Namazın hakkında

Ahmet.1

Well-known member
Arkadaş! Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe'nindendir. Namazın erkânı, Fütuhat-ı Mekkiye'nin şerhettiği gibi, öyle esrarı hâvidir ki, her vicdanın muhabbetini celbetmek, namazın şe'nindendir. Namaz, Hâlık-ı Zülcelal tarafından her yirmidört saat zarfında tayin edilen vakitlerde manevî huzuruna yapılan bir davettir. Bu davetin şe'nindendir ki, her kalb kemal-i şevk ve iştiyakla icabet etsin. Ve mi'racvari olan o yüksek münacata mazhar olsun.

Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame ve akılları ona tevcih ettirmekle adalet-i İlahiyenin kanununa itaat ve nizam-ı Rabbanîye imtisal ettirmek için yegâne İlahî bir vesiledir. Zâten insan medenî olduğu cihetle, şahsî ve içtimaî hayatını kurtarmak için, o kanun-u İlahîye muhtaçtır. O vesileye müraat etmeyen veya tenbellikle namazı terkeden veyahut kıymetini bilmeyen; ne kadar cahil, ne derece hâsir, ne kadar zararlı olduğunu bilâhere anlar, ama iş işten geçer.


İşarat-ül İ'caz


Nisbet: Bağ, Bağlılık, ilşki.
Ulvî: Yüksek, yüce.
Nezih: Temiz, arınmış.
Celb: Kendi tarafına almak, çekmek.
Şe’n: İş. *Hal, tavır.
Erkân: Rükünler, esaslar, temeller.
Fütuhat-ı Mekkiye: Muhyiddin-i Arabi’nin bir eserinin adı.
Şerh: İzah, açıklama.
Hâvi: İçine alan, kapsayan.
Muhabbet: Sevgi, sevme. *Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi.
Kemal-i şevk: Tam şevk, mükemmel bir istek ve coşku.
İştiyak: Şiddetli arzu ve istek.
İcabet: Cevap verme, karşılık verme.
Mi'racvari: Mi’rac gibi.
Münacat: Dua, Allah’a yalvarma.


Azamet-i İlahiye: Allah’ın(cc) büyüklüğü.
Tesbit: Sarsılmaz şekilde yerleştirme, sağlam olarak yerleştirme.
İdame: Devam ettirme.
Tevcih: Döndürme, yöneltme, çevirme.
Adalet-i İlahiye: Allah’ın(cc) adaleti.
Nizam-ı Rabbanîye: Rabbani nizam, her şeyin sahibi ve terbiyecisi olan Allah’ın(cc) düzeni.
İmtisal: Uyma
Cihet: Yön, taraf.
İçtimaî: Toplumla ilgili.
Kanun-u İlahî: Allah’ın(cc) kanunu.
Müraat: Uygun davranma, riayet.
Hâsir: Hüsranda olan, zararda olan, kaybeden.
Bilâhere: Sonra, sonunda, daha sonra, sonradan.
 

Ahmet.1

Well-known member
Namazın manası, Cenab-ı Hakk'ı tesbih ve ta'zim ve şükürdür. Yani, celaline karşı kavlen ve fiilen "Sübhanallah" deyip takdis etmek. Hem kemaline karşı, lafzan ve amelen "Allahü Ekber" deyip ta'zim etmek. Hem cemaline karşı, kalben ve lisanen ve bedenen "Elhamdülillah" deyip şükretmektir. Demek tesbih ve tekbir ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedirler. Ondandır ki, namazın harekât ve ezkârında bu üç şey, her tarafında bulunuyorlar. Hem ondandır ki, namazdan sonra, namazın manasını te'kid ve takviye için şu kelimat-ı mübareke, otuzüç defa tekrar edilir. Namazın manası, şu mücmel hülâsalarla te'kid edilir.

SÖZLER / 9.Söz'den​


Cenab-ı Hakk: Allah(cc).
Tesbih: Sübhanallah demek, Allah’ı(cc) bütün noksanlıklardan ve eksikliklerden uzak ve kusursuz olduğunu belirtmek.
Ta'zim: Hürmet etme, saygı gösterme, saygılı davranış ve hareketlerle büyüklüğünü belirtme.
Celal: Büyüklük, ululuk, haşmet.
Kalven: Sözle, söz olarak.
Fiilen: Fiil olarak, iş ve hareketle, uygulanarak.
Sübhanallah: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan uzak ve kusursuz olan Allah(cc).
Takdis: Allah’ın(cc) her türlü noksanlıklardan uzak ve kusursuz olduğunu belirtmek.
Kemal: Mükemmellik, kusursuzluk, olgunluk, eksiksiz olma, üstün sıfat.
Lafzan: Söz olarak, sözle.
Amelen: İşleyerek, fiilen, çalışarak.
Allahü Ekber: Allah(cc) en büyüktür, Allah daha büyüktür, Allah sonsuz büyüktür.
Cemal: Güzellik.
Kalben: Yürekten, içten, gönülden.
Lisanen: Dil ile, konuşarak.
Bedenen: Vücutça. Beden ile.
Elhamdülillah: Bütün hamdler(şükürler) kim söylese ve kime söylese sadece Allah’a(cc) mahsustur.
Tekbir: Allah’ın(cc) sonsuz büyüklüğünü ve yüceliğini belirten “Allahü Ekber” sözünü söylemek.
Hamd: Şükür, teşekkür, medih, övme.
Hükm: Hüküm, karar.
Ezkâr: Zikirler, Allah’ı(cc) isimleriyle ve sıfatlarıyla anma.
Te'kid: Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma, destekleme.
Kelimat-ı mübareke: Mübarek kelimeler, mübarek sözler.
Mücmel: Kısa, öz, özet.
Hülâsa: Özet.
 

Ahmet.1

Well-known member
Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir adam bana dedi: "Namaz iyidir. Fakat her gün her gün beşer defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor."

O zâtın o sözünden hayli zaman geçtikten sonra, nefsimi dinledim. İşittim ki, aynı sözleri söylüyor ve ona baktım gördüm ki; tenbellik kulağıyla şeytandan aynı dersi alıyor. O vakit anladım: O zât o sözü, bütün nüfus-u emmarenin namına söylemiş gibidir veya söylettirilmiştir. O zaman ben dahi dedim: "Madem nefsim emmaredir. Nefsini ıslah etmeyen, başkasını ıslah edemez. Öyle ise, nefsimden başlarım."

Dedim: Ey nefis! Cehl-i mürekkeb içinde, tenbellik döşeğinde, gaflet uykusunda söylediğin şu söze mukabil "beş ikaz"ı benden işit.

Birinci ikaz:
Ey bedbaht nefsim! Acaba ömrün ebedî midir! Hiç kat'î senedin var mı ki, gelecek seneye belki yarına kadar kalacaksın? Sana usanç veren, tevehhüm-ü ebediyettir. Keyf için, ebedî dünyada kalacak gibi nazlanıyorsun. Eğer anlasa idin ki, ömrün azdır hem faidesiz gidiyor. Elbette onun yirmidörtten birisini, hakikî bir hayat-ı ebediyenin saadetine medar olacak bir güzel ve hoş ve rahat ve rahmet bir hizmete sarfetmek; usanmak şöyle dursun, belki ciddî bir iştiyak ve hoş bir zevki tahrike sebeb olur.


21. Söz 'den

Sinnen: Yaşça, yaş bakımından, yaş olarak.
Cismen: Cisim olarak.
Rütbeten: Rütbe olarak, derece olarak, rütbece.

Nefs: Kendisi, kendi, öz varlık. *Günahlara itici hisler.
Emmare: Emreden, zorlayıcı, itici.

Cehl-i mürekkeb: Kat kat cahillik. Bilgisizliğinin farkında olmayıp, kendini bilir zannetme.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.

Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz, talihsiz.
Ebedî: Sonsuz.
Kat'î: Kesin.
Tevehhüm-ü ebediyet: Ebedilik tevehhümü, hiç ölmeyecekmiş gibi evham ile sadece bu dünyayı ve dünya menfaatlerini düşünmek.
Hayat-ı ebediye: Ebedi hayat, ölümsüz ve sonsuz hayat.
Medar: Sebep, vesile.
İştiyak: Şiddetli arzu ve istek.
 

Ahmet.1

Well-known member
İkinci ikaz:
Ey şikem-perver nefsim! Acaba her gün her gün ekmek yersin, su içersin, havayı teneffüs edersin; sana onlar usanç veriyor mu? Madem vermiyor; çünki ihtiyaç tekerrür ettiğinden, usanç değil belki telezzüz ediyorsun. Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir. Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pür-sevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kadir bir Rahîm-i Kerim'in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir. Evet şu fâni dünyada kemal-i sür'atle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise; herşeye bedel bir Mabud-u Bâki'nin, bir Mahbub-u Sermedî'nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir. Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.



Şikem-perver: Yemek tiryakisi, boğazına düşkün, aşırı yemeğe düşkün.
Tekerrür: Tekrarlama.
Telezzüz: Lezzetlenme, zevklenme.
Âb-ı hayat: Hayat suyu. (Maddi ve manevi hayat için gerekli olan her şey.)
Latife-i Rabbaniye: Rabbani latife. Ebedi alemden ve ebedi ve ezeli olan Allah’tan(cc) başkasına razı olmayan çok ince ve çok kuvvetli ve bütün latifelerin sultanı olan bir latife(duygu).
Cezb: Kendine doğru çekme.
Celb: Kendi tarafına almak, çekmek.
Teessürat: Üzülmeler, üzüntüler, etkilenmeler.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Telezzüzat: Lezzetlenmeler, zevklenmeler.
Emel: Ümit, kuvvetli istek, ummak.
Meftun: Aşık, tutkun.
Pür-sevda: Çok hırslı ve istekli. *Sevda dolu.
Kut: Gıda, azık.
Kadir: Sonsuz güç ve kuvvet.
Rahîm-i Kerim: Çok ikram sahibi olan çok merhametli Allah(cc), çok cömert ve bağış sahibi olan çok acıyıcı ve şefkatli Allah(cc).
Niyaz: Yalvarma, yakarma, yalvarış.
Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.
Kemal-i sür'at: Tam (son) sürat, tam hız, mekemmel bir çabukluk.
Vaveylâ-yı firak: Firak vaveylası, ayrılık feryadı ve çığlığı.
Ekser: Çoğunluk, çoğu.
Mevcudat: Varlıklar.
Mabud-u Bâki: Bütün varlıkların kulluğuna gerçek layık olan ebedi ve ölümsüz Allah(cc).
Mahbub-u Sermedî: Sermedi mahbub, ebedi sevilen, sonsuz ve ölümsüz sevgili.
Fıtraten: Yaratılışça, yaratılış bakımından.
Ebediyet: Sonsuzluk.
Ebed: Sonu olmamak.
Zîşuur: Bilinç sahibi, şuurlu.
Zînur: Nur sahibi, nurlu.
Ahval-i dünyeviye: Dünyanın halleri, dünyanın durumları.
 

Ahmet.1

Well-known member
Üçüncü ikaz:
Ey sabırsız nefsim! Acaba geçmiş günlerdeki ibadet külfetini ve namazın meşakkatini ve musibet zahmetini, bugün düşünüp muzdarib olmak, hem gelecek günlerdeki ibadet vazifesini ve namaz hizmetini ve musibet elemini, bugün tasavvur edip sabırsızlık göstermek hiç kâr-ı akıl mıdır? Şu sabırsızlıkta misalin şöyle bir sersem kumandana benzer ki: Düşmanın sağ cenah kuvveti onun sağındaki kuvvetine iltihak etmiş ve ona taze bir kuvvet olduğu halde; o tutar mühim bir kuvvetini sağ cenaha gönderir, merkezi zayıflaştırır. Hem sol cenahta düşmanın askeri yok iken ve daha gelmeden, büyük bir kuvvet gönderir, "Ateş et!" emrini verir. Merkezi bütün bütün kuvvetten düşürtür. Düşman işi anlar, merkeze hücum eder; târumâr eder. Evet buna benzersin. Çünki geçmiş günlerin zahmeti, bugün rahmete kalbolmuş; elemi gitmiş, lezzeti kalmış. Külfeti, keramete iltihak ve meşakkati, sevaba inkılab etmiş. Öyle ise ondan usanç almak değil, belki yeni bir şevk, taze bir zevk ve devama ciddî bir gayret almak lâzım gelir. Gelecek günler ise madem gelmemişler. Şimdiden düşünüp usanmak ve fütur getirmek; aynen o günlerde açlığı ve susuzluğu ile bugün düşünüp bağırıp çağırmak gibi bir divaneliktir. Madem hakikat böyledir. Âkıl isen, ibadet cihetinde yalnız bugünü düşün ve onun bir saatini, ücreti pek büyük, külfeti pek az, hoş ve güzel ve ulvî bir hizmete sarfediyorum, de. O vakit senin acı bir füturun, tatlı bir gayrete inkılab eder.

İşte ey sabırsız nefsim! Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi: Taat üstünde sabırdır. Birisi: Masiyetten sabırdır. Diğeri: Musibete karşı sabırdır. Aklın varsa, şu üçüncü ikazdaki temsilde görünen hakikatı rehber tut. Merdane "Yâ Sabûr" de, üç sabrı omuzuna al. Cenab-ı Hakk'ın sana verdiği sabır kuvvetini eğer yanlış yolda dağıtmazsan, her meşakkate ve her musibete kâfi gelebilir ve o kuvvetle dayan.



Külfet: Zahmet, zorluk.
Meşakkat: Zahmet, sıkıntı, güçlük, zorluk.
Muzdarib: Izdırap çeken, ızdıraplı, sıkıntılı.
Tasavvur: Zihinde şekillendirme, tasarlama, düşünme, akılda canlandırma.
Kâr-ı akıl: Akıl işi, aklın kabul edeceği iş.
Cenah: Kanat, taraf, yön.
İltihak: Katılma.
Mühim: Önemli.
Târumâr: Yerlebir, perişan, darmadağınık.
İnkılab: Kökten değişiklik, özünden değişme, başka hale geçme.
Fütur: Gevşeklik, usanç.
Ulvî: Yüksek, yüce.

Taat: İbadet etme, Allah’ın(cc) emirlerini yerine getirme, itaat etme.
Masiyet: Günah, emre karşı gelme.
Musibet: Afet, bela, felaket.
Hakikat: Gerçek.
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü ikaz:
Ey sersem nefsim! Acaba şu vazife-i ubudiyet neticesiz midir, ücreti az mıdır ki, sana usanç veriyor? Halbuki bir adam sana birkaç para verse veyahut seni korkutsa, akşama kadar seni çalıştırır ve fütursuz çalışırsın. Acaba bu misafirhane-i dünyada âciz ve fakir kalbine kut ve gına ve elbette bir menzilin olan kabrinde gıda ve ziya ve herhalde mahkemen olan Mahşer'de sened ve berat ve ister istemez üstünden geçilecek Sırat Köprüsü'nde nur ve burak olacak bir namaz, neticesiz midir veyahut ücreti az mıdır? Bir adam sana yüz liralık bir hediye va'detse, yüz gün seni çalıştırır. Hulf-ül va'd edebilir o adama itimad edersin, fütursuz işlersin. Acaba hulf-ül va'd hakkında muhal olan bir zât, Cennet gibi bir ücreti ve saadet-i ebediye gibi bir hediyeyi sana va'd etse, pek az bir zamanda, pek güzel bir vazifede seni istihdam etse; sen hizmet etmezsen veya isteksiz, suhre gibi veya usançla, yarım yamalak hizmetinle onu va'dinde ittiham ve hediyesini istihfaf etsen, pek şiddetli bir te'dibe ve dehşetli bir tazibe müstehak olacağını düşünmüyor musun? Dünyada hapsin korkusundan en ağır işlerde fütursuz hizmet ettiğin halde; Cehennem gibi bir haps-i ebedînin havfı, en hafif ve latif bir hizmet için sana gayret vermiyor mu?



Vazife-i ubudiyet: Ubudiyet vazifesi, Allah’ın(cc) emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınma görevi.
Fütur: Gevşeklik, usanç.
Misafirhane-i dünya: Dünya müsafirhanesi.
Kut: Gıda, azık.
Gına: Zenginlik.
Ziya: Işık.
Berat: Suçsuzluk belgesi. Ayrıcalık ve lütuf belgesi.
Burak: Çok süratli bir cennet bineği.
Hulf-ül va'd: Sözünden dönmek, sözünde durmamak.
Muhal: İmkansız, mümkün olmayan, olamaz.
Va'd: Söz verme.
Suhre: Zoraki iş yapan, zorlamayla iş yapan,
İttiham: Suçlama.
İstihfaf: Hafife alma, küçümseme, önemsememe.
Tezib: Azap verme, eziyet etme, sıkıntı verme.
Müstehak: Hak etmiş, layık olmuş.
Haps-i ebedî: Ebedi hapis, sürekli hapis.
Havf: Korku.
 

Ahmet.1

Well-known member
Beşinci ikaz:
Ey dünyaperest nefsim! Acaba ibadetteki füturun ve namazdaki kusurun meşagil-i dünyeviyenin kesretinden midir veyahut derd-i maişetin meşgalesiyle vakit bulamadığından mıdır? Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun! Sen istidad cihetiyle bütün hayvanatın fevkinde olduğunu ve hayat-ı dünyeviyenin levazımatını tedarikte iktidar cihetiyle, bir serçe kuşuna yetişemediğini biliyorsun. Bundan neden anlamıyorsun ki, vazife-i asliyen hayvan gibi çabalamak değil; belki hakikî bir insan gibi, hakikî bir hayat-ı daime için sa'y etmektir. Bununla beraber meşagil-i dünyeviye dediğin, çoğu sana ait olmayan ve fuzulî bir surette karıştığın ve karıştırdığın malayani meşgalelerdir. En elzemini bırakıp, güya binler sene ömrün var gibi en lüzumsuz malûmat ile vakit geçiriyorsun. Meselâ: Zühal'in etrafındaki halkaların keyfiyeti nasıldır ve Amerika tavukları ne kadardır? gibi kıymetsiz şeylerle kıymetdar vaktini geçiriyorsun. Güya kozmoğrafya ilminden ve istatistikçi fenninden bir kemal alıyorsun.



Dünyaperest: Dünyaya taparcasına önem verip ahireti düşünmeyen.
Nefs: Kendisi, kendi, öz varlık. *Günahlara itici hisler.
Fütur: Gevşekik, usanç.
Meşagil-i dünyeviye: Dünyaya ait işler, dünya ile ilgili uğraşılar.
Kesret: Çokluk, bolluk.
Derd-i maişet: Geçim derdi.
İstidad: Kabiliyet, yetenek.
Hayvanat: Hayvanlar.
Fevkinde: Üstünde.
Hayat-ı dünyeviye: Dünyadaki yaşantı.
Levazımat: Lüzumlu şeyler, gerekenler, gerekliler.
İktidar: Güç, kuvvet.
Vazife-i asliyen: Asıl vazifen, esas görevin.
Hayat-ı daime: Devamlı olan hayat.
Sa'y: Çalışma, iş.
Fuzuli: Gereksiz, faydasız, boş yere.
Malayani: Faydasız, boş, gereksiz.
Meşgale: Meşguliyet, iş, uğraşı.
Elzem: Çok gerekli, en gerekli, daha lazım.
Malûmat: Bilinenler, bilgiler.
Zuhal: Satürün gezegeni.
Keyfiyet: Özellik, nitelik, kıymet.
Kıymetdar: Kıymetli, değerli.
Kozmoğrafya: Astronomi, gök ilmi.
 

Ahmet.1

Well-known member
Eğer desen: "Beni namazdan ve ibadetten alıkoyan ve fütur veren öyle lüzumsuz şeyler değil, belki derd-i maişetin zarurî işleridir." Öyle ise ben de sana derim ki: Eğer yüz kuruş bir gündelik ile çalışsan; sonra biri gelse, dese ki: "Gel on dakika kadar şurayı kaz, yüz lira kıymetinde bir pırlanta ve bir zümrüt bulacaksın." Sen ona: "Yok, gelmem. Çünki on kuruş gündeliğimden kesilecek, nafakam azalacak" desen; ne kadar divanece bir bahane olduğunu elbette bilirsin. Aynen onun gibi; sen şu bağında, nafakan için işliyorsun. Eğer farz namazı terketsen, bütün sa'yin semeresi, yalnız dünyevî ve ehemmiyetsiz ve bereketsiz bir nafakaya münhasır kalır. Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zâd-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:

Birinci maden:
Bütün bağındaki {(Haşiye): Bu makam, bir bağda bir zâta bir derstir ki, bu tarz ile beyan edilmiş.}
yetiştirdiğin -çiçekli olsun, meyveli olsun- her nebatın, her ağacın tesbihatından, güzel bir niyet ile, bir hisse alıyorsun.

İkinci maden:
Hem bu bağdan çıkan mahsulâttan kim yese -hayvan olsun, insan olsun; inek olsun, sinek olsun; müşteri olsun, hırsız olsun- sana bir sadaka hükmüne geçer. Fakat o şart ile ki: Sen, Rezzak-ı Hakikî namına ve izni dairesinde tasarruf etsen ve onun malını, onun mahlukatına veren bir tevziat memuru nazarıyla kendine baksan...



Fütur: Gevşeklik, usanç.
Derd-i maişet: Geçim derdi.
Zaruri: Zorunlu, ister istemez yapılması gereken.
Divanece: Delice.
Semere: Meyve, netice, sonuç.
Ehemmiyetsiz: Önemsiz.
Münhasır: Mahsus, sınırlı, ait.
Nafaka-i dünyeviye: Dünyaya ait nafaka, dünya geçimliği.
Zâd-ı âhiret: Ahiret azığı, ahiret hazırlığı, öbür dünya yolculuğu için gerekenler.
Menba: Kaynak.
Maden-i manevî: Manevi maden, manevi kaynak.
Mahsulât: Mahsuller, ürünler.
Rezzak-ı Hakikî: Gerçek rızık verici olan Allah(cc).
Namına: Adına.
Mahlukat: Yaratılmış varlıklar.
Tevziyat: Dağıtmalar, paylaştırmalar.
 

Ahmet.1

Well-known member
İşte bak, namazı terk eden ne kadar büyük bir hasaret eder, ne kadar ehemmiyetli bir serveti kaybeder ve sa'ye pek büyük bir şevk veren ve amelde büyük bir kuvve-i manevî temin eden o iki neticeden ve o iki madenden mahrum kalır, iflas eder. Hattâ ihtiyarlandıkça bahçecilikten usanır, fütur gelir. "Neme lâzım" der. "Ben zâten dünyadan gidiyorum. Bu kadar zahmeti ne için çekeceğim?" diyecek, kendini tenbelliğe atacak. Fakat evvelki adam der: "Daha ziyade ibadetle beraber sa'y-i helâle çalışacağım. Tâ, kabrime daha ziyade ışık göndereceğim, âhiretime daha ziyade zahîre tedarik edeceğim.


Hasaret: Hasar, zarar, ziyan.
Sa’y: Çalışma, iş.
Kuvve-i manevî: Manevi kuvvet(güç).
Fütur: Gevşeklik, usanç.
Ziyade: Fazla, çok.
Zahîre: Azık, yiyecek.
 

Ahmet.1

Well-known member
Elhasıl:

Ey nefis! Bil ki dünkü gün senin elinden çıktı. Yarın ise senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise hakikî ömrünü, bulunduğun gün bil. Lâakal günün bir saatini, ihtiyat akçesi gibi, hakikî istikbal için teşkil olunan bir sandukça-i uhreviye olan bir mescide veya bir seccadeye at. Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi'dir. Nasılki âyinende görünen muhteşem bir saray, âyinenin rengine bakar. Siyah ise, siyah görünür. Kırmızı ise, kırmızı görünür. Hem onun keyfiyetine bakar. O âyine şişesi düzgün ise, sarayı güzel gösterir. Düzgün değil ise, çirkin gösterir. En nazik şeyleri kaba gösterdiği misillü; sen kalbinle, aklınla, amelinle, gönlünle, kendi âleminin şeklini değiştirirsin. Ya aleyhinde, ya lehinde şehadet ettirebilirsin. Eğer namazı kılsan, o namazın ile o âlemin Sâni'-i Zülcelal'ine müteveccih olsan; birden, sana bakan âlemin tenevvür eder. Âdeta namazın bir elektrik lâmbası ve namaza niyetin, onun düğmesine dokunması gibi, o âlemin zulümatını dağıtır ve o herc ü merc-i dünyeviyedeki karmakarışık perişaniyet içindeki tebeddülat ve harekât, hikmetli bir intizam ve manidar bir kitabet-i kudret olduğunu gösterir. Allah göklerin ve yerin nurudur. (Nur Sûresi: 35.) âyet-i pür-envârından bir nuru, senin kalbine serper. Senin o günkü âlemini, o nurun in'ikasıyla ışıklandırır. Senin lehinde nuraniyetle şehadet ettirir.

Said Nursi


Lâakal: En azından, hiç olmazsa.
İhtiyat: Tedbirli olmak, ileriyi düşünerek önlemler alma.
Akçe: Para.
İstikbal: Gelecek, gelecek zaman. *Karşılama.
Sandukça-i uhreviye: Öbür dünya ile ilgili kutu.
Zulümat: Zulmetler, karanlıklar.
Mahsus: Husisi olan, özel. *Duyulan, hissedilen.
Keyfiyet: Özellik, nitelik, kıymet.
Tâbi': Bağlı, uyan, arkası sıra giden, izleyen.
Misillü: Gibi, benzeri.
Müteveccih: Yönelmiş, dönmüş, bakan, dönük.
Tenevvür: Nurlanma, aydınlanma, ışıklanma, parlama.
Tebeddülat: Değişmeler, değişimler.
Harekât: Hareketler.
Manidar: Manalı, anlamlı.
Kitabet-i kudret: Kudret yazısı, Allah’ın(cc) kudretinin(sonsuz gücünün) yazısı.
İn'ikas: Aksetme, yansıma.
 
Üst