-Sin'e kadar hıfzetti. Ne fikre binaen kamusu hıfzettiği sorulduğunda:

-Kamus her kelimenin kaç manaya geldiğini yazıyor. Ben de bunun aksine olarak her manaya kaç kelime kullanıldığını gösterir bir kamus vücuda getirmek merakına düştüm, cevabında bulundu. Mezkûr türbeye kapandığı vakit küçük biraderi Mehmed, yemeğini getiriyordu. Yemek içindeki taneleri kubbenin etrafında bulunan karıncalara vererek kendisi ekmeğini yemeğin suyuna batırarak kanaat ediyordu.

-Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun? denildiğinde:

-Bunlarda hayat-ı içtimaiyeye mâlikiyet ve fevkalâde vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu müşahede ettiğim için cumhuriyetperverliklerine mükâfaten kendilerine muavenet etmek istiyorum, cevabında bulunmuştur...

{(Haşiye): 1935'te Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesinde "Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?" sualine cevaben: -Eskişehir mahkeme reisinden başka daha sizler dünyaya gelmeden benim dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım isbat eder, diyerek yukarıda zikredilen "Karınca hâdisesini" anlatır ve şöyle der: -Hulefa-yı Raşidîn herbiri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddık-ı Ekber, Aşere-i Mübeşşere'ye ve Sahabe-i Kiram'a elbette reis-i cumhur hükmünde idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakikat-i adaleti ve hürriyet-i şer'iyeyi taşıyan mana-yı dindar cumhuriyetin reisleri idiler.}

Tillo'da iken, bir gece Şeyh Abdülkadir-i Geylanî (K.S.) Hazretlerini rü'yasında görür. Geylanî Hazretleri (K.S.) kendisine hitaben:

-Molla Said! Mîran Aşireti reisi Mustafa Paşa'ya gidiniz ve kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz. Yaptığı zulümden vazgeçerek namaza ve emr-i marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz.
 

Ahmet.1

Well-known member
Molla Said, bu rü'yayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran Aşireti'ne doğru Tillo'dan hareket eder, doğruca Mustafa Paşa'nın çadırına girer. Paşa orada bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır olanların hepsi kıyam ettikleri halde Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşa'nın nazar-ı dikkatini celbedince, aşiret binbaşılarından Fettah Bey'den kim olduğunu sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir. Halbuki Paşa, ulemadan hiç hoşlanmazdı. Şübhesiz bunun üzerine daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti. Molla Said'e ne için buraya geldiğini sorunca, Molla Said cevaben:

-Seni hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü terkedip namazını kılacaksın veyahud seni öldüreceğim! demesinden paşa hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve Molla Said'e ne için geldiğini tekrar sorar.

Molla Said:

-Sana söyledim ya.. onun için geldim, der.

Mustafa Paşa çadırın direğinde asılı bulunan Said'in kılıncına işaret ederek:

-Bu pis kılınçla mı?

Bedîüzzaman: Kılınç kesmez, el keser cevabında bulunur.

Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak biraz gezindikten sonra içeriye girer. Bedîüzzaman'a:

-Benim Cezire'de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehri'ne atarım.

Molla Said:

-Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevab verince sizden birşey isterim ki, o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim, der.

Bu muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezire'ye giderler. Yolda Paşa kat'iyyen Molla Said'le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan Molla Said orada biraz yatar; uykudan uyanır uyanmaz etrafında bütün Cezire âlimlerinin, kitabları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir. Cezire âlimleri Molla Said'in şöhretini işittikleri için, mebhut ve hayran bir vaziyette çaylarını bile unutarak Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki âlimin çayını da içer, onlar farkedemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben:

-Ben okumuş değilim, fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlub olacağınızı şimdi anlıyorum. Zira bakıyorum ki, siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi çayını içtikten başka iki-üç bardak da sizin çayınızı içti.

Bunun üzerine, biraz latîfe ettikten sonra Molla Said bu âlimlere karşı:

-Efendiler! Bendeniz va'detmişim, hiç kimseye sual sormam. Binaenaleyh suallerinize muntazırım, der.

Bu hocalar kırk kadar sual sorarlar. Umumuna cevab verdikten sonra, her nasılsa Molla Said bir sualin cevabını yanlış söylediği halde karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak:

-Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde farkına varmadınız, diyerek cevabını tashih eder.

Hocalar dediler:

-İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam ettiniz!

Sonra o hocalardan bir kısmı Molla Said'den ders almaya gelirler.

Bundan sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya başlar.

Molla Said, ilimdeki emsalsiz hârika istidadı derecesinde vücudca da gayet idmanlı ve kuvvetli idi. Güreş tutmaktan pek hoşlanırdı. Medreselerde bulunan umum talebelerle güreşirdi. Hiçbirisi güreşte bile onu mağlub edemezdi.
 
Üst