hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyettir

Ahmet.1

Well-known member
Muhakemat

Şu fakir, garib Nursî ki, Bid'atü'z-zaman lakabıyla müsemma olmaya lâyık iken haberi olmadan Bedîüzzaman ile meşhur olan bîçare; tedenni-i milletten ciğeri yanmış gibi feryad u figan ederek, ah!. ah!.. ah!.. vâ esefâ der ki: İslâmiyetin mağz ve lübbünü terkederek kışrına ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve sû'-i fehm ve sû'-i edeb ile İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti îfa edemedik. Tâ o da bizden nefret ederek evham ve hayalâtın bulutlarıyla sarılıp tesettür eyledi.
Bid'atü'z-zaman: Zamanın bid'ası. Zamanın acib ve garibi.
Müsemma: İsimlendirilen, adlandırılan, isimlenen.
Tedenni-i millet: Milletin alçalışı, milletin gerilemesi.
Feryad u figan: Bağırıp çağırma ve ağlayıp sızlama.
Vâ esefâ: Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık.
Mağz: Öz, iç.
Kışr: Kabuk, dış taraf.
Vakf-ı nazar: Dikkati vermek, düşünceyi vermek ve bağlamak.
Sû'-i fehm: Anlayış kötülüğü, kötü anlayış, yanlış anlama.
Sû'-i edeb: Edepsizlik, terbiyesizlik, saygısızlık.
Îfa: Yapma, yerine getirme.
Hayalât: Hayaller, hülyalar.


Hem de hakkı var. Zira biz İsrailiyatı usûlüne ve hikâyatı akaidine ve mecazatı hakaikine karıştırarak kıymetini takdir edemedik. O da ceza olarak bizi dünyada te'dib için zillet ve sefalet içinde bıraktı. Bizi kurtaracak yine onun merhametidir.
İsrailiyat: İsrail oğullarından (yahudilikten) kalma asılsız ve uydurma bilgiler ve hikayeler.
Hikâyat: Hikayeler.
Akaid: İtikada ait hükümler, iman esasları.
Mecazat: Mecazlar.
Hakaik: Hakikatlar, gerçekler ve doğrular.
Te'dib: Edeblendirme, terbiye etme, terbiye verme.
Sefalet: Fakirlik, yoksulluk, perişanlık, düşkünlük.


Öyle ise, ey ihvan-ı müslimîn!.. Geliniz, ona tarziye vereceğiz. El birliğiyle dest-i sadakatı uzatacağız, biat edeceğiz. Onun habl-ül metinine sarılacağız.
İhvan-ı müslimîn: Müslüman kardeşler.
Tarziye: Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dileme.
Habl-ül metin: Sağlam ip. *Mc: İslamiyet . Kur'an-ı Kerim.


Hem de bilâ-perva olarak ilân ederim: Beni geçmiş asırların efkârına karşı mübarezeye heyecan ve şecaate getiren ve yüzer senelerden beri sevk-ül ceyş ile kuvvet bulan hayalât ve evhamın müdafaasına beni gayrete getiren itikadım ve yakînimdir ki: Hak neşv ü nema bulacaktır, eğer çendan toprakta gizlense... Ve tarafdar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır, eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...
Bilâ-perva: Korkmadan, çekinmeden.
Efkâr: Fikirler, düşünceler.
Mübareze: Çekişme, kavga, çarpışma, çatışma.
Şecaat: Cesaret, cesurluk, yiğitlik, kahramanlık.
Sevk-ül ceyş: Asker sevki.
İtikad: İnanmak, inanç.
Yakîn: Şüphesiz, sağlam ve kesin bilgi.
Neşv ü nema: Büyüme ve gelişme.
Çendan: Gerçi, her ne kadar.
Mültezim: İltizam eden, üstlenen.


Hem de itikadımdır ki: İstikbale hüküm sürecek ve her kıt'asında hâkim-i mutlak olacak yalnız hakikat-ı İslâmiyettir. Evet saadet-saray-ı istikbalde taht-nişin hakaik ve maarif yalnız İslâmiyet olacaktır. Onu fethedecek yalnız odur; emareler görünüyorlar... Zira mazi kıt'asında, vahşetâbâd sahralarında hayme-nişin taassub ve taklid; veyahut cehlistan ülkesinde menzil-nişin müzahrefat ve istibdad olanlara, Şeriat-ı Garra'nın galebe-i mutlak ve istila-i tâmmına sed ve mani olan sekiz emir, üç hakikat ile zîr ü zeber olmuşlardır ve oluyorlar. O maniler ise: Ecnebilerde taklid ve cehalet ve taassub ve kıssîslerin riyaseti. Ve bizdeki mani ise; istibdad-ı mütenevvi ve ahlâksızlık ve müşevveşiyet-i ahval ve ataleti intac eden ye'stir ki, şems-i İslâmiyetin küsufa yüz tutmasına sebeb olmuşlardır.
Hâkim-i mutlak: Sonsuz hakimiyet ve güç sahibi.
Hakikat-ı İslâmiyet: İslâm dininin temel gerçeği.
Saadet-saray-ı istikbal: Geleceğin mutluluk sarayı.
Taht-nişin: Tahta oturan.
Maarif: İlim, bilgi, malumat.
Emare: Belirti, ipucu.
Vahşetâbâd: Issız, korku ve ürkeklik verici yer.
Hayme-nişin: Çadırda oturan.
Taassub: Tutucu olma, aşırı bağlılık.
Cehlistan: Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer.
Menzil-nişin: Evde oturan.
Müzahrefat: Pislikler, süprüntüler. *Sahtelikler, yalancılıklar.
İstibdad: Zulüm ve baskı, kaksızlık ve zorbalık.
Şeriat-ı Garra: Parlak ve nurlu şeriat, islâm dini.
Galebe-i mutlak: Mutlak galibiyet, kayıtsız ve şartsız üstünlük.
İstila-i tâmmına: Tam olarak istilasına.
Zîr ü zeber: Alt üst, darmadağın.
Cehalet: Cahillik, bilgisizlik.
Kıssîs: Keşiş, papaz, Hıristiyan din adamı.
Riyaset: Reislik, başkanlık.
İstibdad-ı mütenevvi: Çeşit çeşit baskı ve zorbalık.
Müşevveşiyet-i ahval: Hallerinin karışıklığı, durumlarının düzensizliği.
Atalet: Tembellik, işsizlik, boş durma, hareketsizlik.
İntaç: Netice verme, doğurma, meydana getirme.
Ye's: Ümitsizlik.
Şems-i İslâmiyet: İslâmiyet güneşi.
Küsuf: Karanlık dönem, kararma.


Sekizinci ve en birinci mani ve bela budur: Biz ile ecnebiler; bazı zevahir-i İslâmiyet ve bazı mesail-i fünun ortasında hayal-i bâtıl (!) ile tevehhüm eylediğimiz müsademet ve münakazattır. Âferin maarifin himmet-i feyyazanesine ve fünunun himmet-i merdanesine ki; meyl-i taharri-i hakikat ve muhabbet-i insaniyet ve meyl-i insaf olan hakaiki techiz ederek o manilere gönderip zîr ü zeber etmiş ve ediyor.
Zevahir-i İslâmiyet: İslam dininin görünen ve göze çarpan kısımları.
Mesail-i fünun: Fenlerin meseleleri, fenlerin konuları.
Hayal-i bâtıl: Asılsız ve uydurma hayal.
Müsademet: Çarpışmalar, vuruşmalar.
Münakazat: Zıtlık, uymazlık, tutarsızlık.
Fünun: Fenler, ilimler.
Himmet-i merdane: Mertçe çalışma ve çaba.
Meyl-i taharri-i hakikat: Gerçeği araştırma meyli.
Muhabbet-i insaniyet: İnsanlık sevgisi.
Meyl-i insaf: İnsaf meyli.
Techiz: Cihazlandırma, donatmak.


Evet en büyük sebeb ki: Bizi dünya rahatından ve ecnebileri âhiret saadetinden mahrum eden, şems-i İslâmiyet'i münkesif ettiren, sû'-i tefehhüm ile tevehhüm-ü müsademet ve muhalefettir. Feya lil'aceb!... Köle efendisine ve hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir? Halbuki İslâmiyet, fünunun seyyidi ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir. Fakat vâ esefâ bu sû'-i tefehhüm ve şu tevehhüm-ü bâtıl, şimdiye kadar hükmünü icra ederek vesvesesiyle ye'si ilka edip bâb-ı medeniyet ve maarifi Ekrad ve emsallerine kapattırdı. Zira bazı zevahir-i diniyeyi, fünunun bazı mesailine muarız tahayyül ederek ürktüler. Ezcümle: Küreviyet-i arz ki, fünunun en birinci derecesi olan coğrafyanın en birinci basamağıdır. İleride gelecek altı mes'eleye münafî zannettiklerinden, bu bedihî mes'elede mükâbere etmekten çekinmediler.
Münkesif: Tutulmuş, tutulan.
Sû'-i tefehhüm: Kötü anlayış, yanlış anlayış.
Tevehhüm-ü müsademet ve muhalefet: Çatışmaların ve zıtlığın bulunduğunu sanma.
Feya lil'aceb: Acayip şey! Şaşılacak şey, hayret!.
Muarız: Karşı çıkan, karşı gelen.
Seyyid: Efendi.
Mürşid: Doğru yolu gösteren.
Ulûm-u hakikiye: Gerçek ilimler.
Vâ esefâ: Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık.
Tevehhüm-ü bâtıl: Asılsız ve uydurma düşüncelere kapılma, gerçek dışı kuruntulara kapılma.
Bâb-ı medeniyet: Medeniyet kapısı.
Ekrad: Kürtler.
Zevahir-i diniye: Dinle ilgili görünüşler, dine ait görünüşler.
Mesailine: Meselelerine, konularına.
Tahayyül: Hayale getirmek, hayalde canlandırmak.
Küreviyet-i arz: Yerin (dünyanın) yuvarlaklığı.
Münafî: Zıt, ters, aykırı.
Bedihî: Açık, belli.
Mükâbere: Tartışmada kurala aykırı olarak ağız kalabalığıyla karşısındakini alt etmeye çalışma. *Haksızlığını bildiği halde laf kalabalığıyla karşısındakini susturmaya çalışma.


Ey benim şu kitabıma im'an-ı nazar ile nazar eden zât, malûmun olsun! Bu kitabla istediğim hizmet budur: İslâmiyette olan tarîk-ı müstakimi göstermekle ehl-i tefrit olan a'da-yı dinin teşkikatını red ve yüzlerine vurmakla beraber; tarîk-ı müstakimin öteki canibini ve sadîk-ı ahmak ünvanına lâyık olan ehl-i ifrat ve zahirperestlerin tevehhümlerini tard ve asılsızlığını göstermek ve asıl rehber-i hakikat ve âlem-i İslâmiyetin ikbal ve istikbaline yol açan ve sırat-ı müstakimde kemal-i ümid-i zafer ile çalışan muhakkikîn-i İslâm ve âkıl sıddıklara yardım etmek ve kuvvet vermektir.
İm'an-ı nazar: Dikkatlice ve inceden inceye bakmak.
Tarîk-ı müstakim: İstikametli yol, doğru yol.
Ehl-i tefrit: Tefrit edenler.
Teşkikat: Şüpheler, şüphelendirmeler, şüpheler atma.
Canib: Yön, taraf.
Sadîk-ı ahmak: Ahmak dost.
Ehl-i ifrat: İfrat edenler, aşırı gidenler.
Zahirperest: Dış görünüşe kıymet veren, dış görünüşe dikkat edip iç yüze aldırış etmeyen.
Tard: Kovma.
Rehber-i hakikat: Gerçeğin yol göstericisi.
Âlem-i İslâmiyet: İslâmiyet âlemi.
Kemal-i ümid-i zafer: Tam bir zafer ümidi.
Muhakkikîn-i İslâm: İslâm dini araştırmacıları.


Elhasıl:
Maksadım: Ol elmas kılınca saykal vurmaktır.

Elhasıl: Kısacası, özetle.
Saykal: Cila, parlatıcı.


Eğer sual edersen: Senin bu telaşın ve ulûm-u mütearife hükmüne geçen şeylere bürhan getirmeye ne lüzum vardır? Zira telahuk-u efkâr ve tecarübün keşfiyatıyla meydan-ı bedahete gelen mesaile bürhan getirmek, malûmu i'lam demektir?..
Ulûm-u mütearife: Herkesçe bilinen ve tanınan ilimler.
Bürhan: Kesin delil, ispat vasıtası.
Telahuk-u efkâr: Fikirlerin eklenmesi, düşüncelerin birbirine katılması.
Tecarüb: Tecrübeler.
Keşfiyat: Keşifler, buluşlar.
Meydan-ı bedahet: Görünme ve bilinme alanı, apaçıklık sahası.
Mesail: Meseleler, konular.
İ'lam: Bildirme, anlatma.


Cevaben derim: Maatteessüf benim ile şu zamanın kıt'asında iştirak eden cümlesi; eğer çendan, sureten onüçüncü asrın evlâdıdırlar, fakat fikir ve terakki cihetiyle kurûn-u vustânın yadigârlarıdırlar. Güya muasırlarımız, üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci veyahut melez bir kavimdirler. Hattâ bu zamanın çok bedihiyatı, onlarca mevhumat sayılır.
Cevaben: Cevap olarak.
Maatteessüf: Ne yazık ki, teessüfle beraber.
İştirak: Katılma, ortak olma, ortaklık.
Çendan: Gerçi, her ne kadar.
Sureten: Şekil olarak, görünüşçe, suretçe.
Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
Cihetiyle: Yönüyle.
Kurûn-u vustâ: Orta çağ, orta asırlar.
Muasırlar: Aynı asırda yaşayan.
Asır: Yüz yıl.
Enmuzec: Nümune, misal, örnek.
Bedihiyat: Açıklık, açık olma, belli olma.
Mevhumat: Asılsız olanlar, gerçek dışı olanlar, hayal ürünleri.


Said Nursi
 

Ahmet.1

Well-known member
Ey alem-i İslam! Uyan, Kur'an'a sarıl, İslamiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol. Risale-i Nur
 
Son düzenleme:

Ahmet.1

Well-known member
Ey âlem-i İslâm! Uyan, Kur'ana sarıl!

Ey âlem-i İslâm! Uyan, Kur'ana sarıl; İslâmiyet'e maddî ve manevî bütün varlığınla müteveccih ol!

Ve ey Kur'ana bin yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde naşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur'ana yönel ve onu anlamaya, okumaya ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu'cize-i maneviyesi olan Nur Risalelerini mütalaa etmeye çalış. Lisanın, Kur'anın âyetlerini âleme duyururken, hal ve etvar ve ahlâkın da onun manasını neşretsin; lisan-ı halin ile de Kur'anı oku. O zaman sen, dünyanın efendisi, âlemin reisi ve insaniyetin vasıta-i saadeti olursun!

Ey asırlardan beri Kur'anın bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlâd ve torunları! Uyanınız! Âlem-i İslâm'ın fecr-i sadıkında gaflette bulunmak, kat'iyyen akıl kârı değil! Yine Âlem-i İslâm'ın intibahında rehber olmak, arkadaş, kardeş olmak için Kur'anın ve imanın nuruyla münevver olarak, İslâmiyet'in terbiyesiyle tekemmül edip hakikî medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyeye sarılmak ve onu, hal ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır.

Avrupa ve Amerika'dan getirilen ve hakikatta yine İslâm'ın malı olan fen ve san'atı, nur-u tevhid içinde yoğurarak, Kur'anın bahsettiği tefekkür ve mana-yı harfî nazarıyla, yani onun san'atkârı ve ustası namıyla onlara bakmalı ve saadet-i ebediye ve sermediyeyi gösteren hakaik-i imaniye ve Kur'aniye mecmuası olan Nurlara doğru "İleri, arş!" demeli ve dedirmeliyiz!

Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin torunları olan muhterem din kardeşlerim!

Beşyüz senedir yattığınız yeter! Artık Kur'anın sabahında uyanınız. Yoksa Kur'an-ı Kerim'in güneşinden gözlerinizi kapatarak gaflet sahrasında yatmakla, vahşet ve gaflet sizi yağma edip perişan edecektir.

Kur'anın mecrasından ayrılarak birleşmeyen su damlaları gibi toprağa düşmeyiniz. Yoksa toprak gibi sefahet ve şehvet-i medeniye sizi emerek yutacaktır. Birleşen su damlaları gibi, Kur'an-ı Kerim'in saadet ve selâmet mecrasında ittihad ederek, sefahet ve rezalet-i medeniyeyi süpürüp, bu vatana âb-ı hayat olan, hakikat-ı İslâmiye sularını akıtınız.

O hakikat-ı İslâmiye suları ile bu topraklarda iman ziyası altında hakikî medeniyetin fen ve san'at çiçekleri açacak, bu vatan maddî ve manevî saadetler içinde gül ve gülistana dönecektir inşâallah.


Tarihçe-i Hayat

Âlem-i İslâm: İslam alemi, islâm dünyası, bütün müslüman milletler ve ülkeler.
Müteveccih: Yönelmiş, dönmüş, bakan.
Hâdim: Hizmetçi, hizmet eden.
Mu'cize-i maneviye: Manevî mucize, mana bakımından mucize.
Mütalaa: Okumak, incelemek, tedkik etme.
Etvar: Tavırlar, durumlar, davranışlar.
Lisan-ı hal: Hal lisanı, durum ve görünüş konuşması.
İnsaniyet: İnsanlık.
Vasıta-i saadet: Saadet vasıtası, mutluluk sebebi.
Cihan: Dünya, âlem, kâinat.
Mevki-i muallâ: Yüce ve üstün makam (yer).
İhraz: Kazanma, erişme.
Fecr-i sadık: Gerçek ve doğru fecir. ("Gerçek kurtuluş, gerçek aydınlığa kavuşma, gerçeğin ortaya çıkması" manalarında kullanılır).
Kat'iyyen: Kesinlikle.
İntibah: Uyanıklık, uyanma.
Münevver: Nurlu, aydın, parlak, nurlanmış.
Tekemmül: Olgunlaşma, gelişme.
Medeniyet-i insaniye: İnsanlık medeniyeti, insanlık uygarlığı.
Terakki: İlerleme, yükselme, yükseliş.
Nur-u tevhid: Allah'ın (cc) birlik nuru.
Saadet-i ebediye: Bitmez ve tükenmez sonsuz mutluluk.
Hakaik-i imaniye: İmana ait hakikatlar, inançla ilgili gerçekler.
Cihangir: Meşhur, dünyayı elinde tutan, dünyaya yayılan.
Mecra: Yol, kanal.
Sefahet: Günah olan zevk ve eğlencelere düşkünlük.
Şehvet-i medeniye: Şehir ve toplum hayatının nefse hoş gelen arzu ve istekleri.
İttihad: Birleşme, birlik.
Rezalet-i medeniye: Medeniyetin rezilliği.
Âb-ı hayat: Hayat suyu.
Hakikat-ı İslâmiye: İslâm dini ile ilgili gerçek.
Ziya: Işık.
Gülistan: Gül bahçesi.
 

Ahmet.1

Well-known member
Tarih bize gösteriyor ki, İslâm ne derece dine temessük etmiş ise terakki etmiş, ne vakit dinde za'f göstermiş ise tedenni etmiştir. Sünuhat
 
Üst