Yirmi Beşinci Lem'a - Hastalar Risalesi

Huseyni

Müdavim
Yirmi Beşinci Lem’a

Yirmi Beş Devâdır

Hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçete, bir iyâdetü’l-marîz ve geçmiş olsun makamında yazılmıştır.

İHTAR VE İTİZAR: Bu mânevî reçete, bütün yazdıklarımızın fevkinde bir sür’atle (HAŞİYE) telif edildiği gibi, hem umuma muhalif olarak, tashihata ve dikkate vakit bulmayarak, telifi gibi gayet sür’atle, ancak bir defa nazardan geçirildi. Demek, müsvedde-i evvel hükmünde müşevveş kalmıştır. Kalbe fıtrî bir surette gelen hâtırâtı san’atla ve dikkatle bozmamak için, yeniden tetkikata lüzum görmedik. Okuyan zatlar, hususan hastalar, bazı nâhoş ibarelerden veyahut ağır kelimelerden ve ifadelerden sıkılıp gücenmesinler, bana da dua etsinler.


بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلَّذِينَ اِذَآ اَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوۤا اِنَّا ِللهِ وَاِنَّآ اِلَيْهِ رَاجِعُونَ

1

وَالَّذِى هُوَ يُطْعِمُنِى وَيَسْقِينِ - وَاِذَا مَرِضْتُ فَهُوَ يَشْفِينِ
2

ŞU LEM’ADA, nev-i beşerin on kısmından bir kısmını teşkil eden musibetzede ve hastalara hakikî bir teselli ve nâfi bir merhem olabilecek Yirmi Beş Devâyı icmâlen beyan ediyoruz.

(HAŞİYE) : HAŞİYE Bu risale dört buçuk saat zarfında telif edilmiştir. Evet (Rüştü), Evet (Re’fet), Evet (Hüsrev); Evet (Said)
1 : “O kimseler ki, başlarına bir musibet geldiğinde ‘Biz Allah’ın kullarıyız; dönüşümüz de ancak Onadır’ derler.” Bakara Sûresi, 2:156.
2 : “Beni yediren ve içiren Odur. Hastalandığımda bana şifa veren de Odur.” Şuarâ Sûresi, 26:79-80.
 

Huseyni

Müdavim
Allah cc. insanoğlunu dünyaya göndermesindeki sebep elbetteki kendisine ibadet etmemiz içindir. Bunu şu ayetten anlıyoruz. “Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım.” Yani Allah'a ibadet etmek ve razı olduğu bir kul olabilmek için dünyada bulunuyoruz. Bize verilen ömür, ebedi hayata nisbetle çok kısa görünse de, bu kısacık ömrümüzle ebedi bir saadeti kazanmakta bizim elimizde. Bir imtihana tabiyiz. Ve bu kısacık imtihan sürecinde görüyoruz ki; herkes aynı şartlarda bir ömür sürmüyor. Kimi zengin, kimi fakir, kimi topal, kimi kör ilaahir, çeşit çeşit hallerde, bir neticeye doğru yol almaktayız. Sağlık ve sıhhat hayattan bir parça olduğu gibi, musibet ve hastalıklar da hayatın bir parçasıdır. Elbette dünyada sahip olduğumuz çeşit çeşit imkanların da o nisbette hesabı ve sorgusu olacaktır. Konumuz itibariyle bu değişiklik arz eden insan manzaralarından musibetzede ve hasta olan insanlar gurubunu ele alacağız.

Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu Yirmi Beşinci Lem'a nın "Hastalara bir merhem, bir teselli, mânevî bir reçete, bir iyâdetü’l-marîz (Hasta ziyâret etme, hâl ve hatırını sorma.) ve geçmiş olsun makamında" yazıldığını belirtmiştir. İnşallah bu risale reçetemiz, tesellimiz ve yaralarımızın bir merhemi olur. İstifade etmek dileğiyle.


BİRİNCİ DEVÂ

Ey biçare hasta! Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi dermandır. Çünkü ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem rahat ve gafletle olsa, pek çabuk gidiyor. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor. Hem ömrün çabuk geçmesine meydan vermiyor, tutuyor, uzun ediyor—tâ meyveleri verdikten sonra bırakıp gitsin. İşte, ömrün hastalıkla uzun olmasına işareten bu darbımesel dillerde destandır ki, “Musibet zamanı çok uzundur; safâ zamanı pek kısa oluyor.”


Hastalıklara merak göstermek, "Acaba bu hastalığım düzelir mi? Dermanı var mıdır? Daha ne kadar çekeceğim?" gibi meraklı sorular, hastalıkların ve maddi musibetlerin artmasına sebeptir. "Maddî musibetleri büyük gördükçe büyür, küçük gördükçe küçülür." 2 "...musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor." 3 Hastalıklar bu fani ömür ağacımıza takılan, Allah'ın lütfettiği meyvelerdir. Hastalıklar hayatımızı günah kirlerinden arındırır, olgunluk kazandırır, manevi yönden terakkimize sebep olur. "Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder, vazife-i hayatiyeyi yapar. Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuttan ziyade, şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider." 4 Hastalıkların ve musibetlerin, bunun gibi azim neticeleri, meyveleri vardır. Ve gaflette olan, biz insanlara bir uyarıcı, ikaz edici hükmündedir. Acizliklerimizin farkına varmamıza bir vesiledir.


1. (Zariyat Suresi, 56)
2. İkinci Lem'a s.37
3. İkinci Lem'a s.37
4. İkinci Lem'a s.33
 

Huseyni

Müdavim
İKİNCİ DEVÂ

Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünkü ibadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadettir ki, namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfi ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete mazhar olur.


Üstad, Yirmi Birinci Söz'de
üç sabırla mükellef olduğumuzu söylüyor. "İşte, ey sabırsız nefsim! Sen üç sabırla mükellefsin. Birisi, taat üstünde sabırdır. Birisi, mâsiyetten sabırdır. Diğeri, musibete karşı sabırdır." Bunlardan biri de görüldüğü üzere musibete karşı sabırdır. Evet, musibet ve hastalıklarda sabır gösterilmesi ve şükredilmesi durumunda o musibet ibadet hükmüne geçer ve aynı zamanda da insanı günahlardan uzak tutmaya vesile olur.

Bunun yanında musibetler, aslında hiç bir şeye elimizin yetişmediğini, gözle görülmeyen bir mikroba karşı bile yenik düşecek kadar zayıf ve güçsüz olduğumuzu hatırlatması bakımından da son derece önemlidir. Aczimiz ve zaaflarımız bizi, acizlikten münezzeh olan, her türlü ihtiyacımıza cevap verebilen ve kullarına karşı çok merhametli olan Halık-ı Rahimimize iltica etmeye, onun kapısına sığınmaya, ona yalvarmaya götürür. Halis, saf ve riya olmayan manevi bir ibadete mazhar eder.
"Bu ubudiyete riyâ giremez, hâlistir." 5


Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır. 6 Hattâ bazı sâbir ve şâkir hastaların bir dakikalık hastalığı, bir saat ibadet hükmüne geçtiği ve bazı kâmillerin bir dakikası bir gün ibadet hükmüne geçtiği, rivâyât-ı sahiha ve keşfiyat-ı sadıka ile sabittir. Senin bir dakika ömrünü bin dakika hükmüne getirip, sana uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî değil, teşekkür et.


Yoktan var edildik, insan olduk, hayat sahibi olduk, sağlık ve afiyet bulduk ve bize akıl nimeti verildi. Kendi imkanlarımızla sahip olamayacağımız sayısız nimetlere mazhar olduk. Elbette bu kadar nimetlere insanı mazhar eden allah, dilediğinde de musibetlere ve hastalıklara bizleri maruz bırakması hikmeti gereğidir. Sahip olduğumuzu sandığımız hiç bir şey, kendimizin değil ki şikayete hakkımız olsun. Hem allah bize verdiği hastalığı bile, yine bizim için veriyor. Onunla günahlarımızı temizliyor. O hastalığı bir nevi ibadet sayıyor vs.

"Ebu Hureyre ve Ebu Said radıyallahu anhüma’nın anlattıklarına göre, Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm şöyle buyurmuştur: 'Mü’min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık bir üzüntü hatta bir ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü’minin günahından bir kısmını mağfiret buyurur.' ” 7

Yani allah cc. çektiğimiz hiçbir sıkıntıyı, üzüntüyü boşa gidermiyor. Çektiğimiz her bir sıkıntıya Rahmetiyle karşılık veriyor. Ve karşılığında bizden istediği isyan etmemek, "Beni mi buldun ?" gibilerinden şikayette bulunmamak, şükretmek, çok ağır gelse sabretmektir. Bir dakikası binlerce dakika baki bir ömrü kazandırabilecek böyle bir ibadetten şikayet değil, belki memnun olmak gerektir.

5. İkinci Lem'a s.34
6. el-Elbânî, Sahîhu Câmii’s-Sağîr, 256.

7. Buhari, Marda 1; Müslim, Birr 52, (2573); Tirmizi, Cenaiz 1, (966).
 

Huseyni

Müdavim
ÜÇÜNCÜ DEVÂ

Ey tahammülsüz hasta! İnsan bu dünyaya keyif sürmek ve lezzet almak için gelmediğine, mütemadiyen gelenlerin gitmesi ve gençlerin ihtiyarlaşması ve mütemadiyen zeval ve firakta yuvarlanması şahittir.

Dünyaya keyif sürmek, konforlu ve sıkıntısız bir hayat geçirmek için gelmedik. Aciziz, elimiz birşeye yetişmiyor, bizi terkedenlere engel olamıyoruz, sahip olduklarımızı kaybederken elimizden gelen neredeyse hiç bir şey yok. Sevdiklerimizi, zamanımızı, sağlığımızı, malımızı, mülkümüzü, güzelliğimizi vs. kaybederken çaresiz kalıyoruz. Belki 10 sene, belki 1 sene, belki de daha dün sahip olduğumuz bir çok şey, artık bizimle değil. Kaybettiklerimiz, bu dünyanın keyif ve lezzet yeri olmadığını ihtar ediyor bize.

Hem insan, zîhayatın en mükemmeli, en yükseği ve cihazatça en zengini, belki zîhayatların sultanı hükmünde iken, geçmiş lezzetleri ve gelecek belâları düşünmek vasıtasıyla, hayvana nisbeten en ednâ bir derecede, ancak kederli, meşakkatli bir hayat geçiriyor.

"Muhakkak ki, Biz insanı en güzel bir biçimde yarattık." 8 buyuruyor Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'de. Diğer canlılardan farklı olarak, çok daha üstün, kıyaslanamayacak kadar fazla özelliklere sahibiz. Fakat hayattan lezzet alma noktasında hayvanların en basitine bile yetişemiyoruz. Çünkü onlar anı yaşıyorlar, biz ise tüm zamanlarla alakadarız. Yüzyıllar önce birinin başından geçen bir olay bile bizi üzebiliyor veya sevindirebiliyor. Geçmişteki lezzetlerin yokluğu, gelecekte karşımıza çıkma ihtimali olan olumsuzluklar, hayvana nisbeten hayattan alacağımız lezzeti acılaştırıyor, hiçe indiriyor. Üstad insan ve hayvanın hayattan aldığı lezzet noktasında şu kıyaslamayı yapıyor; "Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his dahi gider, o elemden de kurtulur." 9

Demek insan bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safâ ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî, daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.

Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor. Sermaye-i ömrünü bâd-ı heva boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.”

İşte hastalık bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşiddir. Ondan şekvâ değil, belki bu cihette ona teşekkür etmek, eğer fazla ağır gelse sabır istemek gerektir.


8. Ömer Nasuhi Bilmen - Tin/4
9. On Birinci Şua - s.267
 

Huseyni

Müdavim
DÖRDÜNCÜ DEVA

Ey şekvâcı hasta!
Senin hakkın şekvâ değil, şükürdür, sabırdır. Çünkü senin vücudun ve âzâ ve cihazatın, senin mülkün değildir. Sen onları yapmamışsın, başka tezgâhlardan satın almamışsın. Demek başkasının mülküdür. Onların mâliki, mülkünde istediği gibi tasarruf eder.


Üstad çok yerde olduğu gibi burada da sabrı tavsiye ediyor. Peki neden sabır?

Çünkü sabır imanın bir göstergesidir.

"İmanı en üstün olan; sabırlı, cömert ve hoşgörülü olandır." 10

Çünkü sabır Allah'ın rızasını kazanmaya vesiledir.

"Hak teâlâ, sevdiği kulu dertlere müptela kılar, o da sabrederse, ondan razı olur." 11

Çünkü sabır kıyamette hesabın hafifleşmesidir.

"Allahü teâlâ buyurdu ki: "Kimin, bedenine, evladına veya malına bir musibet gelir, o da güzel sabrederse, Kıyamette ona hesap sormaya hayâ ederim." 12

Çünkü sabrın mükafatı hesapsızdır.

"Sabredenlere, mükafatlar hesapsız verilir." 13

Çünkü allah sabredenlerle beraberdir.

"Ey iman edenler, Allah’tan sabır ve namazla yardım isteyin. Allahü teâlâ elbette sabredenlerle beraberdir." 14

Çünkü sabır bağışlanmaya ve azim mükafata vesiledir.

"Ancak sabredip salih amel işleyenler böyle değildir. İşte onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır." 15

Elbette böyle büyük mükafatları olan hastalıklara ve musibetlere karşı, imanımızın dahi bir göstergesi olan sabırla mukabelede bulunmak elzemdir.

Ve insanın azalarının, kendisine emaneten verilen sayısız nimetlerin sahibi kendisi olmadığı cihetle; o azaların, cihazatların başına gelen sıkıntılarda, musibetlerde, şikayete hiçbir hakkı yoktur. Üstad'ın verdiği şu temsille devam edelim.

Yirmi Altıncı Sözde denildiği gibi, meselâ gayet zengin, gayet mâhir bir san’atkâr, güzel san’atını, kıymettar servetini göstermek için, miskin bir adama modellik vazifesini gördürmek maksadıyla, bir ücrete mukabil, bir saatçik zamanda, murassâ ve gayet san’atlı diktiği bir gömleği, bir hulleyi o fakire giydirir. Onun üstünde işler ve vaziyetler verir. Harika envâ-ı san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam, o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun, eğilip kalkmakla verdiğin vaziyetten bana sıkıntı veriyorsun. Beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeye hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi?

İşte, aynen bu misal gibi, Sâni-i Zülcelâl sana, ey hasta, göz, kulak, akıl, kalb gibi nuranî duygularla murassâ olarak giydirdiği cisim gömleğini, Esmâ-i Hüsnâsının nakışlarını göstermek için, çok hâlât içinde seni çevirir ve çok vaziyetlerde seni değiştirir. Sen açlıkla onun Rezzâk ismini tanıdığın gibi, Şâfî ismini de hastalığınla bil. Elemler, musibetler bir kısım esmâsının ahkâmını gösterdikleri için, onlarda hikmetten lem’alar ve rahmetten şuâlar ve o şuâât içinde çok güzellikler bulunuyor. Eğer perde açılsa, tevahhuş ve nefret ettiğin hastalık perdesi arkasında sevimli, güzel mânâları bulursun.

Biz bu dünyada tabiri cazisse allahın bir modeliyiz. Ve hayat, insan olmak gibi peşin ücretler almışız. allah bu ücretler mukabilinde, sınırlı ömrümüzde, Esma-i Hüsnasının da bir gereği olarak bizi halden hale çeviriyor. Hasta ediyor, zenginlik veriyor, güzellik veriyor, fakirlik veriyor vs.

Başımıza gelen musibetler allahın Esma-i Hüsnasının gereğidir. İnsanı şekilden şekile sokarak sonsuz sanatlarını göstermektedir. İnsanın maruz kaldığı her halde allahın isimleri tecelli etmektedir. "Herşey zıddıyla bilinir." kaidesince; allahın güzel isimlerinin tecelli edip anlaşılabilmesi için, o isimlerin zıddı olan hallere maruz kalıyoruz da denilebilir. Hasta olduğumuzda Şâfî ismini bildiğimiz gibi, aç kalmakla da Rezzak ismini tanıyor ve biliyoruz. Ve her musibet ve hastalığın ardında allahın bir hikmeti saklıdır. Acizliğimiz dolayısıyla da allahın Rahmetine vesiledir. Zahirde çirkin gibi görünen hastalıkların perde arkasında böyle sevimli ve güzel manalar vardır.

10. Deylemi
11. Deylemi
12. Hakim
13. Zümer/10
14. Bakara/153
15. Hud/11
 

Huseyni

Müdavim
BEŞİNCİ DEVÂ

Ey maraza müptelâ hasta! Bu zamanda tecrübemle kanaatim gelmiştir ki, hastalık bazılara bir ihsan-ı İlâhîdir, bir hediye-i Rahmânîdir. Bu sekiz dokuz senedir, liyakatsiz olduğum halde, bazı genç zatlar hastalık münasebetiyle dua için benimle görüştüler. Dikkat ettim ki: Hangi hastalıklı genci gördüm; sair gençlere nisbeten âhiretini düşünmeye başlıyor. Gençlik sarhoşluğu yok. Gaflet içindeki hayvânî hevesattan bir derece kendini kurtarıyor. Ben de bakıyordum, onların tahammül dahilindeki hastalıklarını bir ihsan-ı İlâhî olduğunu ihtar ederdim. Derdim ki:

“Kardeşim, senin bu hastalığının aleyhinde değilim. Hastalık için sana karşı bir şefkat hissedip acımıyorum ki, dua edeyim. Hastalık seni tam uyandırıncaya kadar sabra çalış. Ve hastalık vazifesini bitirdikten sonra, Hâlık-ı Rahîm inşaallah sana şifa verir.”

Hem derdim: “Senin bir kısım emsalin sıhhat belâsıyla gaflete düşüp, namazı terk edip, kabri düşünmeyip, Allah’ı unutup, bir saatlik hayat-ı dünyeviyenin zâhirî keyfiyle hadsiz bir hayat-ı ebediyesini sarsar, zedeler, belki de harap eder. Sen hastalık gözüyle, herhalde gideceğin bir menzilin olan kabrini ve daha arkasında uhrevî menzilleri görürsün ve onlara göre davranıyorsun. Demek senin için hastalık bir sıhhattir; bir kısım emsalindeki sıhhat bir hastalıktır.”

Genelde öyle değil midir ? Sağlığı, sıhhati, gücü, kuvveti, kısacası maddi yönden herhangi bir sıkıntısı olmayan insanlara, özellikle de gençlere baktığımızda bir gaflet, geleceğini, ahiretini unutma ve düşünememe sözkonusu değil mi ? Bu durumda olanlara söz ve nasihatın genelde tesir etmediği ise, bilinen bir gerçektir.

Demek, sağlık ve sıhhat ve rahat hayat koşulları; insanı gaflete düşürmesi, ahiretini unutturması, allah korusun ebedi saadeti kaybettirmesi gibi neticeleri vermesinden dolayı bir nevi hastalıktır. Geldiğinde insanda şoklama yapan, kendini çok güçlü hisseden insana birdenbire aczini hissettiren, ölümü hatırlatan, gideceği menziller olan kabir ve ahireti düşündüren musibet ve hastalıklar ise bu cihetten bakıldığında sağlığın, sıhhatin ta kendisidir. Evet şu ayette açıkça bu gerçeğe işaret ediyor.

"Onlara bir musibet isabet ettiğinde, derler ki: "Biz Allah'a ait (kullar)ız ve şüphesiz O'na dönücüleriz." Rablerinden bağışlanma (salat) ve rahmet bunların üzerinedir ve hidayete erenler de bunlardır." 16

Bağışlammaya, O'nun Rahmetine ve hidayetimize vesile olan bir musibet; allahın lütfu, bir hediyesi, ihsanı değil de nedir?


16. Bakara Suresi, 156-157
 

Huseyni

Müdavim
ALTINCI DEVÂ

Ey elemden teşekkî eden hasta!
Senden soruyorum: Geçmiş ömrünü düşün ve o ömürde geçmiş lezzetli safâ günleri ve belâ ve elemli vakitlerini tahattur et.

Herhalde ya oh, ya ah diyeceksin. Yani, ya “Elhamdü lillâh, şükür,” veyahut “Vâ hasretâ, vâ esefâ!” kalbin veya lisanın diyecek.

Dikkat et, sana “Oh, elhamdü lillâh, şükür” dediren, senin başından geçmiş elemler, musibetlerin düşünmesi, bir mânevî lezzeti deşiyor ki, senin kalbin şükreder. Çünkü elemin zevâli lezzettir. O elemler, o musibetler, zevâliyle ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki, düşünmekle deşilse, ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor.

Sana “Vâ esefâ, vâ hasretâ!” dedirten, eski zamanda geçirdiğin lezzetli ve safâlı o hallerdir ki, zevalleriyle senin ruhunda dâimî bir elem-i irsiyet bırakıp, ne vakit düşünsen o elem yine deşiliyor, esef ve hasret akıtıyor.

Madem bir günlük gayr-ı meşru lezzet bazan bir sene mânevî elem çektiriyor. Ve muvakkat bir günlük hastalıkla gelen elem, çok günler mânevî lezzet, sevapla beraber, zevâlindeki halâs ve kurtulmaktan gelen mânevî lezzet vardır. Senin başındaki şimdilik bu muvakkat hastalığın neticesi ve içyüzündeki sevabı düşün. “Bu da geçer, yâ Hû” de, şekvâ yerinde şükret.


Geçmişimize bakıp, yaşadığımız anları şöyle bir gözümüzün önüne getirirsek, geçmişte bizi gülüp eğlendiren, neşelendiren, sevinçlere boğan kareler bugün ah! çekmemize sebep olan anlar olduğunu anlarız. Bir de o sevinçler gayri meşru ise elemi de o nisbette artar. Biten, yok olan lezzetler, onu düşünmekle, elemi netice verir. Hatta diyebiliriz ki, bu dünyası tamamen (gayri meşru) lezzetle geçen insanlar, ahirette burdaki lezzetlerine binler "ah! ah!" çekeceklerdir. Çünkü lezzet bitmiştir ve lezzetin geri dönüşü de yoktur. Artık ebedi bir elem vardır. Daha önce de değindiğimiz gibi, asıl hastalıkta bu neticeyi veren hallerdir.

Ve yine geçmişimize gidip, musibetle geçen, sıkıldığımız, bunaldığımız anları gözümüzün önüne getirdiğimizde ise; o anların bitişinin bize lezzet verdiğini görürüz. Çünkü elem artık bitmiş, yerini lezzete bırakmış, zahmeti gitmiş, sevabını bırakmış. Ve bu dünya tamamen musibet içinde dahi geçse (şükür ve sabır içinde) , ahirette müthiş bir lezzete kalbolacağından, hiç bir ehemmiyeti yoktur. Adeta bir hiç hükmündedir.

Madem lezzetin bitişi elem, elemin bitişinden lezzet alıyoruz; o halde, başımızdaki geçici hastalıkların arkasındaki sevap cihetini düşünüp, sabır ve şükür içinde tevekkül edip mütebessim olmalıyız.

Burada yeri gelmişken Üstadın lezzetperestlere yazdığı, şu tavsiyelerine de kulak verelim.


Lezzetperestlerin nazar-ı dikkatine

“Âh!” müstetir elemin tercümanıdır. “Oh!” ruhta muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir.

“Âh!”ı dedirten, lezaiz-i mâziyenin tasavvur-u zevalidir. Çünkü zeval-i elem, lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet de elemdir. Şairlerin divanları, tasavvur-u zeval-i lezzetten gelen bir elem-i fikrînin birer feryadıdır.

“Oh!” yani “Elhamdü lillâh” dedirttiren, âlâm-ı mâziyenin tasavvur-u zevali, verdiği lezzet-i ruhaniyenin unvanıdır. Demek muvakkat lezzetten ziyade, muvakkat eleme tebessüm etmeli, hoşgeldin demeli.
17


17. İşârât s.280
 

Huseyni

Müdavim
ALTINCI DEVÂ (HAŞİYE)

Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ıztırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimî olsaydı ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevâlin rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde mânevî kış mevsimleri olmasaydı, ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım. Fakat madem dünya birgün bize “Haydi, dışarı” diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak. O bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.

Evet, hastalık bu mânâyı bize ihtar edip der ki: “Senin vücudun taştan, demirden değildir. Belki daima ayrılmaya müsait muhtelif maddelerden terkip edilmiştir. Gururu bırak, aczini anla. Mâlikini tanı, vazifeni bil, dünyaya niçin geldiğini öğren.” Kalbin kulağına gizli ihtar ediyor.

Hem madem dünyanın zevki, lezzeti devam etmiyor. Hususan meşru olmazsa, hem devamsız, hem elemli, hem günahlı oluyor. O zevki kaybettiğinden hastalık bahanesiyle ağlama; bilâkis hastalıktaki mânevî ibadet ve uhrevî sevap cihetini düşün, zevk almaya çalış.

(HAŞİYE) : HAŞİYE Fıtrî bir surette bu Lem’a tahattur ettiğinden, altıncı mertebede iki devâ yazılmış. Fıtrîliğine ilişmemek için öylece bıraktık; belki bir sır vardır diye değiştirmedik.
 

Huseyni

Müdavim
YEDİNCİ DEVÂ

Ey sıhhatinin lezzetini kaybeden hasta!
Senin hastalığın sıhhatteki nimet-i İlâhiyenin lezzetini kaçırmıyor, bilâkis tattırıyor, ziyadeleştiriyor. Çünkü birşey devam etse tesirini kaybeder. Hattâ ehl-i hakikat müttefikan diyorlar ki:

اِنَّمَا اْلاَشْيَاۤءُ تُعْرَفُ بِاَضْدَادِهَا Yani, “Herşey zıddıyla bilinir.” Meselâ, karanlık olmazsa ışık bilinmez, lezzetsiz kalır. Soğuk olmazsa hararet anlaşılmaz, zevksiz kalır. Açlık olmazsa yemek lezzet vermez. Mide harareti olmazsa, su içmesi zevk vermez. İllet olmazsa âfiyet zevksizdir. Maraz olmazsa sıhhat lezzetsizdir.



Monoton ve alışılmış bir hayat tarzı gaflete düşürür ve artık lezzet vermez hale gelir. Hatta birtakım insanlar, her türlü imkana sahipken ve her türlü imkana sahip olmak onlar için, artık sıradan bir hal aldığından ve hayattan artık bir zevk alamadıkları için, intihar gibi değişik denemelerde bulunmaktadırlar. Sahip bulundukları şeyler artık lezzet noktasında tesirini kaybetmiş.

Evet, mütemadiyen devam eden nimetler onların farkında olamamıza sebep olabiliyor çoğu zaman. Alışkanlık haline gelen bu nimetlerin bir anda kesilmesi, ya da başka bir hale dönüşmesi bize onun kıymetini hatırlatıyor. Sağlığında sağlığının kıymetini bilmeyen çok insan var ki; kaybettikten sonra onun kıymetini anlıyor ve pişmanlıklar duyuyor. "Keşke bu zıkkımı bu kadar içmeseydim" "Keşke yediklerime dikkat etseydim de bu mide hastalığına yakalanmasaydım" gibi serzenişler hep bu alışılmışlıkta farkına varılamayan nimetlerin zıddına inkılap etmesindendir.

Yine oruç tuttuğumuz şu günlerde yediğimizden ve içtiğimizden ne kadar zevk alıyoruz değil mi? Hatta 11 ay boyunca yediğimiz, içtiğimiz şeylerin tümüne bedel bir lezzet alıyoruz belkide. Değişen ne peki ? O zaman da yemek aynı, şimdi de aynı ? Arada bir fark var ki bize 11 ay boyunca tadamadığımız lezzeti tattırıyor. Bunun Ramazan Ayı'na özel olmasının yanında elbette açlığımızın ziyade artmasının da büyük rolü var. Normal zamanlarda çok acıkmadan, hemen önümüze her ne gelirse yerken, Ramazan Ayı'nda ya da oruç tuttuğumuz diğer zamanlarda ise bu şansımız yok. Acıkıyoruz ve sonunda yediğimiz yemekteki lezzet, diğer zamanlardakilerden çok çok farklı lezzet veriyor.

Evet her şey zıddıyla bilinir,
Mesela hayatta olan anne babamızın ne kadar farkındayız ?
Bugün sağlıklıyız ve onu korumak için ne kadar çaba sarfediyoruz ?
Paramız veya malımız var, hakkını verebiliyor muyuz ?
Güzelliğimizi allah yolunda iffetle kullanabiliyor muyuz ?
Yoksa onu kaybedince mi kıymetini anlıyacağız ?
Gözlerimiz sapasağlam, neye baktığımızı biliyor muyuz ?
Farkında bile olmadan kullandığımız ayaklarımız bizi ne yöne götürüyor ?
Kulaklarımız hangi sesi dinliyor ?
Aklımız var ama ne ile meşgul ?

Sorular çoğaltılabilir. Sorulara cevabımız müspet ise zaten sorun yok. Eğer menfi (olumsuz) ise o zaman bunların kıymetini bize hatırlatacak zıtlarını belki de kendimiz istemeliyiz.

Bu nimetler bize allah tarafından ihsan edilmiştir ve kullanım şeklini de bize Kitapları ve Peygamberleri (allah selamı onların üzerine olsun.) aracılığıyla apaçık bir şekilde belirtmiştir. Fakat biz insanlar o nimetlerin sürekli olmasından dolayı onların farkına varamıyoruz ve allah bize bir hastalık, bir musibet veriyor;
aklımızın,
kulağımızın,
ayağımızın,
gözümüzün,
varlığımızın,
güzelliğimizin
ve kaybettiğimiz çok şeyin farkına onları kaybedince, hastalıklar ve musibetler neticesinde varıyoruz. Bu kadar kıymetli şeyleri bize hatırlatan, gözümüzü açan hastalıktan, musibetten şikayet edilir mi ? Elbette edilmez.


Madem Fâtır-ı Hakîm insana her çeşit ihsanını ihsas etmek ve herbir nevi nimetini tattırmak ve insanı daima şükre sevk etmek istediğini, şu kâinatta çeşit çeşit, hadsiz envâ-ı nimeti tadacak, tanıyacak derecede, gayet çok cihazatla insanı teçhiz etmesi gösteriyor ki, elbette sıhhat ve âfiyeti verdiği gibi, hastalıkları, illetleri, dertleri de verecektir. Senden soruyorum: “Bu hastalık senin başında veya elinde veya midende olmasaydı, sen başın, elin, midenin sıhhatindeki lezzetli, zevkli nimet-i İlâhiyeyi hissedip şükreder miydin?” Elbette şükür değil, belki düşünmeyecektin; şuursuz, o sıhhati gaflete, belki sefahete sarf ederdin.

Ve allah bize çok değişik hisler vermiş. Tatma, duyma, işitme, görme, acı çekme, üzülme, sevinme vs.. Ve bu hislerimizi kullanabilmemiz içinde mevcut hislerimiz kadar farklı hallere tabi kalmamız, halden hale girmemiz O'nun hikmetinin bir gereğidir. Yoksa o hislerin olmasının bir anlamı olmazdı.
 

ahmetuz

Member
musibet veriyor;
aklımızın,
kulağımızın,
ayağımızın,
gözümüzün,
varlığımızın,
güzelliğimizin
ve kaybettiğimiz çok şeyin farkına onları kaybedince, hastalıklar ve musibetler neticesinde varıyoruz. Bu kadar kıymetli şeyleri bize hatırlatan, gözümüzü açan hastalıktan, musibetten şikayet edilir mi ? Elbette edilmez.

Bize bütün tesisatı veren Allahcc ama biz gaflet içinde hepsini kendimizin sanıyoruz ve yanılıyoruz madem herşey bizim neden hastalığı durduramıyoruz ? cünkü bizim değil tasaruf Allahı'n dilediği gibi kullanır bize de şükretmek düşer Allah cc bu hakikatları cümlemize anlamayı nasip etsin inşallah paylaşımın için sağol Allah razı olsun
 

Huseyni

Müdavim
SEKİZİNCİ DEVÂ

Ey âhiretini düşünen hasta!
Hastalık, sabun gibi, günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar keffâretü’z-zünub olduğu hadis-i sahihle sabittir. Hem hadiste vardır ki, “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.” 18


Günahlar, hayat-ı ebediyede daimî hastalıklardır; bu hayat-ı dünyeviyede dahi kalb, vicdan, ruh için mânevî hastalıklardır. Sen eğer sabredip şekvâ etmezsen, şu muvakkat bir hastalıkla daimî pek çok hastalıklardan kurtuluyorsun. Eğer günahları düşünmüyorsan, yahut âhireti bilmiyorsan veya Allah’ı tanımıyorsan, sende öyle dehşetli bir hastalık var ki, milyon defa sendeki bu küçük hastalıktan daha büyüktür; ondan feryad et. Çünkü, bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır. Mütemadiyen firak ve zeval ile o alâkalar kesilip, sende hadsiz yaralar açılır. Bahusus âhireti bilmediğin için, ölümü idam-ı ebedî tahayyül ettiğinden, adeta, güya yara bere içinde, dünya kadar hastalıklı bir vücudun var. İşte en evvel, hadsiz yaralı ve hastalıklı bu büyük mânevî vücudun hadsiz hastalıklarına kat’î ilâç ve kat’î şifa verici bir tiryak olan iman ilâcını aramak ve itikadını düzeltmek gerektir ki, o ilâcı bulmakta en kısa yol, bu maddî hastalığın yırttığı gaflet perdesinin altında sana gösterdiği aczin ve zaafın penceresiyle, bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini ve rahmetini tanımaktır.


Hastalık yukarıda da belirtildiği gibi insanın günahlarını, şekva etmemek, haline razı olmak suretiyle temizler. Kısacık ve geçici bir hastalıkla ebedi bir saadeti kazanmaya vesile olabilir. Ve allah belayı, musibeti ve hastalığı daha çok sevdiği kullarına verir. Ki daha huzuruna gelmeden temizlensin, ebedi nimetlerinin en güzellerine layık olsun.

Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:

"Mü'min erkek ve kadının nefsinde, çocuğunda, malında bela eksik olmaz. Tâ ki hatasız olarak Allah'a kavuşsun."
19

Bu ve bunun gibi birçok hadis ve ayet vardır. Ve ahiretini düşünen hastaya tam bir teselli mahiyetindedir. Bahsettiğimiz şartlar altında ahirete tertemiz bir şekilde intikal edebileceği gibi, o mükafatı düşünmekten gelen bir rahatlığı, hastalık anında, bu dünyada dahi hissedebilir.

Bundan çok daha büyük bir hastalık vardır ki; o da günahları düşünmemek, ahireti bilmemek, allaha yabancı olup O'nu tanımamaktır, kısacası imansız bir hayat sürmektir. Eyyub a.s kıssasını anlatırken, günahları ciddiye almayanlar için, Üstad şu uyarıyı yapıyor; "Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. 20 Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor." 21

"İmansızlık nasıl hastalık olur ?" diye bir soru akla gelebilir. Bunun için öncelikle imanın insana neler kazandırdığını bilmek gerekir. Geniş izahı Risale-i Nur'lara havale ederek burada kısaca diyebiliriz ki;

İman insanın mazi ve istikbalini aydınlatan bir nurdur.
İnanan bir insan, bu dünyayı ücret yeri değil hizmet yeri olarak görür ve ona göre hayatını düzenler.
Geçmişteki ayrılıklardan iman sayesinde tam teselli bulur.
Ölümü bir bitiş olarak görmez; bu dünyadan bir paydos, ruhun serbest kalması ve mekan değişikliği olarak görür.
Kabri akrep, yılan ve haşeratlarla dolu bir kuyu olarak değil; ahirete uçmak için bir bekleme salonu olarak kabul eder.
Üstadın dediği gibi "Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir." 22 sözüne mazhar olur.

İnanmayan bir insanın ise dünyaya ve hadiselere bakışı çok daha farklıdır.
Onun için mevcudatın hiçbir anlamı yoktur.
Ölüm bir bitiştir.
Ebedi yok oluştur.
Kabir akrep ve yılanlarla dolu bir kuyudan ibarettir.
Ayrılıkları ebedidir.
Dünyadaki bütün zeval ve firaklar, inanan bir kişiye göre çok daha fazla azap verir.
Böyle bir insanın dünya dolusu bela başında vardır.
Adeta tüm kainat ona düşmandır.
Bu noktadan en büyük hastalık, imansızlık hastalığıdır.

Maddi hastalıklar ise, insanın aczini ve zaafını hissetmesiyle, gücünde ve kuvvetinde sonsuz, bir Kadîr-i Zülcelâl olan allahı tanımada en kısa yoldur. İman nimetine mazhar olmaya vesile olabilen bir hastalık, bir musibet, gerçek anlamda hastalık ve musibet değildir. O'nu tanımak en büyük nimettir. Tüm çarelerin tükendiği anda tek çare O'dur. Ancak O'nu tanımakla hastalıklar tesirini kaybedebilir.

Evet, Allah’ı tanımayanın, dünya dolusu belâ başında vardır. Allah’ı tanıyanın dünyası nurla ve mânevî sürurla doludur; derecesine göre, iman kuvvetiyle hisseder. Bu imandan gelen mânevî sürur ve şifa ve lezzet altında, cüz’î maddî hastalıkların elemi erir, ezilir.

18. Buharî, Merdâ: 1, 2, 13, 16; Müslim, Birr: 45; Dârimî, Rikâk: 57; Müsned, 1:371, 441, 2:303, 335, 3:4, 18, 38, 48, 61, 81.
19. Muvatta, Cenaiz 40, (1, 236); Tirmizi, Zühd 57, (2401).
20. bk. Tirmizî, Tefsîru Sûre: 83:1; İbni Mâce, Züht: 29; Muvattâ, Kelâm: 18; Müsned, 2:297.
21. İkinci Lem'a s.32
22.
Yirmi Üçüncü Söz s.421
 

ahmetuz

Member
"İmansızlık nasıl hastalık olur ?" diye bir soru akla gelebilir. Bunun için öncelikle imanın insana neler kazandırdığını bilmek gerekir. Geniş izahı Risale-i Nur'lara havale ederek burada kısaca diyebiliriz ki;

İman insanın mazi ve istikbalini aydınlatan bir nurdur.
İnanan bir insan, bu dünyayı ücret yeri değil hizmet yeri olarak görür ve ona göre hayatını düzenler.
Geçmişteki ayrılıklardan iman sayesinde tam teselli bulur.
Ölümü bir bitiş olarak görmez; bu dünyadan bir paydos, ruhun serbest kalması ve mekan değişikliği olarak görür.
Kabri akrep, yılan ve haşeratlarla dolu bir kuyu olarak değil; ahirete uçmak için bir bekleme salonu olarak kabul eder.
Üstadın dediği gibi "Evet, hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikatından kurtulabilir." 22 sözüne mazhar olur.

Evet dünya üçret yeri değil burası çok önemli bir nokta biz biraz peşinciyiz sanırım o yüzden birde dünyanın bir misafirhane olduğunu unutup asıl yurdumuzmuş gibi hareket edince iyice işin içinden çıkamıyoruz Allah bu hakikatları anlamayı nasip etsin inşallah paylaşımın için sağol Allah razı olsun ...
 

Huseyni

Müdavim
DOKUZUNCU DEVÂ

Ey Hâlıkını tanıyan hasta!
Hastalıklardaki elem ve tevahhuş ve korkmak ise, hastalık bazan ölüme vesile olduğu cihetindendir. Ölüm, nazar-ı gaflet ve zâhirî cihetinde dehşetli olduğundan, ona vesile olabilen hastalıklar korkutuyor, telâş veriyor.

Evvelâ bil ve kat’î iman et ki, ecel mukadderdir, tagayyür etmez. Çok ağır hastaların başında ağlayanlar ve sıhhatleri yerinde olanlar ölmüşler, o ağır hastalar şifa bulup yaşamışlar.

Saniyen: Ölüm, sureten göründüğü gibi dehşetli değil.

Eğer Halıkımızı, Yaratıcımızı tanıyorsak; O'nun, Kendisine isyan etmeyen, tabi tuttuğu imtihana boyun eğen, tevekkül eden kullarına zulmetmeyeceğini de bilmemiz gerekir. Ayette buyuruyor ki: "
Muhakkak Allah insanlara zerre kadar zulmetmez, ama insanlar kendilerine zulmediyorlar." 23 Bu ayet ışığında denebilir ki; Zulüm allah'tan kuluna gelmez, kul zulmü kendi kazanır. Ölüme sebebiyet verebilecek bir hastalık gafletle müşahede edildiğinde, çok normaldir ki, insana bir dehşeti yaşatacaktır. Oysa iman şuuru ile bakıldığında ise, -o hastalık her ne kadar ölüme sebep dahi olsa,- ölümün arkasındaki güzellikler, -iman nazarıyla meseleye bakanlar için- o anın dehşetini hiçe indirecektir. Burda asıl bilinmesi gereken ise ecelin mukadder olduğu yani zamanının değişmeyeceğidir. Yukarıda da değinildiği, kendisinden ümit kesilip başında beklenilen öyle hastalar vardır ki; ölümünü bekleyenler ölmüş, ölümü beklenen hasta şifa bulmuş, iyileşmiştir. Demek ölümü beklenen hastanın eceli gelmemiş, hastanın başında bekleyen, çok sağlıklı görünen kişinin eceli gelmiştir. Yani aslında hastalıklar, ölüm için gerçek bir sebep olamaz.

Eninde sonunda bir ölüm olduğuna inanıyoruz Elhamdülillah. Bu ölümün hastalıkla veya başka bir şekilde gelmesi her zaman muhtemeldir. Ve gerçekte ölüm korkulacak bir şey de değildir. Risalelerde çok yerlerde ölümün mahiyetine değinilmiştir. Buna göre inanan bir insan için ölüm;


Çok risalelerde gayet kat’î, şeksiz, şüphesiz bir surette, Kur’ân-ı Hakîmin verdiği nurla ispat etmişiz ki, ehl-i iman için ölüm,

vazife-i hayat külfetinden bir terhistir.

Ağırlaşmış hayat şartları içinden bir kurtuluştur ki, bazı şartlar insana hayattan bin defa daha ziyade ölümü istetmektedir.


Hem dünya meydanındaki imtihanda, talim ve talimat olan ubudiyetten bir paydostur.
Kullukla mükellefiyetin bitişidir, ibadetlerden, imtihandan, paydostur.

Hem öteki âleme gitmiş yüzde doksan dokuz ahbap ve akrabasına kavuşmak için bir vesiledir.

Hem hakikî vatanına ve ebedî makam-ı saadetine girmeye bir vasıtadır.

Hem zindan-ı dünyadan, bostan-ı cinâna bir davettir.

"Dünya mü’minin zindanı, kâfirin cennetidir." 24

Hem Hâlık-ı Rahîminin fazlından, kendi hizmetine mukabil ahz-ı ücret etmeye bir nöbettir.
Hizmetinin karşılığını alma, dünyadan ahirete gönderdiği meyveleri toplama zamanıdır. Sayısız nimetlere kavuşma anıdır.

Madem ölümün mahiyeti hakikat noktasında budur; ona dehşetli bakmak değil, bilâkis rahmet ve saadetin bir mukaddemesi nazarıyla bakmak gerektir.

Hem ehlullahın bir kısmının ölümden korkmaları, ölümün dehşetinden değildir. Belki daha fazla hayır kazanacağım diye, vazife-i hayatın idamesinden kazanacakları hayrat içindir.

Evet, ehl-i iman için ölüm rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet için zulümat-ı ebediye kuyusudur.


Asıl korkulması gereken ölüm, bir ömür boyu kendisinden haberdar olunmadan, bir anda kapıya gelen ölümdür. allah cümlemizi böyle ölümlerden muhafaza eylesin, amin.


23. Yunus, 44
24. Müslim, zühid: Tirmizi, Zühd:16, İbni Mace, Zühd
 

memluk

Hatim Sorumlusu
Hastalıklar Müslüman için ölsede rahmettir şifa bulsada rahmettir..
Ebu Hüreyre ve Ebu Said (ra) rivayet ediyor: Resulullah (sas) şöyle buyurmuştur:
“Mü’min kişiye bir ağrı, bir yorgunluk, bir hastalık, bir üzüntü hatta ufak tasa isabet edecek olsa, Allah onun sebebiyle mü’minin günahından bir kısmını mağrifet buyurur.” (Müslim, Birr 52; Tirmizi, Cenaiz 1)


Cabir (ra) rivayet ediyor: Resulullah (sas), Ümmü’s-Saib’in (r. anha) yanına girdi ve:

“Niye titriyorsun, neyin var?” dedi. Kadın, “Humma (sıtma)! Allah belasını versin!” dedi. Aleyhissalatu vesselam da,
“Sakın hummaya sövme! Çünkü, o, insanların hatalarını temizlemektedir, tıpkı körüğün demirdeki pislikleri temizlediği gibi!” buyurdular. Ebu Hureyre (ra) rivayet ediyor: Resulullah (sas) bir hummalıyı ziyaret etmişti. Hastaya: Müjde!
Zira Allah Teala hazretleri diyor ki: “Humma Benim ateşimdir, Ben onu mü’min kuluma musallat ederim, ta ki, ateşten tadacağı nasibini dünyada tatmış olsun.”
 

bizar

Well-known member
ALTINCI DEVÂ (HAŞİYE)

Ey dünya zevkini düşünüp hastalıktan ıztırap çeken kardeşim! Bu dünya eğer daimî olsaydı ve yolumuzda ölüm olmasaydı ve firak ve zevâlin rüzgârları esmeseydi ve musibetli, fırtınalı istikbalde mânevî kış mevsimleri olmasaydı, ben de seninle beraber senin haline acıyacaktım. Fakat madem dünya birgün bize “Haydi, dışarı” diyecek, feryadımızdan kulağını kapayacak. O bizi dışarı kovmadan, biz bu hastalıklar ikazatıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmeliyiz. O bizi terk etmeden, kalben onu terke çalışmalıyız.
Allah razı olsun..o bizi terketmeden biz onu terketmeliyiz...
 
Üst