33. Söz'den

Ahmet.1

Well-known member
Birinci Pencere
Bilmüşahede görüyoruz ki: Bütün eşya, hususan zîhayat olanların pekçok muhtelif hacatı ve pekçok mütenevvi metalibi vardır. O matlabları, o hacetleri, ummadığı ve bilmediği ve eli yetişmediği yerden münasib ve lâyık bir vakitte onlara veriliyor, imdada yetiştiriliyor. Halbuki o hadsiz maksudların en küçüğüne o muhtaçların kudreti yetişmez, elleri ulaşmaz. Sen kendine bak: Zahirî ve bâtınî hâsselerin ve onların levazımatı gibi elin yetişmediği ne kadar eşyaya muhtaçsın. Bütün zîhayatları kendine kıyas et. İşte bütün onlar, birer birer, vücud-u Vâcib'e şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla, güneşin ziyası güneşi gösterdiği gibi, o hal ve bu keyfiyet, perde-i gayb arkasında bir Vâcib-ül Vücud'u, bir Vâhid-i Ehad'i, hem gayet Kerim, Rahîm, Mürebbi, Müdebbir ünvanları içinde akla gösterir.

Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, gözönünde olarak.
Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Hacat: İhtiyaçlar.
Mütenevvi: Çeşitli, çeşit çeşit, türlü türlü.
Metalib: İstekler, istenenler, arzular, arzu edilenler.
Matlab: İstek, arzu.
Hacet: İhtiyaç.
Maksud: Kasdedilen, kasdedilmiş, istenen. *Gaye.
Zahirî: Görünüşte olan, görünen, zahirle alakalı.
Bâtınî: İçteki, görünmez içle ilgili.
Hâsse: Duygu organı.
Levazımat: Lüzumlu şeyler, gerekenler, gerekliler.
Vücud-u Vâcib: Varlığı zorunlu olan ve olmaması imkansız ve düşünülmez olan Allah'ın (cc) varlığı.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Ziya: Işık.
Keyfiyet: Özellik, nitelik, kıymet.
Perde-i gayb: Gayb perdesi, görünmeyi engelleyen perde.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah (cc).
Vâhid-i Ehad: Her bir varlıkta ve bütün kainatta birliğini gösteren Allah (cc). Bir tek olup eşi benzeri olmayan Allah (cc).
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.
Rahîm: Çok merhametli, çok acıyan, çok şefkatli.
Mürebbi: Terbiyeci, terbiye eden.
Müdebbir: Tedbir alıcı.


Şimdi ey münkir-i cahil ve ey fâsık-ı gafil! Bu faaliyet-i hakîmaneyi, basîraneyi, rahîmaneyi ne ile izah edebilirsin? Sağır tabiatla mı, kör kuvvetle mi, sersem tesadüfle mi, âciz camid esbabla mı izah edebilirsin?...
Münkir-i cahil: Cahil münkir, bilgisiz inkarcı.
Fâsık-ı gafil: Dinin emir ve yasaklarına aldırmazlık içinde olan günahkâr.
Faaliyet-i hakîmane: Gayeli ve faydalı şekilde sürekli yapılan çalışma ve işler.
Basîrane: Görerek, bilerek.
Rahîmane: Çok merhametlice.
Camid: Cansız. *Donuk.



İkinci Pencere
Eşya, vücud ve teşahhusatlarında, nihayetsiz imkânat yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken, birdenbire gayet muntazam, hakîmane öyle bir teşahhus-u vechî veriliyor ki; meselâ herbir insanın yüzünde, bütün ebna-yı cinsinden herbirisine karşı birer alâmet-i farika, o küçük yüzde bulunduğu ve zahir ve bâtın duygularıyla kemal-i hikmetle teçhiz edildiği cihetle, o yüz gayet parlak bir sikke-i ehadiyet olduğunu isbat eder. Herbir yüz, yüzer cihetle bir Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret ettikleri gibi, bütün yüzlerin heyet-i mecmuasıyla izhar ettikleri o sikke, bütün eşyanın Hâlıkına mahsus bir hâtem olduğunu akıl gözüne gösterir.

Teşahhusat: Şahışlanmalar, belirlenmeler, anlatılabilir ve tarif edilebilir duruma gelmeler.
İmkânat: İmkanlar, olabilmeler, olabilirlikler.
Mütereddid: Tereddüdlü, kararsız.
Mütehayyir: Hayrette kalmış, şaşmış.
Teşahhus-u vechî: Yüze ait belirlenme, yüz bakımından belirli şekil ve özellik.
Ebna-yı cins: Aynı cinsten (türden) olanlar.
Alâmet-i farika: Ayırt edici işaret.
Kemal-i hikmet: Tam bir hikmet.
Sikke-i ehadiyet: Ehadiyet sikkesi, Allah'ın (cc) birlik damgası, herbir varlığın üstünde bir tek Allah'a ait olduğunu gösteren damga (özellik).
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
İzhar: Açığa vurma, meydana çıkarma, göterme, ortaya koyma.
Hâlık: Yaratıcı Allah (cc).
Hâtem: Mühür.


Ey münkir! Hiçbir cihetle kabil-i taklid olmayan şu sikkeleri ve mecmuundaki parlak sikke-i Samediyeti hangi tezgâha havale edebilirsin?...
Münkir: İnkar eden, inkarcı.
Cihet: Yön, taraf.
Kabil-i taklid: Taklid edilebilir, benzeri yapılabilir.
Mecmuun: Toplamın, bütünün, hepsinin.
Sikke-i Samediyet: Allah'ın (cc) hiçbir şeye muhtaç olmayıp herşeyin her an kendisine muhtaç olduğunu gösteren damga (işaret).



Üçüncü Pencere
Zeminin yüzünde dörtyüzbin muhtelif taifeden
{(Haşiye): Hattâ o taifelerden bir kısım var ki; bir senedeki efradı, zaman-ı Âdem'den kıyamete kadar vücuda gelen bütün insan efradından ziyadedir.} ibaret olan bütün hayvanat ve nebatat enva'ının ordusu; bilmüşahede ayrı ayrı erzakları, suretleri, silâhları, libasları, talimatları, terhisatları kemal-i mizan ve intizamla hiçbir şey unutulmayarak, hiçbirini şaşırmayarak bir surette tedbir ve terbiye etmek öyle bir sikkedir ki; -hiçbir şübhe kabul etmez- güneş gibi parlak bir sikke-i Vâhid-i Ehad'dir. Hadsiz bir kudret ve muhit bir ilim ve nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka kimin haddi var ki, o hadsiz derecede hârika olan şu idareye karışsın. Çünki şu birbiri içinde girift olan enva'ları, milletleri, umumunu birden idare ve terbiye edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracak. Halbuki
ﻓَﺎﺭْﺟِﻊِ ﺍﻟْﺒَﺼَﺮَ ﻫَﻞْ ﺗَﺮَﻯ ﻣِﻦْ ﻓُﻄُﻮﺭٍ "Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyormusun?" Mülk Sûresi: 3.) sırrıyla, hiçbir karışık alâmeti yoktur. Demek ki hiçbir parmak karışamıyor.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Efrad: Fertler, kişiler.
Zaman-ı Âdem'den: Hz. Adem (as) zamanından.
Hayvanat: Hayvanlar.
Nebatat: Bitkiler.
Enva': Nevler, çeşitler, türler.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, gözönünde olarak.
Libas: Elbise.
Kemal-i mizan: Tam ölçü, mükemmel ölçü.
Sikke-i Vâhid-i Ehad: Allah'ın (cc) eşi ve benzeri olmadığını ve bir tek olduğunu gösteren damga (işaret), Vahid ve Ehad olan Allah'ın sikkesi.
Hadsiz: Sınırsız, sayısız.
Kudret: Güç.
Muhit: İhata eden, kuşatan, çevreleyen.
Hikmet: Gözetilen fayda ve gaye.
Girift: Dolaşık, karışık, içiçe girmiş.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Dördüncü Pencere
İstidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırarî ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbuliyetidir.

İşte bu nihayetsiz duaların bilmüşahede kabul ve icabeti, herbiri vücuba ve vahdete şehadet ve işaret ettikleri gibi, mecmuu büyük bir mikyasta bilbedahe bir Hâlık-ı Rahîm ve Kerim ve Mücîb'e delalet eder ve baktırır.


İstidad: Kabiliyet, yetenek.
İhtiyac-ı fıtrî: Fıtri ihtiyaç, yaratılışa ait ihtiyaç, yaratılışta bulunan ihtiyaç.
Lisan-ı ızdırarî: Izdırara ait lisan, mecburiyet ve çaresizliğin dili.
Muztar: Çaresiz, çaresiz kalmış, zorda kalmış.
Makbuliyet: Makbullük, beğenirlik, kabul edilirlik.
İcabet: Cevap verme, karşılık verme.
Vücub: Zorunlu olmak, olmaması imkansız olmak, yaratılma ve yok olma hakkında düşünülemez olmak.
Mecmuu: Bütünü, toplamı.
Bilbedahe: Apaçık, açık olarak, besbelli.
Hâlık-ı Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli yaratıcı.
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.
Mücîb: Cevap veren. Duaya cevap veren.
Delalet: Delil olma, yol gösterme.


Beşinci Pencere
Görüyoruz ki: Eşya hususan zîhayat olanlar, def'î gibi âni bir zamanda vücuda gelir. Halbuki def'î ve âni bir surette basit bir maddeden çıkan şeyler, gayet basit, şekilsiz, san'atsız olması lâzım gelirken; çok meharete muhtaç bir hüsn-ü san'atta, çok zamana muhtaç ihtimamkârane nakışlarla münakkaş, çok âlâta muhtaç acib san'atlarla müzeyyen, çok maddelere muhtaç bir surette halk olunuyorlar. İşte bu def'î ve âni bir surette bu hârika san'at ve güzel heyet, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdet-i rububiyetine işaret ettikleri gibi mecmuu gayet parlak bir tarzda nihayetsiz Kadîr, nihayetsiz Hakîm bir Vâcib-ül Vücud'u gösterir.

Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Def'î: Hemen, bir anda, ani.
Hüsn-ü san'at: Sanat güzelliği.
İhtimamkârane: Özenircesine, özen gösterir şekilde, çok dikkat edercesine.
Münakkaş: Nakışlı,süslü, işlemeli.
Âlât: Aletler.
Müzeyyen: Süslü, süslenmiş.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Vücub-u vücud: Vücudun vücubu, varlığının zorunlu olması, olmaması imkansız olan varlık.
Vahdet-i rububiyet: Rabliğin birliği, herşeyin sahibi ve terbiyecisinin bir tek oluşu.
Hakîm: Hikmet sahibi.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah (cc).


Şimdi, ey sersem münkir! Haydi bunu ne ile izah edersin? Senin gibi sersem, âciz, cahil tabiatla mı? Veyahut hadsiz derece hata ederek o Sâni'-i Mukaddes'e "Tabiat" ismini verip onun mu'cizat-ı kudretini, o tesmiye bahanesiyle tabiata isnad edip, bin derece muhali birden irtikâb etmek mi istersin?
Münkir: İnkar eden, inkarcı.
Sâni'-i Mukaddes: Kutsal ve kusursuz sanatkar yaratıcı.
Mu'cizat-ı kudret: Allah'ın (cc) sonsuz gücünün mucizeleri (harika eserleri).
Tesmiye: İsimlendirme, isim verme, adlandırma.
İsnad: Dayandırılma, mal etme.
Muhal: İmkansız, mümkün olmayan, olamaz.
İrtikâb: Bir işe girişmek. *Çirkin ve kötü iş işlemek.


Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Altıncı Pencere
ﺍِﻥَّ ﻓِﻰ ﺧَﻠْﻖِ ﺍﻟﺴَّﻤَﻮَﺍﺕِ ﻭَﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﻭَﺍﺧْﺘِﻠﺎَﻑِ ﺍﻟَّﻴْﻞِ ﻭَﺍﻟﻨَّﻬَﺎﺭِ ﻭَﺍﻟْﻔُﻠْﻚِ ﺍﻟَّﺘِﻰ ﺗَﺠْﺮِﻯ ﻓِﻰ ﺍﻟْﺒَﺤْﺮِ ﺑِﻤَﺎ ﻳَﻨْﻔَﻊُ ﺍﻟﻨَّﺎﺱَ ﻭَﻣَٓﺎ ﺍَﻧْﺰَﻝَ ﺍﻟﻠَّﻪُ ﻣِﻦَ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻣِﻦْ ﻣَٓﺎﺀٍ ﻓَﺎَﺣْﻴَﺎ ﺑِﻪِ ﺍْﻟﺎَﺭْﺽَ ﺑَﻌْﺪَ ﻣَﻮْﺗِﻬَﺎ ﻭَﺑَﺚَّ ﻓِﻴﻬَﺎ ﻣِﻦْ ﻛُﻞِّ ﺩَٓﺍﺑَّﺔٍ ﻭَﺗَﺼْﺮِﻳﻒِ ﺍﻟﺮِّﻳَﺎﺡِ ﻭَﺍﻟﺴَّﺤَﺎﺏِ ﺍﻟْﻤُﺴَﺨَّﺮِ ﺑَﻴْﻦَ ﺍﻟﺴَّﻤَٓﺎﺀِ ﻭَﺍْﻟﺎَﺭْﺽِ ﻟَﺎَﻳَﺎﺕٍ ﻟِﻘَﻮْﻡٍ ﻳَﻌْﻘِﻠُﻮﻥَ Göklerin ve yerin yaratılmasında, gecenin ve gündüzün değişmesinde, insanlara faydalı şeylerle denizde akıp giden gemilerde, Allah’ın gökten su indirip onunla yeryüzünü ölümden sonra diriltmesinde, her türlü canlıyı yeryüzüne yaymasında, rüzgarları sevk etmesinde ve gökle yer arasında Allah’ın emrine boynun eğmiş bulutlarda, aklını kullanan bir topluluk için Allah’ın varlık ve birliğine, kudret ve rahmetine işaret eden nice deliller vardır. (Bakara Suresi: 164.)

Şu âyet, vücub ve vahdeti gösterdiği gibi, bir ism-i a'zamı gösteren gayet büyük bir penceredir.
Vücub: Zorunlu olmak, olmaması imkansız olmak, yaratılma ve yok olma hakkında düşünülemez olmak.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.
İsm-i a'zam: En büyük isim. *Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve manâca diğer isimleri kuşatmış olanı.


İşte şu âyetin hülâsat-ül hülâsası şudur ki: Kâinatın ulvî ve süflî tabakatındaki bütün âlemler ayrı ayrı lisanla bir tek neticeyi, yani bir tek Sâni'-i Hakîm'in rububiyetini gösteriyorlar. Şöyle ki:
Hülâsat-ül hülâsa: Özetin özeti, özün özü.
Kâinat: Yaratılan bütün varlıklar, evren.
Ulvî: Yüksek, yüce.
Süflî: Alçak, aşağı, bayağı, adi.
Tabakat: Tabakalar, katlar, mertebeler, dereceler.
Sâni'-i Hakîm: Hikmet sahibi olan, her şeyi san'atla ve hikmetle yaratan Allah (cc).
Rububiyet: Rabblık, ilâhlık. *Cenâb-ı Allah'ın her zaman, her yerde, her mahluka muhtaç olduğu şeyleri vermesi, terbiye, tedbir ve mâlikiyeti ve besleyiciliği keyfiyeti. *Efendilik, sahiplik.


Nasıl göklerde (hattâ Kozmoğrafyanın itirafıyla dahi) gayet büyük neticeler için gayet muntazam hareketler, bir Kadîr-i Zülcelal'in vücud ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Kozmoğrafya: Astronomi, gök ilmi.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük, haşmet ve kudret sahibi, Allah (cc).
Kemal-i rububiyet: Rubûbiyetin mükemmeliği, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkunu terbiye edip besleme ve gözeticilik vasfının mükemmelliği.


Öyle de: Zeminde bilmüşahede (hattâ Coğrafyanın şehadetiyle ve ikrarıyla) gayet büyük maslahatlar için mevsimlerdeki gibi gayet muntazam tahavvülâtlar dahi, aynı o Kadîr-i Zülcelal'in vücub ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Bilmüşahede: Gözle görüldüğü gibi, gözönünde olarak.
İkrar: Kabul etmek, itiraf etmek.
Maslahat: Fayda, yarar.
Tahavvülât: Tahavvüller, değişmeler.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi ve herşeye kudreti (gücü) yeten Allah (cc).
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a (cc) ait birlik.


Hem nasıl berr'de ve bahr'de kemal-i rahmet ile rızıkları verilen ve kemal-i hikmet ile muhtelif şekiller giydirilen ve kemal-i rububiyetle türlü türlü duygularla teçhiz edilen bütün hayvanat, birer birer yine o Kadîr-i Zülcelal'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla gayet geniş bir mikyasta azamet-i uluhiyetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Berr: Kara, yeryüzü, toprak.
Bahr: Deniz.
Kemal-i rahmet: Rahmetin mükemmelliği, acımanın son derecesi.
Kemal-i hikmet: Tab bir hikmet, kusuruz ve mükemmel olarak gayeleri ve faydaları gözetmek.
Muhtelif: Çeşitli, farklı, ayrı ayrı.
Kemal-i rububiyet: Rubûbiyetin mükemmeliği, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkunu terbiye edip besleme ve gözeticilik vasfının mükemmelliği.
Teçhiz: Cihazlama, donatma.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Azamet-i uluhiyet: Herşeyin sahibi yaratıcısı ve idarecisi olmanın büyüklüğü.


Öyle de: Bağlardaki muntazam nebatat ve nebatatın gösterdikleri müzeyyen çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun meyveler ve meyvelerin gösterdikleri müzeyyen nakışlar, birer birer yine o Sâni'-i Hakîm'in vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber külliyetleriyle gayet şaşaalı bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Nebatat: Bitkiler.
Müzeyyen: Süslü, süslenmiş.
Mevzun: Ölçülü.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Külliyet: Umumîlik, bütünlük, genellik.
Kemal-i rububiyet: Rubûbiyetin mükemmeliği, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkunu terbiye edip besleme ve gözeticilik vasfının mükemmelliği.


Hem nasıl cevv-i semadaki bulutlardan mühim hikmetler ve gayeler ve lüzumlu faideler ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücubunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Cevv-i sema: Gök yüzü, gök boşluğu, atmosfer.
Hikmet: Gözetilen fayda ve gaye.
Semere: Meyve, netice, sonuç.
Tavzif: Vazifelendirme, görevlendirme.
Katre: Damla.
Vücub: Zorunlu olmak, olmaması imkansız olmak, yaratılma ve yok olma hakkında düşünülemez olmak.


Öyle de: Zemindeki bütün dağların ve dağlar içindeki madenlerin ayrı ayrı hâsiyetleriyle beraber ayrı ayrı maslahatlar için ihzar ve iddiharları, dağ metanetinde bir kuvvetle yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Hâsiyet: Özellik, te'sir, etkileyicilik, fayda ve kuvvet.
Maslahat: Fayda, yarar.
İhzar: Hazırlama, hazır etme, huzura (yanına) getirme.
İddihar: Toplama, biriktirme, yığma, depolama.
Metanet: Sağlamlık, kararlılık.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.


Hem nasıl sahralarda ve dağlardaki küçük küçük tepelerin türlü türlü muntazam çiçeklerle süslenmeleri, herbiri bir Sâni'-i Hakîm'in vücubuna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla haşmet-i saltanatını ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Haşmet-i saltanat: Saltanatın haşmeti, üstün ve parlak hakimiyet, idare etme gücünün üstünlük ve büyüklüğü.
Kemal-i rububiyet: Rubûbiyetin mükemmeliği, Cenâb-ı Allah'ın mahlûkunu terbiye edip besleme ve gözeticilik vasfının mükemmelliği.


Öyle de: Bütün otlarda ve ağaçlardaki bütün yaprakların türlü türlü eşkâl-i muntazamaları ve ayrı ayrı vaziyetleri ve cezbekârane mevzun hareketleri, yapraklar adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Eşkâl-i muntazam: Muntazam (düzgün) şekiller.
Cezbekârane: Kendinden geçmiş gibi, cezbeye tutulmuş gibi.
Mevzun: Ölçülü.


Hem nasıl bütün ecsam-ı nâmiyede, büyümek zamanında muntazaman hareketleri ve türlü türlü âlât ile teçhizleri ve çeşit çeşit meyvelere şuurkârane teveccühleri, herbiri ferden-ferda yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret eder. Ve heyet-i mecmuasıyla gayet büyük bir mikyasta ihata-i kudretini ve şümul-ü hikmetini ve cemal-i san'atını ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Ecsam-ı nâmiye: Büyüyen ve gelişen cisimler.
Âlât: Aletler.
Teçhiz: Cihazlama, donatma.
Şuurkârane: Şuurlucasına, bilinçli şekilde, bilinçlicesine.
Teveccüh: Yönelme, dönme, yöneliş. *Alaka, ilgi gösterme.
Ferden-ferda: Fert fert, tek tek.
İhata-i kudret: Kudretin ihatası, sonsuz güç ve kuvvetin kuşatıcılığı.
Şümul-ü hikmet: Gayelerin ve faydaların kapsamı ve genişliği.


Öyle de: Bütün hayvanî cesedlerde kemal-i hikmetle nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazat ile kemal-i intizam ile teslih etmek, türlü türlü hizmetlerde kemal-i hikmetle göndermek, hayvanat adedince belki cihazatları sayısınca yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla gayet parlak bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Kemal-i hikmet: Tab bir hikmet, kusuruz ve mükemmel olarak gayeleri ve faydaları gözetmek.
Kemal-i intizam: Tam düzgünlük, mükemmel kusursuz düzgünlük.
Teslih: Silahlandırma.


Hem nasıl bütün kalblere, insan ise her nevi ulûm ve hakikatları bildiren, hayvan ise her nevi hacetlerinin tedarikini öğreten bütün ilhamat-ı gaybiye, bir Rabb-ı Rahîm'in vücudunu ihsas eder ve rububiyetine işaret eder.
Nevi: Çeşit, tür.
Ulûm: İlimler, bilgiler.
Hacet: İhtiyaç
İlhamat-ı gaybiye: Gaybî ilhamlar, görünmez gizli taraftan gelen ilhamlar.
Rabb-ı Rahîm: Rahim olan Rab, çok merhametli ve şefkatli olan Rab (sahip ve terbiyeci).
İhsas: Hissettirme.
Rububiyet: Allah'ın (cc) herşeyin sahibi, ihtiyaçlarının karşılayıcısı ve terbiye edicisi olması.

Öyle de: Gözlere kâinat bostanındaki manevî çiçekleri toplayan şuaat-ı ayniye gibi zahirî ve bâtınî bütün duyguların, ayrı ayrı âlemlere herbiri birer anahtar olmaları, yine o Sâni'-i Hakîm, o Fâtır-ı Alîm, o Hâlık-ı Rahîm, o Rezzak-ı Kerim'in vücub-u vücudunu ve vahdet ve ehadiyetini ve kemal-i rububiyetini güneş gibi gösterir.
Şuaat-ı ayniye: Göze ait ışıklar, gözün nurları.
Zahirî: Görünüşte olan, görünen, dış görünüşle ilgili.
Bâtınî: İçteki, görünmez içle ilgili.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Fâtır-ı Alîm: Sonsuz ilim sahibi yaratıcı.
Hâlık-ı Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli yaratıcı.
Rezzak-ı Kerim: Çok cömert ve bağış sahibi olan rızık verici Allah (cc).


İşte şu yukarıda geçen oniki ayrı ayrı pencerelerden, oniki vecihten bir pencere-i a'zam açılıyor ki; oniki renkli bir ziya-yı hakikat ile Cenab-ı Hakk'ın ehadiyetini ve vahdaniyetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Vecih: Yön, taraf, yüz.
Pencere-i a'zam: En büyük pencere, çok büyük pencere.
Ziya-yı hakikat: Hakikat ziyası, gerçeğin ışığı.
Ehadiyet: Teklik, birlik, Allah'ın (cc) isimlerinin çoğunun tek bir şeyde görünmesi.


İşte ey bedbaht münkir! Şu daire-i arz kadar, belki medar-ı senevîsi kadar geniş olan şu pencereyi ne ile kapatabilirsin? Ve güneş gibi parlak olan şu maden-i nuru ne ile söndürebilirsin ve hangi perde-i gaflette saklayabilirsin?...
Bedbaht: Bahtı kara, mutsuz, talihsiz.
Münkir: İnkar eden, inkarcı.
Daire-i arz: Yer dairesi, yer, dünya.
Medar-ı senevî: Senelik yörünge, bir senede güneşin etrafındaki dönüş dairesi.
Maden-i nur: Nur madeni, ışık kaynağı.
Perde-i gaflet: Gaflet perdesi, Allah'a (cc), emir ve yasaklarına karşı ilgisiz kalma perdesi, Allah'ı düşünmeme, unutma ve hesaba katmama alışkanlığı.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Yedinci Pencere

Şu kâinat yüzünde serpilen masnuatın kemal-i intizamları ve kemal-i mevzuniyetleri ve kemal-i zînetleri ve icadlarının sühuleti ve birbirine benzemeleri ve bir tek fıtrat izhar etmeleri, nasılki bir Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gayet geniş bir mikyasta gösteriyorlar. Öyle de:
Masnuat: Sanatlı eserler, sanatlı yaratılmış varlıklar.
Kemal-i intizam: Tam düzgünlük, mükemmel kusursuz düzgünlük.
Kemal-i mevzuniyet: Tam ölçülülük, mükemmel ölçülülük.
Kemal-i zînet: Mükemmel süs.
Sühulet: Kolaylık.
İzhar: Açığa vurma, meydana çıkarma, gösterme, ortaya koyma.
Sâni'-i Hakîm: Hikmet sahibi olan, her şeyi san'atla ve hikmetle yaratan Allah (cc).
Vücub-u vücud: Vücudun vücubu, varlığının zorunlu olması, olmaması imkansız olan varlık.
Vahdet: Birlik, teklik, Allah'a(cc) ait birlik.


*Camid ve basit unsurlardan, hadsiz ve ayrı ayrı ve muntazam mürekkebatın icadı, mürekkebat adedince yine o Sâni'-i Hakîm'in vücub-u vücuduna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber,
Camid: Cansız. *Donuk.
Mürekkebat: Terkib edilmişler, birleştirilerek yapılmışlar, birleşik maddeler.


*heyet-i mecmuasıyla gayet parlak bir tarzda kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi;
Heyet-i mecmua: Bütünündeki durum, toplamının durumu.
Kemal-i kudret: Kudretin mükemmelliği, mükemmel ve kusursuz güç ve kuvvet.


*terkibat-ı mevcudat tabir edilen terkib ve tahlil hengâmındaki teceddüdde nihayet derecede ihtilat ve karışma içinde nihayet derecede bir imtiyaz ve tefrik ile, meselâ topraktaki tohumların ve köklerin çok karışık olduğu halde hiç şaşırmayarak bir surette sünbüllerini ve vücudlarını temyiz ve tefrik etmek ve ağaçlara giren karışık maddeleri yaprak ve çiçek ve meyvelere tefrik etmek ve hüceyrat-ı bedene karışık bir surette giden gıdaî maddeleri kemal-i hikmetle ve kemal-i mizanla ayırıp tefrik etmek, yine o Hakîm-i Mutlak ve o Alîm-i Mutlak ve o Kadîr-i Mutlak'ın vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve vahdetini gösterdiği gibi;
Terkibat-ı mevcudat: Varlıkların küçük parçalardan birleştirilerek yapılmalar.
Terkib: Bir araya getirip karıştırma, bir araya getirip birleştirme.
Hengâm: Zaman, vakit, sıra, an.
Teceddüd: Yenilenme, tazelenme.
İhtilat: Karışmak, karışıp görüşmek.
İmtiyaz: Ayrıcalık, diğerlerinden ayrılmak.
Tefrik: Ayırmak, seçmek, ayırt etmek.
Hüceyrat-ı beden: Beden hücreleri.
Gıdaî: Gıdaya ait, besinle ilgili.
Kemal-i mizan: Tam ölçü, mükemmel ölçü.
Hakîm-i Mutlak: Sonsuz hikmet sahibi.
Alîm-i Mutlak: Herşeyi bilen sonsuz ilim sahibi olan Allah (cc).
Kadîr-i Mutlak: Sınırsız ve sonsuz kudret sahibi Allah (cc).


*zerreler âlemini hadsiz ve geniş bir tarla hükmüne getirip, her dakikada kemal-i hikmetle ekip biçip, yeni yeni kâinatlar mahsulâtını ondan almak ve o camide, âcize, cahile olan zerrata gayet şuurkârane ve gayet hakîmane ve muktedirane hadsiz muntazam vazifeleri gördürmek, yine o Kadîr-i Zülcelal'in ve o Sâni'-i Zülkemal'in vücub-u vücudunu ve kemal-i kudretini ve azamet-i rububiyetini ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir.
Kemal-i hikmet: Tam bir hikmet, kusursuz ve mükemmel olarak gayeleri ve faydaları gözetmek.
Mahsulât: Mahsüller, ürünler.
Zerrat: Zerreler.
Şuurkârane: Şuurlucasına, bilinçli şekilde.
Hakîmane: Hikmetli olarak, herşeyde faydalar ve gayeler gözetircesine.
Muktedirane: Güçlücesine, gücü yeter şekilde.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi ve her şeye kudreti (gücü) yeten Allah (cc).
Sâni'-i Zülkemal: Sonsuz mükemmellikler ve üstünlükler sahibi olan sanatkar yaratıcı.
Azamet-i rububiyet: Herşeyin sahib ve terbiyecisi oluşunun büyüklüğü.


İşte bu dört yol ile büyük bir pencere marifetullaha açılır. Ve büyük bir mikyasta bir Sâni'-i Hakîm'i akla gösterir.
Sâni'-i Hakîm: Hikmet sahibi olan, her şeyi san'atla ve hikmetle yaratan Allah (cc).

Şimdi ey bedbaht gafil! Şu halde Onu görmek ve tanımak istemezsen; aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul...

Sözler
 
Üst