İ'lem Eyyühel-Aziz! (Ey saygıdeğer şerefli bil!)

Ahmet.1

Well-known member
Allah'a tevekkül edene Allah kâfidir. Allah, kâmil-i mutlak olduğundan lizâtihî mahbubdur. Allah mûcid, vâcib-ül vücud olduğundan kurbiyetinde vücud nurları, bu'diyetinde adem zulmetleri vardır. Allah melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur. Allah bâkidir, âlemin bekası ancak onun bekasıyladır. Allah mâliktir, sendeki mülkünü senin için saklamak üzere alıyor. Allah ganiyy-i mugnidir, her şeyin anahtarı ondadır. Bir insan Allah'a hâlis bir abd olursa, Allah'ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur.

Mesnevi-i Nuriye



Tevekkül: Allah'a (cc) güvenmek, Allah'a (cc) dayanmak, yapılması gerekenleri elinden geldiğince yapıp gerisini Allah'a (cc) bırakma.
Kâmil-i mutlak: Sınırsız ve sonsuz üstünlük ve kusursuzluk sahibi.
Lizâtihî: Bizzat, kendisi için, onun kendisi için.
Mahbub: Muhabbet edilen, sevilen, segili.
Vâcib-ül Vücud: Varlığı zorunlu olup olmaması imkansız olan Allah (cc).
Kurbiyet: Yakınlık.
Bu'diyet: Uzaklık.
Zulmet: Karanlık. *Sıkıntı.
Melce: Sığınılacak yer, sığınak, kurtulacak yer.
Mence: Kurtuluş yer.
Zînet: Süs, güzellik.
Bâki: Ebedî, sonsuz, ölümsüz olan.
Beka: Sonsuzluk, devamlılık.
Mâlik: Sahip. Mülk sahibi, mal sahibi.
Ganiyy-i mugni: Bütün zenginliklerin gerçek vericisi ve sonsuz zenginlik sahibi olan Allah (cc).
Abd: Kul.
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan seyyiatıyla, Allah'a zarar vermiş olmuyor. Ancak nefsine zarar eder. Meselâ: Hariçte, vaki'de ve hakikatte Allah'ın şeriki yoktur ki, onun hizbine girmekle Cenab-ı Hakk'ın mülküne ve âsârına müdahale edebilsin. Ancak, şeriki zihninde düşünür, boş kafasında yerleştirir. Çünki hariçte şerikin yeri yoktur. O halde o kafasız, kendi eliyle kendi evini yıkıyor.

Mesnevi-i Nuriye​

Seyyiat: Günahlar, kötülükler, suçlar.
Şerik: Ortak.
Âsâr: Eserler, işaretler.
 

Ahmet.1

Well-known member
Cenab-ı Hakk'a malûm ve maruf ünvanıyla bakacak olursan, meçhul ve menkûr olur. Çünki bu malûmiyet, örfî bir ülfet, taklidî bir sema'dır. Hakikatı i'lam edecek bir ifade de değildir. Maahâza, o ünvan ile fehme gelen mana, sıfât-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak Zât-ı Akdes'i mülahaza için bir nevi ünvandır. Amma Cenab-ı Hakk'a mevcud-u meçhul ünvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebarüz eder. Ve kâinatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o ünvandan tulû' etmesi ağır gelmez.
Mesnevi-i Nuriye

Maruf: Bilinen, tanınan, meşhur.
Malûmiyet: Bilinirlik, belli olmaklık.
Ülfet: Alışma, alışkanlık.
İ'lam: Bildirme, anlatma.
Maahâza: Bununla beraber.
Sıfât-ı mutlaka: Sınırsız ve sonsuz sıfatlar (nitelikler).
İlka: Koyma, bırakma, atma.
Zât-ı Akdes: Hiçbir kusuru ve noksanı bulunmayan en kutsal zat (Allah (cc)).
Mülahaza: Düşünme, düşünce.
Mevcud-u meçhul: Bilinmeyen ve belli olmayan varlık, bilinmez varlık.
Marufiyet: Bilinirlik, tanınırlık.
Tebarüz: Belli olma, belirme.
Tecelli: Görünme, bilinme, kendini belli etme.
Sıfat-ı mutlaka-i muhita: Herşeyi kuşatan sınırsız ve sonsuz sıfatlar.
Mevsuf: Vasıflanan, vasıflanmış, nitelenmiş.
Tulû': Doğma, doğuş, ortaya çıkma.
 

Ahmet.1

Well-known member
...

Esma-i hüsnanın her birisi, ötekileri icmalen tazammun eder. (Ziyanın elvan-ı seb'ayı tazammun ettiği gibi). Ve keza her birisi ötekilere delil olduğu gibi, onların her birisine de netice olur. Demek esma-i hüsna mir'at ve âyine gibi birbirini gösteriyor. Binaenaleyh neticeleri beraber mevsul kıyaslar gibi veya delilleri beraber neticeler gibi okuması mümkündür.
Said Nursi

Esma-i hüsna: En güzel isimler.
İcmalen: Kısaca, özet olarak.
Tazammun: İçine almak.
Ziya: Işık.
Elvan-ı seb'a: Yedi renk.
Keza: Böylece, bunun gibi.
Mir'at: Ayna.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
 

Ahmet.1

Well-known member
...

Azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daimî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür. Lem'alar
 

Ahmet.1

Well-known member
Bu kadar elîm firak ve ayrılıklara maruz kalmakla çektiğin elemlerin sebebi ve kabahati sendedir. Çünki o muhabbetleri gayr yerinde sarfediyorsun. Eğer o muhabbetleri cem' edip Vâhid-i Ehad'e tevcih ve Onun hesabıyla, izniyle sarfedersen, bütün mahbubların ile beraber bir anda birleşip sevinçlere, memnuniyetlere mazhar olacaksın.

Evet bir sultana intisab eden bir adam, o sultanın, her şeyle alâkadar, her mekânda herkesle muhaberesi, alâkası zımnında, o adam da bir cihette, bir derece alâkadar olabilir.

Mesnevi-i Nuriye

Elîm: Acı veren.
Firak: Ayrılık, ayrılma.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Vâhid-i Ehad: Bir olan ve birliği herbir şeyde tecelli eden Allah(cc).
Mahbub: Muhabbet edilen, sevilen, sevgili.
İntisab: Bağlılık.
Alâkadar: Alakalı, ilgili.
 

Ahmet.1

Well-known member
Sen şecere-i hilkatin ya bir semeresi veya bir çekirdeğisin. Cismin itibariyle küçük, âciz, zaîf bir cüzsün. Lâkin Sâni'-i Hakîm lütfuyla, latif san'atıyla seni cüzlükten küllüğe çıkartmıştır.

Evet cismine verilen hayat sayesinde, geniş duyguların ile âlem-i şehadet üzerinde cevelan etmekle filcümle cüz'iyet kaydından kurtulmuşsun. Ve keza insaniyet i'tasıyla bilkuvve "küll" hükmündesin. Ve keza iman ve İslâmiyet ihsanıyla bilkuvve "küllî" olmuşsun. Ve keza marifet ve muhabbetin in'amıyla muhit bir nur olmuşsun.

Binaenaleyh dünyaya ve cismanî lezaize meyledersen, âciz, zelil bir cüz'î olursun. Eğer cihazatını insaniyet-i kübra denilen İslâmiyet hesabına sarfedersen, bir küllî ve bir küll olursun.

Mesnevi-i Nuriye


Şecere-i hilkat: Hilkat şeceresi, yaratılış ağacı.
Semere: Meyve, netice, sonuç.
Cüz: Kısım, parça.
Sâni'-i Hakîm: Hiçbir şeyi gayesiz ve faydasız bırakmayıp herşeyde sayısız gayeler ve faydalar gözeten sanatkar yaratıcı.
Küll: Bütün.
Âlem-i şehadet: Beş duyu organımızla açılabildiğimiz dünya.
Cevelan: Dolaşma.
Filcümle: Genellikle, bir hayli, çoğunlukla, oldukça.
Cüz'iyet: Azlık, sınırlılık, teklik, küçüklük.
Keza: Böylece, bunun gibi, bu dahi öyle.
Küllî: Kapsamlı, genel.
İn'am: Nimetlendirme.
Muhit: İhata eden, kuşatan, çevreleyen.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Cismanî: Cisimle ilgili, cisim halinde.
Lezaiz: Lezzetler, zevk veren şeyler.
İnsaniyet-i kübra: Büyük insanlık.
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhâssa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlub olur. Ancak onları mağlub edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.

{(Haşiye): O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ: Sen namazda, Kâ'be karşısında, huzur-u İlahîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Meselâ: Âyinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez.}

Mesnevi-i Nuriye

Kalben: Kalbten, yürekten, içten, gönülden
Fikren: Fikir olarak, düşünce olarak
Hakaik-i İlahiye: ilahi hakikatlar, Allah(cc) ile ilgili gerçekler (bilgiler).
Bilhâssa: Özellikle.
Esnasında: Zamanında.
Vesvese: Şüphe, kuruntu.
Hevaî: Gelip geçici boş isteklerle ilgili.
Vehmî: Vehimle ilgili, asılsız ve gerçek dışı düşünceyle.
Def': Engel olma, giderme.
Mağlub: Yenilmiş.
Mazarratı: Zararları.
Menzil: Yer
Sema: Gök, gökyüzü
Haşiye: Sayfanın kenarına veya altına yazılan ek açıklama.
Müteessir: Etkilenen, etkilenmiş, üzüntülü, üzgün.
Müteessif: Üzülen, kederlenen.
Lümme-i şeytanî: Şeytanın verdiği kuruntu.
Ayât: Ayetler
Tefekkür: Düşünmek, düşünceyi hareketlendirmek, düşünceyi çalıştırmak.
Tedai-i efkâr: Bir düşüncenin başka bir düşünceyi hatıra getirmesi, düşüncelerin birbirini hatırlatması.
Malayaniyat-ı rezile: Rezil utanç verici yersiz düşünce ve sözler.
Sevk: Gönderme, yollama.
Âyine: Ayna
Timsal: Görüntü, suret.
Misal: Örnek
Necaset: Pislik.
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
artık sen bilirsin!...

Ey nefs-i emmare, kat'iyyen bil ki, senin hususî ama pek geniş bir dünyan vardır ki; âmâl, ümid, taallukat, ihtiyacat üzerine bina edilmiştir. En büyük temel taşı ve tek direği, senin vücudun ve senin hayatındır. Halbuki o direk kurtludur. O temel taşı da çürüktür. Hülâsa, esastan fasid ve zayıftır. Daima harab olmağa hazırdır.
nefs-i emmare: Kötü istek ve düşünceleri uyandırıp yapmaya kuvvetli şekilde zorlayan -nefis.
Kat'iyyen: Kesinlikle.
Hususî: Özel.
Âmâl: Emeller, istekler.
Taallukat: Alakalıklar, alakalanmalar, ilgilenmeler.
Hülâsa: Özet.
Esas: Temel, kök.
Fasid: Bozuk.


Evet bu cisim ebedî değil, demirden değil, taştan değil.. ancak et ve kemikten ibaret bir şeydir. Âni olarak senin başına yıkılıyor, altında kalıyorsun. Bak zaman-ı mazi senin gibi geçmiş olanlara geniş bir kabir olduğu gibi, istikbal zamanı da geniş bir mezaristan olacaktır. Bugün sen iki kabrin arasındasın; artık sen bilirsin!...
Ebedî: Sonsuz.
ibaret: Meydana gelmiş.
Zaman-ı mazi: Geçmiş zaman.
İstikbal: Gelecek zaman.
Mezaristan: Mezarlık.

Mesnevi-i Nuriye​
 

Ahmet.1

Well-known member
..

Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan, ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlik-ül Mülk'e aittir. Binaenaleyh kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilirsin. Kıl kadar bir şuur ile, büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksızın, O'nun mülküne el uzatma. Binaenaleyh gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa istediğin şeyi al ve yap. Fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşietini de şeriatından öğrenirsin.
Mesnevi-i Nuriye


Yed-i ihtiyar: İhtiyarın eli, serbest hareket edebilme ve dilediğini yapabilme gücü.
Mâlik-ül Mülk: Mülkün sahibi, kainatın ve içindekilerin gerçek sahibi.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
Meşiet: İsteme, dileme, istediğini yapma.
Şeriat: Allah'ın (cc) kanunları.
 

Ahmet.1

Well-known member
Acz, nidanın madenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.
Feyâ Rabbî, yâ Hâlıkî, yâ Mâlikî! Seni çağırmakta hüccetim hacetimdir. Sana yaptığım dualarda uddetim fâkatimdir. Vesilem fıkdan-ı hile ve fakrımdır. Hazinem aczimdir. Re's-ül malım, emellerimdir. Şefiim, Habibin (Aleyhissalâtü Vesselâm) ve rahmetindir. Afveyle, mağfiret eyle ve merhamet eyle yâ Allah yâ Rahman yâ Rahîm! Âmîn!

Mesnevi-i Nuriye



Acz: Güçsüzlük, kuvvetsizlik.
Nida: Seslenme, çağırma, haykırma.
Menbaı: Kaynağı.
Feyâ Rabbî: Ey rabbim.
Hâlıkî: Yaratıcım, yaradanım.
Mâlikî: Sahibim, malikim.
Hüccet: Delil, ispatlaycı söz.
Hacet: İhtiyaç.
Uddet: Hazırlık.
Fâkat: Yokluk, ihtiyaç, yoksulluk.
Fıkdan-ı hile: Hilenin yokluğu, hilesizlik.
Fakr: Fakirlik, sayısız ihtiyaçlarını elde edecek imkanı ve gücü olmayan.
Re's-ül mal: Sermaye, ana para.
Şefiim: Şefaatçim, af vesilem.
Habib: Sevgili, sevilen, dost.
Aleyhissalâtü Vesselâm: Salât ve selâm O'nun üzerine olsun.
Rahmet: Merhamet, acıma, şefkat etme.
Mağfiret: Allah'ın (cc) affetmesi.
Rahman: Saysz nimetlerin sahibi ve bütün varlklarn her türlü ihtiyaçlarnn karlaycs olan Allah(cc).
Rahîm: Çok merhametli, çok acıyan, çok şefkatli.
 

Ahmet.1

Well-known member
Eyyühen-nefs!(Ey nefis)
Sen her bir eserde müessirin azametini görmek istiyorsun; fakat, haricî olan manaları zihnî manalarda arıyorsun. Esma-i hüsnanın her birisinde bütün esmanın şuaatını görmek istiyorsun. Her bir latifenin zevkiyle bütün letaifin zevklerini zevketmek istiyorsun. Her bir hisse tâbi olan işleri ve hacetleri îfa ederken, bütün hislerinin işlerini beraber görmek istiyorsun. Bundan dolayı evhama maruz kalıyorsun.


Said Nursi


Müessir: Tesir eden, etkileyen, tesir edici, etki edici.
Azamet: Büyüklük.
Zihnî: Zihinle ilgili, zihne ait.
Mana: Anlam.
Esma-i Hüsna: En güzel isimler.
Esma: İsimler.
Şuaat: Işıklar, parıltılar, nurlar.
Latife: Manevi ince duygu ve yetenek. *Mizah.
Letaif: Latif duygular, ince ve nazik duygular.
Hacet: İhtiyaç.
Îfa: Yapma, yerine getirme.
Evham: Kuruntular, vehimler, olmayanı var zannetme.
Maruz: Uğrayan, uğrar durumda, uğramış, hedef.
 

Ahmet.1

Well-known member
Arkadaş! Nefis, tenbellik saikasıyla vazife-i ubudiyetini terk ettiğinden tesettür etmek istiyor. Yani, onu görecek bir rakibin gözü altında bulunmasını istemiyor. Bunun için bir Hâlıkın, bir Mâlikin bulunmamasını temenni eder. Sonra mülahaza eder. Sonra tasavvur eder. Nihayet, ademini, yok olduğunu itikad etmekle dinden çıkar. Halbuki, kazandığı o hürriyetler, adem-i mes'uliyetler altında ne gibi zehirler, yılanlar, elîm elemler bulunduğunu bilmiş olsa derhal tövbe ile vazifesine avdet eder.
Mesnevi-i Nuriye



Saika: Sürükleyici sebep, sevkeden sebep.
Vazife-i ubudiyet: Allah'a(cc) kulluk görevi.
Hâlık: Yoktan en güzel şekilde yaratan Allah(cc).
Mâlik: Sahip.
Mülahaza: Düşünme, düşünce.
Tasavvur: Akılda canlandırma, tasarlama, düşünme, zihinde şekillendirme.
Adem: Yokluk, hiçlik.
İtikad: İnanmak.
Adem-i mes'uliyet: Mesuliyetsizlik, sorumsuzluk, sorumlu olmama.
Elîm: Acı veren.
Elem: Acı, dert, kaygı.
Avdet: Dönüş, geri gelme, dönme.
 

Ahmet.1

Well-known member
İnsanı hayvandan ayıran şeylerden:

Biri,
Mazi ve müstakbel ile alâkadar olmasıdır. Hayvan bu iki zamanı bihakkın düşünecek bir idrake mâlik değildir.

İkincisi,
Gerek enfüsî, gerek âfâkî, yani dâhilî ve haricî şeylere taalluk eden idraki, küllî ve umumîdir.

Üçüncüsü,
İnşaata lâzım olan mukaddemeleri keşf ve tertib etmektir. Meselâ: Bir evin yapılması için lâzım olan taş, ağaç, çimento misillü lüzumlu mukaddemeleri ihzar ve tertib etmek gibi.

Binaenaleyh insanın en evvel ve en büyük vazifesi, tesbih ve tahmiddir. Evvelâ mazi, hal ve istikbal zamanlarında görmüş veya görecek nimetler lisanıyla, sonra nefsinde veya haricinde görmekte olduğu in'amlar lisanıyla, sonra mahlukatın yapmakta oldukları tesbihatı şehadet ve müşahede lisanıyla Sâni'i hamd ü sena etmektir.


Mesnevi-i Nuriye / Onuncu Risale


Mazi: Geçmiş, geçmiş zaman.
Müstakbel: Gelecek, gelecek zaman.
Alâkadar: Alakalı, ilgili.
Bihakkın: Hakkıyla.
İdrake: Anlayışa.
Mâlik: Sahip. Mülk sahibi, mal sahibi.
Enfüsî: İnsanın manevi yapısıyla ilgili, insanın manevi donanımlarıyla ilgili.
Âfâkî: Dıştaki varlıklarla ilgili, kainat ve içindekilerle ilgili.
Dâhilî: İçe ait, içle ilgili.
Haricî: Harice ait, dışla ilgili, yaratılmış olmakla ilgili.
Taalluk: Alakalı olma, ilgili olma, alakalanma, ilgilenme.
İdraki: Anlayışı.
Küllî: Kapsamlı genel, bütünün özelliğini taşıyan parçalardan meydana gelen.
Umumî: Umumla alakalı, herkesle ilgili, genel.
İnşaat: İnşa etme, yapma.
Mukaddeme: Başlangıç, giriş, önsöz.
Keşf: Açmak, ortaya çıkarmak, gizli gerçekleri açığa çıkarma, bilinmeyeni bulma.
Tertib: Düzenleme, sıralama, dizme, düzene koyma.
Misillü: Gibi, benzeri.
İhzar: Hazırlama, hazır etme, huzura(yanına) getirme.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Evvel: ilk.
Tesbih: Allah`ın zâtında, sıfatında ve fiillerinde bütün noksanlardan uzak olduğunu ifâde etmek.
Tahmid: Allah`a hamd etme, övme. ‘Elhamdülillah’ demek, şükretmek.
Evvelâ: İlk önce, birinci olarak.
İstikbal: Gelecek, gelecek zaman. *Karşılama.
Nimet: İyilik, ihsan, lütuf. *Rızık, yiyecek.
Nefs: (Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi. * Göz. * Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri. * Ruh, hayat, asıl. * Maya. * Hamiyet.(Evet, nefsini beğenen ve nefsine itimad eden bedbahttır. Nefsinin ayıbını gören, bahtiyardır. M.)
İn'am: Nimetlendirme.
Mahlukat: Mahluklar, yaratılmış varlıklar.
Şehadet: Şahitlik, tanıklık. *Şehitlik.
Müşahede: Görme, seyretme, gözle görme.
Sâni'i: Sanatkar yaratıcıyı.
Hamd ü sena: Hamd ve sena eden, şükretme ve övme.
 

Ahmet.1

Well-known member
Ey dünyaperest insan! Çok geniş tasavvur ettiğin senin dünyan, dar bir kabir hükmündedir. Fakat, o dar kabir gibi menzilin duvarları şişeden olduğu için birbiri içinde in'ikas edip göz görünceye kadar genişliyor. Kabir gibi dar iken, bir şehir kadar geniş görünür. Çünki o dünyanın sağ duvarı olan geçmiş zaman ve sol duvarı olan gelecek zaman, ikisi madum ve gayr-ı mevcud oldukları halde, birbiri içinde in'ikas edip gayet kısa ve dar olan hazır zamanın kanatlarını açarlar. Hakikat hayale karışır, madum bir dünyayı mevcud zannedersin. Nasıl bir hat, sür'at-i hareketle bir satıh gibi geniş görünürken, hakikat-ı vücudu ince bir hat olduğu gibi; senin de dünyan hakikatça dar, fakat senin gaflet ve vehm ü hayalinle duvarları çok genişlemiş. O dar dünyada, bir musibetin tahrikiyle kımıldansan, başını çok uzak zannettiğin duvara çarparsın. Başındaki hayali uçurur, uykunu kaçırır. O vakit görürsün ki: O geniş dünyan; kabirden daha dar, köprüden daha müsaadesiz. Senin zamanın ve ömrün, berkten daha çabuk geçer; hayatın, çaydan daha sür'atli akar.
Dünyaperest: Dünyaya taparcasına önem verip ahireti düşünmeyen.
Tasavvur: Zihinde şekillendirme, tasarlama, düşünme, akılda canlandırma.
Kabir: Mezar.
Menzil: Yer.
İn'ikas: Aksetme, yansıma.
Madum: Yok olan, yok.
Gayr-ı mevcud: Mevcud olmayan, varolmayan, yok.
Hakikat: Gerçek.
Mevcud: Var olan, varlık.
Sür'at-i hareket: Hareket hızı.
Hakikat-ı vücud: Varlık gerçeği.
Gaflet: Düşüncesizlik ve ihmal sebebiyle, içinde bulunduğu gerçeklerden habersiz olma.
Vehm ü hayal: Kuruntu ve hayal.
Musibet: Afet, bela, felaket.
Tahrik: Hareket ettirme, hareketlendirme. *Kışkırtma.
Berk: Şimşek, yıldırım.


Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden "Lâ İlahe İllallah" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir.
Cismanî: Cisimle ilgili, cisim halinde.
Hayvaniyet: Hayvanlık.
Cismaniyet: Cisim halinde bulunma, maddi varlık.
Derece-i hayat: Hayat derecesi.
Tevehhüm: Evhamlanma, kuruntuya kapılma, asılsız ve gerçek dışı düşüncelere kapılma, sanma.
Daire-i hayat: Hayat dairesi, yaşama alanı.
Âlem-i nur: Nur âlemi.
Marifetullah: Allah'ı(cc) isim ve sıfatlarıyla bilme ve tanıma.
Vahdaniyet: Birlik, Allah'ın(cc) birliği.
Kelime-i kudsiye: Kudsi kelime, kutsal ve mübarek söz.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Mesnevi-i Nuriye Hakkında

Risale-i Nur Külliyatı'ndan "El-Mesneviyy-ül Arabî" ile muanven büyük Üstad'ın cihanbaha pek kıymetdar şu eserini de Allah'ın avn ü inayetiyle Arabîden Türkçeye çevirmeye muvaffak olmakla kendimi bahtiyar addediyorum. Yalnız, aslındaki ulviyet, kuvvet ve cezaleti tercümede muhafaza edemedim. Evet o cevher-baha hakikatlara zarf olacak ne bir harf ve ne bir lafız bulamadım. Tercüme lisanı da, fikrim gibi nâkıs ve kàsır olduğundan, o azîm imanî ve cesîm Kur'anî hakikatlere ancak böyle dar ve kısa bir kisveyi tedarik edebildim. Ne hakkın ve ne hakikatın hatırı kalmış. Fabrika-i dimağiyemin bozukluğundan bu kadarını da müellif-i muhterem Bedîüzzaman'ın manevî yardımları ile dokuyabildim.

Evet bir tavuk kendi uçuşuyla, şahinin veya kartalın uçuşlarını taklid ve tercüme edemez. Bu, hakikaten aslına uygun ve lâyık bir tercüme değildir. (Pek kısa bir meal, bazan da tayyedilmiş, tercüme edememiş.) Çok yerlerde yalnız mealini aldım. Bazı yerlerde de tayyettim. Ancak aslındaki hakaikı, evlâd-ı vatana gösteren küçük bir âyinedir...


Risale-i Nur müellifinin neseben küçük
kardeşi ve onbeş sene ondan ders alan
ABDÜLMECİD NURSÎ


Külliyat: Bütünün hepsi. *Bir yazarın bütün eserlerine verilen isim.
Muanven: Ünvanlı, isimli, adlı.
Cihanbaha: Dünya kadar değerli, cihan pahasında.
Kıymetdar: Kıymetli, değerli.
Avn: Yardım, imdat.
İnayet: İyilik, yardım, lütuf.
Muvaffak: Başarılı, başarmış.
Ulviyet: Ulvilik, yücelik, yükseklik.
Cezalet: Kelimelerin konuya, gayeye ve birbirlerine uygunluk içinde dizilişleri.
Cevher-baha: Mücevher gibi değerli.
Lafız: Söz, ağızdan çıkan söz veya kelime.
Nâkıs: Noksan, eksik.
Kàsır: Kısa, eksik. *Kusurlu.
Azîm: Büyük, yüce.
İmanî: İmana ait, inançla ilgili.
Cesim: Ehemmiyetli. Büyük.
Kur'anî: Kur'ana ait, Kur'anla ilgili.
Kisve: Kılık, kıyafet, elbise.
Hakikat: Gerçek.
Fabrika-i dimağiye: Dimağ fabrikası, beyin fabrikası.
Müellif-i muhterem: Saygı değer yazar, hürmet gösterilen yazar.
Tayyedilmiş: Kaldırılmış, geçilmiş, atlanılmış.
Evlâd-ı vatan: Vatan evladı, vatan çocukları.
Neseben: Soyca, sülalece, soy bakımından.
 

Ahmet.1

Well-known member
Cenab-ı Hakk'ın atâ, kaza ve kader namında üç kanunu vardır. Atâ, kaza kanununu, kaza da kaderi bozar.

Meselâ: Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kaza demektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir. Evet yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif:

"Yâ İlahî! Hasenatım senin atâ'ndandır. Seyyiatım da senin kaza'ndandır. Eğer atâ'n olmasa idi, helâk olurdum." der.

Said Nursi




Cenab-ı Hakk: Allah(cc).
Namında: Adında.
İnfaz: Yerine getirme, uygulama.
İbtal: İptal.
Kat'iyyet: Kesinlik.
Nisbet: Bağlantı, ilişki, ilgi. * Karşılaştırma.
Şümul: Kapsama, kaplama, içine alma.
İhrac: Çıkarmak, dışarı atmak.
Külliyet: Bütünlük, genellik.
Hakikat: Gerçek.
Vâkıf: Bilen, bilgi sahibi, haberli.
Ârif: Gerçekleri iç yüzüyle bilen.
İlahî: Allah’a(cc) ait, Allah’la ilgili.
Hasenat: İyilikler, sevaplar.
Seyyiat: Günahlar, kötülükler, suçlar.
Helâk: Ölme, bitme, mahvolma.
 

Ahmet.1

Well-known member

İnsan kalben ve fikren hakaik-i İlahiyeye bakıp düşündüğü zaman, bilhâssa namaz ve ibadet esnasında, gerek şeytan tarafından, gerek nefsi tarafından pek fena, pis ve çirkin vesveseler, hatıralar, sinekler gibi kalbe, akla hücum ederler. Bu gibi hevaî, vehmî ve çirkin şeylerin def'iyle uğraşan adam, o vesveselere mağlub olur. Ancak onları mağlub edip kaçırmak çaresi, müdafaayı terk edip onlar ile uğraşmamaktır. Evet arılar ile uğraşıldıkça onlar hücumlarını arttırırlar. Onlara karışılmadığı takdirde, insanı terkeder, giderler. Hem de o gibi vesveselerin, ne hakaik-i İlahiyeye ve ne de senin kalbine bir mazarratı yoktur. Evet pis bir menzilin deliklerinden semanın güneş ve yıldızlarına, cennetin gül ve çiçeklerine bakılırsa, o deliklerdeki pislik ne bakana ve ne de bakılana bulaşmaz. Ve fena bir tesir etmez.
{(Haşiye): O çirkin sözler senin kalbinin sözleri değil. Çünki senin kalbin ondan müteessir ve müteessiftir. Belki kalbe yakın olan lümme-i şeytanîden geliyor. Meselâ: Sen namazda, Kâ'be karşısında, huzur-u İlahîde âyâtı tefekkürde olduğun bir halde, şu tedai-i efkâr seni tutup en uzak malayaniyat-ı rezileye sevkeder. Meselâ: Âyinenin içindeki yılanın timsali ısırmaz. Ateşin misali yakmaz. Ve necasetin görünmesi âyineyi telvis etmez.}
Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
İ'lem Eyyühel-Aziz! (Ey aziz bil!)
Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.

Âlem-i âhiret: Ahiret alemi, öbür dünya.
Cihet: Yön, taraf.
İltihak: Katılma.
İştiyak: Şiddetli arzu ve istek.
Kazurat: Pislikler.
İstikzar: Çirkin, pis ve kötü görmek.


Eğer İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî bugün Hindistan'da hayattadır diye ziyaretine bir davet vuku' bulsa, bütün zahmetlere ve tehlikelere katlanarak ziyaretine gideceğim. Binaenaleyh İncil'de "Ahmed", Tevrat'ta "Ahyed" Kur'anda "Muhammed" ismiyle müsemma, iki cihanın güneşi, kabrin arka tarafında milyonlarca Farukî Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. Onların ziyaretlerine gitmek için niye acele etmiyoruz? Geri kalmak hatadır.
İmam-ı Rabbanî: Ahmed-i Farukî, 11. asrın müceddidi.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
İncil: Hazret-i İsa'ya (a.s.) gönderilmiş olan İlâhî kitab, Hıristiyanların mukaddes kitabı olup, dört büyük kitaptan birisidir.
Tevrat: Hz. Musâ'ya (a.s.) indirilmiş olan İlâhî kitap.
Müsemma: İsimlendirilen.
Cihan: Dünya, âlem, kâinat.
Muhat: Etrafı çevrilmiş, çevresi kuşatılmış.


Şu esasata dikkat lâzımdır:
1- Allah'a abd olana her şey müsahhardır. Olmayana her şey düşmandır.
2- Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki, rahat edesin.
3- Mülk Allah'ındır. Sende emaneten duruyor. O emaneti ibka edip senin için muhafaza edecek. Sende kalırsa, meccanen zâil olur gider.
4- Devam olmayan bir şeyde lezzet yoktur. Sen zâilsin. Dünya da zâildir. Halkın dünyası da zâildir. Kâinatın şu şekl-i hazırı da zâildir. Bunlar sâniye ve dakika ve saat ve gün gibi birbirini takiben zevale gidiyorlar.
5- Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.


Esasat: Esaslar, temeller.
Abd: Kul.
Müsahhar: Teshir olunmuş, elde edilmiş, ele geçirilmiş. *Tutkun, itâat etmiş, boyun eğmiş.
Kader: Cenab-ı Hakk'ın ezelî ilmi ile, kâinatta olmuş ve olacak bütün şeylerin varlık ve yokluğunu, geçmiş ve geleceğini bilmesi.
Mülk: Sahip olunan, üzerinde tasarruf hakkı bulunan şey. Sahip olunan her şey.
Emaneten: Emanet olarak.
İbka: Bakileştirme, süreklileştirme, devamlı olmasını sağlama.
Meccanen: Bedâva şekilde, parasız, ücretsiz olarak.
Zâil: Geçen, geçici, tükenen, sürekli olmayan, devam etmeyen.
Şekl-i hazır: Hazır şekil, şimdiki şekil, şu anki biçim.
Takiben: Takip ederek, izleyerek.
Zeval: Sona erme, son bulma, göçüp gitme, gitme.
Fâni: Geçici, gelip geçici, kaybolan.


Mesnevi-i Nuriye
 

Ahmet.1

Well-known member
Sübhanallah ve Elhamdülillah cümleleri, Cenab-ı Hakk'ı Celal ve Cemal sıfatlarıyla zımnen tavsif ediyorlar. "Celal" sıfatını tazammun eden "Sübhanallah", abdin ve mahlukun Allah'tan baîd olduklarına nâzırdır.

Cemal sıfatını içine alan "Elhamdülillah", Cenab-ı Hakk'ın rahmetiyle abde ve mahlukata karib olduğuna işarettir. Meselâ biri kurb, diğeri bu'd olmak üzere bize nâzır şemsin iki ciheti vardır. Kurb cihetiyle hararet ve ziyayı veriyor. Bu'd cihetiyle insanların mazarratlarından tahir ve safi kalıyor. Bu itibarla insan şemse karşı yalnız kabil olabilir, fâil ve müessir olamaz.

Kezalik -bilâ teşbih- Cenab-ı Hak rahmetiyle bize karib olduğu cihetle ona hamdediyoruz. Biz ondan uzak olduğumuz cihetle onu tesbih ediyoruz. Binaenaleyh rahmetiyle kurbüne bakarken hamdet. Ondan baîd olduğuna bakarken, tesbih et. Fakat her iki makamı karıştırma ve her iki nazarı birleştirme ki, hak ve istikamet mültebis olmasın. Lâkin iltibas ve mezc olmadığı takdirde, her iki makamı ve her iki nazarı hem tebdil, hem cem'edebilirsin. Evet "Sübhanallahi ve bihamdihi" her iki makamı cem'eden bir cümledir.


Mesnevi-i Nuriye


İ'lem Eyyühel-Aziz: Ey aziz bil, ey saygıdeğer şerefli bil.
Sübhanallah: Her türlü eksikliklerden ve noksanlıklardan uzak ve kusursuz olan Allah (cc).
Elhamdülillah: Bütün hamdler (şükürler) kim söylese ve kime söylese sadece Allah'a (cc) mahsustur.
Cenab-ı Hakk: Allah.
Celal: Büyüklük, ululuk, haşmet.
Cemal: Güzellik.
Zımnen: Gizli olarak, açıktan olmayarak, örtülü olarak, dolayısıyla.
Tavsif: Vasıflandırma, niteleme, özelliklerini belirtme.
Abd: Kul.
Baîd: Uzak, ırak.
Mahlukat: Yaratılmış varlıklar, mahluklar
Karib: Yakın.
Kurb: Yakınlık.
Bu'd: Uzaklık.
Nâzır: Nezaret eden, bakan, gözeten, gören.
Şems: Güneş.
Cihet: Yön, taraf.
Ziya: Işık.
Mazarrat: Zararlar.
Tahir: Temiz, pak.
Müessir: Tesir eden, etkileyen.
Kezalik: Böylece, bunun gibi, buda böyle.
Binaenaleyh: Bundan dolayı.
Hamd: Şükür, teşekkür, medih, övme.
Mültebis: Karışık, karıştırılmış, karıştırmış.
İltibas: Birbirine karıştırma, birbirine benzeyenleri birbirinden ayırt edemeyip karıştırma.
Tebdil: Değiştirmek.
 
Üst