Biliyor musun, vesvesen neye benzer?

Ahmet.1

Well-known member
ﺑِﺴْﻢِ ﺍﻟﻠَّﻪِ ﺍﻟﺮَّﺣْﻤَﻦِ ﺍﻟﺮَّﺣِﻴﻢِ
ﺭَﺏِّ ﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﻣِﻦْ ﻫَﻤَﺰَﺍﺕِ ﺍﻟﺸَّﻴَﺎﻃِﻴﻦِ ٭ ﻭَﺍَﻋُﻮﺫُ ﺑِﻚَ ﺭَﺏِّ ﺍَﻥْ ﻳَﺤْﻀُﺮُﻭﻥِ

"Ya Rabbi, şeytanların vesveselerinden, yanımda bulunmalarından Sana sığınırım." (Mü'minûn sûresi, 23/97-98)

Ey vesvese hastalığına tutulmuş insan! Biliyor musun, vesvesen neye benzer? Musibete... Önem verdikçe şişer; önem vermezsen söner. Onu büyük görürsen büyür; küçük görürsen küçülür. Korkarsan ağırlaşır, hasta eder; korkmazsan hafifler, gizli kalır. İçyüzünü bilmezsen devam eder, yerleşir; bilirsen, onu tanırsan gider. Öyleyse şu musibetli vesvesenin pek çok çeşidinden yalnız sıkça görülen beşini söyleyeceğim. Belki sana da bana da şifa olur. Çünkü vesvese öyle birşeydir ki, cehalet onu davet eder, ilim uzaklaştırır. Onu tanımazsan gelir, tanırsan gider.

Birincisi - Birinci Yara
Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpeden, çirkin ve kötü sözlere döner. Çirkin sözlerdekine benzer bazı pis suretleri ve edebe aykırı çirkin halleri tasvir eder, hayal ettirir. Kalbe "Eyvah!" dedirtir, insanı ümitsizliğe düşürür. Vesveseli adam da zanneder ki, kalbi Rabbine karşı edepsizlikte bulunuyor. Müthiş bir telâş ve heyecan duyar. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister. Bu yaranın merhemi şudur:

Bak ey vesveseye düşmüş biçare insan! Telâş etme, çünkü senin hatırına gelen kötü sözler ve haller gerçek değil, hayaldir. Küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, o kötü sözleri ve halleri düşünmek de onları söylemek ve yapmak değildir. Zira mantıkça hayal etmek, hüküm yerine geçmez. Kötü sözü söylemek ise hükümdür. Bununla beraber, o çirkin sözler, senin kalbinin sözleri değildir. Çünkü kalbin, onlardan müteessir olur, üzülür, kederlenir. O çirkin sözler belki şeytanın, kalbe yakın olan ve "lümme-i şeytani" denilen yuvasından gelir. Vesvesenin zararı, insanın onu zararlı zannetmesi ve kalben ondan zarar görmesidir. Çünkü insan, hükümsüz bir hayali hakikat vehmeder. Şeytanın işini kendi kalbine mal eder. Onun sözünü, kendinden zanneder. Zarar ettiğini düşünüp zarara düşer. Zaten şeytanın da istediği budur.

İkincisi
Mânâlar kalbden çıktığı vakit, bir sureti olmadığı halde hayale girer, orada surete bürünürler. Hayal, her vakit bir sebep perdesi altında suretleri bir nevi dokur. Önem verdiği şeyin suretini yol üstünde bırakır; hangi mânâ geçse o sureti ona ya giydirir, ya takar, ya bulaştırır veyahut da perde yapar. Eğer mânâlar çirkinlikten arınmış ve temiz, suretler pis ve rezil ise temiz mânâlar pis suretleri giymez, fakat onlara temas eder. Vesveseli insan, bu teması, mânâların sureti giymesiyle karıştırır. "Eyvah" der, "Kalbim ne kadar bozulmuş! Bu sefillik, nefsimin bu açgözlülüğü beni Allah'ın rahmetinden kovulmuşlardan edecek!" Şeytan onun bu damarından çok faydalanır. Bu yaranın merhemi şudur:

Dinle ey biçare! Nasıl ki, karnının içindeki pislik, senin namazın şartlarından ve adabından olan dış temizliğine tesir etmez ve onu bozmaz. Aynen öyle de, mukaddes mânâların pis suretlere komşuluğu onlara zarar vermez. Mesela, sen Allah'ın ayetlerini tefekkür ediyorsun. Birden bir rahatsızlık, bir iştah ya da ihtiyaç gidermek gibi zaruri bir hal şiddetle hislerine dokunuyor. elbette hayalin, bunun çaresine bakacak ve o ihtiyacını gidermek için lâzım olan şeyleri bulacak, onlara uygun süflî suretleri dokuyacak ve gelen mânâlar bu suretlerin ortasından geçecek. Bunda ne sakınca ne pislenmek ne zarar ne de tehlike vardır. Asıl tehlike, dikkatini buna yoğunlaştırmak, zarara düştüğünü zannetmektir.

Üçüncüsü
Varlıklar arasında bazı gizli münasebetler bulunur. Hatta hiç ummadığın şeyler arasında münasebet bağları vardır. Bunlar, ya hakikaten mevcuttur ya da hayalin, meşgul olduğu işe göre o bağları yapmış, o şeyleri birbirine bağlamıştır. Şu münasebet sırrıyle, bazen mukaddes bir şeyi görmek, pis bir şeyi hatıra getirir. Beyan ilminde ifade edildiği gibi, "Dış dünyada uzaklık sebebi olan zıtlık, hayalde yakınlık sebebidir." Yani, iki zıt şeyin suretlerinin bir araya gelmesine vasıta olan şey, hayalî bir münasebettir. Zıtların bu münasebetle hatıra gelmesine "tedâi-yi efkâr" (bir düşüncenin başka düşünceleri çağrıştırması) denir. Mesela, sen namazda, münâcât esnasında, Kâbe'nin karşısında, Cenâb-ı Hakk'ın huzurundayken, O'nun ayetlerini tefekkür ettiğin sırada, şu çağrışımlar tutup seni en uzak, rezil, boş ve faydasız düşüncelere sevk eder. Böyle düşünceler aklından gitmiyorsa sakın telâşlanma! Farkına vardığın anda dön, "Aman, ne kusur ettim!" deyip sebebini araştırarak üzerinde durmaki, o zayıf münasebet dikkatinle kuvvet kazanmasın. Zira sen üzüldükçe, önem verdikçe o zayıf, küçük hatırlayışların alışkanlığa döner, hayalî bir hastalık olur. Korkma, bu kalbî bir hastalık değildir. Şu tür hatırlayışlar çoğunlukla irade dışıdır. Bilhassa asabî ve hassas insanlarda daha çok görülür. Şeytan bu çeşit vesvesenin madenini çok işletir. Bu yaranın merhemi şudur:

Çağrışımlar çoğu kere irade dışıdır. Bunda insanın mesuliyeti yoktur. Hem çağrışımda zıt şeyler birbirine yakın olabilir, fakat temas edip karışmazlar. Onun için fikirlerin mahiyeti birbirine geçmez, zarar vermez. Nasıl ki, şeytan ile ilham meleğinin kalb taraflarında birbirine yakın olmaları ve günahkârlar ile hayırlı kimselerin aynı mekânda bulunmaları zararsızdır. Aynen öyle de, çağrışımların sevkiyle istemediğin pis hayaller gelip temiz fikirlerinin içine girse, kasten olmadıkça ve zarar ettiğin zannıyla onlarla fazla meşgul olmadığın sürece sana zarar vermezler. Bazen de kalb yorulur. Fikir, eğlenmek için rastgele bir şeyle meşgul olur. Şeytan fırsat bulup pis şeyleri önüne serper, sürer.

Dördüncüsü
Amelin en iyi şeklini aramaktan doğan vesvesedir. Takva zannıyla bu arayış arttıkça vesvese
şiddetlenir. Hatta bir dereceye varır ki, insan amelin daha makbulünü ararken harama düşür. Bazen bir sünneti araması, bir vacibi terk ettirir. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, onu tekrar eder. Bu hal sürdükçe de büyük ümitsizliğe düşer. Şeytan şu halinden faydalanarak insanı yaralar. Bu yaranın iki merhemi var:

Birinci Merhem: Bu gibi vesvese, Mutezile mezhebindekilerde olabilir. Çünkü onlar şöyle der: "İlahî emir ve yasaklara mevzu olan fiiller ve şeyler, ahiret itibarı ile ya kendi zâtında güzel ya da kendi zâtında çirkindir. Yani ya bizzat güzel olduğu için emredilmiş ya da bizzat çirkin olduğundan yasaklanmıştır. Demek, eşyada ahiret ve hakikat noktasından güzellik ve çirkinlik zâtidir (kendindendir), ilahî emir ve yasak ona tâbidir." Bu mezhebe göre, işlediği her amelde insana şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim, hakikatteki zâti güzelliğine uygun oldu mu?"

Hak mezhep olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat ise der ki: "Bir şey, Cenâb-ı Hak emrettiği için güzel; O yasakladığı için çirkin olur." Demek, güzellik emirle ve çirkinlik ise yasakla bir hakikat olarak ortaya çıkar. Güzellik ve çirkinlik, amelden sorumlu kulun bilmesine bakar ve ona göre yerleşir. Bunlar, görünüşte ve o amelin dünyaya bakan yüzünde değil, ahirete bakan yüzündedir. Mesela, namaz kıldın veya abdest aldın ama sen hiç farkında olmadan, aslında namazını veya abdestini bozacak bir sebep varmış. Şu halde senin namazın ve abdestin hem sahih hem güzeldir. Mutezile mezhebindekiler ise der ki: "O ibadet hakikatte fena ve kusurludur fakat kabul edilir. Çünkü bilmiyordun, özrün var." Öyleyse Ehl-i Sünnet mezhebince, görünüşte dinin kaidelerine uygun şekilde işlediğin amelin hakkında, "Acaba sahih oldu mu?" deyip vesvese yapma! Fakat "Kabul olmuş mudur? de, gururlanma, ameline güvenme!


İkinci Merhem: Dinde zorluk yoktur, ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ Madem dört mezhep haktır ve madem istiğfarı gerektiren "kusurlarını idrak etmek -böyle vesveseli kimse için- gurura sebep olan "amelini güzel görme" ye tercih edilir. Yani vesveseli insanın, amelini güzel görüp gurura girmektense onu kusurlu sayıp istğfar etmesi makbuldür. O halde, vesveseyi at! Şeytana de ki: "Şu hal bir zorluktur. Hakikatini bilmek güçtür, dendeki kolaylığa zıttır. ﺍَﻟﺪِّﻳﻦُ ﻳُﺴْﺮٌ ٭ ﻻَ ﺣَﺮَﺝَ ﻓِﻰ ﺍﻟﺪِّﻳﻦِ (Din kolaylıktır. - dinde zorluk yoktur.)
esasına ters düşer. Şu amelim elbette bir hak mezhebine uygun olur. Bu bana yeter. Hem en azından aczimi itiraf ederek, ibadeti lâyıkıyla yerine getiremediğimden, istiğfar ve yakarış ile Cenâb-ı Hakk'ın merhametine sığınıp kusurumun affedilmesi ve noksan amelimin kabulü için acizliğimin ve küçüklüğümün şuurunda olarak bir duaya vesiledir."


Beşincisi
İmana dair meselelerde şüphe suretinde gelen vesvesedir. Biçare vesveseli insan, bazen hayal etmekle düşünmeyi birbirine karıştırır. Yani, hayale gelen bir şüpheyi aklına girmiş zannedip inancının zarar gördüğünü düşünür. Bazen de kendi kurduğu bir şüpheyi, imana zarar veren bir şüphe zanneder. Hem bazen tasavvur ettiği bir şüpheyi, aklıyla tasdik ettiğini sanır. Yine bazen küfürle ilgili bir mesele hakkında düşünmeyi küfür sayar. Yani dalâletin sebeplerini anlamak için bir mesele üzerinde fikir yürütmeyi, onu araştırmayı ve tarafsızca değerlendirmeyi imana ters zanneder. İşte şeytanın telkinlerinin eseri olan şu zanlardan ürkerek, "Eyvah! Kalbim bozulmuş, inancım zayıflamış!" der. O haller çoğu kere irade dışı olduğundan ve insan onları kendi sınırlı iradesiyle düzeltemediğinden ümitsizliğe düşer. Bu yaranın merhemi şudur:

Küfrü hayal etmek küfür olmadığı gibi, onu vehmetmek de küfür değildir. Dalâleti tasavvur etmek dalâlet olmadığı gibi, onun hakkında düşünmek de dalâlet değildir. Çünkü hayal etmek, vehmetmek, tasavvur etmek ve düşünmek; akılla tasdikten, kalbin bir şeye teslim olmasından farklıdır, başkadır. Bunlar bir derece serbesttir, insanın cüzî iradesini pek dinlemez. Dinî sorumluluk altına çok girmez. Tasdik ve teslim ise öyle değildir, bir ölçüye tâbidir. Hem nasıl ki, bunlar tasdik ve teslim değildir; aynen öyle de, şüphe ve tereddüt de sayılmazlar. Fakat eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede akla ve kalbe yerleşirlerse, o vakit onlardan bir tür hakiki şüphe doğabilir. Hem tarafsızca değerlendirme veya insaf namına deyip diğer şıkkı lüzumlu göre göre öyle bir hale gelir ki, insan, iradesi dışında ondan taraf olur. Üzerine vacip olan "hakkın tarafında yer alma" esası kırılır. O da tehlikeye düşer. Zihnine, onu düşmanın veya şeytanın lüzumsuz bir vekili yapacak bir hal yerleşir.

Bu çeşit vesvesenin en mühimi şudur: Vesveseli adam, bir şeyin aslında mümkün olması ile onun zihinde mümkün görülmesini birbirine karıştırır. Yani bir şeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen de mümkün ve muhtemel zanneder. Halbuki kelâm ilminin kaidelerindendir ki: Zâtî imkân, kesin bilgiye aykırı değildir, zihnen zaruri olan bilgilere ters düşmez. Mesela, şu dakikada Karadeniz'in sularının çekilmesi, zâtında mümkündür ve zâtî imkân ile muhtemeldir. Halbuki güzümüzle görüyor gibi, o denizin yerinde olduğuna hükmediyoruz, bunu şüphesiz biliyoruz. O ihtimal ve zâtî imkan, bizde şüphe uyandırmıyor, kesin bilgimize zarar vermiyor. Mesela, güneşin bugün batmaması veya yarın doğmaması da zâtında mümkündür. Halbuki bu ihtimal, güneşin batıp doğacağına dair kesin bilgimize zarar vermez, şüphe düşürmez. İşte bunun gibi, zâtî imkân yönünden gelen vehimler, mesela iman hakikatlerinden olan, dünya hayatının sona ereceğine ve ahiret hayatının başlayacağına dair kesin inancımızı zayıflatmaz.

ﻻَ ﻋِﺒْﺮَﺓَ ِﻟْﻼِﺣْﺘِﻤَﺎﻝِ ﺍﻟْﻐَﻴْﺮِ ﺍﻟﻨَّﺎﺷِﺊِ ﻋَﻦْ ﺩَﻟِﻴﻞٍ
yani " Bir delilden kaynaklanmayan ihtimalin hiç kıymeti yoktur." diye ifade edilen meşhur hüküm, hem kelâm hem de fıkıh ilimlerinin yerleşmiş kaidelerindendir.

Eğer dersen ki, " Müminlere bu derece zarar ve sıkıntı veren vesvese hangi hikmetten dolayı bize belâ olmuştur?"

Cevap: Aşırıya varmamak ve üstün gelmemek şartıyla vesvesenin aslı, uyanıklığa ve araştırmaya sebeptir, ciddiyete vesiledir. Lâkaytlığı atar, gevşekliği yok deder. Onun için Hakîm-i Mutlak, şu imtihan dünyasında, şu müsabaka meydanında bize bir teşvik kamçısı olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş. Şeytan onu insanın başına vuruyor Şayet çok incitirse, Hakîm ve Rahîm Rabbimize şikâyet etmeli "Eûzü billahi mineşşeytanirracim" demeliyiz.

Kaynak: Kısmen kelimelerin tercüme edildiği Sözler kitabından alınmıştır.
 

Ahmet.1

Well-known member
Şu vesvese öyle bir şeydir ki, cehil onu davet eder, ilim onu tardeder. Tanımazsan gelir, tanısan gider. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Biliyor musun vesvesen neye benzer? Musibete benzer. Ehemmiyet verdikçe şişer. Ehemmiyet vermezsen söner. Sözler
 

Ahmet.1

Well-known member
Dinde zorluk, sıkıntı yoktur. (âyet ve hadîslerden iktibas dinî bir kàide.) Din kolaylıktır.
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
Senin ne bedeninde, ne zihninde hiçbir arıza yok. Seni yıldıran, karşılaştığın haller değil o haller hakkında düşündüklerindir. O haller başına gelmeden onların merakını çekmek akılsızlıktır.

Zübeyir Gündüzalp
 

Ahmet.1

Well-known member
Dinde harec yoktur. (Dinde zorluk, sıkıntı yoktur.)

Dördüncü Vecih:
Amelin en iyi suretini taharriden neş'et eden bir vesvesedir ki, takva zannıyla teşeddüd ettikçe hal ona şiddetlenir. Hattâ bir dereceye varır ki, o adam amelin daha evlâsını ararken, harama düşer. Bazan bir sünnetin araması, bir vâcibi terkettiriyor. "Acaba amelim sahih oldu mu?" der, iade eder. Bu hal devam eder. Gayet ye'se düşer. Şeytan şu halinden istifade eder, onu yaralar. Şu yaranın iki merhemi var:

Amel: İş, çalışma, görevi yerine getirme.
Suret: Biçim, görünüş, şekil, tarz *Dış görünüş. *Gidiş, yol.
Taharri: Arama, araştırma, inceleme.
Neşâ€™et: Meydana gelme, ortaya çıkma, var olma.
Vesvese: Şüphe kuruntu.
Takva: Bütün günahlardan ve her türlü yasaklardan kendini koruma.
Zannı: Zannetmesi, sanması.
Teşeddüd: Şiddetlenme, sertleşme, kuvvet ve dayanıklılık kazanma.
Evlâ: Daha iyi, çok iyi.
Haram: Yasak ve günah, Allah’ın(cc) açık ve kesin olarak yasakladıkları.
Sünnet: Peygamberimizin(asm) sözleri, hareketleri ve davranışlarıyla gösterdikleri.
Vâcib: Dindeki farz derecesine yakın farz ile sünnet arasındaki emirler.
Sahih: Doğru, tam, noksansız, şartlarına ve kurallarına uygun yapılmış.
İade: Geri verme.
Gayet: Çok, pek çok.
Ye's: Ümitsizlik.


Birinci merhem:
Bu gibi vesvese ehl-i İtizale lâyıktır. Çünki onlar derler: "Medar-ı teklif olan ef'al ve eşya, kendi zâtında, âhiret itibariyle ya hüsnü var; sonra o hüsne binaen emredilmiş veya kubhu var; sonra ona binaen nehyedilmiş. Demek eşyada, âhiret ve hakikat nokta-i nazarında olan hüsün ve kubh zâtîdir; emir ve nehy-i İlahî ona tâbi'dir." Bu mezhebe göre, insan her işlediği amelde şöyle bir vesvese gelir: "Acaba amelim nefs-ül emirdeki güzel surette yapılmış mıdır?" Amma mezheb-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat derler ki: Cenab-ı Hak bir şeye emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur. Demek emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder. Hüsün ve kubh mükellefin ıttılaına bakar ve ona göre takarrur eder. Şu hüsün ve kubh ise, surî ve dünyaya bakan yüzünde değil, belki âhirete bakan yüzdedir. Meselâ, sen namaz kıldın veya abdest aldın. Halbuki namazını ve abdestini fesada verecek bir sebeb, nefs-ül emirde varmış. Lâkin sen ona hiç muttali olmadın. Senin namazın ve abdestin hem sahihtir, hem hasendir. Mu'tezile der: "Hakikatte kabih ve fasiddir. Lâkin senden kabul edilir. Çünki cehlin var, bilmedin ve özrün var." Öyle ise Ehl-i Sünnet mezhebine göre, zahir-i şeriata muvafık olarak işlediğin ameline: "Acaba sahih olmuş mu?" deyip vesvese etme. Fakat, "Kabul olmuş mu?" de. Gururlanma, ucbe girme.
Ehl-i İtizal: Mutezile mezhebinden olanlar.
Lâyık: Yakışır ve yaraşır. Uygun.
Medar-ı teklif: Sorumluluk ve yükümlülük sebebi.
Ef'al: Fiiller, işler.
Zâtında: Aslında, kendisinde, özünde.
Âhiret: Ölümsüz olan öbür dünya, ölüm ve kıyamet ile gidilen ve Cennet-Cehennemin bulunduğu ebedi alem.
Hüsn: Güzellik.
Binaen: Dayanarak, dayalı olarak.
Kubh: Çirkinlik, kötülük.
Nehy: Menetme, yasak etme, yasaklama.
Hakikat: Gerçek.
Nokta-i Nazar: Bakış açısı.
Hüsün: Güzellik.
Kubh: Çirkinlik, kötülük.
Zâtî: Zata ait, zatla alakalı, kendisiyle ilgili.
Nehy-i İlahî: Allah’ın(cc) yasaklaması.
Tâbi': Bağlı, uyan, arkası sıra giden, izleyen.
Amel: İş, çalışma, görevi yerine getirme.
Vesvese: Şüphe kuruntu.
Nefs-ül Emir: Hakikatın kendisi, gerçeğin kendisi.
Mezheb-i hak: Hak mezheb, doğru mezheb.
Ehl-i Sünnet ve Cemaat: İnanç ve yaşayışın bütün yönleriyle Kur’an ve sünnet yolundan gidenler.
Hasen: Güzel.
Nehy: Menetme, yasak etme, yasaklama.
Kabih: Çirkin, kötü, fena.
Tahakkuk: Doğruluğu meydana çıkma, gerçekleşmek, gerçeklik kazanma, ortaya çıkma.
Hüsün: Güzellik.
Kubh: Çirkinlik, kötülük.
Mükellef: Vazifeli, görevli.
Ittıla: Haberli olma, haberi bulunma, bilgisi olma.
Takarrur: Kararlaşma, yerleşme, değişmeyecek şekilde kararlı duruma gelme.
Surî: Surete ait, görünüşle ilgili, görünüşdeki. Ciddi ve samimi olmayan.
Lâkin: Ancak, fakat, amma.
Muttali: Haberli, bilgili, bilgisi olan.
Sahih: Doğru, tam, noksansız.
Cehl: Cahillik, bilgisizlik.
Zahir-i Şeriat: İslam dininin, açık ve belli olan emir ve yasakları, İslam dininin dış görünüşü.
Muvafık: Uygun, yerinde.

İkinci merhem:
Dinde harec yoktur. (Dinde zorluk, sıkıntı yoktur.)

Madem dört mezheb haktır. Madem istiğfara müncer olan derk-i kusur ise, gurura müncer olan hüsn-ü amelin rü'yetine -böyle vesveseli adama- müreccahtır. Yani böyle vesveseli adam, amelini güzel görüp gurura düşmektense, amelini kusurlu görse, istiğfar etse, daha evlâdır. Madem böyledir, sen vesveseyi at. Şeytana de ki: Şu hal, bir harecdir. Hakikat-ı hale muttali olmak güçtür. Dindeki yüsre münafîdir.


Din kolaylıktır. Keşfü'l-Hafa, c1., s.414; Kenzü'l- Ummal, 3:33, 36,
47; Buhari, iman:29.

esasına muhaliftir. Elbette böyle amelim bir mezheb-i hakka muvafık gelir. O bana kâfidir. Hem lâakal ben aczimi itiraf ederek ibadeti lâyık-ı vechile eda edemediğimden istiğfar ve tazarru' ile merhamet-i İlahiyeye dehalet edip, kusurum affolunmak, kusurlu amelim kabul olunmak için mütezellilane bir niyaza vesiledir.

Harec: Zorluk, darlık, sıkıntı.
İstiğfar: Af dileme, Allah’tan(cc) bağışlanma isteme, tövbe etme.
Müncer: Sürüklenen, götüren, varan, son bulan, sonuçlanan.
Derk-i Kusur: Kusurunu anlamak.
Hüsn-ü amelin: İbadet ve iyi işlerin güzelliği.
Rü'yet: Görmek.
Müreccah: Üstün.
Hakikat-ı Hal: Durumun gerçek içyüzü, gerçek durum.
Yüsr: Kolaylık, rahatlık.
Münafî: Zıt, ters, aykırı.

Bediüzzaman Said Nursi - 21.Söz'den​
 

Ahmet.1

Well-known member
"Bir emareden gelmeyen bir ihtimal-i zâtî ise, bir imkân-ı zihnî olmaz ki, şübhe verip, ehemmiyeti olsun." 13. Lema'dan
 

Ahmet.1

Well-known member
Vesvese ve kalbin kabz - bast halleri hakkında bilgi verir misiniz?

Sorunuz iki, yönlüdür.

Birincisi: Vesveseyle ilgilidir.

Vesvesenin birinci şekli (birinci yara)
"Şeytan evvela şüpheyi kalbe atar. Eğer kalb kabul etmezse şüpheden şetme döner. Hayale karşı şetme benzer bazı pis hâtıraları ve münâfi-i edep çirkin halleri tasvir eder. Kalbe 'Eyvah!' dedirtir. Ye'se düşürtür. Vesveseli adam zanneder ki, kalbi Rabbine karşı sû-i edepte bulunuyor. Müthiş bir halecan ve heyecan hisseder. Bundan kurtulmak için huzurdan kaçar, gaflete dalmak ister."

"Şetim": Kaba söz, kötü düşünce, edebe aykırı hal, kalbi sıkan düşünceler, insanın kalbine yerleşmiş gibi sanılan imana aykırı hayali sözler, özellikle namaz kılarken aklın ve kalbin kabul etmediği çirkin hatıralar...

Vesvese bir şeytan işidir, şeytandan kaynaklanan bir musibettir. Şeytanın kalbi kurcalaması, karıştırmasıdır. Şeytanın tek hedefi kalbdir. Tek emeli, kalbi bozmak, onu işe yaramaz hale getirmektir.

Neden kalb şeytanın hedef tahtasıdır? Cevabı Kur'ân'-dan alalım:

"Bilin ki, Allah kişinin kalbine ondan daha yakındır."(1) "Kim Allah'a iman ederse, Allah onun kalbine hidayet verir."(2)
"Kalbler ancak Allah'ın zikriyle huzura kavuşur."(3) "İmanlarına iman katmak için mü'minlerin kalblerine sükûnet ve emniyet veren Odur."(4) "Allah size imanı sevdirdi, onu kalblerinize benimsetti."(5) "Mü'minler o kimselerdir ki, Allah'ın adı anıldığı zaman kalbleri titrer."(6)

Kalb hakkında yüzlerce âyetten sadece mealini verdiğimiz bu birkaç âyette kalbin şu özelliklerini öğreniyoruz:

1. Allah kalbe yakındır.
2. Allah kalbe hidayet verir.
3. Kalb Allah'ın zikriyle huzura kavuşur.
4. Allah kalbe sükûnet ve emniyet verir.
5. Allah imanı kalblere benimsetir.

Evet, kalb imanın merkezi, zikrin merkezi, hidayetin merkezi, sükûn ve huzurun merkezi ve bütün duygularımızın merkezidir. Şeytan ise mü'mindeki bütün bu güzelliklerin düşmanıdır. Mü'mini bunlardan mahrum kılmak için elinden gelen düzenbazlıkları, hileleri ve oyunları yapar. Bunun için bütün mesele kalbi şeytanın hilelerinden uzak tutmaktır. Yoksa kalb bir kere bozuldu mu, bütün beden ve duygular bozulur. Hadis-i şerifte ifade edildiği gibi, "Dikkat ediniz!
Bedende bir et parçası vardır; o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda da bütün beden bozulur."

Vesvese ilk defa şüphe şeklinde gelir. Şeytan önce şüpheyi kalbe atar. Ancak kalb hemen tepki gösterir, savunmaya geçer. Fakat savunmayı bırakır, kabul ederse, şeytan birinci atışta hedefe isabet ettirmiş demektir. Fakat kalb kabul etmezse, orada bir iz bırakır, sonunda bir pus, bir leke oluşturur. Bir süre sonra hayal aynasına bazı pis düşünceler yansır, edebe aykırı bazı çirkin görüntüler oluşur. Zaten bu görüntü ve leke kalbin hırçınlaşıp feryat etmesine, sıkılıp daralmasına kâfi gelmiştir. Sonunda "Eyvah!" diyerek ilk hastalık mikrobunu kapmış olur ve ümitsizliğe düşüverir.

Vesvese mikrobunu kapan insan, kalbinin Rabbine karşı edepsizlikte bulunduğunu sanır, telaşa kapılır, titrer ve birdenbire heyecan dalgası bedeninin her yanım sarar. Bütün duygular yaralanmıştır, kalb penceresi puslanmış görüntüler netliğini kaybetmiştir. İnsan bu halden kurtulmak için çırpınıp durur. Ancak kalbinin gerçek sesine, yani kalbe gelen melek ilhamına kulak vermediğinden bir an için kendini boşlukta hisseder ve neticede huzurdan kaçar, gaflete dalar.
Evet, artık iyice mikrop kalbi sarmıştır. Bu anda insan bîçaredir, çaresizdir. Kurtuluş yollarını, tedavi çarelerini arar. Bu yaranın merhemi ve ilacı nedir?

Ve tedavi yolu:

Birinci tedavi: Bu durumda en önemli mesele, heyecana yenilip telâşa kapılmamaktır. Böyle bir vesveseye kapılan insan telaşa düşmemeli, endişe etmemelidir. Telâş ve endişeye sebep olan şeyin gerçekte var olması gerekir. Oysa kalbe ve hatıra gelenler, birer hayal ürününden başka I birşey değildir. Hayalden geçen çirkin şeylerin bir değeri, bir önemi yoktur. Üstelik insana bir zarar da vermez.

Bunun için insanın küfre iten şeyleri hayal etmesi onu küfre götürmediği gibi, edebe aykırı birşeyi düşünmesi de E edepsizlik olmaz. Çünkü bir şeyin hayalden geçirilmesi bir l karar ve hüküm sayılmaz. Bundan dolayı insanı bağlamaz, iyiliğinin veya kötülüğünün delili sayılmaz, hakkında bir sonuca götürmez. Oysa edepsizlik, kötü söz ve çirkin bir kelimenin ifadesi bir hükümdür. Küfrü ve çirkin sözü hayalinden geçiren insan bunu söylemiş değildir ki mes'ul durumda kalsın.

İkinci tedavi: Kalbe gelen çirkin sözler, edebe aykırı haller kalbten gelmiyor, bunun için kalbe ait değildir. Çünkü bu sözlerden kalb rahatsızdır; sıkılıyor, daralıyor. Kalbin bir ürünü olmadığı için bir kuruntu ve evhamdan başka bir şey değildir. Kalbten kaynaklanmadığına göre, şeytandan kaynaklanıyor, belki kalbe yakın olan şeytanın lemmesinden geliyor.
Lemme-i şeytaniye hadiste şöyle ifade edilmektedir:

Hadisi Abdullah bin Mes'ud rivayet etmektedir. Resul-i Ekrem (a.s.m.) şöyle buyurmuşlardır:
"Âdemoğlunda bir şeytanın lemmesi vardır, bir de meleğin lemmesi vardır. Şeytanın lemmesi, şerre (küfür, günah ve zulme) teşvik etmek ve hakkı yalanlamaktır; meleğin lemmesi ise iyiliği ilham etmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim vicdanında hissederse Allah'tan olduğunu bilsin ve Allah'a hamdetsin. Öbürünü hisseden de şeytandan Allah'a sığınsın. Daha sonra Resulullah (a.s.m.) şu âyeti (meali) okudu: 'Şeytan sizi fakir düşmekle korkutur da, cimriliğe ve kötülüğe teşvik eder. Allah ise Kendi hazinesinden size mağfiret ve bolluk vaad ediyor..."(7)

Hadis-i şerifte geçen lemme, hadis âlimleri tarafından "şeytanın inmesi, yakınlığı, dokunması ve vesvesesi" olarak açıklanırken, meleğin lemmesi de "ilham" olarak izah edilmektedir.
Lemme, şeytan ve meleğin kalbteki üssü, merkezi, karargâhı ve santralıdır. Bunlar birbirlerine çok yakındır. Şeytan kendi karargâhından kalbe devamlı vesvese okları fırlatarak insanı küfre, isyana ve günaha çağırır, hakkı ve hakikati reddetmeye yöneltir; melek de şeytanın lemmesini bertaraf etmek için karşı atağa geçer, ilham vererek, onu hayra, güzelliklere, sevaba ve hakka çağırır.

İşte insanın kalbine gelen, hayal aynasına yansıyan bu çirkin sözler, şeytanın santralından gelmektedir.
Aynı kalbde şeytanın santralı ile meleğin santralının birbirine yakın olması, aynanın parlak yüzü ile mat yüzünün birarada bulunmasına benzer. Bir başka ifadeyle bir kütüphanede iyi kitapla kötü kitabın yanyana durması gibidir.
Bunun için melek ilhamı ile şeytan vesveseninin birbirine yakın olması insana bir zarar vermez.

Nasıl olursa, insan vesveseden zarar görür?
İnsan vesvesenin zarar vereceği vehmine kapılır, zarar verdiğini düşünürse zarar görür. Böylece kalbini sıkıntıya sokmuş, ıztıraba sürüklemiştir. Çünkü hayali hakikat sanmıştır. Bir şeytan işi olan vesveseyi kendi kalbine mal etmiştir. Şeytanın vesvesesini kalbinden gelen bir söz gibi kabullenmiştir. Yani vesvesenin zarar verdiği kanaatine varmış, zarar görmüştür. Tehlikeli sanmış, tehlikeye düşmüştür. Zaten şeytan da böyle bir şeyi istemektedir ve şeytanın dediği olmuştur.

Bundan kurtulmak için ne yapmalı? Hadiste de bildirildiği gibi, hemen şeytanın şerrinden Allah'a sığınmalıdır.

1 Enfal Sûresi, 24.
2 Teğâbün Sûresi, 11.
3 Ra'd Sûresi, 28.
4 Fetih Sûresi, 4.
5 Hucurât Sûresi. 7
6 Enfal Sûresi, 2.
7 Tirmizî, Tefsîrü'l-Kurân, hadis no: 2988



İkincisi: Kalbin bast ve kabz halleriyle ilgilidir.

Kabz ve bast halleri; lügat manası olarak ruhen sıkıntı, daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık manalarına gelmektedir. Bu halleri Bediüzzaman hazretleri Kastamonu Lahikasında şöyle açıklamaktadır : “sair teellümât-ı ruhaniye ise, sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünkü, emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle, havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast hâletleri celâl ve cemal tecellîsinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatçe medâr-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.”

Bu ifadeyi biraz açacak olursak, ruhi bazı sıkıntılarımız Cenab-ı Allah tarafından, bizi; sabra ve nefis ile mücahedeye alıştırmak için bize verilen Rabbani birer kamçıdır. Burada kamçı ifadesi üzerinde duracak olursak, nasıl ki, tembelleşen, hantallaşan bir mahluku harekete getirmek için kamçı kullanılır. Aynen öyle de, tembelleşen ve yeknesaklık içerinde bulunan bir insan da bu kabz ve bast halleriyle adeta mü’min kamçılanmakta, ve vazifesinde ciddiyete sevk edilmektedir.

Ancak bu noktada yukarıdaki ifade de geçen “emn ve ye’sin vartası” ifadesi de gözden kaçmamalıdır. Emn hali bast halinin neticesi olmamalıdır. Yani sıkıntı ardından gelen rahatlık, vazifede ki ciddiyete halel vermemelidir. Bununla beraber kabz halinin neticesinde mü’min ye’se düşmemelidir. Çünki istiklal şairimizin de ifade ettiği gibi “Ye’is mani-i her kêmaldir” Ümitsizlik ile her muvaffakiyetin önü kapanır.

Bu haletler Cenab-ı Hakkın Celal ve Cemal isimlerinin tecellisi iledir. Nasıl ki hastalık Cenab-ı Hakkın Şafi isminin tecellisi neticesi ise, sıkıntı haline Cenab-ı Hakkın el-Darr (celali isim) gibi isimlerinin, rahatlık ve genişlik hali de Cenab-ı Hakkın el-Vasi (cemali isim) gibi isimlerinin neticesidir.

Kaynak: Sorularla İslamiyet
 

Ahmet.1

Well-known member
ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.

Sabri kardeş! Sabırlı ol, ehemmiyetsiz ve zararsız olan vehmî ve asabî hastalığına ehemmiyet verme. Şifaya dua edilmekle beraber; zararsız, hatarsızdır. Çünki eğer hatarat, seyyie ise; nasılki âyinede temessül eden pislik, pis değil ve âyinedeki yılan sureti ısırmaz ve ateşin timsali yakmaz. Öyle de, kalbin ve hayalin âyinelerinde rızasız, ihtiyarsız gelen pis ve çirkin ve küfrî hatıralar zarar vermezler. Çünki İlm-i Usûl'de tasavvur-u küfür, küfür değil ve tahayyül-ü şetm, şetm olmaz.

Hasene ise nuranî olduğundan, tasavvur ve tahayyülü dahi hasenedir. Çünki âyinede nuranînin timsali ziya verir, hâsiyeti var; kesifin misali ölüdür, hayatsızdır, tesiri yoktur. Eğer sair teellümat-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. Çünki emn ü ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf u reca müvazenesinde, sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, celal ve cemal tecellisinden intibah ehline gelmesi; ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.


(Bediüzzaman Said Nursi | Kastamonu Lahikası)


Ehemmiyetsiz: Önemsiz.
Vehmî: Vehimle ilgili, asılsız ve gerçek dışı düşünceyle.
Asabî: Sinirli.
Hatar: Tehlike.
Hatarat: Hatıra gelen şeyler.
Seyyie: Günah, kötülük.
Âyine: Ayna.
Temessül: Yansıyarak görünür duruma gelme, yansıma.
Timsal: Numune, örnek, benzer, görüntü, resim.
Rıza: Memnunluk, hoşnut olma, kabul etme.
İhtiyarsız: İstemeyerek, elde olmadan.
Küfrî: Küfre ait, küfürle ilgili, inkarcılıkla ilgili.
İlm-i Usûl: Delillerden nasıl sonuç çıkarılacağını öğreten ilim.
Tasavvur-u küfür: İnkarcılığı düşünme, inkarcılığı tasarlama.
Tahayyül-ü şetm: Şetmin tahayyülü, çirkin ve kötü sözlerin hayale getirilmesi ve hayalde canlandırılması.
Şetm: Sövmek, küfretmek, yakışıksız çirkin söz.
Hasene: İyilik, Allah(cc) rızasına uygun iş.
Nuranî: Nurlu.
Tasavvur: Zihinde şekillendirme, tasarlama, düşünme, akılda canlandırma, düşünce, tasarı.
Tahayyül: Hayale getirmek, hayalde canlandırmak.
Ziya: Işık.
Hâsiyet: Özellik, te’sir, etkileyicilik, fayda ve kuvvet.
Kesif: Koyu, katı, yoğun.
Misal: Örnek.
Sair: Diğer, başka.
Teellümat-ı ruhaniye: Ruhla ilgili acılar duyma, ruhla alakalı acılar çekme.
Sabr: Sabır, tahammül etme, dayanma, göğüs germe, katlanma.
Mücahede: Din için çalışma ve uğraşma. Din uğrunda savaşma ve çarpışma. *Uğraşma. Çalışma. Çaba gösterme.
Rabbanî: Rabbe ait, her şeyin sahibi ve terbiyecisiyle ilgili.
Emn ü ye'sin: Güven ve ümitsizliğin.
Varta: Uçurum, kurtuluşun zor olduğu yer, tehlike.
Hikmet: Gözetilen fayda ve gaye.
Havf u reca: Korku ve ümit.
Müvazene: Ölçmek, tartmak.
Kabz-bast: Daralma ve genişleme, sıkıntı ve ferahlık.
Halet: Durum, hal.
Celal: Büyüklük, ululuk, haşmet.
Cemal: Güzellik.
Tecelli: Görünme, bilinme, kendini belli etme, kendini gösterme, kendini bildirme.
İntibah: Uyanıklık, uyanma. *Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek. *Sinirlerin uyanması. *Uzuvların harekete gelmesi.
Ehl: Halk, ilgililer, sahipler, oturanlar.
Ehl-i hakikat: Hakikat ehli, islamiyetin ve Kur’anın bildirdiği gerçekleri kabul edip yaşayanlar.
Medar-ı terakki: Terakki sebebi, ilerleme ve yükselme sebebi.
Düstur-u meşhur: Meşhur düstur, şöhret kazanmış kural, herkesçe duyulmuş ve bilinen kural.
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz!
İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhâssa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlub olur. Ancak onları mağlub edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.
{(Haşiye): O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ: Sen namazda, Kâ'be karşısında, huzur-u İlahîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Meselâ: Âyinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez.}
Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Nâs, 1-2-3-4-5-6. Ayet: De ki: "Cinlerden ve insanlardan; insanların kalplerine vesvese veren sinsi vesvesecinin kötülüğünden, insanların Rabbine, insanların Melik'ine, insanların İlâh'ına sığınırım."
 

Ahmet.1

Well-known member
O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünkü senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Mesela, sen namazda, Kâbe karşısında, huzur-u İlahîde, âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevk eder. Mesela, âyinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez. Mesnevi-î Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhassa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def’iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlup olur. Ancak onları mağlup edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet, arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terk eder, giderler. Mesnevi-î Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Nasıl ki senin namazın edeb-i nezihanesinin vesilesi olan zahirî taharete, batnının bâtınındaki necaset ona tesir etmez ve bozmaz. Öyle de maânî-i mukaddesenin suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez. Sözler
 
Üst