İnsan Hakkında

Ahmet.1

Well-known member
insan,
.şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi,

Cem'iyetli: Farklı ve çok şeyleri veya özellikleri kendisinde toplayan.

.ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi;
Hakikat-ı Muhammediye: Hz. Peygamberin(asm) manevi şahsiyeti, islâmiyetin aslı ve esası.
Cihet: Yön, taraf.
Çekirdek-i aslî: Asıl çekirdek, öz; kainatın özü, aslî çekirdeği.


.ve kâinat Kur'anının âyet-i kübrası;
Âyet-i kübra: En büyük ayet, en büyük delil.

.ve ism-i a'zamı taşıyan âyet-ül kürsîsi;
İsm-i a'zam: En büyük isim. *Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve manâca diğer isimleri kuşatmış olanı.

.ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri;
Mükerrem: İkram edilmiş, saygı gösterilmiş. *Aziz, saygıdeğer, muhterem.

.ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me'zun en faal memuru;
Sair: Diğer, başka.
Sekene: Oturanlar, yaşayanlar.
Tasarruf: İdare etmek, yönetmek, kullanmak.
Me'zun: İzinli.
Faal: Çok çalışkan, devamlı iş yapan.


.ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, vâridat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler san'atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı;
Vâridat: Gelir, kâr.
Sarfiyat: Sarfedilenler, harcamalar, giderler, harcananlar.
Zer': Ekme. Ekilmiş.
Techiz: Cihazlandırma, donatmak.
Nâzır: Bakan, gözeten, gören.


.ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebed'in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı;
Arz: Yer, dünya. *Toprak. *Toprak, memleket, diyar.
Padişah-ı Ezel ve Ebed: Zaman ve mekanla kayıtlı olmayan sonsuz saltanat sahibi Cenab-ı Hak.
Müfettiş: Araştıran, araştırıcı. *Teftişçi; bir işin düzenli, kanun ve kaidelere uygun olarak yürütülüp yürütülmediğini incelemekle vazifeli memur.
Nevi: Çeşit, tür.
Halife-i arz: Yeryüzünde bazı hususlarda Allah(cc) adına hareket eden.


.ve cüz'î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı;
Cüz'î: Küçük, sınırlı.
Küllî: Kapsamlı, genel.
Harekât: Hareketler.
Mutasarrıf: İdare eden, işleri yürüten, yönetici.


.ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî ve kâinat sultanının ism-i a'zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi;
Sema: Gök, gökyüzü.
Cibal: Dağlar.
Emanet-i kübra: Büyük emanet, Allah(cc) tarafından verilen sınırlı kabiliyet ve sanat ölçüleriyle Allah'ın(cc) sınırsız ve sonsuz sıfat ve isimlerini anlama ve tanıtma görev ve sorumluluğu.
Zîhayat: Hayat sahibi, canlı.
Ubudiyet: Kulluk, Allah'ın(cc) emir ve yasaklarına uymak.
Mükellef: Vazifeli, görevli.
Abd-i küllî: Allah'ın(cc) bütün emir ve yasaklarına tam uyan ve maddi ve manevî bütün duygu ve cihazlarını yaradılış gayesine göre kullanan ve bütün varlıkların ibadetlerini anlayıp kendi adına Allah'a(cc) sunan kul.
İsm-i a'zam: En büyük isim. *Cenab-ı Hakkın binbir isminden en büyük ve manâca diğer isimleri kuşatmış olanı.
Mazhar: Sahip olma, ulaşma. * Görünüp ortaya çıktığı yer, ayna.
Esmasına: İsimlerine.
Câmi': Kendinde toplayan, çok özellikli, toplayıcı.


.ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı;
Hitabat-ı Sübhaniye: Allah'ın(cc) kusursuz ve noksansız konuşması.
Muhatab-ı hâssı: Değerli özel dinleyici, has muhatabı.


.ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı;
Ziyade: Fazla, çok.

.ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı;
Hadsiz: Sınırsız, sayısız.
Fakr: Yoksulluk, fakirlik, sayısız ihtiyaçlarını elde edecek imkanı ve gücü olmayan.
Acz: Güçsüzlük, kuvvetsizlik.
Nihayetsiz: Sonsuz.
Bîçare: Çaresiz.


.ve istidadca en zengini;
İstidadca: Kabiliyetce.

.ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak;
Lezzet-i hayat: Hayat lezzeti, yaşama lezzeti.
Müteellimi: Acı duyanı.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Âlûde: Karışık, karışmış, bulaşmış.
Müştak: Çok istekli.


.ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat...
Saadet-i ebediye: Bitmez ve tükenmez sonsuz mutluluk.
İhsanlar: İyilikler, lütuflar.
Perestiş: Pek çok sevgi ve saygı besleme.
Mu'cize-i kudret-i Samedaniye: Samed olan Allah'ın(cc) kudret(güç) mucizesi.
Samed: Herşeyin sürekli her işinde muhtaç olduğu fakat kendisinin hiçbir şeye hiçbir zaman ihtiyacı olmayan Allah(cc).


.ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden böyle yirmi küllî hakikatlar ile Cenab-ı Hakk'ın Hak ismine bağlanan ve en küçük zîhayatın en cüz'î ihtiyacını gören ve niyazını işiten ve fiilen cevab veren Hafîz-i Zülcelal'in Hafîz ismiyle mütemadiyen amelleri kaydedilen ve kâinatı alâkadar edecek ef'alleri o ismin kâtibîn-i kiramlarıyla yazılan ve her şeyden ziyade o ismin nazar-ı dikkatine mazhar bulunan bu insanlar, elbette ve elbette ve her halde ve hiçbir şübhe getirmez ki; bu yirmi hakikatın hükmüyle, insanlar için bir haşr u neşr olacak ve Hak ismiyle evvelki hizmetlerinin mükâfatını ve kusuratının mücazatını çekecek. Ve Hafîz ismiyle cüz'î-küllî kayıd altına alınan her amelinden muhasebe ve sorguya çekilecek. Ve dâr-ı bekada saadet-i ebediye ziyafetgâhının ve şekavet-i daime hapishanesinin kapıları açılacak. Ve bu âlemde çok taifelere kumandanlık yapan ve karışan ve bazan karıştıran bir zabit, toprağa girip her amelinden sual olunmamak ve uyandırılmamak üzere yatıp saklanmayacaktır.
Cihazat-ı insaniye: İnsanın organları(duygu ve yetenekleri).
Fiilen: İş ve hareketle, uygulanarak.
Hafîz-i Zülcelal: Yaratıklarını belâlardan, tehlikelerden koruyan büyüklük sahibi Allah(cc).
Hafîz: Esirgeyen, koruyan, muhafaza eden, muhafız. *Yarattıklarını koruyup gözeten Allah(cc).
Mütemadiyen: Devamlı olarak, sürekli olarak.
Amel: İş, çalışma, görevi yerine getirme.
Alâkadar: Alâkalı, ilgili.
Ef'al: Fiiller, işler.
Kâtibîn-i kiram: İnsanların iyilik ve kötülüklerini yazmakla görevli melekler.
Nazar-ı dikkat: Dikkatli bakış, dikkatle bakıp inceleme.
Hakikat: Gerçek.
Hükm: Hüküm, karar.
Haşr u neşr: Yeniden diriltilip toplanma ve yapılan herşeyin ortaya çıkarılması.
Hak: Doğru, gerçek.
Kusuratının: Kusurlarının.
Mücazatını: Suç karşılığını.
Dâr-ı bekada: Sonsuz yaşanacak yer olan öbür dünyada.
Saadet-i ebediye: Bitmez ve tükenmez sonsuz mutluluk.
Ziyafetgâh: Ziyafet yeri.
Şekavet-i daime: Sürekli bedbahtlık, sonsuz sıkıntı.
Zabit: Subay.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan küçük bir âlem olduğu gibi, âlem dahi büyük bir insandır. Bu küçük insan, o büyük insanın bir fihristesi ve hülâsasıdır. Lem'alar
 

Ahmet.1

Well-known member
Hem madem gözümüzle görüyoruz ve aklımızla anlıyoruz ki; insan şu kâinat ağacının en son ve en cem'iyetli meyvesi ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi ve kâinat Kur'anının âyet-i kübrası ve ism-i a'zamı taşıyan âyet-ül kürsîsi ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri ve o saraydaki sair sekenelerde tasarrufa me'zun en faal memuru ve kâinat şehrinin zemin mahallesinin bahçesinde ve tarlasında, vâridat ve sarfiyatına ve zer' ve ekilmesine nezarete memur ve yüzer fenler ve binler san'atlarla techiz edilmiş en gürültülü ve mes'uliyetli nâzırı ve kâinat ülkesinin arz memleketinde, Padişah-ı Ezel ve Ebed'in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı ve cüz'î ve küllî harekâtı kaydedilen bir mutasarrıfı ve sema ve arz ve cibalin kaldırmasından çekindikleri emanet-i kübrayı omuzuna alan ve önüne iki acib yol açılan, bir yolda zîhayatın en bedbahtı ve diğerinde en bahtiyarı, çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî ve kâinat sultanının ism-i a'zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi' bir âyinesi ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı ve hadsiz fakrıyla ve acziyle beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı ve istidadca en zengini ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran ve bütün dünya lezzetleri ona verilse, onun bekaya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlar eden zâtı perestiş derecesinde seven ve sevdiren ve sevilen çok hârika bir mu'cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden..
Said Nursi

***

. İnsan, şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli yani bütün hususiyetleri kendinde toplayan meyvesi..

. hakikat-i Muhammediye (aleyhissalâtü vesselam) yönüyle aslî çekirdeği..

. kâinat Kur'an'ının en büyük ayeti..

. ism-i âzamı taşıyan âyetü'l-kürsisi..

. kâinat sarayının en kerim, muhterem misafiri..

. o sarayın diğer sakinlerinde tasarruf etmeye izinli en faal memuru..

. kâinat şehrinin, yeryüzü mahallesinin bahçesinde ve tarlasında işleyişin bir dengeyle devam etmesine ve oraya tohum ekilmesine nezarete memur..

. yüzlerce fen ve binlerce sanatla donatılmış en gürültülü ve sorumlu nezaretçisi..

. kâinat ülkesinin dünya memleketinde Ezel ve Ebed Padişahı'nın çok dikkat altındaki bir müfettişi, bir nevi yeryüzünün halifesi..

. cüzî ve küllî hareketleri kaydedilen, yeryüzünde tasarruf eden..

. göklerin, yerin ve dağların kaldırmaktan çekindiği emanet-i kübrâyı omzuna alan..

. önüne hayret verici iki yol açılan; birinde canlıların en talihsizi, diğerinde en bahtiyarı..

. çok geniş bir kullukla vazifeli küllî bir kul..

. Kâinat Sultanı'nın ism-i âzamına mazhar ve bütün isimlerinin en kuşatıcı bir aynası..

. O'nun hitabına ve konuşmalarına en anlayışlı, has bir muhatap..

. kâinattaki canlılar içinde en muhtaç; sonsuz fakr ve acziyle beraber sonsuz maksatları, arzuları, düşmanları ve onu inciten zararlı şeyler bulunan çaresiz bir canlı..

. kabiliyetçe en zengin..

. hayattan en çok elem duyan ve lezzetleri dehşetli elemlerle karışık olan..

. bekâya en çok arzu duyan, en muhtaç, en lâyık ve onu hak eden, daimî bir hayatı ve ebedî saadeti hadsiz dualarla isteyen ve bunun için yalvaran..

. bütün dünya lezzetleri kendisine verilse bekâya karşı arzusunu tatmin etmeyen ve ona ihsanlarda bulunan Zat'ı kullukederek seven, sevdiren ve O'nun tarafından sevilen , Samed Yaratıcının çok harika bir kudret mucizesi ve bir yaratılış harikası..

. ve kâinatı içine alan, kendine has bütün donanımı ve kabiliyetleri ebede gitmek için yaratıldığına şahitlik eden bir varlıktır.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Asa-yı Musa kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. (Tîn Sûresi: 4.)

33.Söz'den

Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. (Tîn Sûresi: 4.)
Kesin olarak imân edenler için yeryüzünde nice deliller vardır. • Kendi nefislerinizde de böyle deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz? (Zâriyât Sûresi: 20-21.)

Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkikîn-i evliyanın mufassal kitablarına havale ederek yalnız feyz-i Kur'andan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:
Enfüsî: İnsanın manevi yapısıyla ilgili.
Tafsilât: Açıklamalar, geniş bilgiler.
Muhakkikîn-i evliya: Velillerin araştırmacıları, ermişlik derecesine ulaşmış ve derinlemesine inceleyerek gerçekleri ortaya koymuş büyük alimler.
Mufassal: Geniş bilgili, ayrıntılı.
Feyz-i Kur'an: Kur'anın manevi bereket ve ilhamı.
Esas: Temel, şart.

Onbirinci Söz'de beyan edildiği gibi: "İnsan, öyle bir nüsha-i câmiadır ki: Cenab-ı Hak bütün esmasını, insanın nefsi ile insana ihsas ediyor." Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.
Beyan: İzah, açıklama, anlatma.
Nüsha-i câmia: Birçok şeyleri kendinde toplamış örnek.
Esma: İsimler.
İhsas: Hissettirme.


BİRİNCİ NOKTA:
İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir âyinedir.
Cihet: Yön, taraf.
Esma-i İlahiye: Allah'a(cc) ait isimler.
Âyine: Ayna.


Birinci Vecih:
Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za'f u acziyle, fakr u hacatıyla, naks u kusuruyla, bir Kadîr-i Zülcelal'in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hâkeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor. Hattâ hadsiz aczinde ve nihayetsiz za'fında, hadsiz a'dasına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan daima Vâcib-ül Vücud'a bakar. Hem nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hacatı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdad aramağa mecbur olduğundan, vicdan daima o noktadan bir Ganiyy-i Rahîm'in dergâhına dayanır, dua ile el açar. Demek her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdad cihetinde iki küçük pencere, Kadîr-i Rahîm'in bârigâh-ı rahmetine açılır, her vakit onunla bakabilir.

Vecih: Yön, taraf, yüz.
Zulümat: Karanlıklar.
Za'f u acz: Zayıflık ve güçsüzlük.
Fakr u hacat: Yoksulluk ve ihtiyaçlar.
Naks: Eksiklik, noksan, kusur.
Kadîr-i Zülcelal: Sonsuz büyüklük ve yücelik sahibi ve her şeye kudreti(gücü) yeten Allah(cc).
Gına: Zenginlik.
Rahmet: Merhamet, acıma.
Hâkeza: Bunlar gibi, bunun gibi.
Evsaf-ı İlahiye: Allah'ın(cc) sıfatları.
Suret: Biçim, görünüş, şekil, tarz.
Acz: Güçsüzlük, kuvvetsizlik.
Nihayetsiz: Sonsuz.
A'da: Düşmanlar.
Nokta-i istinad: Dayanma noktası.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah(cc).
Hacat: İhtiyaçlar.
Nokta-i istimdad: Yardım isteme noktası(yeri), yardım istenecek yer.
Ganiyy-i Rahîm: Çok merhametli ve şefkatli olan ve sonsuz zenginliklerin sahibi bulunan Allah(cc).
Dergâh: Huzur.
Kadîr-i Rahîm: Çok merhametli ve sonsuz kudret(güç) sahibi Allah(cc).

İkinci Vecih
âyinedarlık ise: İnsana verilen nümuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder. Onları anlar, bildirir. Meselâ: Ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum. Öyle de şu koca kâinat sarayının bir ustası var. O usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkeza...

Âyinedarlık: Ayna görevi yapan.
Nev': Tür, çeşit.
Cüz'î: Küçük, sınırlı.
Kudret: Güç.
Basar: görme, göz.
Sem': İşitme, işitme duygusu, duyma, dinleme.
Mâlikiyet: Sahiplik.
Hâkimiyet: Hükmedicilik, herşeyi emri altına alıp tek başına idare etmeklik.
Cüz'iyat: Küçük şeyler.
Hâkimiyet-i rububiyet: Herşeyin sahibi ve terbiyecisi olarak bütün varlıkları emir ve idaresi altına almaklık.

Üçüncü Vecih
âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuzikinci Söz'ün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini ve hâkeza... Bütün a'zâ ve âlâtıyla, cihazat ve cevarihiyle, letaif ve maneviyatıyla, havâs ve hissiyatıyla ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i a'zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a'zam var ki, o da insandır.

Esma-i İlahiye: Allah'a(cc) ait isimler.
Mevkıf: Bölüm, durak.
Nebze: Az, azıcık, az miktar.
Mahiyet-i câmia: Birçok özellikleri çeşitli dereceleriyle kendinde toplayan temel yapı.
Zahir: Açık, görünür, görünen, belli. *Dış yüz, görünüş.
Sâni': Sanatkar yaratıcı, sanatlı şekilde yaratan.
Hâlık: Yaratıcı Allah(cc), yoktan en güzel şekilde yaratan Allah.
Hüsn-ü takvim: Güzel bir şekilde yaratılış.
Rahman: Sayısız nimetlerin sahibi ve bütün varlıkların her türlü ihtiyaçlarının karşılayıcısı olan Allah(cc).
Rahim: Çok merhametli, çok acıyan.
Hüsn-ü terbiye: Terbiye güzelliği, güzel şekilde terbiye.
Kerim: Kerem sahibi, bağış, iyilik, lütuf ve cömertlik sahibi.
Cevahir: Vücud azaları.
Hissiyat: Hisler, duygular.
Esma: İsimler.
İsm-i a'zam: Allah'ın(cc) en büyük ismi.
Nakş-ı a'zam: En büyük nakış.


Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku... Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!

İKİNCİ NOKTA:
Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:
İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün a'zâsını ve eczasını birbirine yardım ettirir. Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacetlerini görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. Öyle de:

En yüce sıfatlar Allah’ındır. (Nahl Sûresi: 60.)
Cenab-ı Hakk'ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve a'zâsında bu vaziyeti gösteriyor. Elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcib-ül Vücud'un irade-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz dualar, hadsiz işler, hiçbir cihette ona ağır gelmez, birbirine mani olmaz. O Hâlık-ı Zülcelal'i meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın uzak birdir. İsterse, bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile her şeyi görebilir, seslerini işitebilir ve her şey ile herşeyi bilir ve hâkeza...
Sırr-ı ehadiyet: Allah'ın(cc) çoğu isim ve sıfatlarıyla her varlıkta birliğini göstermesinin ince ve derin manası.
Ecza: Kısımlar, parçalar.
İrade-i İlahiye: Allah'ın(cc) sonsuz iradesi.
Evamir-i tekviniye: Kainattaki varlıkların yaratılış ve hareketleriyle ilgili emirler(kanunlar).
Vücud-u haricî: Haricî vücud, yaratılmış varlık.
Kanun-u emrî: Emre ait kanun, Allah'ın(cc) emri olan kanun.
Hacet: İhtiyaç.
İmdad: Yardım.
Nuraniyet: Nuranilik, nurluluk, parlaklık, ışıklık.
Kesb: Kazanma, edinme.
Âlem-i ekber: En büyük âlem.
Zât-ı Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah(cc).
İrade-i külliye: Herşeyi kuşatan Allah'ın(cc) sonsuz iradesi.
Kudret-i mutlaka: Sınırsız ve sonsuz kudret(güç).
Hadsiz: Sınırsız, sayısız.
Sadâ: Ses.
İmdadıda: Yardımına.
Hâkeza: Bunlar gibi, bunun gibi.


ÜÇÜNCÜ NOKTA:
Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat o bahis, Hayat Penceresinde ve Yirminci Mektub'un Sekizinci Kelimesinde tafsili geçtiğinden ona havale edip yalnız bunu ihtar ederiz ki:

Mühim: Önemli.
Mahiyet: İç yüz, temel özellik.
Tafsili: Ayrıntılı açıklaması.


Hayatta hissiyat suretinde kaynayan memzuç nakışlar; pekçok esma ve şuunat-ı zâtiyeye işaret eder. Gayet parlak bir surette Hayy-u Kayyum'un şuunat-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah'ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz...
Hayat: Hisler, duygular.
Memzuç: Karışık, karşmış, iç içe girmiş.
Şuunat-ı zâtiye: Kendine ait kabiliyetler, kendindeki yetenekler.


Said Nursi​
 

Ahmet.1

Well-known member
... İnsanın pek yüksek bir kıymeti olmasaydı, semavat ve arz onun istifadesine muti' ve müsahhar olmazdı. Ve keza insan ehemmiyetsiz olsaydı, mahlukat onun için halkedilmezdi. Eğer insan ehemmiyetsiz ve kıymetsiz olsa idi, o vakit insan mahlukat için halkolunacaktı. Ve keza insanın Hâlıkı yanında mevkii pek büyük olduğu içindir ki; âlem-i dünyayı kendisi için değil, beşer için; beşeri de ibadeti için halketmiştir. İşarat-ül İ'caz
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!
İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. Ve Sâni'in gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. Tecessüd etmiş bir ilm-i muhtardır. İncimad etmiş bir kudret-i basîre olduğu gibi öyle bir fiilin mahsulüdür ki, istidadı irade ettiği şeyi kendisine veriyor. Öyle bir in'am ve ihsanın kesifidir ki, bütün hacatına vâkıftır. Öyle bir kaderin tersim ettiği bir surettir ki, bünyesine lâzım ve münasib şeyleri bilir. Bu malûmat ile her şeyin mâliki olan Mâlik'inden nasıl tegafül eder; ve bütün cinayetlerini bilen, hacatını gören, vaveylâlarını işiten Semi', Basîr, Alîm, Mücîb olarak üstünde bir Rakib'in bulunmamasını nasıl tevehhüm edebilir?

Mesnevi-i Nuriye

Hikmet: Gözetilen fayda ve gaye.
Masnu: Sanatlı yaratılmış varlık, sanatlı eser.
Sâni': Sanatkar yaratıcı.
Hakîm: Hikmet sahibi.
Vuzuh-u delalet: Delil olmaktaki açıklık ve netlik, işaret edip göstermesindeki apaçıklık.
Mücessem: Cisimleşmiş, görünür duruma gelmiş.
Tecessüd: Cesetlenmek, beden durumuna gelmek.
İncimad: Donma, buzlanma.
Kudret-i basîre: Gören kuvvet, herşeyi gören güç ve kuvvet.
İstidad: Kabiliyet, yetenek.
İn'am: Nimetlendirme.
İhsan: İyilik, lütuf, bağışlama, cömertlik.
Kesif: Koyu, katı, yoğun.
Hacat: İhtiyaçlar.
Malûmat: Bilinenler, bilgiler.
Mâlik: Sahip. Mülk sahibi, mal sahibi.
Tegafül: Bilmez görünmek, Anlamazlıktan gelmek.
Semi': İşiten, duyan.
Basîr: Herşeyi herşeyiyle ve herşeyle gören Allah (cc).
Alîm: Sonsuz ilim sahibi.
Mücîb: Cevap veren, duaya cevap veren.
Rakib: Gözeten, görüp gözeten, daima görüp kontrol eden. Allah'ın (cc) mübarek isimlerindendir.
Tevehhüm: Asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!
İnsan ne kadar cahil ve gafildir. Ne kadar yolunu şaşırmış, nefsine zarar veriyor. Dokuz vecihle menfaatı muhakkak, yalnız bir vecihle zararı mevhum olan büyük bir hayr-ı azîmi terk, dalaleti irtikâb eder. Evet sofestaînin bir şübhesi için, binlerce menfaat delilleri olan hidayeti terkediyor.

Mevhum: Aslı olmayan, gerçek dışı, hayal ürünü, asılsız.
Hayr-ı azîm: Büyük hayır, büyük iyilik.
İrtikâb: İşlemek, yapmak, çirkin ve kötü iş işlemek.
Sofestaî: Sofistler, şüpheci ve inkarcı felsefeci, herşeyi ve kendilerini inkar edip hiçbir şey yoktur diyen inkarcı düşünür.
Hidayet: Doğruluk. Kur'anın gösterdiği doğru ve gerçek yol.


Halbuki insan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna nazaran, dünyevî bir işde onda bir zarar ihtimali varsa içtinab eder. Âhiret işi olursa onda dokuz zarar ihtimali olduğu halde, içtinab etmez. İşte cehalet bu kadar olur.
Vehham: Çok vehimli, fazla şüphe eden, çok şüpheci ve vesveseli, aşırı kuruntulu.
İhtiyat: Tedbir almak, ileriyi düşünerek önlemler alma.
İçtinab: Çekinme, kaçınma, sakınma.

Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan ahsen-i takvimde yaratıldığı ve ona gayet câmi’ bir istidat verildiği için esfel-i safilînden tâ a’lâ-yı illiyyîne, ferşten tâ arşa, zerreden tâ şemse kadar dizilmiş olan makamata, meratibe, derecata, derekata girebilir ve düşebilir bir meydan-ı imtihana atılmış, nihayetsiz sukut ve suuda giden iki yol onun önünde açılmış bir mu’cize-i kudret ve netice-i hilkat ve acube-i sanat olarak şu dünyaya gönderilmiştir. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Ahzâb, 72. Ayet: Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan, ipi boğazına sarılıp istediği yerde otlamak için başıboş bırakılmamıştır. Belki bütün amellerinin suretleri alınıp yazılır ve bütün fiillerinin neticeleri muhasebe için zapt edilir. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Programımız budur ki: Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lâzım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Eğer insan, enaniyetine istinad edip hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i hayal ederek derd-i maişet içinde muvakkat bazı lezzetler için çalışsa, gayet dar bir daire içinde boğulur, gider. Ona verilen bütün cihazat ve âlât ve letaif, ondan şikayet ederek haşirde onun aleyhinde şehadet edeceklerdir ve davacı olacaklardır. Eğer kendini misafir bilse misafir olduğu Zat-ı Kerîm’in izni dairesinde sermaye-i ömrünü sarf etse, öyle geniş bir daire içinde uzun bir hayat-ı ebediye için güzel çalışır ve teneffüs edip istirahat eder. Sonra a’lâ-yı illiyyîne kadar gidebilir. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Sen, çendan nefsin ve suretin itibarıyla hiç hükmündesin. Fakat vazife ve mertebe noktasında, sen şu haşmetli kâinatın dikkatli bir seyircisi, şu hikmetli mevcudatın belâgatlı bir lisan-ı nâtıkı ve şu kitab-ı âlemin anlayışlı bir mütalaacısı ve şu tesbih eden mahlukatın hayretli bir nâzırı ve şu ibadet eden masnuatın hürmetli bir ustabaşısı hükmündesin. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsana verilen bütün cihazat-ı acibe, bu ehemmiyetsiz hayat-ı dünyeviye için değil, belki pek ehemmiyetli bir hayat-ı bâkiye için verilmiştir. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten manevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş. Tâ ki toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlık’ından istidat lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip kendine lâyık bir kemal bulsun.

(Sözler, Risale-i Nur)
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan olan bir insan diyebilir ki: “Benim Hâlık’ım bu dünyayı bana hane yapmış, güneş benim bir lambamdır, yıldızlar benim elektriklerimdir, yeryüzü çiçekli miçekli halılarla serilmiş benim bir beşiğimdir.” der, Allah’a şükreder. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Ahsen-i takvim suretinde yaratılan insan, hayat-ı dünyeviyeye hasr-ı fikr etse; yüz derece sermayece hayvandan yüksek olduğu halde, yüz derece serçe kuşu gibi bir hayvandan aşağı düşer. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Kendini başıboş zannetme. Zira şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan hiçbir şeyi nizamsız, gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin hikmeti ve gayesi; Hâlık-ı kâinat’ı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir. Ve o insanın vazife-i fıtratı ve farîza-i zimmeti, marifetullah ve iman-ı billahtır ve iz’an ve yakîn ile vücudunu ve vahdetini tasdik etmektir. Şualar
 
Üst